Table of Contents
Bismillâhirrahmânirrahîm
Şeytan ve dostları, kendilerini İslam’a nispet eden, ama bilgi ve bilinci zayıf olan insanlara daha çok sağdan yaklaşırlar. Onları, din ve dinin motiflerini araçsallaştırarak ikna ederler, Allah’ın adını ve dinini istismar ederek aldatırlar. Evet, bu bilgisiz ve bilinçsiz insanları, hatta bilgili oldukları halde ilkesiz ve pragmatik davrananları bile, içine hak ile bâtılı karıştırdıkları halde Allah’ın dini gibi sundukları “statüko dinleri”yle aldatırlar.
Şeytan ve dostlarının sağdan yaklaşıp suret-i haktan görünerek “Allah ile aldatması”, muhafazakâr ve Müslüman kitleler üzerinde en yaygın, en etkili ve en fazla sonuç alan aldatma biçimidir. Hatta şeytan, bazı muvahhidleri, Müslüman öncüleri, aydınları, âlimleri ve akademisyenleri bile tuzağa düşürüp Müslümanlar için bazı “kazanımlar ve maslahatlar” elde etme hedefini süsleyip cazip göstererek bâtıl sistem içi siyasete doğru yönlendirir. Şeytan onları bile, laik bir partinin destekçisi olmanın ve laik bir parlamentoda hevaya göre hükmetmenin İslam’a aykırı olmadığına ikna ederek onları “Allah ile aldatma” projelerinde kullanmak ister. Şeytan, iyi niyetli olan ancak ilkeler yerine kazanımlar eksenli hareket eden bazı muvahhidleri bile, bâtıl sistem içi laik iktidarlara ve laik yasa ve anayasa yapımına iştirakin, İslam ve Müslümanlar için önemli maslahatlar ve kazanımlar sağlayacağına ve bu yüzden de çok önemli ve gerekli olduğuna ikna edebilir. Böylece şeytan, farkında bile olmadan onları da kendisinin “Allah ile aldatma” projesine destek verme konumuna sürükleyebilir.
Şeytan ve Dostlarının, En Fazla Etkili Olan Kandırma Biçimi, Sağdan Gelip Suret-i Haktan Görünerek Yapılan “Allah ile Aldatma”dır
Şeytan ile insan dostlarının, insanlık tarihi boyunca, özellikle kendisini Allah’ın dinine nispet eden kitleler üzerindeki en etkili ve en yaygın olan aldatmaları; şüphesiz ki, Allah’ın adını kullanarak ve suret-i haktan görünerek, yani sağdan yaklaşarak insanları aldatmalarıdır: “Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğlun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun. Allah’ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. Allah’ın affına güvendirerek şeytan sizi ayartmasın. (O aldatıcı şeytan da Allah hakkında sizi aldatmasın). (O aldatıcı da sizi Allah ile aldatmasın!). (Lukman, 31/33).
İşte korkulması ve hazırlanılması gereken o hesap günü, herkes kendi derdine düştüğünden, kimse kimseden bir şey savamıyor. Kimseye de ameli ve kazandığının dışında hiçbir şey yarar sağlamıyor. “Allah’ın vaadi gerçektir” gecikmez ve yanlış çıkmaz. Babanın oğula ve oğlun babaya yararı dokunmayacak hassas yargı ve adil karşılıktan da kaçış yoktur. “Dünya hayatı sizi aldatmasın.” İçerdiği geçimlik, eğlendirici ve kendine bağlayıcı uğraşlarla sizi aldatmasın. Dünya hayatı, sınırlı bir süre içinde denenme ve ahirette görülecek karşılığı kazanma yeridir. “Şeytan, Allah’ın affına güvendirerek, Allah’ın adını kullanarak sizi kandırmasın.” Kendine bağlayıcı geçimlik, Allah’ı unutturan uğraşı veya kalplere vesvese veren şeytan sizi Allah ile aldatmasın. Şeytanlar çoktur. Malla gururlanmak bir şeytandır, bilgi ile gururlanmak bir şeytandır, uzun ömürle gururlanmak bir şeytandır, güçle gururlanmak bir şeytandır, buyruk sahipliği ile gururlanmak bir şeytandır, arzunun dürtüsü bir şeytandır, şehvetin taşkınlığı bir şeytandır. Tüm aldatıcılardan koruyan ise, Allah’ın azabından korkarak emir ve yasaklarına uymaya dair sorumluluk bilinci olan takvayı kuşanmaktır, ahiret inancı ve hesap bilincidir. (Seyyid Kutup, Fî Zilâl’il Kur’an).
Rabbimizin bu ayetindeki uyarısını anlamaya çalışalım: O, şöyle buyuruyor; “Ey kullarım! Sakın ha şeytan, aslında iyiliğinizi istediğini söyleyip Allah adına yeminler ederek sizi aldatmasın. Sakın ha şeytan ve taraftarlarının, şeytan ve talebelerinin, şeytan misyonunu üstlenmiş insan şeytanlarının din adamı kılığına girerek,”rahip”, “haham”, “âlim”, “hoca” kisvesi altında din adına, Allah adına konuşuyormuş gibi davranarak sizlere söylediklerine aldanmayın. Söylediklerinin doğruluğuna dair yemin de etseler, sözlerinin ispatı sadedinde âyet de okusalar kitap ve sünnete uymayan sözlerini dinin gereğiymiş gibi kabullenmeye ve hayatınızı onların dediklerine göre yaşamaya kalkışmayın.”
İnsanlık tarihi boyunca hep böyle olmuş ve şeytan ile dostları, inancı olan ama bu inancı hakkında bilinçsiz ve bilgisiz kitlelere sağdan yaklaşıp onları “Allah ile aldatarak” tahakkümleri altına almışlardır. Rabbimizin Hz. Musa ve İsa’ya (as) indirdiği vahye dayalı tevhid dini İslam, daha sonraki zamanlarda şeytanın velisi haline dönüşen din adamları eliyle tahrif edilerek, hahamlar ve rahipler ilahlaştırılarak Yahudilik ve Hıristiyanlık adı altında Hak ile bâtıl karışımı “statüko dinlerine dönüştürülmüşlerdir. (Tevbe, 9/31). Böylece “Allah ve dini adına” aldatılan milyarlarca insan “Allah’ın dini” diye sunulan bu muharref dinlere inanmaya başlamışlardır. Aynı yozlaşma serüvenini son Rasûlün (s) ardından özellikle de saltanat süreciyle beraber Müslümanlar yaşamışlardır. Şeytanın aldatıp kendi yanına çektiği birçok din adamı kisveli kişiler, (hocalar, şeyhler, âlimler, önderler- yani Müslümanlar içinden çıkan Pavluslar) Hıristiyanların Pavlusu gibi Kitabı (Allah’ın koruması altında olması sebebiyle) tahrif edemeseler de tıpkı onun gibi çok sayıda bid’at ve hurafeler üreterek ümmetin din anlayışını tahrif edip her çağın “statüko dinleri”nin oluşumuna ve kitlelerin “Allah’ın adıyla ya da Allah’ın dini adına aldatılıp” statükolara destekçi hâline getirilmesine sebep olmuşlardır.
Dünyadayken akletmeyip şeytanın ve dostlarının, önder, hoca ve şeyhlerinin “Allah ile aldatması” sonucunda vahye aykırı geleneksel ve modern hurafelerin ve hurafecilerin peşinden sürüklenenler, ahirette onlardan, kendilerine suret-i haktan görünerek sağdan yaklaşıp aldattıkları için şikâyetçi olacaklardır: “(İşte bu duruma düştükleri vakit) onlardan bir kısmı, diğerlerine yönelir, birbirlerini sorumlu tutmaya çalışırlar. Şöyle derler: ‘Siz bize sağdan gelirdiniz. Bize haktan yana görünürdünüz.’ Diğerleri de onlara şöyle derler: ‘Hayır, siz zaten mü’min kimseler değildiniz. Bizim üzerinizde zorlayıcı hiçbir gücümüz yoktu; hayır siz (kendiniz) azgın bir kavimdiniz’. ‘Böylece Rabbimizin sözü (yıkım ve azab va’di) üzerimize hak oldu. Hiç tartışmasız, (azabı) tadıcılarız.’ ‘Evet, biz sizi azdırdık, çünkü biz de azgın kimselerdik.’ Artık o gün onlar azapta ortaktırlar.” (Saffat, 37/27-33).
Görüldüğü üzere aldatılanlar, “Sizler bize sağ tarafımızdan yaklaşırdınız”diyorlar. Arapça’da bu ifadenin bir kaç şekilde anlaşılması mümkündür. Şayet ifadeyi “kuvvet” anlamında ele alırsak ayet, “O zamanlar biz güçsüzdük, sizler galiptiniz ve bizleri dalâlete sizler götürdünüz.” şeklinde yorumlanabilir. Fakat “iyilik” anlamında ele alırsak, ayet, “Siz çağırdığınız yolun iyilik olduğunu söylediniz. Biz de size güvenerek, dalâlete düştük.” şeklinde de yorumlanabilir. Ancak “yemin” anlamında kabul edersek, o takdirde de ayet, “Siz yolunuzun doğru olduğuna yemin ettiniz. Biz de inandık.” şeklinde anlaşılır. Sonuçta ortaya konan hüküm şudur: Dalâlete götürenlerle götürülenler hep birlikte aynı azaba çarptırılacaklardır. Müridlerin “Biz kandırıldık” şeklindeki mazeretleri kabul olunmazken, şeyhlerin “biz onları saptırmadık, onlar zaten dalâlette idiler” şeklindeki mazeretleri de kabul olunmayacaktır. Çünkü tâbi oldukları şeyhlerinin ya da önderlerinin ahiretteki ‘Hayır, siz zaten mü’min kimseler değildiniz. Bizim üzerinizde zorlayıcı hiçbir gücümüz yoktu; hayır siz (kendiniz) azgın bir kavimdiniz.’ içeriklişahidliğiyle mesele âdeta şöyle değerlendirilecektir; “size her tür suç ve günahı işleme ehliyeti verebilecek ve vereceğiniz hediyeler karşılığında sizi Allah’a bağışlatma sorumluluğunu üzerine alacak rehberler arıyordunuz. Her tür şirki icat ederek, dinde birçok yenilikler çıkarıp sizin bütün arzularınızı gerçeğin kendisi diye sunarak sizi hoşnut eden dini liderleri dinlemek istiyordunuz. Yani din adına bu sapkınlık işinize geliyordu. Allah’ın dinini sizin arzularınıza uydurmak için değiştirecek sahtekârlara ihtiyacınız vardı. Ahirette başınıza ne gelecek olursa olsun, sizi bu dünyada zengin kılacak önderlere uymak istiyordunuz. Hâkimiyetleri altında her tür günah ve ahlaksızlığı işleme özgürlüğüne sahip olacağınız ahlaksız ve şerefsiz yöneticileri istiyordunuz. Bu nedenle bu alışverişte siz ve biz eşit ortaklarız. Şimdi tamamen masum olduğunuzu ve siz istemeden bizim sizi saptırdığımızı söyleyerek hiç kimseyi kandıramazsınız.” (Mevdudi, Tefhim’ul Kur’an).
