“Senden önce hiçbir rasul ve nebî göndermedik ki, bir şey temennî ettiği zaman, şeytan onun bu temennîsine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah, şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah, âyetlerini sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Hacc: 52)
Hak davada batıl yollar kullanılmaz. Bilerek ve inanarak Allah’ın hükmüne ve hâkimiyetine muhalif olan vesileleri edinmek, Allah’a imanın belirlediği hududu ihlal etmektir. Hakk’ın batıla ihtiyacı yoktur. Şayet ehl-i hak batıl vesilelere ihtiyaç hissediyorsa bu, ehl-i hakkın hakkı bilmediğindendir. Hakk ve hakikatten gafil yaşamak, batıla sevdalanmanın garantisidir. Şunu bilelim ki; Allah’ın mü’min kullarının hayat ölçüsü, bir nefes bile Hakk’tan gafil kalmama hassasiyetidir. Çünkü Hakk’tan gafil olmak, günahların aslî sebebidir. Günah, ruhun yüküdür. Ruhlarına günah yükünü yükleyenler, gayr-i meşru yolların hamallığına başlayanlardır.
Hamaset duygularına veya davanın başarıya ulaşması ve yayılmasına duyulan arzulara kapılan davetçiler; şu insan veya bu unsurları, imkânları kazanayım diye davadan taviz verme yoluna gitmektedirler. Özellikle, peygamberlerden sonra gelen davetçilerin verdikleri bu tavizler ise, davanın vazgeçilmez bir unsuru haline getirilmiştir. Bu tür tavizlerin, davanın aslından olduğunu zanneden bu tip davetçilerin ilk hedefleri, söz konusu insanlara yaklaşabilmektir. Onları davadan nefret ettirmemek ve düşmanlıklarını kazanmamaktır.
Kendi içinde kısmî bir doğruyu da barındıran bu anlayış, çoğu zaman davetçilerin “maslahat işgüzarlığı”na kapılıp büyük yanılgılara düşmelerine de sebep olmuştur. Davanın yararı, davanın mensuplarının menfaati gibi gerekçelerle girişilen çalışmalarda ilkeli ve sağlam bir duruş sergilenemediği içindir ki, davanın ilkelerinin gözetilmemesi neticesinde “taviz taviz doğurur” prensibi mûcibince ortaya çıkan durum; İslâm’ın ilkelerinin gözetilmemesi sonucunda büyük sapmalar meydana gelmiş ve küçük menfaatler veya maslahatlar elde edilecek diye davanın temel ilkelerinin tahrîfi gerçekleştirilmiştir.
Yine bu davetçiler, aynı noktadan hareketle, davetin duyarlı ölçüsüyle hiç bağdaşmayan ve dosdoğru davet metoduyla hiç uyuşmayan araç ve yöntemlere de başvurmaktadırlar. Davanın zafer ve yayılmasına duydukları aşırı hırstır kendilerini bu hâle getiren. Davaya maslahat (avantaj) sağlayayım diye bu duyguya kapılmaktadırlar. Oysaki davanın gerçek maslahatı, müstakîm çizgiden ayrılmamaktır. Ne az, ne de çok saptırılmadan bu istikâmeti korumaktır. Sonuç ise, gayba kalmış bir şeydir. Bunu Allah’tan başka hiçbir kimse bilemez. Bundan dolayı dava adamı, bu tür hesaplara girişemez. Çünkü davetçinin görevi; davanın duyarlı, net ve açık yolunu izlemek ve bu istikâmetin sonucunu ise Allah’a havâle etmektir. Sonra bu sonucun hayırlı olacağı da muhakkaktır. Bakın Kur’an-ı Kerîm uyarıyor! Davaya nüfuz edeyim diye tetikte bekleyen şeytan ve dostlarının vesvese ve arzularına karşı uyarıyor davetçileri:
“Senden önce gönderdiğimiz hiçbir Rasul ve Nebî yoktur ki, okuduğu bir şeye şeytan karışmak istemiş olmasın. Ama Allah, şeytan’ın karıştırdığı bu (vesveseyi) gidererek âyetlerini tahkim eder. Allah, alîm ve hakîmdir. Tâ ki Allah, şeytanın saldığı bu vesveseyi; kalplerinde hastalık bulunan ve kalbi katı olan kimseler için bir imtihan yapsın. Zalimler, muhakkak ki (haktan) uzak muhalefet içindedirler. Bir de bu, kendilerine ilim verilen kimselerin (Kur’an’ın) Rab’lerinden gelen bir hak olduğunu bilerek ona inanmaları ve bununla gönül huzuruna kavuşmaları içindir. Allah, hiç şüphesiz iman edenleri dosdoğru yola eriştirir.” (Hacc: 52-54)
Görülüyor ki, Yüce Allah, Rasul ve Nebîlerini koruyarak şeytanların; beşerin fıtrî rağbetleri yoluyla davaya karışmasını önlemiştir. Bundan dolayı diğer davetçilerin çok daha dikkatli olmaları mecbûrîdir. Çünkü işin bu yönü sonsuz dikkat ve uyarı istemektedir. “Davanın zaferi” veya “dava maslahatı”na ilişkin olarak duyulan arzuyu fırsat bilen şeytan ve dostlarının bu boşluktan yararlanarak vesvese salmasına meydan vermemek gerekir. Davetçinin son derece sakınması gereken nokta budur.
