Cumartesi, Temmuz 27, 2024
Ana sayfa CUMA HUTBELERİ Hutbe: Hiçbir Günahkâra ve Hiçbir Nankör Kâfire İtaat Etme!

Hutbe: Hiçbir Günahkâra ve Hiçbir Nankör Kâfire İtaat Etme!

by İlkav Editor
652 👁
A+A-
Reset

Hutbe: Hiçbir Günahkâra ve Hiçbir Nankör Kâfire İtaat Etme!
    
“O halde, Rabbinin hükmüne sabret. Onlardan hiçbir günahkâra ve hiçbir nankör kâfire itaat etme!” (İnsan: 24)
Kardeşlerim, bugün Hicrî Cemâziye’l-Âhir ayının 21’i 1444/Cuma

Her şey Allah’ın takdirine bağlıdır. Batıla mühlet ve kötülüğe süre veren, mü’minlerin çektiği çile, deneme ve arınma dönemini uzatan O’dur. Ve O, tüm bunları, kendi bildiği bir hikmete binaen yapar. Kaderini ve hükmünü icra etmesi için bunları yapar, “Rabbinin (yazılmış va’di gelinceye kadar) sabret.” Fitne ve eziyetlere karşı sabret. Galebe çalan batıla ve şişineduran (çoğalan) kötülüğe karşı sabret. Sana Kur’an’la gelen hakkın üzerinde daha çok sabret. Akîde hesabına sana önerdikleri barışı ve orta yol çözümlerini dinlemeden sabret. “Günahkâr veya kâfirlere sakın itaat etme!” Çünkü onlar, seni iyilik ve Allah’a itaate çağırmıyorlar. Seni hayra çağırmıyorlar. Onlar, günahkâr kâfirlerdir. Seni bir tür günah ve küfre davet ediyorlar. Öyleyse seni yolun yarısında buluşmaya çağırdıklarında buna uyma! İlgini çeker ve seni razı eder zannıyla sana teklifler yapacaklar. Buna uyma! Çünkü onlar iktidar şehveti/tutkusu adına, malî ve bedenî şehvetler/tutkular adına Rasul’ü çağırıyorlardı. Başlarında reis olmaya ve en zengin adamları olmaya çağırıyorlardı onu. Hatta ona güzel kadınlarla evlenmeyi teklif ediyorlardı. Utbe b. Rabia ona: “Gel bu işten vazgeç de seni kızımla evlendireyim. Kızım, Kureyş’in en güzel kızıdır,” diyordu.
Kısaca onlar, her zaman ve her yerdeki davetçileri satın almak için batıl ehlinin bildiği tüm şehvetleri/tutkuları teklif ediyorlardı. Yüce Allah ise uyarıyordu:
“Rabbinin hükmüne sabret. Hiçbir günahkâr ve hiçbir kâfire sakın itaat etme!”
Yani buluşacağınız bir ortak nokta yoktur. Hayat sistemini onlarınkinden, evrensel düşünceni onların düşüncesinden, sahip olduğun hakkı onların batılından, imanını onların küfründen, şirkinden, nurunu onların karanlıklarından ve hakseverliğini onların cahiliyesinden ayıran iki yaka arasına karşılıklı olarak geçişi sağlayan hiçbir köprü kuramazsın. Öyleyse sabret. Bu iş uzasa da, fitne şiddetlense de, cazip teklifler gelse de ve yol uzasa da sabret.
Allah’ın dinine davet eden kimselerin hatırdan çıkarmamaları gereken bir hakikat vardır. Bu, Yüce Allah’ın, ilk davetçi Muhammed (S)’e bildirdiği hakikattir. Yani bu davet görevini ona indiren, Allah’tır. Davanın sahibi Allah’tır. İndirmiş olduğu hakkın, kâfir günahkârların çağrısını yaptıkları batılla bir arada yaşaması mümkün değildir. Bu hakla batılın yardımlaşması veya orta yol çözümlerinde anlaşması mümkün değildir. Hakkın davetçisiyle batılın davetçileri hiçbir şekilde anlaşamazlar. Çünkü hakla batıl birbirinden tamamen ayrı iki hayat sistemidir. Birbirine asla kavuşmaz iki yoldur. Batıl, sahip olduğu güç ve debdebeyle mü’min azınlığa ve onların güçsüzlüğüne karşı bir zafer kazanmışsa bu; muhakkak ki Yüce Allah’ın takdir ettiği bir hikmet içindir. Allah; hükmünü verinceye kadar sabretmek zorunludur. Dua ve tesbih ile Allah’tan yardım ve destek beklemek zorunludur. Dua ve tesbih, bu yolun vazgeçilmez azığıdır. Güç sağlayan azığıdır. Öyleyse bu yolun yolcuları söz konusu hakikati içlerinde yaşatmak zorundadırlar.