Şeytan ve taraftarları, bugün de müslüman bir kimlikle ve onların hayrını isteyen bir görünümle müslümanlara yaklaşarak her gruba kendilerinin Hak yolda olduklarına, kendilerinin çalışmalarının ve metotlarının Hak olduğuna, ama karşılarındaki müslüman grupların ise bâtıl yolda olduklarına dair iğvalarda bulunarak İslâm adına müslümanları birbirleriyle savaştırmayı becerebilmektedirler. Hattâ Kur’an’ı ve sünneti bile sorgulamaya alan müslümanlar maalesef kendi durumlarını hiç de vahiy ölçüleriyle sorgulama gereği duymamaktadırlar. Bunun sebebi de, tabii ki şeytanın onlara kendi tercihlerini güzel göstermesidir. Allah’ın ve Müslümanların düşmanı olan şeytan, sağdan yaklaşarak insana amellerini süslü gösterir. “Sen şu anda Allah’ın istediği hayatı yaşıyorsun. Senin yaşadığın hayat müslümanca bir hayattır. Bundan daha iyi bir müslümanlık olamaz. Sen bu halinle cennetin ta ortasına lâyık bir kimsesin” diyerek yaptıklarını eksiksiz ve yeterli gösterir. Bazen de işlenen bir günah ya da yapılan bir kötü amelle ilgili “yahu bunda ne var sanki! Bunu yapmayan mı kaldı? Her iş bitti de sıra buna mı geldi?” diyerek, kimi günahları küçük gösterip, kimi vecibeleri basite indirgeyerek müslümanı aldatmaya çalışır.
“Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah’ın va’di haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak) aldatmasın.” (Fâtır, 35/5). “Şüphesiz şeytan sizin için bir düşmandır. Öyle ise (siz de) onu düşman tanıyın. O, kendi taraftarlarını ancak alevli ateşe girecek kimselerden olmaya çağırır.” (Fatır, 35/6).
Aldatıcıların başında, Rabbimizin yukarıdaki ikinci ayette açıkladığı gibi şeytan yer almaktadır. Onu takiben de, şeytanın velisi, hizbi olmuş ve böylece kendisi de şeytan misyonu üstlenmiş olan insan şeytanları gelir. Bunlar insanlara suret-i haktan görünerek sağdan yanaşırlar ve insanları Allah ile aldatırlar. Yahut da Allah’ın adını kullanarak, Allah’ın affına güvendirerek insanları sırât-ı müstakîmden saptırmaya çalışırlar. Meselâ, “Şeytan”lar, insanlara; “Allah bu dünyayı yaratmış ama bu dünya ile hiçbir ilgisi kalmamıştır.” Ya da “Allah kâinatın hâlikı ve sahibidir, fakat vahiy ve risalet uydurma şeylerdir” diye telkinde bulunurlar. Yahut da “Allah hayata karışmaz” derler. “Allah’ın sizin kulluğunuza ihtiyacı yoktur, O çok ganidir” derler. “Allah büyüktür, O’nun böyle ufak tefek işlere ayıracak zamanı yoktur” derler. “Nasıl olsa Allah affeder” derler. “Allah Gafur ve Rahim’dir, siz ne yaparsanız yapın, O sizleri affeder” veya “Şu kimseler Allah indinde o kadar güçlüdürler ki, sizleri mutlaka kurtarırlar” derler. “Kur’an’ı anlamadan da okusan olur, Allah bundan da razı olur” derler. “Canım Allah buna da karışacak değil ya, işi gücü yok da bizimle mi ilgilenecek?” derler. Öyle bir Allah tanıtırlar ki Kur’an’ın hiçbir yerinde tanıtılmayan bir Allah’tır bu. Kılık kıyafete karışmayan bir Allah. Mesleğinize, işinize karışmayan, kazanmanıza, harcamanıza karışmayan bir Allah. Hukuka, eğitime, sosyal ve siyasal hayata karışmayan bir Allah. (Ali Küçük-Besâiru’l Kur’an). İşte önce böyle bir Allah inancı üretirler, sonra da Allah’ın dini adına fetva verip iftira ederek “İslam laiklikle bağdaşır” deyip insanları Allah’ın adıyla laik olmaya ikna ederler. Yahut da “paranın, ekonominin dini imanı olmaz” diyerek insanları ekonomik alanda helal haram gözetmeden hevalarına göre davranmaya yönlendirip sekülerleşmeyi, dünyevileşmeyi yaygınlaştırırlar.
Şeytan ve dostları, “Sen aslında iyi bir Müslümansın, namazını kılıyorsun, orucunu da tutuyorsun, daha ne olsun ki? Evet, bazı günahlar da işliyorsun ama olsun herkes işliyor ve Allah nasılsa affeder” diyerek sonuçta günahın kendisini kuşatır hâle gelmesine kadar müslümanı yeni günahlar işlemeye teşvik ederler. Bütüncül ve usulüne uygun biçimde Kur’an okumadığı hâlde, kulaktan dolma bilgi kırıntılarıyla “aslında İslam’ı en iyi kendisinin bildiğini, kıldığı içi boş, sadece şeklen yerine getirdiği namaz ve biçimsel boyutu aşmayan kimi bireysel ibadetlerle en iyi müslümanın kendisi olduğu” zannını oluşturarak, kendisini Kur’an ve Rasûl’ün sünnetine dayanarak uyaranlara ise ukalâlık yaparak itiraz etmesini sağlarlar. “Sen kendini kurtar yeter, sana ne başkasından”, “sen kendi şahsi ibadetlerinle meşgul ol, niye başkalarıyla uğraşacaksın?” vesveseleriyle, nefsâni ve bireyci tutumları meşru göstererek Müslümanları bütüncül İslamî sorumluluklarını yerine getirmekten uzaklaşmaya ikna etmek isterler. Atalardan gelen hurafeleri din diye benimsemeye de şöyle teşvik ederler; “Yüzyıllardır Ataların böyle inanmış ve böyle amel etmişler, sen onlardan daha mı iyi bileceksin? En iyisi atalarının yoluna tâbi ol ve kurtul”. Yüzyıllardır bilgisiz ve bilinçsiz insanlar, uydurulmuş “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözü ile aldatılmak suretiyle, vahyi ve aklı terk ederek gerçek şeytan dostlarının sunduğu vahye aykırı hurafelere “meyyit gibi teslim olmaya” yönlendirilmişlerdir. Hâlbuki Allah’ın, Kur’an’da en çok vurgu yaptığı husus akletmek, düşünmek, tefekkür etmek ve vahyi anlamaya çalışmaktır.
İblis, kendi nefsini bile “Allah ile aldatıp” isyan etmişti. “Allah’ın kendisini ateşten Adem’i ise topraktan yarattığını” gündeme getirip “ateşin topraktan üstün olduğu vehmine kapılarak sonuçta Allah’ın kendisini üstün yarattığını”iddia ederek büyüklük taslamak suretiyle Allah’ın secde emrine itaatsizlik sonucunda küfre girmiş ve şeytanlaşmıştı. Hâlbuki, Allah onu farklı maddeden yaratmış ama üstün yarattığını söylememişti. İşte şeytan ve dostları, aynı bağlamda ırk ve mezhep farklılıklarını tahrik ederek, “Allah senin ırkını üstün ve şerefli yaratmıştır”, diyerek ya da “senin mezhebin Hak’tır ve hatta dinin kendisidir, diğerleri ise bâtıldır” diyerek ve Allah’ın adını ve dinini kullanarak müslümanları “ırkçılık” ya da “mezhepçilik” eksenli çatışmalara sevk eder ve ümmetin parçalanmasına yol açar. “Senin kavmin Allah’ın ve Rasûlünün övdüğü, İslam’a en çok hizmet eden tek kavimdir” diye fısıldayıp, hatta bu amaçla hadisler bile uydurarak, bazı âyetleri de kendi kavimlerinin kastedildiği biçiminde yorumlayarak ırklarını ve “ulus devlet”lerini kutsallaştırmalarını sağlar. Sonuçta da “ulusal çıkar”ı putlaştırmalarını sağlayıp akıdevi ve ahlakî ilkeleri feda ettirerek müslüman toplumları birbiriyle düşmanlaştırmaya ve savaştırmaya çalışır.
Şeytan ve dostları, âdemoğullarını da İblis’in yoluna sürüklemek için “Allah insanı üstün yaratmıştır, dolayısıyla insanın kendi hayatına yön verirken başka bir otoriteye ihtiyacı yoktur, insan kendi hayatına yön verecek yasaları nihaî olarak kendisi koyabilir” diyerek insanı kendi hevasını ve aklını ilahlaştırmaya yönlendirirler. Böylece “insanı yüceltme” adı altında onun “ahsen-i takvim” fıtratından uzaklaşıp “esfele sâfilin”e, aşağıların aşağısına düşmesine yol açarlar. Vahye aykırı seküler “insan hakları” iddiasıyla “hümanizm”i, ölçüsüz özgürlük iddiasıyla “kadın hakları” adı altında “feminizm”i yayarak, “kadın erkek eşitliği” iğvasıyla toplumun en temel unsuru olan aileyi yıkarak ve “cinsel tercih özgürlüğü” adı altında ve “aynı cinslerin evliliğini” meşrulaştırmaya çalışarak eşcinselliği teşvik etmeye ve fesadı yaygınlaştırmaya çalışırlar. Şeytanın velisi ve hizbi olan emperyalistler, bir yandan “insan hakları ve demokrasi götürdükleri” vaatleriyle fakir ve müslüman halkların ülkelerini işgal edip katliamlar yaparken, diğer taraftan aynı “suret-i hak” görünümüyle “insanlığın hayrına ve sağlığı için ürettiklerini iddia ettikleri ilaç ve aşılarla”, aşırı kazanç hırsı ve düşmanlıkla, özellikle sömürdükleri ülkelerin halkların neslini sağlıksız kılmaya ve yok etmeye çalışırlar.
Suret-i Haktan Görünenlerin “Allah ile Aldatma”larına Dair Vahyin Bildirdiği Örnekler
Şeytanın sağdan gelip suret-i haktan görünerek gerçekleştirdiği ilk “Allah ile aldatma” Âdem (as) ve eşine yönelik olanıdır. Şeytan, sağdan yaklaşıp “yemin ederek ‘onların iyiliği için’ bu tavsiyeyi yaptığını ifade etmek”le yetinmemektedir. Aslında “Rabbiniz de başka bir sebeple değil de sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye size o ağaçtan yememeemrini verdi” izahatıyla, Allah’ın adını kullanıp kendince O’nun gerçek muradını açıklıyormuş gibi yaparak onları “Allah ile aldatmak” yöntemini kullanmış bulunmaktadır. “Derken şeytan, onların, kendilerinden gizli kalan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti.” dedi. Ve onlara: “Elbette ben size öğüt verenlerdenim.” diye de yemin etti.” (Â’raf, 7/20-21).
Bu yöntemin bizzat şeytan tarafından kullanılması yanında bir de şeytanın taraftarı ve evliyası haline dönüştürdüğü insan şeytanlarının aynı yöntemle sürdürdükleri çabaları vardır. İşte tarih boyunca münafıklar ve din adamı kisvesi altında, cahillikle değil de bilinçli olarak, kasten din tahrifi yapanlar (Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın Pavlus’ları) da bu işlevi görürler. Şeytan bu evliyasını ve hizbini kandırıp kendine tâbi kıldıktan sonra, onları suret-i hak kisvesiyle mü’minler arasına sokup “mü’minlerden görünen” bu kişiler vasıtasıyla mü’minleri “Allah’ın adını kullanarak”, “Allah ile aldatma” projesini uygulamaya koymaktadır.
Ayrıca, bu şeytan dostu insan şeytanları, mü’minleri sırat-ı müstakimden saptırmak, onların Hakk’a olan iman ve bağlılıklarını sarsmak ve iman ettikleri vahiy hakkında şüpheye düşürmek için Kur’an’ın bildirdiği üzere şöyle bir taktik de denemektedirler: “Kitap ehlinden bir grup, ‘Mü’minlere indirilene günün başlangıcında inanın, sonunda da inkâr edin, belki onlar (size bakarak) dönerler’ dedi.” (Âl-i İmran, 3/72).
Râzi, Esamm’dan şöyle nakletmektedir: “Yahudiler birbirlerine, ‘Eğer Muhammed’i her getirdiği şeyde yalanlarsanız, sizin cahilleriniz yalancı olduğunuzu anlarlar. Çünkü onun getirdiği şeylerin pek çoğu haktır. Fakat onun getirdiği şeylerin bir kısmını kabul edip, bir kısmını inkâr ederseniz, cahil halk sizin onu yalanlamanızın, inadınızdan dolayı değil, adaletinizden dolayı olduğunu zanneder, böylece de sözlerinizi kabul ederler’ demişlerdir.”(Fahruddîn Râzî, Tefsîr-i Kebîr, s. 395- Bayraktar Bayraklı-Kur’an Tefsiri).
Bugün de bazı kimseler, mü’minlerin iman ettikleri vahyin bazı ayetlerine iman ettiklerini söyleyip suret-i haktan, mü’minlerden görünerek bazı âyetleri de “ama buna da iman edilmez ki” ya da “bu doğru olamaz”, “hiç bu çağda bu hükümler geçerli olabilir mi?” misali “Allah’ın dini adına” fitneler üreterek onları şüpheye düşürmeye, onları Allah adına ve Allah’ın dini adına aldatmaya çalışırlar. Allah’ın dini adına bireysel ibadetler ve kimi ahlâki emirler dışındaki özellikle siyasi, ekonomik ve hukuki alanla ilgili Kur’anî hükümlerin bu çağda uygulanamayacağını veya “1400 yıl önceki bu hükümlerin bugün geçerli olamayacağını ve güncellenmesi gerektiğini” söyleyerek kitabın bir kısmına iman ettiğini iddia edip diğer kısmını inkâr eden yaklaşımlarla mü’minleri Allah ile aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah, Bakara Suresi 85. âyetinde “…Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık, rezil ve rüsvay olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır…” buyurmaktadır.
İşte bu şeytan dostu ikiyüzlüler, dünyada aldatmaya çalıştıkları mü’minlere hesap gününde “biz sizlerle birlikte değil miydik?” diyerek kurtulmak isteyeceklerdir: “(Münafıklar) mü’minlere şöyle seslenirler: ‘Biz de (dünyada) sizinle beraber değil miydik?’ (Mü’minler de) derler ki: ‘Evet, fakat siz kendinizi yaktınız. Başımıza musibetler gelmesini gözlediniz, şüphe ettiniz. Allah’ın emri gelinceye kadar kuruntular sizi aldattı. O çok aldatıcı (şeytan) Allah hakkında da sizi aldattı.” (Hadid, 57/14).
Şeytanın evliyası/dostu olup mü’min kisvesi altında Müslümanların arasına katılıp onları suret-i haktan görünerek aldatanlar gibi, şeytanın hizbi olup aynı işlevi görenler de vardır.
“Allah’ın gazap ettiği milleti dost edinen münafıkları görmedin mi? Onlar ne sizdendir ne de onlardan, bile bile yalan yere yemin etmektedirler. Allah, onlara çetin bir azap hazırlamıştır. İşledikleri şey ne kötüdür!” “Onlar yeminlerini kalkan yapıp (insanları) Allah’ın dininden alıkoydular. Bunun için onlara alçaltıcı bir azap vardır.” (Mücadele, 58/14-16).
Bu yeminlerin arkasına saklanarak kendilerini gizleme imkânı bulduklarını zannediyorlardı. Bu yemin kalkanının arkasında işleyecekleri günahları rahat bir şekilde işlemeye çalışıyorlardı. İslâm’a ve Müslümanlara karşı komplolarını, düşmanlıklarını rahat yürütüyorlardı. Böylece hem kendilerini, kendi nefislerini Allah yolundan saptırıyorlar, hem de başkalarını saptırmaya gayret ediyorlardı. Bu yeminlerle kendilerinden emin hale gelmeleri hem kendi kendilerini Allah yolundan alıkoyuyordu. Hem de bu yeminlerle, yalan-dolanlarla güya Müslümanları aldatmaya çalışıyorlardı. Müslümanları Allah’tan, peygamberden, dinden uzaklaştırmayı hedefliyorlardı. Bizans’la, dış dünyayla, Yahudilerle, müşriklerle irtibata geçerek peygambere ve Müslümanlara karşı çeşitli komplolara giriştiler. Ama bir yandan da “biz Müslümanız” diye yemin ederek peygamberi ve Müslümanları aldatmaya çalışıyorlardı. Bu tür yeminlerin arkasına saklanarak insanları Allah yolundan saptırma imkânı buluyorlardı. İslâm konusunda fazla bilgisi olmayan insanlara karşı Müslüman gibi görünerek İslâm’la alâkalı yanlış beyanlarda, yanlış amellerde bulunarak onları Allah yolundan saptırıyorlardı. Bugün de görüyoruz işte “vallahi biz de Müslümanız, billahi biz de inanıyoruz” diyerek söyledikleri, yaptıkları “din”miş, “din”denmiş, “Müslüman da zaten öyle olurmuş” gibi yaklaşımlar sergileyerek insanları saptıran pek çoklarını görüyoruz. Kendi yeminlerini kalkan yaparak yeminlerinin arkasına saklanıyorlar da insanları, çevresindekileri, tanıdık, eş dost, hısım, akrabalarını veya talebelerini, arkadaşlarını, kadınlarını, çocuklarını Allah yolundan saptırıyorlar, Allah yolundan alıkoyuyorlar.
“İnsanlardan, inanmadıkları hâlde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenlerde vardır. Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır. Bunlara, ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde, ‘Biz ancak ıslah edicileriz!’ derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.” (Bakara, 2/8-12).
Bu ikiyüzlülerin, en iğrenç bozgunculuğu yaptıkları ve dünyayı kana buladıkları halde kendilerinin yapıcı ve “ıslah edici” olduklarını ileri sürenlerin sayısı her devirde çoktur. Bugün de küresel şeytanlar, Doğulu ve Batılı emperyalist korsanlar ve katliamcı demokratlar ile işgal, sömürü ve zulüm bölgelerindeki despot işbirlikçileri de insani erdemleri ve insanlık onurunu yok edip adaleti bombalayarak fesadı küreselleştirdikleri hâlde utanmadan “ıslah ediciler”, “insan hakları savunucuları” oldukları yalanını tekrarlıyorlar.
Beyaz Saray sözcüsü Sanders de, bir televizyon programında “Trump’ın başkan seçilmesini Tanrı’nın istediğini” iddia etmişti. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo da, Kudüs ziyareti sırasında Kudüs’teki Hıristiyan TV kuruluşu CBN’ye verdiği mülakatta, Başkan Donald Trump’ın “Tanrı tarafından İsrail’i İran’a karşı korumak için dünyaya gönderilmiş olabileceğini” söylüyor. (BBC Türkçe). ABD Başkanının “tanrı tarafından seçilip gönderilmiş” birisi olduğu sapkın inancının propaganda edilmesi, onun Venezuela, Kuzey Kore ya da İran liderlerini şeytan olarak tanımlamasını, ABD’nin emperyalist çıkarları için ve İsrail ya da Siyonizm uğruna onlarla mücadele etmesini yandaş kitleler nezdinde son derece meşru hale getirmektedir. Hâl böyle olunca ABD başkanlarının, tüm dünyayı şeytanlardan temizlemek ve Trump’ı seçen tanrının dünya düzeni arzusunu yerine getirmek de olmazsa olmaz bir şart haline gelmektedir. Nitekim eski başkan Bush’un sömürgeci emperyalist amaçlarla Afganistan ve Irak’a saldırmasını “Haçlı Seferi” olarak nitelemesi de, bugün Trump’ın aynı işgal ve katliamları Irak, Afganistan, Suriye, Libya ve Yemen’de sürdürürken “tanrı tarafından seçilmiş olduğu” yalanının arkasına saklanması da hep Hıristiyan kitleleri “Allah ile aldatmak” içindir.
Böylece, küresel terörist ABD’nin, Müslümanların coğrafyası başta olmak üzere bütün dünyada milyonlarca mazlum insanı ve Müslüman halkları “insan hakları ve demokrasi” adına katletmesi, “Allah ile aldatılmış” Hıristiyan kitleler nezdinde meşrulaştırılmak ve bu insanlık suçlarına onların destek vermeleri sağlanmak istenmektedir. Başta Papa’lık olmak üzere diğer Hıristiyan kuruluşları da, bu büyük Haçlı vahşetinin ya doğrudan ya da sessiz kalarak hep arkasında durmuşlardır. Tabii ki, sonuçta da Hıristiyan kitlelerin, “Allah ile aldatılarak” bu büyük insanlık suçlarını, işgal, işkence, tecavüz ve vahşi katliamları “insan haklarını götürme, demokratikleştirme ve uygarlaştırma” projesi adı altında meşru görüp desteklemesine katkı sunmuşlardır.
Müslümanlar arasında da vahyin ilk muhataplarından bu yana, iman etmedikleri halde “mü’min olduklarını” ve fesad çıkardıkları halde “ıslah ediciler olduklarını” iddia ederek mü’minleri kandıran zalimler çıkmıştır. İşte bu zalimler şeytanlarıyla ve münafık dostları ya da Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi İslam düşmanlarıyla bir araya geldiklerinde aslında kendileriyle birlikte olduklarını “mü’minleri aldatıp alay ettiklerini” açıklamaktadırlar.
“İman edenlerle karşılaştıkları zaman: “İman ettik” derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise, derler ki: “Şüphesiz, sizinle beraberiz. Biz (onlarla) yalnızca alay ediyoruz.” (Bakara, 2/14).
Günümüzde de kalben inanmadıkları halde dilleriyle ve tavırlarıyla Müslümanlık gösterisinde bulunan pek çok ikiyüzlü kişiler, büyük yığınları arkalarından sürüklemektedirler. İslâm konusunda bozuk düşünceler, yanlış kanaatler uyandırarak Allah’ın kullarını Allah yolundan saptırmaktadırlar. Bunların dertleri budur, gece-gündüz gazeteleriyle, dergileriyle, televizyonlarıyla insanları saptırmaktır. Allah’ın dosdoğru yolunun, sırât-ı müstakîminin üzerine oturur, Allah’ın dinini eğip büker ve insanlara eğri büğrü bir din sunarlar. Dinin temel kaynağı olan Kitaptan ve onun pratiği, en güzel örneği olan sünnetten tamamen uzak, kendi hevâ ve hevesleriyle oluşturdukları resmi bir din sunarlar ve Allah’ın diniyle ilgisi olmayan bu dini de insanlara Allah’ın dini diye sunarlar. Yani şeytanlık yaparlar. Rabbimiz Kur’an-ı Kerîm’de bu işin adına şeytanlık diyor.
“Allah onların hepsini tekrar dirilttiği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi O’na da yemin edecekler ve kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını, sanacaklardır. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar. “Şeytan onların başlarına dikilip Allah’ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın taraftarlarıdır. İyi bilin; şeytanın taraftarları elbette hüsrandadırlar.” (Mücadele 58/18, 19).
Şeytan bunların başlarına dikilip üzerlerinde egemenliğini kurmuştur. Şeytan bunların yularlarını eline almış ve istediği yere çekmiş, istediği şekilde onları yönlendirmiştir. Onlar Rablerini bırakıp şeytanı velî edinmişlerdir. Rablerinin gönderdiği dinle, kitapla, peygamberle ilgilenmeyip şeytanın peşine düşmüşlerdir. Allah’ın haram-helâl yasalarını bırakıp şeytan egemenliği altında kendilerince anayasa ve yasa yapmaya, hayat programı belirlemeye kalkışmışlardır. Kendi yaratılışları üzerinde bile yetkileri, egemenlik hakları olmadığı halde egemenlik iddiasında bulunmuşlardır. Elbette Allah’a iman etmeyen, Allah’ın dinine teslim olmayan, Allah’la, Allah’ın kitabı ve Rasûlü’yle beraber olmayan insanlar şeytanın kulu, kölesi olmak zorundadır. Kur’an’ın, vahyin alternatifi şeytan egemenliğine girmektir. Rahmân’ın vahyiyle beraber olmayan kişi, elbette şeytanın esiri olacaktır. Bu şeytan partisinden olanlar, Allah ve Rasûlü’yle hudut yarışında olan kimselerdir. Bunlar, Allah insanların hayatına nasıl ilkeler, yasalar, prensipler, hayat programları belirlemişse Allah’ın yasalarını beğenmeyerek ondan daha iyi yasa koyma iddiasında olan insanlardır. Allah ve Rasulü’nün karşısında olanlardır. Allah ve Rasûlü’yle çatışma içinde olanlardır. Buna rağmen, Hak ile bâtılı karıştırarak oluşturdukları statüko dininin Hak olduğunu ve yaptıklarının İslam’a da uygun olduğunu iddia edip insanları “Allah ile aldatarak” bâtıla tabi olmaya ikna ederler. O hâlde, gerek şeytanlar ve gerekse şeytan misyonu üstlenmiş kimseler tarafından aldatılmak istemiyorsak, dinimizi doğrudan Allah’ın Kitabından ve Rasûlü’nün sünnetinden öğrenmek zorundayız. Eğer dinimizi iyi bilir, kitabımızı ve onun pratiği olan Rasûlüllah’ın (s) sünnetini iyi bilirsek, o zaman bize din uydurmaya çalışan ve Allah adına yeminler ederek bize sağdan yaklaşmaya çalışanların sözlerini Kitaba ve sünnete arz ederiz doğruysa, uygunsa alırız, değilse reddeder ve dinimizi kurtarmış ve aldananlardan olmamış oluruz inşaAllah. (Ali Küçük-Besâiru’l Kur’an).
Rabbimiz de birçok ayetinde açıkça bizi uyararak, “muhakkak ki şeytan sizin düşmanınızdır. Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır. Ey kullarım, siz de düşmanınızı düşman bilin. Onun saptırmalarına, onun vesveselerine itibar etmeyin.” “Şeytana yanaşmayınız, onun telkinlerini iyiliğinize sanmayınız, onun izinden gitmeyiniz.” “O taraftarlarını cehennemliklerden olmaya sürükler.”buyurmaktadır. Kur’an insanın vicdanında böylesine tedbirli bir savunma bilinci oluşturmayı amaçlar. İnsandan her an şeytanın kışkırtmalarını, şeytanın ayartma girişimlerini savmaya hazır olmasını ister. Herhangi bir dış düşman karşısında, herhangi bir gizli komplo karşısında insan nasıl uyanık olmak gereğini duyuyorsa şeytanın saptırma girişimleri karşısında da her an eli tetikte olsun ister. Kötülüğe ve kötülüğün ön sebeplerine karşı, şeytanın içine fısıldadığı sürekli iğvalara karşı bu iğvaların dışa yansıyan dâvetiyelerine karşı insanın bilinçli olmasını bekler. Hiçbir an durmayan, dünya durdukça hızından hiçbir şey kaybetmeksizin devam edecek olan bu amansız savaşta gözünü dört açmanın gerekliliğini telkin eder. (Seyyid Kutup, Fi Zilâl’il Kur’an).
İnsanları “Allah’ın dini adına aldatıp” uydurdukları hurafeler gereğince, bazı şahsiyetlerin, önderlerin, üstadların ya da şeyhlerin, “kendilerine sığınıp yalvaran ve meyyit gibi teslim olanları ateşten, azaptan kurtaracak güçte olduklarını” telkin eden aldatıcılara karşı Rabbimiz uyarmaktadır. Rabbimiz, insanların bu aldatıcılara şöyle demelerini emretmektedir: “De ki: ‘Allah’ı bırakıp da bize faydası olmayan, zararı da dokunmayan şeylere mi (dua edelim-yalvaralım) tapalım? Allah, bizi hidayete kavuşturduktan sonra gerisingeri (şirke) mi döndürülelim? Arkadaşları ‘bize gel!’ diye doğru yola çağırdıkları hâlde, yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşıp şeytanların ayarttığı kimse gibi mi (olalım)?’ De ki: ‘Hiç şüphesiz asıl doğru yol Allah’ın yoludur. Bize âlemlerin Rabbine boyun eğmek emrolundu.” (En’am, 6/71).
Bu âyetten anlamamız gereken şudur: “Allah’ı bırakıp da bize ne fayda ne zarar vermeye güç yetiremeyen acizlere mi dua edelim? Dua, dua edileni en büyük tanımak, onu büyüklük mevkiine oturtmak, O’nun bizim hayatımızda gücünü, kuvvetini, etkinliğini kabul etmek demektir. Biz daraldığımız bunaldığımız bir anda birisine dua ediyor ve ondan bir şeyler bekliyorsak, onu imdadımıza çağırıyorsak onu bu işe muktedir kabul ediyoruz demektir. O’nun bu sebepler âleminde müessir olduğunu kabul ediyoruz demektir. Biz mü’minler kâinatta her çağıranın çağrısına icabet edecek, her dua edenin imdadına yetişebilecek bir tek varlık biliyoruz O da Allah’tır. Her dua edeni duyan, her duyduğuna icabet edip imdadına yetişen Rabbimiz dururken, O’nu bırakıp da yeryüzünde çağıranın çağırmasını duymayan, duyamayan, duysa bile onun imdadına yetişme gücüne sahip olmayan, ne bize, ne de kendilerine hiçbir menfaat ve zarar sağlama imkânına sahip olmayan bizim gibi aciz varlıklara mı dua edelim? Daraldığımız zaman, bunaldığımız zaman, aman yetişin ey efendim! ‘Yetiş ey filan ey falan!’ diye bizim gibi aciz varlıkları mı imdadımıza çağıralım? Ki bu varlıklar kendilerine dua edip yardıma çağırdığımız zaman bize hiçbir fayda sağlama imkânına sahip olmadıkları gibi, kendilerini terk ettiğimiz, kendilerini reddettiğimiz zaman da bize hiç bir zarar vermeyeceklerdir. Şimdi biz bu tür acizlere dua ederek böylece Allah bizi hidâyete ulaştırdıktan sonra topuklarımızın üzerinde gerisin geriye şirke mi dönelim? Allah bize doğru yolu gösterdikten sonra Allah’tan başkalarını imdadımıza çağırarak müşriklerden mi olalım? İslâm’a dâvet eden pek çok uyarıcı varken, tevhidi anlatan bu kadar âyet varken, Hakk’ı bize ulaştıran Rasûlün şahidliği, örnekliği varken, Kur’an ve sünnete bakmayarak yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşan, şeytanların şaşırtıp yoldan çıkardığı kimse gibi mi olalım?” (Ali Küçük, Besairu’l Kur’an).
Bugün “filanca şeyhe bağlanın kurtulun” denildiği ve vahyin inzal olduğu dönemde de kitap ehlinin yaptığı gibi her çağda bir başka anlayışla bu tür şaşkın insanları kendi yollarına çağıran pek çok çağırıcı olmuştur ve olacaktır. İşte Kur’an buna dikkat çekiyor: “Yahudi ve hıristiyanlar diyorlar ki yahudi ve hıristiyan olunuz kurtulursunuz.” (Bakara 135).
Günümüzde insanları kendi yollarına ehl-i kitap çağırıyor, her türlü basın-yayın çağırıyor, şeytanlar ve şeytanların uşakları olan herkes ve her şey, insanları Allah yolundan başka yollara çağırıyor. Şeytan ve dostları, sürekli biçimde ve çeşitli vasıtaları kullanarak insanları kendi yollarına çağırıyorlar. Kendi anlayışlarına, kendi hayat tarzlarına, kendi kılık kıyafet biçimlerine, kendi ekonomik anlayışlarına, kendi siyasal görüş ve modellerine, kendi hukuk sistemlerine, kendi eğitimlerine, hâsılı herkes insanları kendi dinine kulluğa çağırıyor. Üstelik tüm bu çağırılar, çoğu kez Allah’ın dini adına ve suret-i haktan görünerek gerçekleştiriliyor. Ama bilelim ki bu çağrıcıların çağrısı ancak şaşkın şaşkın yeryüzünde dolaşan insanlar üzerinde etkili olacaktır. Bilelim ki, bu çağırıcılar ancak Allah’tan ve hayatı düzenlemek üzere gönderdiği Kitabından ve O’nun elçisinin şahidliğinden ve sünnetinden habersiz yaşayan, henüz yolunu bulamamış kimseler üzerinde etkili olacaklardır. Değilse yolunu bulmuş, dinini tanımış, kitabıyla tanışmış, peygamberiyle buluşmuş insanlar üzerinde kesinlikle etkili olamayacaklardır. Bütün bu, Haktan başka, İslâm’dan başka yollara çağıran çağrıcılara karşı Rabbimiz şöyle denmesini istiyor: “De ki: Hidâyet Allah’ın hidâyetidir. Yol Allah’ın yoludur. Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk.” Evet, bizler âlemlerin Rabbine teslim olmakla, Müslüman olmakla emrolunduk. O âlemlerin içinde çok küçük bir dünyada ve o küçük dünyanın çok küçük bir şehrinde ve o şehrin de çok küçük bir odasının içinde kendisinin ilâh olduğunu, rab olduğunu ve insanlar üzerine kanun koyma ve egemenlik haklarına sahip olduğunu iddia eden ölümlü ve aciz bir varlığa teslim olup ona dua etmekle değil, âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk biz. İrademizi böyle bir varlığa teslim etmekle emrolunduk. Müslümanın anlamı da budur zaten. Müslüman iradesini Allah’a teslim eden, Onun seçimini kendisi için seçim kabul eden, oylamasını Allah’tan yana, Allah’ın kanunlarından yana, Allah’ın isteklerinden yana kullanan kişidir. Hayatını Allah adına yaşamaya karar verip Allah’ın kendisi için tespit ettiği hayat programından razı olan kişiye Müslüman denir. Bu öyle bir teslimiyet ki hayatın her alanını içine alan bir teslimiyettir.
Bu teslimiyet, Kur’an’da bize güzel örnek olarak sunulan İbrahim (as) misali bir teslimiyettir. Bakara sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur: “Hani ona Rabbi (benim emrime) ‘teslim ol’ buyurmuş; o da ‘âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.” (Bakara, 2/131). Rabbi İbrahim (as)’a dedi ki Ey İbrahim teslim ol! Müslüman ol! İbrahim (a.s) dedi ki: “Ben Müslüman oldum. Ben âlemlerin Rabbine teslim oldum”. Müslüman olmayan, Allah’a teslim olmayan kişi mutlaka bir başkasına teslim olmuş demektir. Ama nefsine, ama şeytana, ama topluma, ama tâğutlara, ama âdetlere, törelere, ama modaya, ama ağasına patronuna bir şeylere kulluk yapacaktır. Rabbine teslim olmaktan kaçanlar Rabbin kullarına, Rabbin yaratıklarına teslim olmak zorundadırlar. (Ali Küçük, Besairu’l Kur’an).
Rabbimiz kendilerine ilim nasip ettiği hâlde bu ilmin ilke ve ölçüleriyle iman ve amel edip Allah’a teslim olacak yerde bu ilmi kötü amaçla kullanan, insanları Allah ile aldatıp tağutlara destekçi kılmak için çarpıtan “hoca, alim, şeyh” vb. kimseler hakkında şu bilgileri vermektedir: “Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp uzaklaşmış, şeytan onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan olmuştu.” “Dileseydik o âyetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.” (Â’raf, 7/175, 176).
Bu âyetlerde, Allah’ın kendisine ayetlerini verdiği, ancak Allah’ın katında makamını yüceltmek için bunun hakkını yerine getirmeyen bir şahsın haberi aktarılmaktadır. O kişi, çöküşü kabullenip heva ve hevesine tâbi oldu, dünya hayatına ve şehvetine daldı. Solumaktan bıkmayan köpek gibi yemeğinin ve içeceğinin arkasında yeryüzünde koşmaya başladı. Ayetler bundan sonra, bu örneğin, Allah’ın ayetlerini yalanlayarak kendilerine zulmeden kimselerin örneği gibi olduğuna dikkat çekmiştir.
Örnek verilen kişi, Allah’ın vahyi hakkında malumatı vardı ve Hakikati de bizzat tanıyordu. Bundan dolayı, haklı olarak sahip olduğu bilginin onu, bâtıl olduğunu bildiği yoldan koruması ve doğru olduğunu bildiği yola sevk etmesi beklenmişti. Ama o bilgisinin isteklerine uygun gözetmesi gereken bütün sınırları aştı. Hemen yanı başında hazır beklemekte olan Şeytan da, ahlakî zaafları nedeniyle kasten ve bilerek Hakk’tan yüz çevirdiğini görünce, derhal onu kendi azdırma ve saptırması altında tümüyle iradesini ve aklını yitirmiş insanların arkadaşlığına katılıncaya, onu bu dereceye düşürünceye kadar kovalar. Allah böyle bir kimseyi, hırs ve şehvette tıpkı bir köpeğe benzetmiştir. Tıpkı bir köpek gibi o da sadece midesini dolduracak ve şehvetini tatmin edecek yolların peşine düşecektir. (Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an). Sahibi olduğu Allah’ın dini hakkındaki bilgiyi de, işte bu heva ve arzularına ulaşmak için ve bu dünyevi amacı istikametinde kullanıp insanları kandırarak onları egemen zalimlere destekçi hâle dönüştürmeye çalışacaktır.
Görüldüğü üzere, Yüce Allah bir insana ayetlerini veriyor, üstün nimetleriyle onu donatıyor, ilminden ona bir pay veriyor. Doğru yolu seçmesi, kendisi ile bağ kurması ve yükselmesi için gereken en güzel fırsatı sağlıyor. Fakat o, bunların hepsine rağmen, Allah’ın ayetlerinden sıyrılıyor, arzu ve isteklere uymak için doğru yoldan sapıyor. Ve artık şeytanın bir oyuncağı durumuna düşüyor. Şeytana bağlanıyor. Şeytan ona egemen oluyor. Evet maalesef, Allah’ın dininin bilgisi kendilerine bağışlandığı halde bu bilgiler doğrultusunda hareket etmeyenler ne de çoktur! Onlar bu dini bilgiyi, hükümlerin yerini değiştirmek ve onunla arzu ve isteklerine uymayı sağlamak için araçsallaştırıyorlar. Onlar bu bilgilerini kendi heva ve hevesleri ve dünya hayatının nimetlerine sahip olduklarını zannettikleri efendilerinin arzu ve istekleri doğrultusunda kullanıyorlar.
Nice din bilgini tanıyoruz ki, Allah’ın dinini gerçek anlamda öğrendiği halde ondan sapar. Onu olduğundan başka türlü açıklar. Bu bilgisini bilinçli tahrifler, yeryüzünün geçici hükümdarlarının keyfine göre fetvalar için kullanır! Bu tahrifler ve fetvalarla Allah’ın hâkimiyetini ve O’nun yeryüzündeki bütün mukaddeslerini çiğneyenlerin saltanatını sağlama almaya çalışır! Biz bu bilginler içinden; yasama Allah’ın haklarından biridir, bu hakka kendisinin sahip olduğunu iddia edenlerin ilâhlık iddiasında bulunmuş olacaklarını, ilâhlık iddiasında bulunanların ise kâfir olduklarını, ayrıca o kişilere bu hakkı (bilinçli olarak) verenlerin ve onların peşinden (benimseyerek) gidenlerin de kâfir sayılacaklarını bilen ve söyleyen kimseler gördük. Bununla beraber bu gerçeği bilmelerine ve dinde bu gerçeği bir zaruret olarak öğrenmelerine rağmen bu din bilginleri, yasama hakkını kendinde gören ve bu hakkı iddia etmekle ilâhlık iddiasında bulunan zalim idarecilere dua edip destek verirler. Bizzat kendilerinin küfürlerine hüküm verdikleri bu insanlara dua ederler ve onlara “müslüman” adını yakıştırırlar!.. Hatta onların bu yaptıklarını, en ideal İslâm olarak gösteriyorlar. Bunların öylelerine rastladık ki, insanlar arasında fuhşun ve ahlâksızlığın yayılmasına ön ayak oldukları gibi, bu çirkefin üzerine din örtüsünü, dinî ünvanları ve alâmetleri çekmeye çalışırlar. Eğer Allah dileseydi, kendisine verdiği ayetlerin bilgisiyle onu yükseltirdi. Ne var ki, yüce Allah bunu istememiştir. Çünkü ayetleri bilen bu adam, dünya hayatının rahatını tercih etmiş, ayetlere değil de arzu ve isteklerine uymuştur.” Bu, Allah’ın kendi bilgisinden bir miktarını verdiği halde, bu bilgiden yararlanmayan, iman yolu üzerinde doğru bir istikamete yönelmeyen, horlanmış bir biçimde şeytanın peşine düşmek ve sonuçta şekil değiştirerek hayvanların mertebesine inmek için Allah’ın nimetinden sıyrılan herkesi kapsamına alan bir örnektir! Allah’ın ayetlerinden sıyrılmayan, dünya hayatının rahatına dalmayan, arzu ve isteklerin peşinde sürüklenmeyen, şeytanın boyunduruğuna razı olmayan, egemenliği ellerinde bulunduranların sahip oldukları dünya malının peşinden habire solumayan, Allah’ın kendilerini koruduğu çok az bir kesim hariç! (Seyyid Kutup, Fi Zilâl’il Kur’an).
Günümüzde bu tip âlimlerden öylelerini gördük ki, Allah korusun kendi kendilerine zulmetmek için büyük bir ihtirasla ortaya atılıyorlar veya cehennem çukurundaki yerlerini kendileriyle beraber yarış halindekilerden birinin almasından korkan adamın hali gibi, bu işe dört elle sarılıyorlar! Bu örnek sahibini şehevi arzu ve isteklerin ağırlığından korumayan, dünya hayatının ağırlığından ve cazibesinden onu kurtarmayan, heva ve hevesine uymaktan şeytana bağlanmaktan, onun yolunu izlemekten, bu heva-heves yolları ile onun peşinde sürüklenmekten alıkoymayan bilginin örneğidir. İşte ilim insanı korumadığından dolayı, Kur’an’ın yolu, müslüman nefisleri ve İslâmi hayatı oluşturmak için kendisine has bir metod izler. Bu metod, ilmi sırf bilmek şeklinde ele almaz. Kur’an’ın hayat sistemi akideyi, ilmi araştırmalar şeklinde hazırlanmış bir “teori” olarak ele almaz. Çünkü ilmi bir teori olarak ele alan bir inanç sistemi sırf bilgiden ibarettir. Vicdan dünyasında ve hayat alanında etkili olamaz. Bu kuru bir ilimdir. Sahibini keyfi arzularının peşine düşmekten korumaz, şehevi arzuların baskısından hiçbir şeyi hafifletmez. Şeytanı da kovmaz. Aksine onun yolunu açar ve insanı ona köle haline getirir! Kur’an’ın hayat sistemi dini, itici, harekete geçirici, diriltici, yükseltici bir inanç sistemi şeklinde sunuyor. Kalbe ve akla yerleştikten sonra pratik uygulamasını gerçekleştirmek için harekete iten bir güç kaynağı olarak görür akideyi. İşte Kur’an’ın hayat yolu, müslüman nefisleri ve İslami hayatı bu metod ile şekillendiriyor. Sırf etüd etme amacına yönelik teorik araştırmalara gelince bu ilim, sahibini yeryüzünün ağırlıklarından arzu ve isteklerin itici gücünden ve şeytanın aldatmasından koruyamaz. (Seyyid Kutup, Fi Zilâl’il Kur’an).
Her Dönemin Statükocuları, Çıkarlarını ve İktidarlarını Korumak İçin, Muharref “Statüko Dini”ni Kullanarak Kitleleri “Allah İle Aldatırlar”
Rasûlüllah (s) Hz. İbrahim’in (as) de davetçisi olduğu tevhidî mesajı Mekke cahiliye toplumuna tebliğ etmeye başladığında, Mekke müşrikleri ve egemen şirk sistemi, İbrahim’e (as) iftirayla nispet ettikleri “Atalar Dini” olan şirk dinine sahip çıkarak Hz. Muhammed’e (s) ve ilk Kur’ân nesline saldırıya geçmişlerdi. Ona ve arkadaşlarına her türlü zulmü, hakareti, işkenceyi, ekonomik ve sosyal boykotu ve yurdundan sürüp çıkarmayı reva görmüşlerdi. Üstelik İbrahim’in (as) dini olan İslam’a ve tevhid dinine davet eden son nebiye, “sen atamız İbrahim’in dininden saptın” diyecek kadar da kendilerinin Hak dinin müntesipleri olduklarını iddia ediyorlardı. Hz. Peygamber’in (s) getirdiği vahyin mesajını, tevhidî daveti ise sapma olarak niteliyorlar ve yayılmasını engellemeye çalışıyorlardı. Niye? Çünkü Allah’a ve İbrahim’e (as) nispet ederek, Hak dinden içeriğini bozarak aldıkları “Kabe’de tavaf, Hac”, “namaz”, “kurban” vb. ibadetleri de karıştırarak ürettikleri Hak-bâtıl karışımı cahiliye dininin kitleleri aldatması üzerine kurdukları “statüko” kendilerine iktidar, güç ve rant sağlıyordu. Bu sebeple de, iktidar ve rant avantajlarını korumanın yolunun statükoyu korumaktan, statükoyu korumanın yolunun da bu “atalar dini”algısını korumaktan ve Allah’ın dini, İbrahim’in dini olduğunu iddia ve iftira ettikleri bu dinle halkı, mustaz’af kitleleri uyutup aldatmaktan geçtiğini görüyorlardı. İşte bu amaçla, tevhidî mesajın, Hak dinin insanlara ulaşmasını engellemeye çalışıyorlardı. İşte bu amaçla, Peygamber (s) ve onun davetine icabet eden mü’minleri, tehdit edip baskı altına alıyor, takip ediyor, zulmediyor, işkencelerle sarsıyor, şehid ediyor, ekonomik ve sosyal boykotlarla kuşatıp yurtlarını terke (hicrete) zorluyorlardı.
İşte bugün de, tevhid dininin akîdevi ilkelerini terk ederek, önce geleneksel bid’at, hurafe ve İsrailiyat nevinden birçok uyduruk rivayeti, menkıbeyi, sonraki dönemlerde de laiklik, demokrasi, liberalizm gibi seküler paradigmanın ürettiği modern cahiliye kültürüne ait ürünleri, hak dinin bazı şeklî bireysel ibadetleriyle karıştırarak oluşturdukları Hak ile bâtıl karışımı din anlayışını temsil edenler, kitleleri Hak din olduğunu iddia ettikleri bu dinle aldatıp iktidarlarını sürdürmek istiyorlar. Bu sebeple de, engel olarak gördükleri Hak dini, tevhidî mesajı, Kur’âni ölçülerle ve Rasulün örnekliğinde ortaya konduğu gibi net olarak insanlara ulaştırmak isteyenleri düşman olarak görüp saldırıyor, önlerini kesmeye çalışıyorlar.
Bunlar, İslam’ı ve Müslümanları “Protestanlaştırmaya” dair projeler içinde rol üstleniyor ve insanları kapitalizmle, laiklikle uzlaştırılmış, bireysel ibadetlere indirgenerek, siyasal, hukuki, ekonomik iddialarından uzaklaştırılmış, emperyalistlerce de “Ilımlı İslam” adı verilen bir dine çağırıyorlar. Çünkü bugün sahip oldukları güç, rant, itibar ve iktidar, insanları bu Hak-bâtıl karışımı din anlayışıyla kandırıp sömürmelerinin sonucudur. O halde bu imkânlarını korumak ve devamlılığını sağlamak da, ancak bu din algısına iman edenlerin bu yanlış inançlarının sürmesiyle mümkündür. Bu sebeple de, tevhidî mesajı Peygamber’den devraldıkları gibi arı, duru içerik ve netlikle insanlara ulaştırmak isteyenleri, (tıpkı Mekke statükosundan beslenenlerin Hz. İbrahim’e (as) nispet ettikleri atalar dini adına Hz. Muhammed’i düşmanca hedef aldıkları gibi) bugünkü statükonun şirk dini adına düşmanlaştırıp hedef alıyorlar. Mekke müşrikleri ve egemen şirk sistemi, nasıl Rasûlüllah’ın (s) tevhidî davetini, vahiyle toplumu arındırıp yeniden inşa etmesini engellemeye çalışmışlar ise, bugün de “imanına zulüm/şirk bulaştırmak” (En’am 82) suretiyle, “Ey iman edenler iman edin” (Nisa 136) ayetinin uyarısına muhatap hale gelmiş olup günümüz statükosunu temsil edenler de, günümüzün tevhidî davetçilerini engellemeye çalışacaklardır. Ve bu insanlık tarihi boyunca hep böyle olmuştur.
Aslında Muaviye’nin Hz. Ali’nin ordusunda yer alan Müslümanları “Allah ile aldatmak” üzere kendi ordusuna “mızrakların ucuna Kur’an sayfalarını taktırarak” Kur’an’ı siyasi amacı uğruna araçsallaştırdığı günden bu yana tabiri caizse Kur’an sayfaları mızrakların ucundan hiç inmedi. Emevi’lerden başlayarak tüm saltanat sürecinde ve TC döneminin tüm iktidarlarındaİslam’ın, İslamî kavramların ve Kur’an’ın araçsallaştırılması ve istismarı hep devam etti. İslam’a karşıtlığı çok açık olan ve fikir babası “Oqüst Comte” olan pozitivist Mustafa Kemal ve Kemalistlerden AKP ve Erdoğan’a kadar bu istismar süregelmiştir. Hatta son seçimlerde camide Yasin Suresini teleffuz edip (okuma demiyorum çünkü kıraat anlamayı da içerir) videosunu yayınlayan CHP adayları ve liderleri bile aynı istismara sıkça başvurur olmuşlardır. Çünkü kitleleri ikna etme ve kandırmada en etkili yöntemin bu olduğunu onlar da bilmektedirler.
Kuruluşundan itibaren esas aldığı ilkeleriyle Allah’a ve Rasulüne başkaldırıyı temsil eden, laikliği ülkeye zorbalıkla egemen kılan ve bu uğurda istiklal mahkemelerinin ideolojik kararlarıyla İslam âlimlerine yönelik pek çok cinayete imza atan ve bugün hâlâ aynı İslam karşıtlığı konumunu ısrarla sürdüren CHP’nin lideri de bu konuda din istismarı yapmaktan çekinmiyor. Üstelik günümüzde de İslam şeriatının amansız düşmanı darbeci çetelerin hamisi kesilen, İslam düşmanı HDP’ye arka çıkan, İslam’a karşı Esed’le işbirliğine kalkışan ve laik-Kemalist şirk sisteminin en baş temsilcisi olan CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Diyanetin bir “Kutlu Doğum” toplantısında yaptığı konuşmasında şunları söyleyebilmiştir: “Ademoğlu’nun en hası, insanların en üstünü ve en mükemmeli olan Hazreti Muhammed’in kutlu doğumunun 1442’nci yılını idrak ediyoruz, alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’e ehl-i beytine, ashabına ve tüm Müslümanlara selam olsun. Hz. Muhammed haksızlık karşısında susmayı dilsiz şeytanlık olarak görmüş ve açıklamıştır. Adaleti hep yüceltmiştir. Adaletli bir toplumun yaşayabileceğini görmüştür, adaletli bir toplumda insan onurunun korunabileceğine inanmıştır.” “Hz. Muhammed tevhid dininin peygamberi olarak şirkin açığına da gizlisine de geçit vermedi.” (http://www.radikal.com.tr/politika/kilicdaroglu-peygamberimiz…). Bütün bunlar, açık biçimde toplumu “Allah ve Peygamberin adını kullanarak aldatmak”tan ve inanmadıkları bir dini, siyasal amaçları uğruna istismar etmekten başka bir anlama gelebilir mi?
Açık biçimde İslam düşmanı olan PKK bile “Kürdistan Dindarlar Birliği” adı altında Diyanete karşılık gelen bir kuruluş oluşturup Diyanetten bağımsız “alternatif Cuma namazı” denemeleriyle ve yandaş din adamlarını laik bâtıl ideolojisi için kullanmak suretiyle bu istismarı en ileri derecede gerçekleştirmekten utanmamaktadır. Görüldüğü üzere, Batıcı seküler ve pozitivist ideolojilerine rağmen, iman etmedikleri bir dini sırf halkı “Allah ile aldatmak” amacıyla istismar etmek için Türk ve Kürt Kemalistleri âdeta birbirleriyle yarışmaktadırlar.
Bilindiği üzere Hz. İsa’dan (as) sonra Pavlus adı altında bir din adamı çıkmış, suret-i haktan görünüp, İsa’nın (as) yolunda olduğu ve onun öğretisini yaymaya çalıştığı görüntüsü altında insanları saptırmış ve İsa’nın (as) getirdiği vahye aykırı birçok bid’at ve hurafeler üretmiştir. İsa’nın (as) getirdiği tevhid dininin tevhidî boyutunu ve dünya hayatını düzenleyen şeriatını yok etmiştir. Sonuçta da, “teslis inancı”nı icad edip o günün küresel gücü olan Roma’ın paganizmine uyumlu ve Roma statükosunun sistemini ayağa kaldıracak bir payanda olarak kullanabileceği bir din oluşturmuştur. “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya Sezar’ın hakkı Sezar’a” içerikli bugünkü laiklikle örtüşen bir prensibi Hıristiyanlığın temel ilkesi haline getirmek suretiyle dünyayı “Sezar”lara bırakıp uhrevi boyuta çekilmiş Hıristiyanlığı üretmiştir. Kitabî olmayan, sünnete aykırı ve hurafeci “geleneksel İslam” anlayışını üretmek üzere de yüzyıllar boyunca Pavlus’un Müslümanlar içindeki karşılığı olmak üzere, faydasız ilim ve saptırıcı bilgi sahibi çok sayıda insan çıkmıştır. Geleneksel cahiliye kültürünü İslam diye anlatan tarikatlar, yüzyıllardır ve bugün statüko dinlerinin en büyük yardımcıları ve destekçileri olmuşlardır. “Allah ile aldatıp” akletme kabiliyetlerini dumura uğratarak meyyit gibi teslim aldıkları kitleleri statükoların, iktidarların payandası hâline dönüştürmüşlerdir.
Günümüzde de bu konumda birçok kimse bulunmakta, birçok tarikat şeyhi yanında Pavlus’un günümüz temsilcisi olarak en belirgin biçimde Fetullah Gülen dikkat çekmektedir. Fetullah Gülen de, Papa’lığın güdümünde dünya çapında yaygınlaştırdığı “Dinler Arası Diyalog” ve “Abant Toplantıları” ile böyle muharref bir “Ilımlı İslam” üretmeye çalışmıştır. Gülen, daha başından beri küresel ve yerel İslam düşmanlarının işbirlikçisi olarak hareket eden, ama Allah’ın özel olarak seçip görevlendirdiği bir “Mesih” ve “kâinat imamı” kisvesi altında ya da sürekli Rasûlüllah ile görüştüğünü iddia (iftira) eden bir “hoca efendi” görünümüyle, kendisini İslam’a nispet edenlere sağdan yaklaşmıştır. Allah’ın dini adına ve Rasûlün direktifi ile hareket ettiği görüntüsü altındaki Gülen, bu suret-i haktan görüntüsü ve duygu sömürüsüyle dünya çapında yüz binlerce insanı “Allah’ın adıyla ve O’nun dini adına aldatmış”tır. Dünya çapındaki bütün toplantılarının ana hedefi, küresel güçlerin, Batılı emperyalist devletlerin isteğine ve ABD-AB-İsrail üçlü çetesinin dünya hegemonyasına, Evanjelik Hıristiyan Siyonistlere ve onların seküler kültür ve kapitalist sistemlerine uyumlu bir “Protestan/Ilımlı İslam” üretmek olmuştur. Haçlılar ve Siyonistlerle bütünleşmiş ve onları sürekli olarak kollayan ve hatta öven açıklamalarıyla dikkat çekmiştir. Bu küresel İslam düşmanlarının desteğiyle teşebbüs ettiği 15 Temmuz darbe girişiminden yaklaşık bir ay sonra Pensilvanya’da yaptığı bir sohbetinde şu sözleri bile sarf edebilmiştir: “Haçlının ülkenizi işgal etmesi, çok tehlikeli değildir; çünkü sizin ve onların arasında kırmızıçizgiler vardır. Bir kere onlar, sizin kadınlarınıza kızlarınıza ilişmezler, mâbedinize ilişmezler; ilişmemiş Haçlılar.”(https://www.yeniakit.com.tr/haber/gulen-haclilarin-ulkenizi-isgal-etmesi-kotu-bir-sey-degildir-204887.html).
Fetullah Gülen ve çetesi, başta ABD ile İsrail’in ve onların istihbarat teşkilatlarının ve Papalığın güdümünde daha çok sivil alanda yürüttüğü çalışmalarla “Allah’ın dini adına” ikna edip, ürettiği Hak ile bâtıl karışımı ve laiklikle, demokrasiyle, kapitalizmle uzlaşmış bir “Ilımlı İslam” istikametinde Müslüman toplumları dönüştürmeye çalışmıştır. Bir süre siyasi yönetim AKP’de, bürokratik yönetim de Gülen kadrolarında olmak üzere Türkiye’yi bir nevi birlikte yönetmiş olan bu güçler ülkeyi ve bölgeyi Batının istediği istikamette dönüştürme projelerine birlikte katkı sunmuşlardır. Bu bağlamda 15 Temmuz’a kadar birlikte sonrasında da tek başına olmak üzere son 16 yılda da AKP aynı istikamette çabalar içinde olmuş, bölgeyi laik-demokratik istikamette dönüştürme ve yeniden dizayn etme projesi olan BOP’ta Erdoğan eş-başkanlık görevini üstlenmiştir. Aynı şekilde daha çok sivil alanda yürüyen “Dinler Arası Diyalog” çalışmalarına paralel bir şekilde “Medeniyetler Arası Uzlaşma” adı altında bir başka çalışma da aynı hedefe yönelik olarak siyasal planda sürdürülüyordu ve bunun eş-başkanı da yine Tayyip Erdoğan’dı. Aslında ülke ve bölge Müslümanlarının İslam anlayışlarını laiklik, kapitalizm ve demokrasiyle uzlaştırıp tahrif etmeye, Müslümanları laik, seküler Batı kültürü istikametinde dönüştürmeye yönelik hedefleri bakımından AKP ve Gülen örtüşmekteydiler. Ayrıldıkları nokta ise, Gülen gücünü emperyalist odaklardan alıp doğrudan onlar adına hareket ederken, AKP ve Erdoğan gücünü halkın desteğinden almakta ve gerçekten de değişim geçirip laikliğin İslam ile bağdaştığına inanarak bu dönüşümün öncülüğünü yapmaktadır. İktidarını sürdürmek için işbirliği yaptığı derin güçlerle uzlaşmak bakımından da laiklikle ve kemalizmle uzlaşmış ortak bir “statüko dini” oluşturmak yoluna gidildiği görülmekte ve üstelik bu dinin İslam olduğu, İslam’a uygun olduğu da iddia edilmek suretiyle toplum da “Allah ile aldatılıp” dönüştürülmekte ve laikleştirilmektedir.
Bugün gelinen noktada ise, Tevhid dinine karşı, “laiklik, Kemalizm, demokrasi, kapitalizm, Türk milliyetçiliği, tasavvufun hurafeleri, Osmanlı saltanat kültürü vb.” karışımından oluşan “statüko dini”nin temsilcisi ve şirk hükümleriyle hükmeden bir siyasi otorite, üstelik “laiklikle İslam bağdaşır, din bireyseldir, ekonominin/paranın dini imanı olmaz gibi” iddia ve iftiralarla İslam’ı tahrif etme çabası da gösterdiği hâlde “kendi çizgisini İslam, Hak ve sırât-ı müstakîm” olarak sunup Hak dini istismar ederek insanları kendisine destek olmaya çağırıyorsa, bu söylem ve eylem de insanları “Allah ile aldatmak” suretiyle şeytanın bâtıl-laik yoluna çağırmak demektir. Laiklikle hükmeden ve üstelik sürekli ve ısrarla İslam’ın da laiklikle bağdaştığı iddia ve iftirasında bulunan bir siyasi yönetici, aynı zamanda sürekli kendisinin verdiği mücadeleyi Hak ile bâtılın mücadelesi olarak sunup kendisinin de Hak ve ısrat-ı müstakim üzere olduğunu, kendilerinden ayrılanların ise sırat-ı müstakimden saptıklarını söylemesi ve laik politikalarını sürdürürken sürekli ayetler okuması, tam anlamıyla bir din istismarı ve insanları “Allah ile aldatmak” değilse nedir? Laik şirk sisteminin laiklikle hükmeden İçişleri Bakanı ise şu cümleyi kuruyor, 15 Mart 2019 tarihli bir açıklamasında “Bu toprakların en büyük şifresi tevhittir. Bu toprakların en büyük şifresi birliktir, inançtır. Dinimizin, geleneğimizin, göreneğimizin, adetlerimizin en büyük şifresi tevhittir.”
AKP milletvekili Yeni Şafak yazarı Aydın Ünal, içerden muhalefet çizgisini temsil etse de o bile, laik olan ve üstelik laik olmakla kalmayıp İslam’ı da laiklikle uzlaştırma çabası gösteren bir partinin davasının “tevhid davası” olduğunu söyleyebiliyor; “Bizim davamız insanlık davasıdır. Bizim davamız insanca yaşama davasıdır. Davamız adalet davasıdır… Davamız haram olanla mücadele davasıdır. Davamız tevhid davasıdır. Allah, Recep Tayyip Erdoğan’dan razı olsun… Davanın yükünü siyasetle omuzlayıp, kararlılıkla iktidara taşıyıp, cesaretle koruyan da Erdoğan oldu. Siyaseti davanın hizmetine sundu, yeni imkânlar açtı. Büyük Türkiye mücadelesini kendi milletiyle birlikte ümmet için, yani dava için verdi. Aşkı da, sevdası da, kavgası da hep dava için oldu…” (Yeni Şafak, 19 Temmuz 2018). Görüldüğü üzere laik bir partinin laik bir parlamentonun milletvekili ve laiklikle hükmeden Kemalist bir hükümetin bakanı davalarının ya da laiklikle yönettikleri ülkenin temelinin “tevhid” olduğunu söyleyebiliyorlar. Şüphesiz ki bu tutum, şirk sisteminde şirkle hükmedenlerin, tıpkı laiklik ve kemalizm uğruna ölenler için “şehidlik” kavramını istismar ettikleri gibi, Allah’ın tevhid dininin kavramlarını, insanları “Allah ile aldatma” amacıyla istismar etmelerinden başka bir şeyle izah edilebilir mi?
Böyle bir laik siyasi otoritenin eski bir bakanı olan Nihat Zeybekçi, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hayranıyım.” demekle yetinmeyip onu sadece Türkiye’nin değil “Kültür coğrafyası dediğimiz coğrafyaların da kahramanıyapalım” diyebilmiştir. Ayrıca “Denizli’deki içkili restoranların otellerin hepsinin altında zamanında hiç çekinmeden imzası olan kişiyim” diye övünebilen, seçim kampanyasını ise şarap eksenli yürüten AKP İzmir Belediye Başkanı adayı Zeybekçi, “hükümet olarak şarap ihracatını desteklediklerini, kendisinin de İzmir’de şarabın markalaşması yönünde çaba harcayacağını” vaat etmektedir. AKP hükümetinin bir bakanı ve İzmir başkan adayı bunları söylerken bir diğer bakanı da Sivas’ta; “İnanıyorum ki, Hilmi Bey’e (kendi partilerinin belediye başkan adayına) vereceğiniz destek yarın rûz-i mahşerde yine sizin berat belgelerinizden biri olacaktır” demesi de, AKP Şanlıurfa Milletvekilinin; “Erdoğan’ı desteklemenin imanın gereği” olduğunu söylemesi ve “Yarın mahşerde Allah’ın karşısına çıktığınız zaman, Allah o emaneti bize verdiğinizden dolayı size inşallah hiçbir hesap sormayacak” demesi de dini istismar edip insanları “Allah’ın adıyla aldatarak” kendi bâtıl-laik siyasetlerini desteklemeye çağırmaktan başka bir şey değildir.
15 Mart 2019 günü gazetelerde yer alan açıklamasında Diyanet İşleri Başkanı Erbaş, dinin istismar edilmesini şöyle açılamaktadır: “İstismar, dini ve dinin yüce değerlerini suistimal etmenin adıdır. Din istismarı, din sömürüsü yapmak, dine dair kavramlar ve değerler yoluyla insanları aldatmak, maddi-manevi çıkar elde etmek, kısaca menfaat için dini kullanmak demektir.”Üstelik Erbaş, Diyanet olarak bu istismara karşı mücadele edeceklerini de söylemektedir. Ancak yıllardır AKP lideri ve önde gelenlerince bu kadar açık biçimde sürdürülen “din istismarı”na dair eleştirel tek bir açıklamaları bulunmamaktadır. Çünkü anayasa gereğince laik bir kurum olan ve laik devletin hizmetinde işlev gören Diyanet İşleri Başkanlığı olarak da aynı şekilde “dini istismar” eden bir konumda bulunmaktadırlar. Çünkü hutbeler, vaazlar ve camiler devletin laik politikalarına destek amaçlı olarak ve devletin razı olduğu resmi din anlayışı istikametinde toplumu yönlendirmek işlevini görmekte olup, tüm bunlar da laik devleti ve politikalarını kitlelere benimsetmek uğruna “dinin istismar” edilmesi anlamına gelmektedir.
Statüko sahiplerinin, iktidarlarını sürdürmek amacıyla Hak ile bâtıl karışımı “statüko dinleri” oluşturup Kur’an’ı, âyetleri, İslamî kavram ve motifleri araçsallaştırarak halkı “Allah ile aldatma” süreçlerinde, aynı işlevi görmek amacıyla kurulmuş Diyanet İşleri Başkanlığının bu tutumu yasalar gereğince doğal bir sonuçtur. Ancak birçok muvahhid, mü’min şahsiyetin, âlim, hoca ve önderlerin aynı edilgenlik içinde olmaları ve suskunlukları anlaşılır gibi değildir. AKP lideri tarafından ısrarla “laiklik İslam ile bağdaşır” denildiğinde, laik iktidarın “Hak ve sırat-ı müsrakîm üzere” olduğu, “dinin bireysel olduğu”, “ekonominin, paranın dini imanı olmadığı” söylendiğinde bile, bu büyük tahrifata rağmen çoğu âlim, hoca, “İslamcı aydın” ve cemaat önderinin iktidara destek vermeyi sürdürdükleri ibretle gözlemlenmektedir. Bunların ya doğrudan destek olmaları, hatta bunun “farz, ibadet ve büyük bir sorumluluk” olduğunu da söyleyerek bu tahrifatı onaylayan bir desteği vermeleri yahut da susmak suretiyle dolaylı olarak destek verme konuma sürüklenmeleri söz konusudur. İşte bu tutumlar, sonuçta toplumun “Allah ile aldatılması” ve İslam anlayışının tahrif edilmesi çabasına karşı pragmatik davranarak göz yummak suretiyle onaylar duruma düşmek ya da bu saptırma ve tahrifi doğrudan meşru görmek dışında başka bir anlama gelebilir mi?
İşte bu sebeple, tarih boyunca statüko dinleri çerçevesinde süregelen yaygın biçimde “Allah ile aldatma” ve Hak ile bâtıl karışımı “statüko dinlerini” Hak din sanan aldanma sonucunda bugün gelinen noktada “müslümanım” diyenlerin çok büyük bir ekseriyetinin Kur’an’ın akıdevi ve ameli ölçülerini belirlediği “Müslümanlık”tan çok uzakta olduğu açıktır. Hâlbuki bu kitleler, tarih boyunca din adamlarını (rahiplerini, hahamlarını, hocalarını, önderlerini, şeyhlerini) mutlak otorite yapacaklarına (Tevbe, 9/31), onların din adına söylediklerini vahiyle sorgulamak suretiyle aykırı olanı reddetselerdi sonuç farklı olacaktı. “Kur’an’ı mehcur (terk edilmiş) bırakarak” (Furkan, 25/30) din adamlarının ürettikleri hurafelere din diye sarılmasalardı bu duruma düşmeyeceklerdi. İslam ümmeti, dinde tek ve mutlak belirleyici ve şar’i olarak Allah’ı ve dinin hayata hâkim kılınmasında esas alınması gereken şahid ve güzel örnek olarak da Rasûlü (s) ve onun mücadele sünnetini kabul edip diğer her şeyi bunlara göre sorgulayabilselerdi, böyle bir “Allah’ın adını kullanarak aldatma” onlar üzerinde bu derece yaygın biçimde etkili olamayacaktı.