“Davanın Maslahatı” ifadesinin, dava adamlarının sözlüğünden çıkarılması gerekir. Çünkü bu bir alçalış noktasıdır. Şeytan ve dostlarının baskın yapabileceği bir noktadır. Şu veya bu şahsın maslahatını koruyayım derken şeytanın vesvesesine kapı açılır. Bu açıdan bakılırsa “dava maslahatı” (yani davanın çıkarı) meselesi; dava adamlarını peşine takıp davetin vazgeçilmez metodunu unutturan bir put haline dönüşebilmektedir. Bundan dolayı davetçinin görevi; dava metodundan ayrılmamak ve doğabileceği sanılan sonuçlara bakılmadan bu metoda bağlı kalmaktır. Davet ve dava adamları açısından tehlike doğurabileceği hesabıyla bu tür maslahatlara bakılamaz. Çünkü sakınılması gereken en büyük tehlike, hangi nedenle olursa olsun metottan sapmaktır. Sapma, az da olsa çok da olsa sapmadır. Kaldı ki maslahatın nerede olduğunu en bilen Allah’tır. Bu iş, davetçilerin sorumluluk alanına girmez. Çünkü dava adamlarının sorumlu oldukları bir tek şey vardır o da metottan sapmamak ve yoldan ayrılmamaktır.
İlâhî ölçüde bir dava için gerçek kazanç, şaşmaz ilâhî ölçülere uygun olarak ilerlenmesidir. Beşerin ölçü ve zaaflarıyla bulanmamış olan ilâhî ölçüde mühim olan prensiplerdir. Yolun başında şahıslar kaybetse de önemsizdir. Davanın ölçü ve prensiplerine kesin olarak sarılıp en ince noktalara kadar gösterdiği istikâmette Rasuller gibi yürümek, kişilerle uğraşıp onlara davayı hoş gösterecek bir takım tavizlere göz yumduracak hareketlerden daha verimlidir. Çünkü kişiler gider ama davanın kendisi yıpranmamış bir örnek olarak kalır. Sapıklığa ve bozukluğa yer vermeksizin dosdoğru istikâmette yürür. Ne mutlu bu istikâmette yürüyen dava erlerine!
Hutbe: İslâm’a Davette Maslahat İşgüzarlığı
“Senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, bir şey temennî ettiği zaman, şeytan onun bu temennîsine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah, şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah, âyetlerini sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Hacc: 52) Hak davada batıl yollar kullanılmaz. Bilerek ve inanarak Allah’ın hükmüne ve hâkimiyetine muhalif olan vesileleri edinmek, Allah’a imanın belirlediği hududu ihlal etmektir.Hakk’ınbatıla ihtiyacı yoktur. Şayet ehl-i hak batıl vesilelere ihtiyaç hissediyorsa bu, ehl-i hakkın hakkı bilmediğindendir. Hakk ve hakikatten gafil yaşamak, batıla sevdalanmanın garantisidir. Şunu bilelim ki; Allah’ın mü’min kullarının hayat ölçüsü, bir nefes bile Hakk’tan gafil kalmama hassasiyetidir. Çünkü Hakk’tan gafil olmak, günahların aslî sebebidir. Günah, ruhun yüküdür. Ruhlarına günah yükünü yükleyenler, gayr-i meşru yolların hamallığına başlayanlardır.
Hamaset duygularına veya davanın başarıya ulaşması ve yayılmasına duyulan arzulara kapılan davetçiler; şu insan veya bu unsurları, imkânları kazanayım diye davadan taviz verme yoluna gitmektedirler. Özellikle, peygamberlerden sonra gelen davetçilerin verdikleri bu tavizler ise, davanın vazgeçilmez bir unsuru haline getirilmiştir. Bu tür tavizlerin, davanın aslından olduğunu zanneden bu tip davetçilerin ilk hedefleri, söz konusu insanlara yaklaşabilmektir. Onları davadan nefret ettirmemek ve düşmanlıklarını kazanmamaktır.
Kendi içinde kısmî bir doğruyu da barındıran bu anlayış, çoğu zaman davetçilerin “maslahat işgüzarlığı”na kapılıp büyük yanılgılara düşmelerine de sebep olmuştur. Davanın yararı, davanın mensuplarının menfaati gibi gerekçelerle girişilen çalışmalarda ilkeli ve sağlam bir duruş sergilenemediği içindir ki, davanın ilkelerinin gözetilmemesi neticesinde “taviz taviz doğurur” prensibi mûcibince ortaya çıkan durum; İslâm’ın ilkelerinin gözetilmemesi sonucunda büyük sapmalar meydana gelmiş ve küçük menfaatler veya maslahatlar elde edilecek diye davanın temel ilkelerinin tahrîfi gerçekleştirilmiştir.
