Cumartesi, Kasım 9, 2024
Ana sayfa PANELLER İlkav Ramazan Ve Kur´an Panellerinin Dördüncüsünü Gerçekleştirdi

İlkav Ramazan Ve Kur´an Panellerinin Dördüncüsünü Gerçekleştirdi

by İlkav Editor
2,4K 👁
A+A-
Reset

İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV) 4 yıldır sürdürdüğü “Ramazan ve Kur’an” Panellerinin dördüncüsünü 1 Ekim 2006 Pazar günü, tam gün süren iki oturum halinde Ankara Kocatepe Kültür Merkezinde gerçekleştirdi. Abdullah Başaran’ın sunumunda, Kur’an’ı Kerim ve meali okunarak başlayan program, İLKAV adına Mustafa Demir tarafından yapılan açış konuşmasını ve sinevizyon gösterisini müteakip panel oturumlarıyla devam etti. Oruç sebebiyle, aslında uzun ve yorucu bir süreç sayılabilecek iki oturuma rağmen, ciddi bir teveccühle salonu dolduran topluluğun yoğun sorularıyla aktif katılımda bulunması da panele dinamizm kazandırdı.

Erdal Ardıç’ın yönettiği I. Oturumun ilk konuşmacısı “Vahyin inşa ettiği iman ve iman-amel bütünlüğü” konulu tebliğiyle Hamza Türkmen’di. Türkmen, öncelikle, akıdenin zan alanı dışında oluşması gerektiğini, bu sebeple Kur’an dışındaki zanni bilgilerle akıde oluşturulamayacağını, hatta Kur’an’daki delaleti zanni olup farklı yorumlara açık ayetlerden çıkarılacak hükümlerin (yorumların) de akıde konusu yapılamayacağını ortaya koydu. Bu bağlamda ahad haberlerin de, zan taşımaları sebebiyle akıdeye konu olamayacağını izah eden Türkmen, ancak bu haberlerin, Kur’an’la belirlenmiş akıdevi hükümlere açılım getirebileceğini ve vahyin doğru anlaşılıp amelleştirilmesinde, Resulullah (s.a.v.)’ın yol göstericiliği anlamında işlevsel olabileceğini de sözlerine ekledi. Ancak buna rağmen tarihsel süreç içinde bir çok ekol ve mezheplerin Kur’an dışında akıde oluşturmaya kalkıştıklarını ifade etti. Sonuçta yazılagelen bir çok akıde kitabında Kur’an dışındaki zanni bilgilere iman etmenin gerekliliğinin beyan edildiği tespitini yaptı. İşte bu tarihsel birikimi Kur’an süzgecinden geçirerek ayıklama yapmadan, toplumdaki yanlış din anlayışlarının ıslah edilemeyeceğinin altını çizdi.

Hamza Türkmen; “özellikle Kur’an’daki yakin ve zan kavramları üzerinde durdu. İman ve gayb konularında zandan kaçınmamız, Allah’ın ilettiği kesin bilgilere dayanmamız gerektiğini belirten Türkmen, yakinilik ifade eden kesin gayb bilgisinin ise sadece korunmuş olan Kur’an vahyiyle bize iletildiğini söyledi. Konuşmada ihtilaflarımızı oluşturan ve vahdeti bozan farklı akaid akımlarından ve kitaplarından Kur’an vahyi dışındaki zanni ve vehim eseri olan akaid unsuru haline getirilmiş bilgileri ayıklayarak salih bir imanın yolunu açmamız gerektiğini” belirtti.

“Türkmen sahih iman veya Kur’ani iman konusunda Kur’an bütünlüğünden ve onun delaleti açık ayetlerinden anlaşılması gerekenleri beş maddede özetledi:

Ekitap için tıklayın

Kur’an’ın muhkem ve açık nassları dışında sahih bir itikad olamaz.

İtikadımıza vahiy dışı ve zanni rivayetlerle zulüm karıştırmamalıyız.

Allah’ın Rasulü Muhammed Mustafa (s), ed-din adına bizi ilgilendiren ve bağlayan Kur’an bilgisi dışında gaybı bilemez ve gaybi haberler vermez. Çünkü o da Kur’an’a iman etmektedir.

