HABERLER İmanını İspat Eden Tutarlı Mü’minler ve Vahyin Şahidi “Müslimler” Olmak – II by İlkav Editor 8 Ekim 2018 8 Ekim 2018 3,2K 👁 A+A- Reset Paylaş 0FacebookTwitterWhatsappEmail 3,2K Tarayıcınız ses elemanını desteklemiyor İman ettiğini iddia edenlerden, üstelik Kitabın bilgisine de sahip oldukları halde, o bilgiye uygun bir hayatı yaşamayanların, yani uygulamada Allah’a teslim olmayanların, hayatı vahye şahidlik yapmayanların, sonuç olarak bilginin ahlâkını kuşanmayanların Müslim olmadıkları hakikati akıldan çıkarılmamalıdır. Bireysel bazı şeklî ibadetleri yerine getirmek söz konusu olduğunda Allah’a ibadet/itaat ederken veya bazı hayat alanlarında Kitabın bazı ayetlerini uygularken, birçok hayat alanlarında da Kur’an’ın diğer hükümlerini uygulamaktan uzak durup hevasının isteklerine ya da tağutların hükümlerine itaat etmekte bir sakınca görmeyenlerin, aslında Kitaba iman etmiş olmadıkları acı gerçeği birçok ayette ifade edilmektedir. Bir daha altını çizelim ki, Rabbimiz söz/kâl ile ifade edilen imanı yeterli bulmamakta, mutlaka yaşantıyla, ahlâk ve davranışlarla, yani hâl ile bu imanın ispatını istemektedir. Kur’an, insanların çoğunun, sözle iman ettiklerini söylemelerine rağmen hâl ile inkâr ettiklerini bildirmektedir. İMAN ETTİĞİNİ SÖYLEMEK YETMEZ, İMANIN İMTİHANINI VERMEK GEREKİR Rabbimiz Mülk Suresi 2. âyette şöyle buyurmaktadır: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…”. Demek ki, hayat ve ölüm hangimiz daha güzel ameller yapacağız diye imtihan olmamız için yaratılmış olup bir insan ben “iman ettim” ya da “müslümanım” demekle kurtulamaz. Mutlaka yaşadığı hayat ve yaptığı ameller konusunda tâbi tutulduğu dünya imtihanında başarılı olmak zorundadır. Bu sebeple Rabbimiz Ankebut Suresi 2. âyette;“İnsanlar, ‘iman ettik’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler.” uyarısını yapmaktadır. Kur’an’da onlarca ayette, hüsrana sürüklenmemek, hidayete ve kurtuluşa erebilmek, cennete müstahak olabilmek, büyük ecir ve mükâfat elde edebilmek için şart olarak “iman edip salih amel işlemek” gerektiği beyan edilmektedir. (Asr, 103/1-3, İnşikak, 94/25, Şuara, 26/227, Bakara, 2/25, Yunus, 10/9). İman edip salih amel işleyenlere Rableri katında mükâfat vaat edilmekte, onlar için korku olmadığı ve mahzun da olmayacakları beyan edilmektedir. (Bakara, 2/277, Sebe, 34/37, Bakara, 2/62, Maide, 5/69). “Sâlih amel işleyenler” ifadesi, sadece namaz ve zekât gibi dinin erkânından olan amellere ait olmayıp; usûl, füru, farz, nâfile, ibâdet, muamelat, birr, mâ’ruf, sabır ve takva gibi Allah rızasına muvafık ve salâha hizmet eden, hayra yarayan bütün faydalı amelleri içerisine almaktadır. Sadece iman ettim diyenlerin kurtuluşa ereceğine dair bir tek ayet yoktur. İman ve salih amelin hep ard arda zikredilmesi, salih amel olmaksızın sadece iman ettik demekle kurtuluşun mümkün olmaması sebebiyledir. İman olmadan yapılan amel salih amel olmaz. Bu kişilerin yaptıkları zahiren hayırlı ve olumlu ameller bile boşa gider. Bu tür ameller, yalanlayanlara ancak dünyada ve insanlar nezdinde bir olumlu görüntü ve itibar sağlasa da, Allah nezdinde hiçbir karşılığı olmaz. Kur’an’da inkârcıların, yalanlayanların amellerinin boşa çıktığı haber verilmektedir. (Âraf, 7/147, Hud, 11/16, İbrahim, 14/18, Zümer, 39/65)). Salih amel olmadan da, başta teorik olarak kalpte oluşan iman uzun süre yaşayamaz. Çünkü Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı yaşantıyla günahın kendisini kuşattığı kişi imanını kaybeder. İman iddiası, yaşanan hayat ve salih amellerle ispat edilmedikçe bir iddiadan öte geçemez. İnsanlar imtihan alanı olan dünyada, daha çok şu iki sebeple imanlarının gereği olan hayatı yaşamaktan, imanın ispatı mahiyetinde salih ameller işlemekten taviz verirler ve imtihanı kaybederler: bunlar korku ve çıkardır. Rabbimiz Bakara Suresi 155. âyetinde imtihan olacağımız bu konular hakkında şu bilgiyi vermektedir: “Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.” Rabbimiz Ankebut Suresi 10. ayette de şöyle buyurmaktadır: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, ‘Allah’a iman ettik’ derler. Ama Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca, insanlardan gördükleri baskı ve işkenceyi Allah’ın azabı gibi tutar…”. İşte dünya imtihan alanında birçok insan egemen tağutların, zalimlerin zulmünden korkarak onların hayat tarzlarına uyum sağlarlar, Allah’ın emir ve yasaklarına uymaktan uzaklaşırlar. Hâlbuki Allah da, böyle bâtıl bir tercih yapmaları ve vahye aykırı bir hayat yaşamaları hâlinde azab edeceğini bildirmektedir. İnsanların eziyetiyle Allah’ın azabını bir tutup insanların yapacakları eziyetlerden korkarak taviz vermek, Allah’ın azabından değil de insanların eziyetinden korkmak anlamına gelir ki, bu hâl iman mantığıyla bağdaşmaz. Maide Suresi 44. ayette de insanların aynı iki sebeple yani korku ya da çıkar sebebiyle Allah’ın hükmüyle hükmetmekten uzaklaşacakları bildirilmektedir: “… Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin/(satmayın). Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” Bu âyette, kitabın muhafazası ve şahidliği sorumluluğu olan hükmetme mevkiindeki mü’min/müslim kişilerin, bu görevleri sırasında kalplerinde Allah’ın hükmüyle hükmetmek gerektiğine imanlarını korudukları halde, korku ya da çıkar sebebiyle “Allah’ın hükmüyle hükmetmemek” şeklinde ortaya koydukları bâtıl amelleri onların imanlarını yok etmekte ve küfre girmelerine sebep olmaktadır. Haşir Suresi 18. âyette ise Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının (ittekullah) ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının (vettekullah). Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” Görüldüğü üzere, Allah’ın azabından korkup sakının ve Allah’ın emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilincini kuşanın anlamına gelen iki “ittekullah” ifadesi arasında “her nefis yarın/ahiret için önceden ne hazırladığına, ne gönderdiğine baksın” deniliyor. Yani “hangimizin daha güzel ameller yapacağımız konusunda imtihan olduğumuz kısacık dünya hayatında, Allah’ın azabından korkup sakınarak O’nun emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilincini kuşanmak suretiyle yarın/(ahiret) için ne gönderdiğimizi sürekli sorgulamamız ve sürekli böyle bir hazırlık içinde olmamız hatırlatılıyor. Ayetin sonunda ise, yine yaptığımız ve yapacağımız amellerimize ve yaşadığımız hayat tarzına vurgu yapılarak, “Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır” deniliyor. Bakın imanınızdan haberdardır denmiyor, “yaptıklarınızdan haberdardır” deniliyor. Çünkü lafzen iman ettiğinizi söylemeniz yetmez, bu imanınızı imtihan alanında amellerinizle, yaşantınızla ispat etmeniz gerekiyor. Aynı Surenin bir sonraki 19. âyetinde ise, “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir.” buyruluyor. İman iddiasına rağmen hayatın tümünde ya da herhangi bir alanında sürekli biçimde Allah yokmuş gibi davranılıyor, Allah’ın hükümleri sürekli biçimde hayat dışına itilip hevaya ya da tağutlara tâbi olunuyorsa, bu tutum “Allah’ın zikrinden yüz çevirmek”, “Allah’ı unutmak”, “hesabı ve ahireti” ciddiye almamak demektir. İşte âyette, Müslüman olduklarını ve iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen böyle bir tercihte bulunarak Allah’ı unutanlara, Allah’ın da kendilerini unutturacağı bildirildikten sonra, bunların müslim değil “fasık kimseler” olduğu ifade ediliyor. Rabbimiz Muhammed Suresi 7. âyette; “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz (emrini tutar, dinini uygularsanız) O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz (sabit kılar).” buyurmaktadır. Yani “Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun” emrinin gereğini yerine getirip Allah’ı razı edecek bir istikameti koruyabilmek ve Rabbimizin ayaklarımızı sırat-ı müstakim üzere sabit kılması için bizim O’nun dinine yardımcı olmamız, emir ve yasaklarına uyarak takvayı kuşanmamız gerektiği beyan edilmektedir. Bunun için iman etmek yetmemekte, imandan sonra O’nun dininin yardımcıları konumunda İslam’ı yaşamak ve bu uğurda mücadele etmek gerekmektedir. İşte bu sebeple, İsa (as) havarilerine Allah yolunda yardımcılarım kim diye sorduğunda; “Havariler, ‘Biziz Allah yolunun yardımcıları. Allah’a iman ettik. Şahit ol, biz müslimleriz/müslümanlarız’ dediler.” (Âl-i İmran, 3/52). Görüldüğü üzere ancak Allah’a iman ettikten sonra Allah yolunun yardımcıları olmak için güçleri yettiğince çaba gösterenler “müslimler/müslümanlar” olma şerefine hak kazanmaktadırlar. İNSANLARIN ÇOĞU SÖZLE DEĞİL HÂL İLE İNKÂR EDERLER İnsanlar dünyada, çoğunlukla bir şeyi yapmak ya da yapmamak suretiyle ortaya konan ve süreklilik arz ederek kanıksanan yanlış/bâtıl tercihlerle, (vahye aykırı tutum ve davranışlarla, yani tercih edilen hayat tarzıyla, hayatı Kur’an’a uygun yaşamamakla) din (hesap/ceza) gününü/ahireti yalanlarlar/inkâr ederler. Kur’an’da yer alan birçok ayetten anlaşıldığına göre, insanı kurtuluşa ulaştıracak olan, “iman edip salih amel işleyenlerden” olmaktır. Bir kişi, sözle iman ettiğini söyleyip kalbi ile tasdik etmiş bile olsa, eğer daha sonraki hayatında iman ettiği değerleri hayata taşıma gayreti içine girmiyor, iman ettiği Allah’ın emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilinciyle hayatını sadece Allah’a tahsis edip ibadet kılma çabası göstermiyorsa, başlangıçta oluşan teorik imanın yaşaması mümkün değildir. Bu sebeple Rabbimizin katında makbul olan iman, sözle/kâl ile ifade edilen değil hâl ve fiiliyat ile ispat edilen imandır. Müslümanım diyenlerin çoğunluğunda yaşanan acı bir gerçek olan, hayata yansımayan ve hayata yön vermeyen iman iddiası boş bir iddiadır. İmanın; sözle ifade edileni değil, hâl ile ispat edileni Allah katında makbuldür. Aynı şekilde, davetçinin, (hayatında yaşamadığı bilgileri konuşma anlamında) sözle yaptığı tebliğ tesirli ve makbul değil, söylediğini önce kendisi yaşayan davetçinin hâl ile yaptığı tebliğ tesirli ve Allah katında makbul olandır. İşte hâl ile iman ve hâl ile tebliğ söz konusu olduğu gibi, hâl ile inkâr da söz konusu olup, insanların çoğunluğu sözle değil de hâl ile inkâr ederler. İnsanların çoğunun sözle iman ettiklerini ya da müslüman olduklarını söylemelerine rağmen, hâl ile yalanlamalarına/inkâr etmelerine dikkat çeken ayetlerden bazı örnekler verelim: İnfitar Suresi 82/9-12 âyetlerde şöyle buyrulmaktadır: 9- “Hayır hayır, siz dini(hesabı ve cezayı) yalanlıyorsunuz.” 10- “Oysa üzerinizde koruyucular var.”11- “Değerli yazıcılar” 12- “Onlar, siz her ne yaparsanız bilirler.” Görüldüğü üzere bu ayetlerde dini ve hesabı yalanlayanlara hitaben, “oysa üzerlerinde koruyucu ve yazıcı meleklerin olduğu ve bütün yaptıklarını bildikleri, kayda geçtikleri” haber verilmesi ve onların imanlarına değil de yaptıkları amellere vurgu yapılması suretiyle insanların yaşantılarıyla, amelleriyle dini, hesabı yalanladıklarına dikkat çekilmiş oluyor. Nitekim, Fatır Suresi 37. âyette açık biçimde haber verildiği üzere, cehennemdekiler fayda etmez bir pişmanlıkla geri dönmek isterler ve Rabbimize “bizi geri döndür de iman edenlerden olalım” demezler, bizi buradan çıkar ve dünyaya döndür de salih amel işleyelim” derler. “Onlar cehennemde, ‘Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, salih ameller işleyelim’ diye bağrışırlar.” Müddessir Suresi 74/40 – 47. âyetlerde ise; 40-42 “Onlar cennetler içindedir. Günahkârlara: Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? diye uzaktan uzağa sorarlar. 43 – Onlar şöyle derler: “Biz namaz (salat daha geniş manasıyla ibadet olarak alınabilir) kılanlardan değildik.” 44 – “Yoksula yedirmezdik.” 45 – “Batıla dalanlarla birlikte biz de dalardık.” 46 – (Hesap ve) “Ceza gününü de yalanlıyorduk.”, 47 – “Nihayet bize ölüm gelip çattı.”. Burada dikkat edilmesi gereken şudur: Cehennemdekiler, burada bulunma sebeplerini sıralarken, “biz iman etmiyorduk” diye başlamamakta, hayattayken “ibadet yapmadıklarını, yoksulu doyurmadıklarını, bâtıla dalanlarla beraber daldıklarını”, yâni vahye uygun bir hayat yaşamadıklarını ifade ederek, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını sürekli ihlal eden bir dünya hayatı geçirdiklerine dair hususları sıralamakta ve sonunda böylece “ceza gününü de yalanlıyorduk” açıklamasını yapmaktadırlar. Yani cehennemde bulunma sebepleri, muhtemelen “iman ettik ya da müslümanız” dedikleri hâlde, bu imana uygun bir hayatı yaşamamış, vahye şahidlik yapan bir hayat sürmemiş olmalarıdır. Ceza gününü de, işte bu bâtıl hayat tarzlarıyla, vahye aykırı hâlleriyle yalanlamış olmaktadırlar. Maun Suresi ve 1-7. âyetlerde de aynı duruma örnek verilmekte ve bazı insanların, yetimi itip kakarak, yoksulu doyurmaya teşvik etmeyerek, namazlarını ciddiye almayarak, namazdan gâfil davranarak, hayra mâni olarak “dini (hesap ve ceza gününü) yalanladıkları” bildirilmektedir: 1- “Dini (hesap ve ceza gününü) yalanlayanı gördün mü? 2- İşte o, yetimi itip kakar; 3- Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; 4-5- Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar (namazdan gafildirler). 6-7- Onlar gösteriş yapanlardır; yardıma, hayra da mâni olurlar”. Hâlbuki bunlar, ahirete, hesap ve ceza gününe samimiyetle/yakîn olarak iman etmiş olsalardı, bunları yapmaktan uzak duracaklardı. Allah’a teslim olarak O’nun emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilinciyle hareket edeceklerdi. Nitekim Mutaffifin Suresinde 10-12. âyetlerde de bu husus daha açık biçimde ifade edilerek, “hesap ve ceza gününü ancak hükümleri çiğneyen ve günaha dalan kimselerin yalanlayacakları” bildirilmektedir: 10,11- “O gün yalanlayanların; hesap ve ceza gününü yalanlayanların vay hâline! 12 – Onu ancak hükümleri çiğneyen ve günaha dalan kimseler yalanlar”. Görüldüğü üzere, kâfirler/inkârcılar, “kâfir olduklarını, inkâr ettiklerini söyleyenlerdir ya da iman etmediğini sözle ifade edenlerdir” denmiyor. Hesap ve ceza gününü, ahireti inkâr edenlerin “Allah’ın hükümlerini çiğneyenler, günaha dalan kimseler” olduğu bildiriliyor. Bütün bu ayetlerde ve Kur’an’da yer alan daha fazlasında ifade edildiği üzere, insanlar çoğunlukla, Allah’ın hükümlerine uymayan amelleriyle ve günahlar tarafından kuşatılmış yaşantılarıyla yâni hâl ile inkâr etmektedirler. Allah (c) müslümanım diyen herkese, hâl ile inkâr etmek konumuna düşmekten korunmayı ve kendisine tam bir teslimiyetle bağlanmak suretiyle Kur’anî anlamda “müslim/müslüman” olmayı nasip etsin. Rabbimiz hepimize, bireysel-toplumsal ve kamusal-özel tüm hayat alanlarını vahye göre düzenleyip bütün hayatı kendisine rükû, secde ve iman ettirenlerden, yani hâl ile iman edenlerden olmayı nasip etsin inşaAllah. İlginizi Çekebilir Cengiz Songür´ün yeğeni Zeyd Can´dan yaşananlara isyan şiiri… İslam’ı isteyince, hemen çağrıldım istifaya! İLKAV´ın Gazze, Aralık ayı ikinci yardımları bölgede dağıtıldı. Yaz Okulu Başlıyor. Paylaş 0 FacebookTwitterWhatsappEmail önceki yazı İmanını İspat Eden Tutarlı Mü’minler ve Vahyin Şahidi “Müslimler” Olmak – II sonraki yazı Hutbe: İslâm’a Davette Maslahat İşgüzarlığı Yorum yazın Cancel Reply Your rating: * Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz. Δ