Müşriklerin Rasul (S)’e karşı kullandıkları pek çok yöntem vardı. Tüm bu çabalarında “davet” konusunda pazarlık söz konusuydu. Ama Yüce Allah, Rasulünü korudu. Bu çabalar, iktidar sahiplerinin davetçilere karşı sürekli olarak başvurdukları çabalardır. İktidar sahipleri onlara cazip teklifler yaparlar. Az bile olsa sapıtmalarını, davalarının istikametinden ayrılmasını amaçlamaktadırlar. Büyük malî çıkarlar karşılığında orta yol çözümlerinde anlaşmayı isterler. Öyle ki, davetçilerin içinden kimisi buna aldanabilir. İşin daha kolaylaştığı zannına kapıldığı için aldanıp davasından sapabilir. İktidar sahipleri, davetçinin tümüyle davasından vazgeçmesini istemiyor. Davetçiden bir takım tavizler istiyorlar. Yolun yarısında onunla buluşabilmek için bu tavizleri istiyorlar.
Şeytan, bu gediği kullanarak davetçiye musallat olabilmektedir. Davasından biraz taviz verirse iktidar adamlarını kazanacağı zannına götürüyor. Bu işin dava hayrına olacağı düşüncesine kaptırıyor. Ne var ki, yolun başlangıcında verilecek en küçük bir taviz; yolun sonunda tamtamına bir sapıtmaya dönüşecektir. Kaldı ki, az bile olsa bir teslimiyet kabul eden, ufak bile olsa bir ucu elden kaçıran davetçinin bundan sonra durmasına imkân yoktur. Yolun başındayken teslimiyet gösterirse kendisini durdurmasına imkân yoktur. Dava adına geriye doğru her adım attığında, cahiliyeye teslimiyeti daha da artacaktır. Çünkü mesele, davanın tümüne iman meselesidir. Az da olsa bir taviz veren, küçük de olsa bir noktayı önemsemeyen bir kimsenin, davasına gerektiği gibi iman etmiş olması imkânsızdır. Çünkü mü’minin nazarında, davanın her bir yönü, diğer yönü gibi haktır. Bu konuda üstün ve en üstün anlayışı yoktur. “Zorunlu” ve “fazladan” anlayış yoktur. Yani davadan istiğna edilecek hiçbir şey yoktur. O, tam ve mükemmeldir. Bir parçasını kaybetmekle, tüm özelliklerini kaybedip gider. Tıpkı bir ögesini kaybetti mi tüm özelliklerini kaybeden bir organizma gibi…
İktidar sahipleri, aşama aşama davetçiye yaklaşırlar. Bir parçadan taviz veren davetçiler, heybet ve sağlamlıklarını kesinlikle kaybederler. İktidar güçleri, pazarlığı sürdürmenin fiyat artsa bile sonuçta anlaşmayla biteceğini biliyorlar. Davanın bir tarafından küçük bile olsa verilecek parça, hezimet demektir. Onları kazanayım diye verilecek en ufak bir taviz, rûhî yenilmişlik demektir. Çünkü iktidar sahipleri, bu davanın yardımcıları olamazlar. Çünkü mü’minler davaları için sadece Allah’a güvenip dayanırlar. Ruhun derinliklerine sirayet etmiş bir hezimetin zafer getirmesi mümkün değildir.
13.01.2023
Hazırlayan: Emrullah AYAN 

 