Bize “hadis” diye sunulan ve Kur’an bilgisine aykırı olan Mehdilik, İsa’nın ve Deccalin nüzulü, Miraç ve Miraçta Allah’la pazarlık, sırat köprüsü, kabir azabı, kimlerin cennetlik olduğu gibi rivayetler Rasulullah’a ait olamaz. Çünkü Sünnet ve Hadisler Kur’an vahyi dışında yeni bir itikad bildirmez. İman esaslarında da, gayb haberlerinde de Rasulullah’ın bilgilendiği ve inandığı tek kaynak Kur’an vahyidir.

Kur’an’ın yaşanmasında usvetu’n hasene olan Hz. Muhammed’in Sünneti, ameli alanla, Kur’an’ın yaşantılaşmasıyla ilgili alanla alakalı konularda söz konusudur. Sünnetin ve hadislerin ilgi alanı imani saha değil, ameli sahadır. Rasulullah (as) iman esaslarıyla ve gaybi alanla ilgili sadece Kur’an ayetlerini pekiştirici ve açıklayıcı sözler söyleyebilir veya ilgili ayetleri farklı ve daha basit ifadelerle tekrar edebilir. O Kur’an dışı bir itikaddan veya farklı bir gayb haberinden bahsetmez.”

“Doğru imanın doğru tanıklık ve doğru siyaset üreteceğini, Kuran da hep olumlu zikredilen akıl ve akletme keyfiyetinin vahyin yol göstericiliği eşliğindeki önemine vurgu yaptı. Sahih imanın oluşturduğu bir akaidin ise Salih amelden soyutlanamayacağını ifade ederek konuşmasını tamamladı.

I. oturumun ikinci konuşmacısı ise, “Kur’an’da Resul ve Resulullah’ın şahidliği” konulu tebliğiyle Dr. Mehmet Yolcu idi. Yolcu, Resulullah’ın ne amaçla seçilip görevlendirildiğini, nasıl bir misyonu ifa ettiğini, Risalet sorumluluğunu nasıl yerine getirdiğini, Kur’an’ı ahlak edinmede ve toplumsallaştırmada ortaya koyduğu güzel örnekliği, vahyin ilk şahidi olarak insanlara nasıl bir örneklik teşkil ettiğini, eşleriyle, komşularıyla, toplumla kurduğu adil ve örnek ilişkilerden somut örnekler vererek izah etti. Ancak “Kur’an’da Resul ve Resulullah’ın şahidliği” konusunu daha iyi tanımak ve onun örnekliği hakkında daha doğru bilgi edinmek için mutlaka Kur’an’ın okunmasını tavsiye etti.

İslam’a girmenin ilk adımı olan şahadetten sonra asıl işin başladığını, İslam’ın doğru bir idrak ile anlaşılıp, Peygamberin Kuran ahlakı ile hayata geçirilmesi gerektiğini belirtti. Müslüman’ın, tıpkı Peygamber örnekliğinde olduğu gibi, Muhammedü’l-Emîn kimliğinin oluşmasında ortaya konan temsilde olduğu gibi, özü sözü bir, emîn, mütevazı, merhametli, affedici bir kişiliği olması gerektiğini de sözlerine ekleyen Yolcu, Resullah’ın (s) hayatı boyunca eşlerini, komşularını, sahabeyi asla incitmediğini, memnun ettiğini ve kişiliğinde herkesin takdirini toplayan bir örneklik sergilediğini de sözlerine ekledi.

I. Oturumun üçüncü konuşmacısı ise, “Hayatı Kuşatan İbadet Algısı ve Hayatın İbadet Kılınması” tebliğiyle Mehmet Pamak’tı. Pamak sunumunda, önce şu tespiti yaptı: “Kur’an, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için indirilmiş bir kitap olarak, statükoya, tarihe ve topluma müdahale ederek vahyin evrensel ölçüleriyle yeniden inşa etmek tezini içermektedir. Cahili ölçüler içinde cereyan eden toplumsal hayatı, ilişkileri ıslah etmek, vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etmek, bireysel ve toplumsal tüm hayatımızı, davranışlarımızı, ilişkilerimizin bütününü vahiyle yeniden dizayn etmek Kur’an’ın temel hedefidir. İşte Kur’an bu hedefine, hayatımızın bütün alanlarını kuşatan Kur’ani ibadet anlayışını zihinlere yerleştirerek ve hayatı ibadet kılarak ulaşır. Ancak, yüzyıllar süren tarihsel süreçte, gerek geleneksel bid’at ve hurafeler, gerekse modern bid‘at ve hurafeler bu Kur’ani ibadet algısını bozmuştur. Kur’an’dan koparılıp muharref gelenekçe yeniden tanımlanmış ve modern, seküler sapmalarla hayatı kuşatan bütüncüllüğünü yitirmiş, içi boş parça ibadetler yaygınlaşmış, içerikten yoksun formlar öne çıkmıştır. Bir çok hayat alanı Allah’tan ve Allah’ın dininden soyutlanarak sekülerleştirilmiştir. Bu sebeple, Kur’an’a dayalı olmaktan çıkarılmış, Resulullah (s)’in sahih sünnetinden uzaklaştırılmış ve ubudiyet (kulluk) kavramının hayatın bütün alanlarını kuşatıcı bütünlüğünden koparılmış ve içi boşaltılmış parça ibadetler; hayatımızı dönüştürme, toplumu ve hayatı vahye göre inşa etme ve bizi arındırıp tekâmül ettirme işlevini göremez hale gelmişlerdir.”

“Halbuki, sadece Allah’a ibadet etmek olan yaratılış gayemize uygun davranabilmek için, bireysel ve toplumsal bütün hayat alanlarının, sadece Allah’ın hükümlerine tabi kılmak ve böylece hayatı Allah’ın rengiyle boyamak gerekmektedir.” “İbadetler hayata hakim olup kuşattıkça, günah ve kötülükleri hayattan kovma fonksiyonu görmektedirler. Eğer günahlar hayatı kuşatır hale gelirse, o zaman da günahlar ibadetleri hayattan kovmakta, giderek azalmasına ve içinin boşalmasına yol açmaktadır. Yani hayat alanında, ibadetler ve günahlardan hangisi hakimse diğerine hayat hakkı tanımamakta, biri diğerini sürekli hayattan kovmaya çalışmaktadır. Günahın ve kötülüklerin bir insanı tamamen kuşatması hali ise, artık imanı da yok eden bir işlev görmektedir.”

Hayatın bütün alanlarında aynı kıbleye dönmek, kitabı ve ibadetleri parçalamadan bütününe iman edip, iman-amel bütünlüğü içinde uygulamaya koymak ve ibadetleri her an bırakıverecek gibi kıyısından tutmamak gerektiğine de dikkat çeken Pamak, “İbadetlerle; yüzeysel ve formel boyutta kalmayan; özü, derinliği ve niteliği asla ihmal etmeyen; kalbi boyutu, tefekkürü, takvayı ve arınmayı öne çıkaran doğru bir ilişki kurabilmek için, onlara anlam ve değer kazandıran, gaye belirleyen, yapmamız ve yapmamamız gerekenlerin hükümlerini ihtiva eden, Allah’ın kurtarıcı ipi Kur’an’la, bilinçli, ihlaslı, ilkeli ve ciddi bir ilişki içinde olmak gerekir. Tıpkı ilk neslin Kur’an’la kurduğu nitelikli, ihlaslı ve hayata anlamını veren ilişki gibi bir bağlantı kurulmadan ve ibadetlerimizin tümü ubudiyet bütünü içindeki birbirini besleyen yerine oturtulmadan, ibadet kavramı asla gerçek anlam ve işlevine kavuşturulamaz” dedi. Ayrıca bireysel ibadetlerin, mü’min şahsiyetleri, kolektif ibadetlere ve toplumsal sorumluluklara hazırlama fonksiyonu da görmesi gerektiğini vurgulayan Pamak, “eğer ibadetlerimiz hayatın bütün alanlarında Allah’a itaate, bu bağlamda tebliğ, emri bil maruf ve nehyi anil münker sorumluklarımızın gereğini yerine getirmeye, “Kur’an ile büyük cihad”a ve zalimlere, tağutlara ve emperyalizme karşı direnişe, Allah yolunda cihada sevk etmiyorsa, o ibadetlerde ve hayatı kuşatan ibadet algısını oluşturan tevhidi imanda sorun var demektir” uyarısını yaptı.

Güncelle de bağlantı kuran Pamak konuşmasının devamında şu konuların altını çizdi: “Bugün insanları namaza davet için il il toplantılar düzenlemek, çok iyi niyetli bir çıkış olsa bile, bunun ne derece doğru bir yöntem olduğu sorgulanmalıdır? Çoğumuz bu tür yanlış davetlerin kurbanı olarak, hem şeklen 5 vakit namaz kılarak hem de şirke bulaşmış imanlarla yıllarımızı kaybetmedik mi? İmandan ve Kur’an’dan habersiz olarak yapılan o amellerin bir faydası oldu mu? Toplumun çok büyük kısmının oruç ibadetini ve Cuma namazını, azımsanmayacak kadar bir kısmının da 5 vakit namaz kılıyor olması bugüne kadar hangi doğru sonuçlara yol açtı? Toplumda güzel Kur’ani bir ahlakın yaygınlaşmasını sağladı mı? Toplumu doğru ve arı duru bir akıdeye ve ilkeli bir İslami kimliğe kavuşturdu mu? Hayır. Çünkü Kur’an ve Resulün (s) sahih sünnetinden uzaklaştırılarak forma indirgenmiş, içi boş, parça ibadetlerden ıslah amaçlı sonuçlar beklenemez. Rabbimiz namazı emretmeden önce Kur’an okumayı emrediyor. Hem de bu okuma anlama ve yaşamayı da içeren, tevhidi imanı inşa eden bir okumadır. Bu okuma boğazdan aşağıya inen, kalbi dönüştüren, hayatı inkılaba uğratan bir okuma olmalıdır. O halde insanlar, imajı kurtarmaya yönelik şekli davetlerle parça ibadetlere çağrılıp formların girdabında oyalanmak yerine, onlara merhamet edilerek, hayatı kuşatan Kur’ani ibadet algısına ulaştıracak tevhidi bir imana ve önce anlamak ve yaşamak amacıyla Kur’an okumaya davet edilmelidirler.”

“Emperyalist devletler ve yerli işbirlikçileri, İslami kimlik, ilke, değer ve şiarlarımızı aşağılayarak yok etme savaşına girişmişlerdir. Bush, Papa, Sezer, kimi general ve rektörler hep aynı amaçla saldırıyorlar. Tevhidi bilinçlenmenin ve hayatın bütün alanlarını kuşatan Kur’ani ibadet algısının yaygınlaşmasını engellemeye, din ve ibadet algısını bireysel ibadetlerle ve vicdanla sınırlayan, hayata ve topluma müdahale edip dönüştürme, yeniden inşa etme iddiasından vazgeçmiş, özellikle sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuki alanları din dışına çıkaran, küresel kapitalizme ve emperyal projelere uyumlu “ılımlı” bir İslam anlayışı oluşturmaya, İslam’ı sekülerleştirip protestanlaştırmaya çalışıyorlar. O halde bu plan ve projeleri boşa çıkaracak bir hamleyle İslami kimliğimize ve Kur’an’ımıza sımsıkı sarılmalıyız. Allah rızası için Kur’an’ ve Resulullah ile samimi bir bağ kurarak, hayatımızın bütün alanlarını kuşatacak tevhidi ibadet anlayışına sarılarak, karalanmak istenen cihad anlayışını Kur’ani boyutta gündemleştirerek ve emperyalizmi bölgemizden defedecek direniş hattı oluşturarak, yani hayatımızı ibadet kılarak İslami kimliğimizi doğru bir eksende ibraz etmeliyiz ve bu tevhidi duruş ve direnişten tavize, asla yanaşmamalıyız.”

Başkanlığını Emrullah Ayan’ın yaptığı II. Oturumda ilk konuşmacı Prof. İbrahim Sarmış’tı. İbrahim Sarmış, “Kur’an’da, Peygamber Örnekliğinde Yanlış Din Anlayışlarının Islahı” konulu konuşmasında, Kur’an’da Peygamberlerin içinde yaşadıkları toplumların, Allah’a nispet ettikleri din anlayışlarındaki yanlışların eleştirilip ıslah edilmesi konusunda ifa ettikleri görev gibi, bugün bizim de toplumuzda var olan yanlış din anlayışlarını eleştirip, emr-i bil maruf ve nehyi anil münker görevimiz gereğince ıslah etme sorumluluğumuz bulunduğunu, bu sebeple tarihsel birikimi ve geleneği Kur’an’ın sağlamasından geçirmemiz gerektiğini ifade etti. Sarmış, Kur’an’ın indiği cahili toplumun 23 yılda geçirdiği büyük dönüşümün tarihin hiçbir döneminde görülmediğini ifade etti. İlk Kur’an neslinde meydana gelen bu köklü Kur’ani değişimin, daha sonraki dönemlerde sürdürülememesinin, başlangıçtaki arı duruluğun bulanmasına ve hak batıl karışımı din anlayışlarının oluşmasına yol açtığına değindi.

Hz.Ömer döneminden sonra gerçekleştirilen fetihlerle kazanılan geniş coğrafyada yaşayan geniş halk kitlelerinin, İslami ölçülerle eğitilme imkansızlığının, kendi cahili kültürlerini İslam adı altında sürdürmeleri sonucunu doğurduğunu beyan etti. Bundan sonraki İslam anlayışlarının, başka kültür ve fikirlerle bulandığını ve saltanat sürecinde ise saray ulemasının oluşmasının yol açtığı siyasi çıkar eksenli saptırmalar da buna eklenince, sonuçta ümmetin bugünkü zelil durumlara sürüklenmesine neden olacak vasatların oluştuğunu ifade etti.

İşte bu muharref geleneğe yol açan savrulma ve siyasal kavgalar sürecinde İslam dünyasında, Harici, Şia, Mürcie, kaderiye, ehli Sünnet, tasavvuf gibi akımların çıktığını ve her ekolun kendisini haklı gördüğünü, bu ekollerde üretilen yanlış din anlayışlarının, Kur’ani olmaktan uzak düşüncelerin, yanlış “kader” ve saptırılmış “tevekkül” inancının ümmeti gerilettiğini anlattı. İslam düşünce tarihindeki sapmaları siyasi, kelami, tasavvufi sapmalar başlıkları altında sıralayan Sarmış, cihad anlayışındaki Kur’an dışı fetihçi ve ganimetçi yaklaşımların da İslam imajını kirlettiğine dikkat çekti. Sarmış, sözlerini “Kur’an’ı, asrı saadet toplumunu yeniden gerçekleştirmek için okuyalım, yani ilk Kur’an nesli gibi okuyalım” temennisi ile bitirdi.

II. oturumun ikinci konuşmacı ise Ramazan Yazçiçek’ti. Yazçiçek, “Kur’an’da Dünyevileşme, İslami Kimlik ve İlkeler Alanında Savrulmalar” konulu sunumunda önce Firavun, Mele, Hâman, Bel’am, Mütrefun, Karun gibi bazı Kur’ani kavram ve tipleri tanımlayıp, bugünle bağını kurmak suretiyle, dünyevileşmenin arka planını ortaya koyduktan sonra şu hususlara temas etti: “İslâm dışı düzenlerde güç odaklarının ortaya çıkış sebepleri; bağy, tuğyan ve istikbardır. Bunlar için seçilmiş örnek tipler: Firavun, Mele, Hâman, Bel’am, Mütrefun, Karun’dur. Firavun, Karun ve Bel’am özelinde baktığımızda, “bu üç tipin ortak vasfı, Kur’an’da mutref olarak tipleştirilir. Etrefe fiili, kolay ve müreffeh bir hayata düşkün hale getirmek anlamına gelmektedir. Mutref sözcüğü ise, kolay, müreffeh bir hayat yaşayan/hayatın tadını çıkaran, yani ahlâkî-dinî endişelere hayatında yer vermeyen demektir.” (Güler, 2001). Çok ilginçtir, dünyevileşen modern dönem insanının da hayata bakışı ve hayattan beklentisi tam da Mutref sözcüğünün anlam çerçevesiyle adeta birebir örtüşmektedir: Kolay, müreffeh bir hayat yaşayan/hayatın tadını çıkaran, yani ahlâkî-dinî endişelere hayatında yer vermeyen… İşte geçmişte ve günümüzde dünyevileşen insanın hali budur. Modernleşmenin, seküler, laik (profan/dindışı) dayatması, oluşturulmak istenen insan tipi de buna denk düşmektedir.”

“Cahiliye” dediğimiz Kur’an dışı hayat tarzı kendi kimliğini oluşturma amaçlıdır. Kurumsallaşmış anlamda cahiliye sistemleri de bize kendi kimliğini yani Kur’an dışı kimlik dayatma çabasındadır. Müslüman kimliğimizi mümkünse tümüyle yok etmeye; başaramadığı takdirde ise eklektik bir hale dönüştürmeye, muhtevasını bulandırmaya çalışmaktadır. Buna mukabil yapılması gerekenlerin özü, söz ve eylem bütünlüğü; farklı bir ifadeyle iman (akide) ve eylem (salih amel) ilişkisi açısından tutarlı, ilkeli hülasa Kur’anî bir duruş belirlemektir. Kur’anî bir duruşun temel özellikleri, Tağutu red ve inkârdır. Bu konudaki netlik ve tutarlılık sonraki duruşlara rengini verecek öneme sahiptir. Zira bu lailâhe İllallah’ın doğru anlaşılmasıdır. Bu mübarek kelime içerisinde tevhid edilen Allah ve red edilmesi gerekenler ise her bir sahte ilâhtır; dünyevileşen ve dünyevileştiren güç odaklarıdır.”

“Tevhid tarihi boyunca devam eden hak-batıl mücadelesi vardır. Bu mücadele, insanlar, semboller arasında geçmesine rağmen aslında düşünceler inançlar, arasındadır. Bu mücadele hemen her peygamber ile onun mesajına karşı çıkanlar arasında ola gelmiştir. Nitekim, Peygamber’in gönderildiği her cahilîyye döneminde Peygamberlere engel olmaya çalışan onları yalanlayan, davetlerine engel olmaya koşuşan bir ‘mele’ ve ‘mutref’ sınıfı olarak toplumun ileri gelenlerini görürüz. Onlara göre gerçek sorun hâkimiyet sorunudur: Onlar mı? Yoksa, şerîatının uygulanması yoluyla Allah (c) mı? Bütün cahilîyyelerdeki müstekbirleri ‘lailâhe illellah’ çağrısına karşı savaşa iten gerçek sorun da budur zaten. Mekke’deki olay da aynı olaydı. ‘Mele’ Kureyş’ti orada. Davetle savaşı ve ona set olmayı o üstlenmişti. Gerçekte Kureyşle Muhammed (s) arasında bir savaş değildi bu. Mele, mutref tabakasıyla Resûlullah (s)’ın yüklendiği ‘davet’ arasındaki bir savaştı. Dolayısıyla siyasal nüfuzlarının İslâm davetiyle sarsılacağını bilenler, insanların, vahiyle aralarını açık tutmaya, dine parçacı bir tarzda yaklaşmaya ve değişik yöntemleri kullanarak amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Musa (a)’nın kavminde öne çıkan güç odakları hemen tüm Cahiliyye sistemlerinde de vardır. Bu, geçmişte yaşanılmış bitmiş bir durum olmayıp hak-batıl mücadelesinin olduğu her toplumda olmaya devam edecektir. Bunlar, bazen Firavun, Karun, Hâmân şeklinde ortaya çıkarken bazen de Bel’am, Samiri, mele ve sihirbazlar şeklinde ortadadırlar. Bunların her biri tağutun bir görüntüsü, haktan sapışın ve/veya saptırmanın bir boyutudur.”

Yazçiçek, konuşmasını şu sözlerle sona erdirdi: “İsimlerin en güzelini inananlara veren Allah, Müslüman olmanın neyi gerektirdiğine cevap olarak da Kur’an’ı göndermiştir. Tarih boyunca onun emir ve yasaklarından kaçma arayışı içinde olanlar dünyevileşerek sapmışlardır. Bu hastalıktan kurtulmanın yolu yeniden Kur’an ile tanışmak ve hayatı bütün boyutlarıyla ona teslim etmekten geçmektedir. Sekülarizm dünyevileşmeyle gelinen tarihsel bir süreç, laiklik ise siyasal zeminde dayatılan bir fenomendir. Profan modern talebin neticeleri olan bu sapmalara mukabil Kur’an, dünya ve ahiret dengesi içerisinde bir bilinç ve yaşam önermektedir. Kur’an, önerilen bu yaşam tarzının temel kaynağı olup Peygamberimizin (s) sünnetine uyarak hayata aktarılmasını emretmektedir. İnanmayanların sorunu Kur’an iledir. Biz de inanıyoruz ki çözüm ondadır. Dünyevileşme kıskacında ızdırap çeken günümüz insanı için çare öze dönüştür. Zira köpük gider öz kalır. Öz, kozmik alemin ve dolayısıyla siyasalın tek hakimi olan Allah’ın emir ve yasaklarına uyarak denge üzerinde olmaktır.”

II. oturumun üçüncü konuşmacısı Şeyho Duman ise, “Oruç İbadeti Ekseninde Arınma ve Mü’minin İç Dünyasında İnkılâp” konulu konuşmasında: İnsanın yeryüzünde halife kılınmasının önemine vurgu yapan Duman, Müslüman’ın yeryüzündeki serüveninde nefse ilham edilmiş “takva” ve “fücur” eğilimleri arasındaki imtihanı sürecinde, şeytani olana meyledip kirlenebileceğini, ancak yine de ilahi vahye yönelerek temizlenebileceğini ifade etti. Temiz yaşayıp kirlenmeden bu dünyadan gitmenin önemli olduğunu belirtti. Oruç ibadeti ve bu bağlamda Ramazan’ın müminler için bir muhasebe ve tezkiye ayı olması gerektiğini söyledi.

Şeyho Duman, şu tespitlerle sözlerini tamamladı: “Oruç; yaratıcımızla, insanlarla ve nefsimizle olan ilişkilerimizde ortaya çıkan olumsuzluklardan arınma duygularımızı ve çabalarımızı güçlendiren, sorumluluklarımızı hatırlatıp yeniden kuşanmamıza vesile olan tevhidi bir eylemdir. Özümüzde tevhidi bir inkılabı gerçekleştirmenin, birey ve toplumun öz dönüşümüne ivme kazandırmanın güçlü bir vesilesidir. Zaaflardan arınmanın, Rabbimiz için mahrumiyetleri ve güçlükleri göğüsleyebilmenin ve zorluklara mukavemet gösterebilmenin eğitimidir. Tevhidi hayatın, kulluk bütünü içindeki anlamlı ve doğru yerinde duran oruç; şüphesiz ki, arınmaya yönelen nefisleri; deruni bir tefekkürle, özlerindekini tevhid istikametinde değiştirmesinin, itikâf sırrıyla kendini sorgulayıp, iç dünyasını yeniden dizayn etmesinin zeminine ve tezkiye, tekâmül, olgunlaşma atmosferine kavuşturur. İnsanın bedenine ve duygularına birtakım yasaklar getiren oruç, değerlendirmesini bilenler açısından da, akleden kalbi devreye sokmanın imkânlarını oluşturan, tefekkür, tekâmül ve derinleşmenin kapılarını ardına kadar açan bir fonksiyona sahiptir. Ancak Ramazan’ın bu fonksiyonlarını icra edip, bizi arındırabilmesi ve iç tekâmülümüze katkıda bulunabilmesinin, ancak, onu vahyin öngördüğü yere oturtmakla mümkün olabilecek bir sonuç olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.”

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon