821
Hutbe: Fıtrat dinine tabi olmak
“Sen [hanîf] (Allah’ı birleyen) olarak yüzünü dine yani Allah’ın insanları üzerinde yarattığı [fıtrat]a çevir! Allah’ın yaratmasında değişme yoktur. İşte doğru din budur fakat insanların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.” (Rum:30)
Kıymetli müminler, bugün Cemâziye’l-Evvel ay’ının 20’si 1443/Cuma
Rabbimiz bizleri ölüm gelene dek fıtratını bozmadan muvahhidler olarak yaşayanlardan eylesin.
Rabbine kulluk amacına matuf olarak yaratılan insandan, Yaratanın kendisinde var ettiği donatılar, yetenekler, özellikler ile ihtiyaçlarını gidermesi istenir. İnsana bahşedilen imkânların en mükemmel kıvamda olduğu hatırlatılarak sahibine küfran-ı nimette bulunmaması, O’na sevgi ya da korkudan kaynaklı hiçbir şeyi ortak koşmaması ikaz edilir. Birçok rasul örneklemesi ile konu tüm detaylarıyla Kur’an’da geniş olarak izah edilir. Bunlardan İbrahim (a.s.) bir kıssasında kevnî âyetlere dikkat çekilerek Allah’ın gücü ve tevhid vurgusu yapılırken bir diğer kıssasında ise putlaştırılan varlıklara tapınmanın mantıksızlığı ve saçmalığı, putların kırılması ve baltanın da büyük puta asılmasıyla anlatılır. Konu En’am suresi 75-78 arası âyetlerinde izah edilir. Bölümün sonundaki âyet ise çok düşündürücüdür:
“Ben, hanîf olarak, yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allah'a yönelttim. Ben, asla müşriklerden değilim, demişti.” (En’am: 79
Demek ki Allah’ın bizlere bahşettiği akıl gereği gibi kullanılır, tedebbür ve tefekkür edilirse tevhide yöneliş kolaylaşmaktadır. Gerçek olan şu ki, Rabbimizin razı olacağı iman fıtrîdir, aslîdir, şirk ve küfür ise ârızîdir. Rasulullah (a.s.) da; “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar ancak onu çevresi, anne, babası farklı şirk dinlerine yönlendirir.” buyurarak konuyu aydınlatmışlardır.
İmam Maturîdî’yi de burada rahmetle yâd etmek gerekir. Büyük âlim konu ile alâkalı “insanlara uyarıcı olarak vahiy inzal olmamış olsa idi hakikate ulaşmak, yaratanın farkına varmak için akıl nimeti yeterli olurdu” demiştir. Zira akıl içimizdeki peygamber, peygamber de dışımızdaki aklımızdır.
İbrahim (a.s.)’ın diğer bir kıssası ise daha düşündürücüdür:
“Onlar ‘Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim?’ demişlerdi. (İbrahim ise): ‘Belki de bu işi şu büyük olan yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!’ demişti. Kendilerine dönüp ‘Zalimler sizsiniz, siz!’ demişlerdi. Sonra yine eski kafalarına döndüler ve ‘Onların konuşamayacağını sen çok iyi bilirsin’ dediler. İbrahim, ‘O halde Allah'ı bırakıp da size hiç bir şekilde fayda ya da zarar vermeyen şeylere mi kulluk ediyorsunuz?’ dedi. Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza… Siz aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Enbiya: 51-70)
Bu kıssada Allah’ın Nebîsi kavmini şirkten kurtarmak, akledip tevhide kavuşturmak için bir eylem ortaya koyuyor. Ancak onlar kalıplaşmış taklid ve aklını kullanmama hastalığından kurtulamıyorlar. Şirkin içerisinde kalmayı yeğliyorlar.
Değerli Kardeşlerim, hutbemin başında okuduğum âyet-i celîlede geçen fıtrat kavramı “ilk yaratılış anında varlık türlerinin temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan doğallığını ifade eder.” Yani orijinal olarak yaratılmışlığı, bozulmamışlığı ifade eder. Arı-duru olmayı saf olmayı ihtiva eder. Bu halini muhafaza eden insan normal olarak Allah’ı bilme, kavrama gibi yetilere sahiptir. Konuya dair Kur’an A’raf suresi 172 ve 173’te fıtrat sözleşmesine değinir. “Kâlû belâ” olarak bilinen olay aslında fıtrat sözleşmesine dair işarettir. Haniflik ise; “Bir Kur'an kavramı olarak tanımlandığında 'Kâinat'ın tek hâkimi olan yaratıcıya saf, duru olarak inanıp güvenen' manasını taşır. Böylece başka ilahların varlığını reddeden kişi, aynı zamanda kendi kişiliğini bulmuş ve şeytanlardan korunmuş olur.
Bu kelime, Kur'an'da Allah'ın peygamberleri içinde ilk olarak İbrahim (a.s.) için kullanılmış ve her şeyi yaratan bir yaratıcıya imanın nasıl gerçekleştiğini onun şahsında net olarak özetler. Sadece tek olan Allah'a inanmak aynı zamanda diğer ilahları reddetmeyi zorunlu kılar.
Rabbimiz Şems suresi 7-10 âyetlerinde de şöyle buyurmaktadır:
Nefse ve onu biçimlendirene, sonra da ona kötülüğü ve korunmayı ilham edene andolsun ki, onu arındıran kurtuluşa ermiştir, onu kötülüğe gömen ise mahvolmuştur.”
Âyetler çok açık olarak yine fıtratta bulunan kötülük yapma ve iyilikte bulunma özelliğinin yaratılıştan gelen bir şey olduğuna işaret etmektedir. Her insan doğuştan kaynaklı ihtiyaçlarla mündemiç yaratılmaktadır. İsteyen hayır yolunda isteyen şer yolunda bu ihtiyaçlarını giderir. Sorumluluk da bu alanda başlar.
İnsanoğlunun yaratılışında bulunan bir takım fıtrî ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlar giderilmek zorundadır. Bunlar yeme-içme, uyku gibi bunlar olmadan hayat sürdürülemez. İnatla sürdürülmek istenirse bir süre sonra hayat fonksiyonları sona erer ve ölüm gerçekleşir. Yanı sıra içgüdüsel olarak neslin devamı, mesken edinme, kulluk gibi ihtiyaçlar söz konusudur. Yani insan müslim olsun gayr-i müslim olsun bunlardan kendisini soyutlayamaz. Benim bunlara ihtiyacım yok ben bunlar olmadan da yaşarım diyemez. Derse hayat sıkıntılı geçer, ruhsal bunalımlar söz konusu olur. Bu bakımdan fıtratla inatlaşılmaz. Rabbimiz insanları bu ihtiyaç ve özelliklerle yaratıp sonrasındaki tercihlerimizle ilgili olarak bizleri muhayyer bırakmıştır. İhtiyaçların giderilmesinde kişi mümin ise vahyi dikkate alacak değilse hevâ veya başka şeyler devreye girecektir. Yani açlık, susuzluk, karşı cinse meyletme, mal-mülk elde etme, para kazanma, kulluk ya Allah’ın vahyi doğrultusunda gerçekleştirilecek ya da başka otoritelerin, hevânın istekleri doğrultusunda tatmin edilecektir.
Bir güce boyun eğme anlamında dindarlık içgüdüsel bir ihtiyaç olup hak ya da batıl olarak tezahür eder. İnsan yaratılışından kaynaklı kendisinden güçlü gördüğü varlıklara boyun eğmek üzere yaratılmıştır. Vahye teslim olmuş insan tek güçlü olarak Allah’ı bilir ve O’na teslim olur. Başka güçler artık onun nezdinde kabili kıyas olmayacak derecede güçsüzdür. Allah’a gereği üzere iman etmeyen insan ise kendi nefsi dahil her şeye kulluk edecek ve dolayısıyla kaos ve şirk üzere bir hayat yaşayacaktır. Her gün her an değişik rabbler ilahlar edinip duracaktır. Bu arada müstekbirlik ve tâğutluk yapanlarda acziyet içinde olan insanları değişik vasıtalar ve güçlerle korkutup kendisine kul yapacaktır. Mustaz’af durumunda olan insanlar da kendi verdikleri destek ile büyütüp güçlendirdikleri sanal otoriteye boyun eğmeye devam edeceklerdir. Tüm firavnî sistemlerin işleyişi bu şekilde gerçekleşmektedir. Mustaz’aflar ne zaman ki karşılarındaki gücün kendi verdikleri destek olduğunun farkına varıp, vahye teslim olmaları durumunda hem bu kendilerini sömüren, güçsüzleştiren sistemi değiştirecek hem de Allah’ın razı olduğu istikameti elde etmiş olacaklardır.
Kısaca özetlemek gerekirse Allah’ın yeryüzünü kulluk yaparak imarla görevli kıldığı insan özünde bulunan değerler istikametinde Allah’ın bir mümin kulu olarak mücadelesini sürdürmelidir. Bu mücadelede fıtrî ihtiyaçlarımızı hanifler olarak vahiy doğrultusunda giderelim. Ve Allah’ın yardım ve desteği ile yürüyerek, Rasul’ün rehberliğinde Allah’a kul olmanın mutluluğunu yaşayalım.
Ne mutlu fıtratını bozmadan hanif olarak yaşayanlara. Yazık fıtratlarını bozup nefislerinin ve tağutların kulu olanlara…
24.12.2021
Hazırlayan:Hayati İSAOĞLU