Yine bu davetçiler, aynı noktadan hareketle, davetin duyarlı ölçüsüyle hiç bağdaşmayan ve dosdoğru davet metoduyla hiç uyuşmayan araç ve yöntemlere de başvurmaktadırlar. Davanın zafer ve yayılmasına duydukları aşırı hırstır kendilerini bu hâle getiren. Davaya maslahat (avantaj) sağlayayım diye bu duyguya kapılmaktadırlar. Oysaki davanın gerçek maslahatı, müstakîm çizgiden ayrılmamaktır. Ne az, ne de çok saptırılmadan bu istikâmeti korumaktır. Sonuç ise, gayba kalmış bir şeydir. Bunu Allah’tan başka hiçbir kimse bilemez. Bundan dolayı dava adamı, bu tür hesaplara girişemez. Çünkü davetçinin görevi; davanın duyarlı, net ve açık yolunu izlemek ve bu istikâmetin sonucunu ise Allah’a havâle etmektir. Sonra bu sonucun hayırlı olacağı da muhakkaktır. Bakın Kur’an-ı Kerîm uyarıyor! Davaya nüfûz edeyim diye tetikte bekleyen şeytan ve dostlarının vesvese ve arzularına karşı uyarıyor davetçileri: “Senden önce gönderdiğimiz hiçbir Rasul ve Nebî yoktur ki, okuduğu bir şeye şeytan karışmak istemiş olmasın. Ama Allah, şeytan’ın karıştırdığı bu (vesveseyi) gidererek âyetlerini tahkim eder. Allah, alîm ve hakîmdir. Tâ ki Allah, şeytanın saldığı bu vesveseyi; kalplerinde hastalık bulunan ve kalbi katı olan kimseler için bir imtihan yapsın. Zalimler, muhakkak ki (haktan) uzak muhalefet içindedirler. Bir de bu, kendilerine ilim verilen kimselerin (Kur’an’ın) Rab’lerinden gelen bir hak olduğunu bilerek ona inanmaları ve bununla gönül huzuruna kavuşmaları içindir. Allah, hiç şüphesiz iman edenleri dosdoğru yola eriştirir.” (Hacc: 52-54)
Görülüyor ki, Yüce Allah, Rasul ve Nebîlerini koruyarak şeytanların; beşerin fıtrî rağbetleri yoluyla davaya karışmasını önlemiştir. Bundan dolayı diğer davetçilerin çok daha dikkatli olmaları mecbûrîdir. Çünkü işin bu yönü sonsuz dikkat ve uyarı istemektedir. “Davanın zaferi” veya “dava maslahatı”na ilişkin olarak duyulan arzuyu fırsat bilen şeytan ve dostlarının bu boşluktan yararlanarak vesvese salmasına meydan vermemek gerekir. Davetçinin son derece sakınması gereken nokta budur.
“Davanın Maslahatı” ifadesinin, dava adamlarının sözlüğünden çıkarılması gerekir. Çünkü bu bir alçalış noktasıdır. Şeytan ve dostlarının baskın yapabileceği bir noktadır. Şu veya bu şahsın maslahatını koruyayım derken şeytanın vesvesesine kapı açılır. Bu açıdan bakılırsa “dava maslahatı” (yani davanın çıkarı) meselesi; dava adamlarını peşine takıp davetin vazgeçilmez metodunu unutturan bir put haline dönüşebilmektedir. Bundan dolayı davetçinin görevi; dava metodundan ayrılmamak ve doğabileceği sanılan sonuçlara bakılmadan bu metoda bağlı kalmaktır. Davet ve dava adamları açısından tehlike doğurabileceği hesabıyla bu tür maslahatlara bakılamaz. Çünkü sakınılması gereken en büyük tehlike, hangi nedenle olursa olsun metottan sapmaktır. Sapma, az da olsa çok da olsa sapmadır. Kaldı ki maslahatın nerede olduğunu en bilen Allah’tır. Bu iş, davetçilerin sorumluluk alanına girmez. Çünkü dava adamlarının sorumlu oldukları bir tek şey vardır o da metottan sapmamak ve yoldan ayrılmamaktır.
İlâhî ölçüde bir dava için gerçek kazanç, şaşmaz ilâhî ölçülere uygun olarak ilerlenmesidir. Beşerin ölçü ve zaaflarıyla bulanmamış olan ilâhî ölçüde mühim olan prensiplerdir. Yolun başında şahıslar kaybetse de önemsizdir. Davanın ölçü ve prensiplerine kesin olarak sarılıp en ince noktalara kadar gösterdiği istikâmette Rasuller gibi yürümek, kişilerle uğraşıp onlara davayı hoş gösterecek bir takım tavizlere göz yumduracak hareketlerden daha verimlidir. Çünkü kişiler gider ama davanın kendisi yıpranmamış bir örnek olarak kalır. Sapıklığa ve bozukluğa yer vermeksizin dosdoğru istikâmette yürür. Ne mutlu bu istikâmette yürüyen dava erlerine! 12.10.2018
Hazırlayan: Emrullah AYAN