Ekitap için tıklayın

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

Hutbe: Hiçbir Günahkâra ve Hiçbir Nankör Kafire İtaat Etme!

by İlkav Editor
2,4K 👁
A+A-
Reset

Hutbe: Hiçbir Günahkâra ve Hiçbir Nankör Kafire İtaat Etme! (3)
         “Neredeyse onlar, (önerileriyle) seni, sana vahyettiklerimizden saptırıyorlardı. Üzerimize yalan uydurasın diye (bu önerileri yapıyorlardı.) Seni, ancak o zaman kendilerine dost edinirlerdi.” (İsra: 73)


Hutbemin başında okuduğum ayetin mealinden de anlaşıldığı gibi akîdeden azıcık bir sapmanın bile etkileri, başka alanlara da yayılır. Akîde, hayatın temel dinamiğidir. Bu dine ilişkin pazarlık yöntemleri ise pek çoktur. Düşmanın amacı; tıpkı ticarî anlaşmalarda olduğu gibi orta bir yolda anlaşmaya varmaktır. Ne var ki itikad ile ticaret arasındaki fark büyüktür. Bu bakımdan akîde sahibi, bunun hiçbir şeyinden vazgeçmez. Çünkü onun küçük bir parçası aynen büyük parçası gibidir. Bundan öte, akîdede küçük ve büyük yoktur. Çünkü o, parçaları mükemmel olan bir tek hakîkattir. Öyleyse akîde konusunda başkasına itaat edilemez ve onun hiçbir şeyinden asla vazgeçilemez. İslam ve cahiliyenin üzerinde anlaşabileceği bir orta yol veya hiçbir yol kesinlikle yoktur.

“Onlar yumuşamanı istedikleri için yumuşuyorlar.” (Kalem: 9)

İslam’ın, cahiliyeye karşı her zaman ve her yerdeki durumu budur. Dünkü cahiliye ile bugünkü ve yarınki cahiliye arasında hiçbir fark yoktur. İslam’la onların arasında aşılması imkansız bir uçurum vardır. Üzerine hiçbir köprünün atılamayacağı bir uçurum… İkisinin birbirine bağlanması mümkün değildir. Aralarında varolan şey, barışı imkansız olan bir mücadeledir. Öyleyse cahiliyeden ayrılmak bir mecburiyettir. Değişik ana işaretlerin ortaya çıkması için ayrılmak… Aralarında orta yol anlaşmalarını tümüyle reddeden bir çelişki vardır. Yine aralarında İtikad ve düşünce temelinde, hayat sistemlerinin hakikatinde ve metodun özelliğinde büyük bir çelişki vardır.

Tevhid ve şirk birbirinden tamamen ayrı ve uyuşmaz iki sistemdir. Tevhid; hem insanı, hem de tüm kainatı ortağı olmayan bir Allah’a yönelten sistemdir. İnsanın, itikad ve kanununu, değer yargı ve ölçülerini, edep ve ahlakını, insan ve hayata ilişkin düşüncesini nereden alabileceğini belirleyen bir sistem… Ve mü’min, tüm bunları Allah’tan alır. Sadece Allah’tan… Tüm hayatın, şirkin gizli veya açık hiçbir biçimine bulaşmadan bu açıklıktaki ayrılığın gerçekleşmesi, hem davetçi açısından, hem de davet edilenler açısından bir mecburiyettir.

          Cahilî düşünceler, imanî bakış açısına; özellikle akîdeyi tanıdıktan sonra sapıtan toplumlarda karışabilir. Bu tür toplumlar, hile, sapma ve kaymadan soyutlanmış bir imana karşı en katı tavrı alan toplumlardır. Akîdeyle hiç tanışmamış toplumlardan çok daha fazla katı… Bunun nedeni; sözkonusu toplumların sapıtmış ve kaymış hallerine bakmadan kendilerini doğru yolda sanmalarıdır. Gerçekte ise bu tür toplumlarda bozuk akîdelerle ameller birbirine karışmış, iyiyle kötü birbirine bulaşmıştır. İyi olan tarafları kabullenip bozulmuş tarafları düzeltmeyi çekici gören bir davetçi, buna kolaylıkla aldanabilir. Bu hileli çekicilik ise son derece tehlikeli bir şeydir.

Cahiliye, gene eski cahiliyedir. İslam da aynı İslam’dır. Aralarındaki fark çok büyüktür. Öyleyse tek çare, cahiliyeden tümüyle çıkıp İslam’a tümüyle girmektir. Cahiliyeyi her şeyiyle bırakıp İslam’a her şeyiyle hicret etmektir. Yolun ilk adımı ise davetçinin ayrılmasıdır. Cahiliyeden tamamen kopmuşluğun şuurunu taşımasıdır. Düşüncesiyle, metoduyla ve ameliyle cahiliyeden ayrılmasıdır. Zaten bu ayrılış gerçekleşirse cahiliyeyle orta yolda anlaşmaya imkan kalmaz. Onunla yardımlaşmaya da imkan kalmaz. Cahiliye insanları, düzenlerini tamamen bırakıp İslam’a geçiş yapıncaya kadar sürecek bir ayrılıştır bu. Şu halde yolun ortasında buluşmak yoktur. Cahiliye, İslamî örtülere bürünse de, İslam adını iddia etse de cahiliyedir. Ondan ayrılmak ve bu ayrılışı şuur altına yerleştirmek, davetçinin temel taşı demektir. Çünkü o, kendisinin tüm bu cahiliye insanlarından ayrı olduğunu bilmek zorundadır. Bunu şuur altına yerleştirmek zorundadır. Onların dini onlara, kendi dini de kendinedir. Onların yolu onlara, kendi yolu da kendinedir. Bir tek adım bile olsa onların yolunda yürüyemez. Çünkü davetçinin görevi; yaranmaya kalkışmadan, dininden küçük veya büyük hiçbir taviz vermeden onları yollarıyla baş başa bırakmaktır. Çünkü tam bir ayrılık, tam bir soyutlanma ve apaçık bir kararlılık sözkonusudur:

      “De ki: Ey Kafirler! Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” (Kafirun: 1-6)

İslam davetçileri bugün, bu ayrılışa, bu uzaklaşmaya ve bu kararlılığa ne kadar da muhtaçtırlar. Sapıtmış bir cahilî ortamda, akideyi daha önce tanıyıp da zamanla sapıtmış insanların arasında İslam’ı yeniden hayata geçirme şuuruna ne kadar da muhtaçtırlar. Akideyle tanışmış oldukları halde bilahare “Kalpleri katılaşan ve pek çokları da fasık olan” (Hadid: 16) insanların arasında bu şuura ne kadar da muhtaçtırlar.

Şu halde orta yol çözümleri yoktur. Yolun yarısında buluşmak yoktur. Cahiliyenin ayıplarını ıslah etmek yoktur. Cahilî sisteme yama olmak yoktur. Çünkü olması gereken şey, sadece davettir. Tıpkı ilk günkü davet gibi… Cahilî bir ortamda davet etmek vardır. Cahiliyeden tamamen ayrılmak vardır. “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” Bu ayrılış gerçekleşmezse, aldanış sürecektir. Yaranma sürecektir. Yamanma ve karışma sürecektir. Sözkonusu esaslara dayalı olmayan bir İslam çağrısı; zayıf, sönük ve güçsüz olmaya mahkumdur. Çünkü bu çağrının dayanakları; kararlılık, açıklık, belirlilik ve cesarettir. İlk çağrının kullandığı yol buydu. 

                                                                                                       “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”
                                                                                                                             

                                                                                                                                 04.11.2016
                                                                                                                  Hazırlayan: Emrullah AYAN  


   

 

 

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

Hutbe: Hiçbir Günahkara ve Hiçbir Nankör Kafire İtaat Etme!

by İlkav Editor
2,K 👁
A+A-
Reset

Hutbe: Hiçbir Günahkara ve Hiçbir Nankör Kafire İtaat Etme! (2)
“O halde, Rabbinin hükmüne sabret. Onlardan hiçbir günahkara ve hiçbir nankör kafire itaat etme!” (İnsan: 24)
Her şey Allah’ın takdirine bağlıdır. Batıla mühlet ve kötülüğe süre veren, mü’minlerin çektiği çile, deneme ve arınma dönemini uzatan O’dur. Ve O, tüm bunları, kendi bildiği bir hikmete binaen yapar. Kaderini ve hükmünü icra etmesi için bunları yapar, “Rabbinin (yazılmış va’di gelinceye kadar) sabret.” Fitne ve eziyetlere karşı sabret. Galebe çalan batıla ve şişineduran (çoğalan) kötülüğe karşı sabret. Sana Kur’an’la gelen hakkın üzerinde daha çok sabret. Akîde hesabına sana önerdikleri barışı ve orta yol çözümlerini dinlemeden sabret. “Günahkar veya kafirlere sakın itaat etme!” Çünkü onlar, seni iyilik ve Allah’a itaate çağırmıyorlar. Seni hayra çağırmıyorlar. Onlar, günahkar kafirlerdir. Seni bir tür günah ve küfre davet ediyorlar. Öyleyse seni yolun yarısında buluşmaya çağırdıklarında buna uyma! İlgini çeker ve seni razı eder zannıyla sana teklifler yapacaklar. Buna uyma! Çünkü onlar iktidar şehveti/tutkusu adına, malî ve bedenî şehvetler/tutkular adına Rasul (S)’i çağırıyorlardı. Başlarında reis olmaya ve en zengin adamları olmaya çağırıyorlardı onu. Hatta ona güzel kadınlarla evlenmeyi teklif ediyorlardı. Utbe b. Rabia ona: “Gel bu işten vazgeç de seni kızımla evlendireyim. Kızım, Kureyş’in en güzel kızıdır,” diyordu. Kısaca onlar, her zaman ve her yerdeki davetçileri satın almak için batıl ehlinin bildiği tüm şehvetleri/tutkuları teklif ediyorlardı. Yüce Allah ise uyarıyordu:
“Rabbinin hükmüne sabret. Hiçbir günahkar ve hiçbir kafire sakın itaat etme!”
Yani buluşacağınız bir ortak nokta yoktur. hayat sistemini onlarınkinden, evrensel düşünceni onların düşüncesinden, sahip olduğun hakkı onların batılından, imanını onların küfründen, şirkinden, nurunu onların karanlıklarından ve hakseverliğini onların cahiliyesinden ayıran iki yaka arasına karşılıklı olarak geçişi sağlayan hiçbir köprü kuramazsın. Öyleyse sabret. Bu iş uzasa da, fitne şiddetlense de, cazip teklifler gelse de ve yol uzasa da sabret.
Allah’ın dinine davet eden kimselerin hatırdan çıkarmamaları gereken bir hakikat vardır. Bu, Yüce Allah’ın, ilk davetçi Muhammed (S)’e bildirdiği hakikattir. Yani bu davet görevini ona indiren, Allah’tır. Davanın sahibi O’dur. İndirmiş olduğu hakkın, kafir günahkarların çağrısını yaptıkları batılla bir arada yaşaması mümkün değildir. Bu hakla batılın yardımlaşması veya orta yol çözümlerinde anlaşması mümkün değildir. Hakkın davetçisiyle batılın davetçileri hiçbir şekilde anlaşamazlar. Çünkü hakla batıl birbirinden tamamen ayrı iki hayat sistemidir. Birbirine asla kavuşmaz iki yoldur. Batıl, sahip olduğu güç ve debdebeyle mü’min azınlığa ve onların güçsüzlüğüne karşı bir zafer kazanmışsa bu; muhakkak ki Yüce Allah’ın takdir ettiği bir hikmet içindir. Allah; hükmünü verinceye kadar sabretmek zorunludur. Dua ve tesbih ile Allah’tan yardım ve destek beklemek zorunludur. Dua ve tesbih, bu yolun vazgeçilmez azığıdır. Güç sağlayan azığıdır. Öyleyse bu yolun yolcuları sözkonusu hakikati içlerinde yaşatmak zorundadırlar. Müşriklerin Rasul (S)’e karşı kullandıkları pek çok yöntem vardı. Tüm bu çabalarında “davet” konusunda pazarlık sözkonusuydu. Ama Yüce Allah, Rasulünü korudu. Bu çabalar, iktidar sahiplerinin davetçilere karşı sürekli olarak başvurdukları çabalardır. İktidar sahipleri onlara cazip teklifler yaparlar. Az bile olsa sapıtmalarını, davalarının istikametinden ayrılmasını amaçlamaktadırlar. Büyük malî çıkarlar karşılığında orta yol çözümlerinde anlaşmayı isterler. Öyle ki, davetçilerin içinden kimisi buna aldanabilir. İşin daha kolaylaştığı zannına kapıldığı için aldanıp davasından sapabilir. İktidar sahipleri, davetçinin tümüyle davasından vazgeçmesini istemiyor. Davetçiden bir takım tavizler istiyorlar. Yolun yarısında onunla buluşabilmek için bu tavizleri istiyorlar.
Şeytan, bu gediği kullanarak davetçiye musallat olabilmektedir. Davasından biraz taviz verirse iktidar adamlarını kazanacağı zannına götürüyor. Bu işin dava hayrına olacağı düşüncesine kaptırıyor. Ne var ki, yolun başlangıcında verilecek en küçük bir taviz; yolun sonunda tamtamına bir sapıtmaya dönüşecektir. Kaldı ki, az bile olsa bir teslimiyet kabul eden, ufak bile olsa bir ucu elden kaçıran davetçinin bundan sonra durmasına imkan yoktur. Yolun başındayken teslimiyet gösterirse kendisini durdurmasına imkan yoktur. Dava adına geriye doğru her adım attığında, cahiliyeye teslimiyeti daha da artacaktır. Çünkü mesele, davanın tümüne iman meselesidir. Az da olsa bir taviz veren, küçük de olsa bir noktayı önemsemeyen bir kimsenin, davasına gerektiği gibi iman etmiş olması imkansızdır. Çünkü mü’minin nazarında, davanın her bir yönü, diğer yönü gibi haktır. Bu konuda üstün ve en üstün anlayışı yoktur. “Zorunlu” ve “fazladan” anlayış yoktur. Yani davadan istiğna edilecek hiçbir şey yoktur. O, tam ve mükemmeldir. Bir parçasını kaybetmekle, tüm özelliklerini kaybedip gider. Tıpkı bir ögesini kaybetti mi tüm özelliklerini kaybeden bir organizma gibi…
İktidar sahipleri, aşama aşama, basamak basamak davetçiye yaklaşırlar. Bir parçadan taviz veren davetçiler, heybet ve sağlamlıklarını kesinlikle kaybederler. İktidar güçleri, pazarlığı sürdürmenin fiyat artsa bile sonuçta anlaşmayla biteceğini biliyorlar. Davanın bir tarafından küçük bile olsa verilecek parça, hezimet demektir. Onları kazanayım diye verilecek en ufak bir taviz, ruhî yenilmişlik demektir. Çünkü iktidar sahipleri, bu davanın yardımcıları olamazlar. Çünkü mü’minler davaları için sadece Allah’a güvenip dayanırlar. Ruhun derinliklerine sirayet etmiş bir hezimetin zafer getirmesi mümkün değildir.
                                                                                                                              21.10.2016
                                                                                                               Hazırlayan: Emrullah AYAN
  

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

Hutbe: Hiçbir Günahkara ve Hiçbir Nankör Kafire İtaat Etme!

by İlkav Editor
1,8K 👁
A+A-
Reset

Hutbe: Hiçbir Günahkara ve Hiçbir Nankör Kafire İtaat Etme! (1)
“O halde, Rabbinin hükmüne sabret. Onlardan hiçbir günahkâra ve hiçbir nankör kafire itaat etme.” (İnsan: 24)


Elimizde iman davasına ilişkin büyük bir hakikat bulunmaktadır. İslam davetçilerinin sürekli olarak hatırlamaları; derinden derine düşünmeleri, bunun imanî, pratik ve psikolojik muhtevasını iyice kavramaları gerekiyor. Allah’ın Rasulü (S), müşrikleri sadece Allah’ın ubudiyetine çağırırken, hiç şüphesiz bunu sadece bir inanç ve gönül işi bir itikad planında yapmıyordu. Eğer durum böyle olsaydı, mesele çok kolay halledilirdi. Müşriklerin savunduğu karmakarışık şirk akîdesi, İslam’ın apaçık, sade ve güçlü akîdesine kesinlikle karşı koyacak kuvvet ve sağlamlıkta değildi. Müşriklerin Rasul (S)’e inatla karşı koyuşlarının asıl nedeni; akîdenin getireceği düzen ve yönetimdi. Tarihsel rivayetlerin anlattığı ve Kur’an-ı Kerim’in sık sık üzerinde durduğu gerçek budur.

Yani bu inatçı karşı koyuşun asıl nedeni, toplumsal mevkilerdi. O günkü ortamda egemen olan övünç vesilesi yargılardı. Ve tüm bunların gereği olan maddî çıkarlardı. İşte bozuk ve çürüklüğü besbelli olan şirk akîdesiyle sağlam ve dosdoğru İslam akîdesine karşı cephe almalarının asıl nedeni buydu. Cahilî hayatın biçim ve çıkarları, lezzet ve şehvetleri ise daha başka nedenlerdi. Hiç şüphesiz bu nedenler de müşriklerin inat ve direnişlerini artırmaya yaramıştır. Yeni akîdeye ve bu akîdenin getirdiği ahlakî ve ruhî üstün değerlere karşı daha da sertleşmelerini sağlamıştır. Çünkü bu akîde üstün ahlakî değerleriyle, zevk ve şehvetlerin azgınlığına müsaade etmiyordu. Ahlakî kayıtlardan uzak, çılgınca cahilî hayata göz yummuyordu.

 İşte ilk İslam davetine bu nedenlerin tümüyle karşı konuluyordu. Yani toplumsal makam ve değer ölçülerine, hakimiyete, mal ve çıkarlara ilişkin nedenler ile gelenek ve göreneklere, yerleşik yaşam biçimine ve hiçbir ahlakî değeri kabul etmeyen sınırsız özgürlüklere ilişkin nedenlerin tümü bir arada engel teşkil ediyordu. Ve aynı nedenler her yerde ve her kuşakta aynı işlevi yerine getirmektedirler. Yani İslam davasına karşı koyuşun değişmez nedenleridir bunlar. Çünkü akîde kavgasının değişmez inatçı düşmanları vardır. Hemen bitmeyecek bir kavgadır bu. Pek çok zorlukları, sorumlulukları ve yükümlülükleri vardır. Ve tüm bunlara rağmen direnmeye devam etmek, muhakkak ki büyük bir meşakkat demektir. Bundan dolayı İslam davetçileri, nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsunlar, Yüce Allah’ın aşağıdaki buyruğunda saklı bulunan büyük gerçeği kalplerinde yaşatmak zorundadırlar:

Ekitap için tıklayın


“O halde, Rabbinin hükmüne sabret. Onlardan hiçbir günahkara ve hiçbir nankör kafire itaat etme.” (İnsan: 24)


Bu ayetin Rasul (S)’e nazil olduğu şartlar, muhakkak ki belirli bir savaşın şartlarıydı. Bir İslam davetçisinin nerede ve ne zaman bir savaşı varsa sözkonusu olabilen şartlardır bunlar.
Allah’ın Rasulü (S), Rabbinden insanları uyarma görevini alınca kendisine:
“Ey örtüye bürünmüş adam! Kalk ve uyar” (Müddessir: 1) diye emredildi. O, kalktığı zaman sözkonusu tüm engel ve nedenleri karşısında bulmuştu. İnsanları, yeni davetten alıkoyan, sahip oldukları batıl inançla harekete koyulan ve şiddetli bir tepki göstermekle sonuçlanan tüm nedenler… İnanç ve yönetimlerini, makam ve çıkarlarını, kurulu düzenlerini, lezzet ve şehvetlerini yani bu yeni davetin şiddetle tehdit ettiği her şeylerini korumak için inatçı bir savunmayla sonuçlanan küfrün engel ve nedenleri…


Müşriklerin bu şiddetli tepkisi çeşitli biçimlerde gerçekleşti. Öncelikle mü’min azınlığa işkence yoluna başvurdular. Yeni davaya uymuş bu azınlığı tehdit ve işkenceler yoluyla inançlarından çevirmeyi denediler. İslam akîdesini, çeşitli töhmet ve yöntemlerle çarpıtmaya ve kötü göstermeye çalıştılar. Amaçları yeni mü’minlerin davaya katılmamasıydı. Bununla beraber insanların akîde sancağına katılmasını önlemek; imanın hakikatını tanıyıp tadan kimseleri fitne ve eziyete vermekten daha kolay yapılabiliyordu. Bununla da kalmadılar. Tüm bunları yaparlarken dava sahibi Muhammed (S) ile uğraşmaktan geri kalmıyorlardı. Kimi zaman tehdit ve eziyet yoluna başvurdular. Tüm arzuları, onunla orta bir yolda anlaşmaya varmaktı. Çünkü bu, insanların geleneksel bir alışkanlığıydı. Çıkarların çatıştığı noktada orta yol çözümlerine başvurmak bir gelenek olagelmiştir. Maslahatlar, çıkarlar ve bilinen dünya işleri konusundaki orta yollar…


Bu ve buna benzer yöntemler, davetçilerin her zaman ve her kuşakta karşılaşabileceği yöntemlerdir. Muhammed (S), -Allah’ın fitneden ve insanların şerrinden koruduğu bir Rasul olmakla beraber- bir insandı. Bir avuç zayıf mü’minle ağır bir hayat pratiğine göğüs geren bir insan… Yüce Allah, onun bu durumunu muhakkak biliyordu. Bundan dolayı da onu bu ağır şartlar karşısında yalnız, tek başına ve yardımsız bırakmıyordu. Yol işaretlerini kendisine göstermeden bırakmıyordu. Bu yardım, bu destek ve bu yol işareti de şuydu:
“Hiç şüphesiz biz Kur’an’ı bölüm bölüm üzerine indirdik.” (İnsan: 23)


Bu, birinci uyarı işaretiydi. Bu davanın başvuru kaynağı ve hakikatının çıkış noktası; muhakkak ki bu kitaptır. O, Allah’tan gelen tek kaynaktır. Bu Kur’an’ı, bu davanın kaynağı olması için indirmiştir. Bu davanın başka hiçbir kaynağı da yoktur. Şu halde Kur’an hakikatını; bu kaynaktan beslenmeyen başka bir kaynakla karıştırmak mümkün değildir. Çünkü bu kaynaktan başka hiçbir yerden bilgi alınamaz, medet beklenemez ve ödünç alınamaz. Bu akîde konusunda başka bir yerden hiçbir şey alınamaz ve buna hiçbir şey karıştırılamaz.
Bu Kur’an’ı indiren ve onu bu davanın kaynağı kılan Yüce Allah, bu davayı asla yardımsız bırakmayacaktır. Bu dinin davetçilerini kesinlikle yalnız bırakmayacaktır. Çünkü davetçiyi görevlendiren de O’dur. Kur’an’ı indiren de O’dur.


Batıl ise mü’minlerin üzerine varacaktır. Şer kuvvetler şişineduracaktır. Mü’minler eziyete uğrayacaktır. Fitne, onları kovalayıp duracaktır. Allah’ın yolundan alıkoymak İslam düşmanlarının vazgeçilmez silahıdır. Onlar bu işi ısrarla yapıp duracaklardır. Kendi inanç, yönetim ve geleneklerinden çok; içine boğuldukları fesat ve şerri korumaktan daha çok bu konuda ısrar edeceklerdir. Barış yapmayı, bir ülkeyi ikiye ayırmayı ve orta yolda anlaşmaya varmayı da kendileri teklif edeceklerdir. Böylesine olumsuz şartlarda bu tür teklifleri reddedip kabul etmemek zor bir iştir. Ama işte tam böyle bir sırada Yüce Allah’tan ikinci bir işareti geliyor:


“O halde, Rabbinin hükmüne sabret. Onlardan hiçbir günahkara ve hiçbir nankör kafire itaat etme.” (İnsan: 24)

23.09.2016
Hazırlayan: Emrullah AYAN

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon