İLKAV Alternatif Eğitim Konferansları Devam Ediyor. 23. 03. 2008 günü “Müslümanlar Arası İhtilafın Nedenleri, Vahdetin Şartları” konulu konferansı Mehmet Pamak sundu.
Pamak, önce ayetlerle ümmet bilinci üzerinde durdu, ümmetin birliğinin, vahdetinin akidevi boyutu da olan bir vecibe olduğunu vurguladı. Daha sonra, Reslulullah (s)’in önderliğinde Mekke’de ortaya konan ilk Kur’an nesli örnekliğindeki birlikteliğin, dayanışmanın, “biz” bilincinin ve kardeşliğin örnek alınması gerektiğini ifade etti. Bu güçlü birliktelik ve iman kardeşliğine dayalı büyük dayanışmanın sağladığı güvenle, her türlü işkence ve zulme rağmen, 3 yıl süren ekonomik ve sosyal boykotların vahşi kuşatmasının bile yıldıramadığı, çözemediği büyük ve onurlu bir direniş ortaya koyduklarını hatırlattı.
Mü’minlerin bu birlikteliğini, bu örnek dayanışmasını ve ağır yükleri birlikte omuzlamalarına, fedakârlıkta yarışmalarına, kardeşlerini öz nefislerine tercih etmelerine yol açan bu büyük vahdetini, vahyin ortaya koyduğu akide de bütünleşmelerine, Resulullah (s)’in çevresinde kenetlenip O’nun şahitliği ile vahyi sosyalleştirmelerine bağlayan Pamak, daha sonraki süreçlerde vahiyden uzaklaşılarak, Kur’an terk edilmiş bırakılarak oluşturulan vahiy dışı akidelerle ümmetin vahdetinin parçalandığının altını çizdi.
İnsanlar bir tek ümmetti; sonra anlaşmazlığa düştüler. Rabbinin vermiş olduğu bir sözü olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilecekti. (Yunus 10/19)
Allah’ın insanlığın dünyadaki hayatı ve ahiretteki mutlak akıbeti için belirlediği kurallar üzerine tefekkür etmeyen, Resullerle kendilerine ulaştırılan ilahi uyarı ve öğütlere kulak asmayanlar, kendilerine lütfedilen bu dini parçalamışlardır. Kurtuluş, adalet ve mutluluk yolu olan “dinleri”ni parçalayanlarsa gruplara ayrılmış ve her biri kendi kişisel kazanım ve doğrularını “mutlaklaştırıp” dinleştirmiş; ardından da bunları bir övünç kaynağı haline getirmişlerdir.
Onlar ki dinlerini parçaladılar ve mezhep mezhep oldular. Her parti kendine ait (imam ve kitap) larla sevinip övünmektedir. (Rum 30/32)
Nükseden ihtilaflar, Kur’an’ın rehberlik vasfını yerine getirmesinin engellenmesi, gruplaşmaları ve cepheleşmeleri beraberinde getirmiştir. Ümmetin birlikteliğini zedeleyen olumsuzluklar giderek artmış, vahyin ortaya koyduğu hükümler inançtan ve hayattan dışlanmış, yerlerine zanla bina edilmiş şahsi kanaatler veya delilden yoksun birikimler geçirilmiştir.
Pamak konferasında aşağıdaki hususlara değindi;
“Vahdet”ve “tevhid” aynı kökten gelen iki kelimedir. Tevhid, kısaca “birlemek”, vahdet ise “birleşmek” demektir. Allah’ı tevhid ederek iman etmemiş olan bir kimsenin, tevhid ehli olanlarla velayet ve kardeşlik ilişkisi içinde birliği söz konusu olamayacağı gibi; Mü’minlerin birliği, vahdeti anlayışına uzak olan birinin de gerçek bir muvahhid olduğu söylenemez.
Din ve ibadetler hayatı bir bütün olarak kuşattığında ve bir bütünlük içinde birbirini desteklediğinde fonksiyoneldir, ancak bütünlük içinde uygulandığında dönüştürücü, inşa edici ve arındırıcı bir işlev görebilir. Parçalanan hakikat hakikat olmaktan çıkar. Parçalanan din ve ibadetler Allah’ın murad ettiği fonksiyonunu yitirir. Çünkü din ve hakikat bütüncül haliyle din ve hakikattir.
Tevhid “teklemek, birlemek, bütünlemek” anlamlarına gelir. Yani dini ve hakikati bütünlemenin en genel ifadesidir. Dinde ayrılığa düşerek dini parçalamak, bir kısmını alıp bir kısmını dışlamak, yani hakikati parçalamak ve bir kısmını bütün yerine ikame edip onunla yetinmek ise şirktir. Ümmeti parçalamak ise “sosyal anlamda şirk”tir, “tefrika”dır, tersi ise “vahdet”tir. O halde vahdet tevhidin toplumsal alandaki tezahürüdür. Dinin, kitabın, hakikatin parçalanması ve böylece tevhidi imanın birleştiriciliğinden kopulması, kaçınılmaz olarak o dine, kitaba, hakikate iman ederek tek bir ümmet olmuş ve böyle olması kitapta beyan edilmiş bulunan ümmetin de parçalanması sonucunu kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir.
İçtihat ve yorum alnındaki farklılıklar, çeşni, çok seslilik ve zenginlik olarak hoş görülmesi gerekirken, hakikati, dini parçalama anlamına gelen muhkemler, sabiteler ve akide alanındaki ayrılıklar, ya da değişkenleri sabite haline getiren hizipleşmeler, cedelleşmeler ise tefrika olup, asla hoş görülmemesi gereken ve Allah’ın razı olmadığı bir sapmadır. Dini parçalara ayırıp hizipleşenlerin, bir süre sonra, ellerindeki parçanın din olduğu iddiasıyla onunla diğerlerine karşı övünmeleri söz konusu olmaktadır. Allah bu durumu kınamaktadır.
Allah’ın razı olmadığı ihtilaf, bölünmemesi gereken bütünleri parçalamaya yol açan ihtilaflardır ki, bunların en önemlisi de Kur’an’ın uyardığı hakikatlerde ve dinde ihtilafa düşmektir. Mezhepler, meşrepler, ekoller, öbekler, gruplar, dini oluşturan herhangi bir rüknü, dinin bütününden koparıp kendine has kılmadığı ve dinin muhkemlerini, sabitelerini bütünlük içinde benimseyip parçalamadığı sürece akide planında tevhide, vahyin belirlediği ortak akidede bütünleşen İslam ümmetinin birliğini tehdit etmediği sürece de sosyal planda “vahdet”e aykırı olmaz. Ancak, dinin sabitelerini parçalayan, değişkenlerini (zan alanındaki yorum ve içtihat farklılıklarını) sabite haline getirip akideleştiriyor, dinleştiriyorsa, varlığını kitabın müteşabih ayetlerine dayandırıyorsa, dini teşkil eden ana rükünleri bütünden kopararak kendini bunlardan biriyle tanımlıyorsa, bu yapılanma akidevi olarak tevhide, sosyal planda da vahdete aykırılık oluşturur ki, buna tefrika denir.
Kitap ehlinin alimlerini, rahiplerini ilah edinmeleri; onların din adına ortaya koydukları hususları sorgulamadan, vahye uygunluk denetimi yapmadan, en azından fıtratın sesine kulak vererek, ya da akletme kabiliyetini kullanarak üzerinde düşünmeden, doğru ve dinden kabul edip körü körüne taklit etmeleri sebebiyledir. Bugün İslam adına bir kısım alimlerin, önderlerin, şeyhlerin, üstadların ürettiklerinin vahye uygunluk denetimi yapılmadan, sorgulanmadan, dinden kabul edilip taklit edilmesiyle benzeşen bir konumdur bu.
Dinlerini, kitaplarını tahrif ederek ve parçalayarak, Allah’tan başkalarını ilahlar, rabler edinerek şirke bulaşan kitap ehline Kur’an, menşelerinde, köklerinde var olan tevhide dönme, Allah’ı bırakıp da bazı insanları ilah edinme ve onlara ibadet etme yanlışından “ortak kelime” olan tevhide rücu etme çağrısı yapmaktadır.
Yaklaşık olarak ehli kitapla benzer bir serüveni yaşayarak, önder, üstad ve şeyhlerinin ürettikleri bid’at ve hurafeleri vahiyle denetlemeden, Kur’an’a uygunluğunu, Resulün sahih sünnetine mutabakatını araştırmadan, olduğu gibi dinden sayarak iman eden ve din olarak uygulayan ve kendini İslam’a nispet eden kesimlere de bu ayetin muhtevasında olduğu gibi bir daveti yapmalıyız. Demeliyiz ki; “Ey kendini İslam’a ve Kur’an’a nispet eden, iyi niyetli insanlar, gelin aramızdaki ortak kelime olan tevhid kelimesinde buluşalım, İman ettiğimizi iddia ettiğimiz Kur’an’ı belirleyici kılalım. Allah’a hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmayalım (rabler edinmeyelim).”
Pamak, yozlaşma istikametinde yaşanan uzun tarihsel süreçte
ortaya çıkan ihtilafların sebeplerini aşağıdaki şekilde sıraladı;
1- İlk Kur’an nesli, Peygamberin eğitimiyle doğrudan Kur’an’dan beslenip, birbirleriyle kardeş olmalarını sağlayan ortak akidelerini vahiyle oluşturmuşlardı ve bu sebeple de o muhteşem vahdet oluşmuştu. Daha sonraki süreçte, Muaviye ile başlayan Kur’an’dan kopuş “Kur’an’ı mehcur bırakma” (25/30) süreci ve saltanat sapması sonucunda, başka kitaplar, bid’atlar, hurafeler, yabancı inanç, düşünce ve felsefeler İslam inancının içine taşındı ve vahye dayanmayan farklı akideler oluşturulması,
2- Allah’ın kitabının gereğince, hakkıyla okunmaması (2/121), gereğince akledilmemesi (2/44),
3- Heva ve heveslerin belirleyiciliğinde dünyevileşmenin yaşanması
ve dünyevi çıkarların esas alınması (25/43),
4-Doğru yolu gösteren kitap ellerinde olduğu halde kıskançlık (2/213) ve çekememezlikten (Şura 14) dolayı ayrılığa düşülmesi
5-İşlerini aralarında parçalama ve çeşitli kitaplara ayırma (25/53),
6-Dinlerini parça parça edip, grup grup olma (6/159, 30/31-32, Enbiya 95)
7-İktidar çekişmeleri, siyasi çıkar ve hesaplar, kavmiyetçilik, kabilecilik eğilimleri (ümeyyecilik ve saltanat sapması), Allah’ın hükmüyle ve adaletle hükmetmekten hem de Allah adına uzaklaşılması, Kur’an’la hayat arasında doğru bağları kuracak ve vahye dayalı adil yönetimi sürdürecek ehil, yeterli yöneticiler yerine, şahsi ya da kabilevi hırsları, çıkarları belirleyici kılan adaletsiz ve ehil olmayan yöneticilerin yönetime gelmesi,
8-Fetihlerle büyüyen coğrafyada eğitimden geçmeden Müslüman olan büyük kitlelerin -Hucurat Suresi’ndeki A’rab-Bedeviler gibi teslim olmaları ama tevhidi bir imana sahip olamamaları sebebiyle- beraberinde getirdikleri eski animist, mistik, panteist, bedevi anlayış ve davranışlar.
9-Saray’daki entelektüel sapma ve Yunan-Hint felsefesine açılan merakın taşıdığı panteist yaklaşımlarla işraki ve meş’ayi telakkilerin kurumlaşması ve batini hareketlerin yaygınlaşması, tercümelerle gelen yabancı kültür ve felsefelerin İslam inancı içine karıştırılması,
10-Saray’ın, derlenen hadisler ve akaid kitapları üzerindeki etkisi ve yönlendirmesi, İsrailiyatın etkisi, Hadis uydurmacılığının gündeme gelmesi,
11-Kur’an dışı gayb haberleri uydurma, Kur’an dışı akide oluşturma, diğer inançlardan alınan Mehdi, Mesih, deccal, kıyamet alametleri vb inançların akideleştirilmesi,
12-Allah’ın koruması altındaki kitabın metnini tahrif edemeyince tefsir ve yorumlarla yapılan tahrifat yapılması,
13-Vahiye uymayı, ilmi ve akletmeyi emreden Kur’an’a rağmen vahyin ve aklın dışlanması, tahkik edilmeden, düşünülmeden ve vahiyle mutabakatı araştırılmadan, kör bir taklitle naklin esas alınması (Aklı ve İlmi terk etmedikçe hakikate ulaşılamaz yalanının üretilmesi ve heva ile zannın belirleyiciliğindeki “keşf ve ilham” alanında uydurulan bilgilere meyyit gibi teslimiyete yönelinmesi), vahyin denetiminden geçirmeden tarihsel birikimin ve kimi rivayetlerin kutsallaştırılıp dinleştirilmesi,
14-Taklitçilik ve mezhepçilik taassubu, içtihad kapısının kapanmasıyla başlayan donuk fetvacılık, düşüncenin dondurulması, yeni gelişmelere uygun fıkıh üretiminin yasaklanması,
15-Ümmetin bölünen parçalarının, kendi fırkalarının tezlerini oluşturmaya ve nassları kendi tezlerini, konumlarını, çıkarlarını, tercihlerini ve önyargılarını onaylatacak doğrultuda tefsir etmeye, batıni yorumlar yapmaya yönelmeleri,
16-Ön kabullerini ve hizip anlayışlarını esas alarak, heva ve hevese tabi olarak, dillerini Allah’ın ayetleriyle eğip bükerek (3/78), Allah’ın ayetlerini egemenlerin ya da hiziplerinin çıkarları için gizlemeye cüret ederek (2/159), kelime ve kavramların yerlerini değiştirerek (5/41) tahrifler yapılması,
17-Sonuçta, Kitab merkezli bir akaid, yönetim ve eğitimden uzaklaşılmasıyla ümmetin 6-7 asır önce (Muvahhidler sonrası) dağılmaya başlaması.
İşte bu sebeplerin etkisiyle, ümmetin birlik, dirlik ve düzeni bozuldu, bu kötü gidişe karşı direniş azmi de yok edildi. Çünkü vahyin açık emrine ve Resulullah’ın (s) son derece açık sünnetine, zulme karşı açık mücadele örnekliğine ve zalim sultanlara karşı mücadeleye teşvik eden açık ifadelerine rağmen zalim sultana itaat kültürü dinin bir hükmü gibi sunuldu. İktidara geldikten sonra bozgunculuk yapan iktidar sahipleriyle mücadele etmek (2/105) ve zulmedenlere eğilim göstermemek (11/113) gibi Kur’ani yükümlülükler, Müslümanların çoğunluğu tarafından unutuldu. Rabbimizin, “dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” (42/13) emrine uyulmadı. Özetle zamanla Kur’an terk edilmiş bırakılarak, tevhidden şirke, İslam toplumundan cahiliye toplumuna doğru tersine bir hicret yaşandı. Bu sebeple de, birbirleriyle çekişip ayrılığa düşen Müslümanlar, Rabbimizin uyardığı zillete sürüklendiler, çözülüp yılgınlaştılar, güç, kuvvet ve izzetlerini kaybettiler.
Tevhid eksenli gerçek vahdet
henüz çok uzakta
Bu sonuç ancak, tarihsel süreçte üretilmiş olanın kuşatmasından kurtulup, indirilmiş olan vahyi ölçülere teslim olarak sağlanabilir. Geleneksel ve modern cahiliyeden arınıp ayrışmadan, Batıni yorumları dinleştirmekten, zan alanında gayb haberi ve akide oluşturmaktan vazgeçip, Kur’an’ın korunmuş metnini belirleyici kılıp topluca vahye sarılmadıkça böyle bir vahdet mümkün görünmemektedir. Bu tür keyfi akide oluşturanların birbirlerini tekfir etmeleri de kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır.
Kur’an dışı akaid ve ölçüleri bırakıp ilme’l yakin olana ittiba ettiğimizde, Kur’an’ın muhkem ayetlerini esas aldığımızda ulaşacağımız yoruma açık olmayan kimliksel birlik, tevhid ortak paydasında, sabiteler planında bütünleşme kendiliğinden yaşanacaktır. Vahdet gerçek anlamıyla mümkün hale gelecektir. Kur’an’ın delaleti kati alanıyla, yaşanarak intikal eden mütevatir sünnet mutabakat alanımızı oluşturmak durumundadır ve bu alanda farklılığa müsamaha edilmemesi gerekmektedir. Bizi kardeş yapan akidemiz de bu alanda teşekkül etmektedir.
Kur’an’ın delaleti zanni kısmı ile ahad haber alanı da zan taşıdığı için, akideleştirilmemesi, dinleştirilmemesi ve hoş görülmesi gereken farklılıklarımızı kapsamaktadır. Sabiteler, muhkem naslar alanındaki, akide ortak paydasındaki birlik sağlandıktan sonra, yoruma açık, içtihat alanındaki kimliksel farklılıklarımız zenginlik olarak kalacaktır.
Şiisiyle Sünnisiye bütün ekoller, büyük oranda
tarihsel süreçte üretilenleri dinleştirmişlerdir
Hz. Hüseyin’in şehadete yürüyüş yolunda karşılaştığı, Irak’tan Mekke’ye gitmekte olan şair Ferezdak’tan Irak halkının durumunu sorduğunda şu cevabı aldığı ifade edilir: “Onları kalpleri seninle, kılıçları ise senin üzerine çevrilmiş olduğu halde bıraktım…”
Hz. Hüseyin’in ise bu kadar ağır şartlara, uğradığı ihanete ve yalnız bırakılmaya rağmen şunları söylediği aktarılır: “Kılıçlar yarınlarda Kur’an’ımızı delik deşik edecekse, ben gövdemi bugünden siper yaparım” diyerek Hak yolda direnişin en onurlu örnekliğini tarihe geçirmiştir.
Bugün ise İslam’ ve Müslüman halklara yönelik saldırılar, zulümler, katliamlar, hakaret, tecavüz ve işkenceler, emperyalist güçler ve yerli işbirlikçi yönetimlerce bütün İslam coğrafyasına yayılmışken, bu büyük vahşet soykırım boyutlarında bütün İslam coğrafyasını kuşatmışken, her gün ve her an Kur’an ve İslam saldırıya uğrarken, Şiisiyle Sünnisiyle Hz. Hüseyin için ağlayanlar, ağıt yakanlar, onu sevdiklerini söyleyenler, kedilerini dövenler zelil bir biçimde birbirlerini öldürmekten çekinmiyorlar. Büyük ekseriyet, tarihsel süreçte ürettikleri hurafeleri sorgulamayı, Kur’an’ı belirleyici kılıp tarihsel bikrimi ıslah etmeyi bir türlü kabullenmiyorlar. Çoğu da zalimlerin, emperyalistlerin işbirlikçiliğini üstlenmekten çeşitli maslahatlar adına çekinmiyorlar.
Halbuki, hepsi Hz. Hüseyin’i çok seviyorlardı. Ama nedense tarihsel süreçte onun vahiyle belirlenmiş akidesinden koptukları için, İslam adına yeni edindikleri dinleri adına hareket etmekte ve Kur’an’ın mesajını korumak bir yana, bu uğurda canlarını feda etmek bir yana, mezhebi çıkarlar ve taassuplar adına bizzat kendileri Kur’anı delik deşik etmekten çekinmiyorlar.
Sonuçta gelinen noktada, Şiisiyle Sünnisiyle bütün kesimlerin büyük ekseriyetinin “kalpleri, duyguları, ağıtları Hüseyin’le beraber, ama iman ve amelleri Yezid’in yolunda” bulunuyor. Bu sebeple, bulundukları ülkelerde, Kur’an’a Hüseyin gibi sahip çıkarak egemen zorbalara karşı samimi fedakarca bir direniş geliştiremiyor, çoğu kez sinik, edilgen ve ilkesiz duruşlarla işbirlikçiliği tercih ediyorlar.
Hz. Hüseyin için ağıtlar yakmak, ağlamak, kendi kendini dövmekten başka bir şey yapmayanların, bu günümüze bir proje, bir çözüm önerisi sunmayan, geçmişe dönük buğz ve kinle sınırlı sloganlarla yetinenlerin ümmetin geleceğine ve vahdet beklentisine olumlu bir katkı sunmaları zordur.
Bu hali Hz. Hüseyin’in onurlu örnekliği çerçevesinde sorgulamalıyız. Şiisiyle Sünnisiyle birbirini tekfir ederek ümmetin farklı coğrafyalarında İslam düşmanları ile iş birliği yapanlar, Hz. Hüseyin’in en zor zamanda ve en yalnız bırakıldığı, ölümün kaçınılmaz olduğu anda bile tavize yanaşmayıp, zalimin sultana karşı Kur’an’nın mesajını haykıran onurlu duruşunu düşünüp başlarını yere eğmeli ve O’nun uğruna can verdiği Kur’an üzerinde tefekkür etmelidirler. Filistin ve Lübnan’daki Şii ve Sünni kesimlerin tamda Hüseyin’i bir duruşu temsil ederek, onurlu bir direniş ve dayanışma örnekliği oluşturmaları ufuklarını açmalıdır.
Ne yazık ki, gerek tüm İslam coğrafyasında, gerek Türkiye’de yapılan zulme ve emperyalizme karşı tevhid eksenli onurlu bir itiraz yükselten direnen kesimler Şii ve Sünni olarak nitelenen genel yapı içinde hep azınlığı oluşturmaktadırlar
Hilafeten saltanata doğru sapmanın sonucunda, yaşanan yüz yıllara sari süreçte İslam ümmeti olma niteliğimiz kaybettik. Vahiy den ve Resulün güzel örnekliğini bize taşıyan sahih sünnetinden koptuk. Vahiy belirleyici olmaktan çıkınca heva ve zannın belirleyiciliğinde dünyevileşme ve hizipleşme yaşandı. Sahih gelenek muharref geleneğe dönüştürüldü pek çok bidat ve hurafeler üretildi. İste böylece İsrailoğullarının yaşadığı ve öyle olmamamız için uyarıldığımız Yahudileşmeyi bizde yaşadık. Kuranı tahrif edemedik ama anlamını ve din anlayışımızı tahrif ettik. Elimizde korunmuş Kur’an olduğu halde Yahudileşmenin bütün unsurlarını fazlasıyla gerçekleştirdik. Kuranı ve dini parçalayıp hizipleştik ve her birimiz elimizdeki parçayı din sayıp onunla övündük. Birbirimizi mahkum edip, karalayan, kendi tercih ve yorumlarımızı din sayıp mutlaklaştıran düşman kamplara bölündük. Böylece de, mü’min olmanın kaçınılmaz gereği olan, birbirimize karşı merhameti ve sevgiyi de yitirdik.
Bugün, Hz. Hüseyin’in uğrunda şehadeti göze aldığı, tüm değerlerimiz ve İslami kimliğimiz küresel saldırı ve kuşatmayla muhatap iken, zulme ve emperyalizme karşı birlikte direnmesi gerekenler, emperyalist projeler gereği birbirleriyle çatıştırılıyor. Öyle bir çelişki yaşanıyor ki, ayrı dinler arasında diyalog yaygınlaştırılırken aynı dinin mensupları çatıştırılıyor. İki taraftan bir çok ahmak ve cahil unsurlar ise bu oyuna alet olduklarını bile fark edip akledemiyorlar.
Hepimiz şunu kafamıza koymalıyız ki mezhepler din değildir. Akide alanında mezhep olmaz. Allah katında din tektir ve adı İslam’dır. Tevhit dininin akidesi de tektir. Bu ortak akideye teslimiyetimiz bizi kardeş yapmamaktadır. Müminler ancak kardeştir. Hepimiz topluca ‘Hablullah’a ( Allah’ın ipi olan Kur’an’a) sarılarak kardeşleşmemiz gerekirken, her birimiz değişik ekol ve mezhepler adına tarihsel süreçte üretilmiş olan iplere tutunduk ve bu farklı ipler bizi Hablullah’tan ve birbirimizden kopardı, uzaklaştırdı.
Hedefimiz Kur’an’a dayalı sabitelerde vahdet olsa da,
bugün acil olan vahdet değil ittifaktır
Kur’an ve mütevatir sünnet dışındaki zan alanından akide oluşturulması ve batini yorumların mutlaklaştırılması sonucunda Mezheplerin akideleri oluşmuş ve yanlış akide algıları yüzünden tekfirci yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. O halde Kur’an ve sahih sünnet ortak paydamızda kardeşleşip kucaklaşmalı, Mezhepçiliği ve mezhepleri dinleştirmeyi terk etmeliyiz.
Allah’ın koruması altındaki muhteşem kitabımıza ve ondan neşet eden ortak akidemize sarılarak, tarihsel tüm birikimimizi sorgulamalıyız. Tarihsel süreçte, bütün mezhep ve ekollerin bir çok bidat ve hurafe uydurduğunun bilinciyle, vahyi belirleyici kılmalıyız. Kur’an’dan başka bir şeye dayanmayan, Hz. Hüseyin’in akidesinde buluşup, birleşme ferasetini göstermeliyiz. İmam Cafer ve Ebu Hanife (Allah onlardan razı olsun) gibi güzide imamlarımızın, alimlerimizin aynı akidede kardeş oldukları güne gidip yeniden başlamayı başarmalıyız. Onlardan sonraki süreçte üretilenlerin tamamını vahyin muhkem hükümlerine arz edip, bid’at ve hurafeleri ayıkladığımızda aynı akidede buluştuğumuzu göreceğiz.
Vahyin belirleyiciliğinde ortak akidemiz olan tevhide dayalı yeniden inşa süreci devam ederken, tarihi sapmalarla her ekolün ve mezhebin de şu veya bu ölçüde kirletilmiş, hurafe ve bid’atlara bulaştırılmış olduğu vakasını dikkate alarak hiç bir mezhep ve ekolün mutaassıp taraftarı olmamalıyız. Bunlardan birisine kendimizi yakın hissedebilir ve amellerimizi bu ekolün içtihadına dayandırabiliriz. Ancak onun mutaassıbı olmak, o mezhebin yanlışı dahil top yekun kabulü ve karşı tarafın doğrularının dahi reddini getiriyor.
Diğer taraftan bu yeniden inşa ve ortak akidede buluşma süreci devam ederken, birbirimize ilmi uyarılarda bulunabilelim “emri bil maruf” yapalım, ancak farklılıklarımızı düşmanlık ve kin vesilesi haline getirmeyelim, cedele ve şiddete sapmayalım, tam tersine ihtilaflarımızın kesin çözümünü, aramızda kesin hükmün verileceği güne bırakalım. Ama emperyalizme karşı ittifak ederek özgürlük mücadelesini birlikte yürütelim. Akidevi vahdete kadar hiç değilse zulme ve emperyalizme karşı ittifakı öne çıkarıp özgürlük mücadelesini birlikte yapmalıyız. Bağımsız ve özgür olunca da, iyi komşuluk ilişkileri içinde birbirimize adaletle muamele edip, merhamet etmeliyiz. İlmi eleştiri ve uyarıların kapısını sürekli açık tutmalı ama çatışma ve cedel noktasına vardırmamalıyız.
Adaleti, merhameti belirleyici kılan, fıtri insani erdemleri öne çıkaran, insanlık onurunu koruyan iyi insani ilişkiler kurup, barış içinde bir arada yaşamayı başarmalıyız. Birbirimizin kurtuluşuna vesile olacak emri bil maruf yolunu sürekli açık tutmalıyız. Birbirimize göre akidevi sapmalar içinde olduğumuzu zannetsek bile, öldürerek değil yaşatarak, kurtulma ihtimalimizi arttırmalıyız.
Daru’l Takrib çalışmaları da, sadece mezhepler arası ittifakı hedeflemiş gibi görünmektedir. İhtilafların ciddi olanlarını gündeme getirmekten ısrarla kaçınılmaktadır. Ciddi ihtilaf konuları örtülerek, soyut kardeşlik ve ümmet vurgusuyla sonuç alınmaya çalışılmaktadır. Bu sebeple diyalog konusunda önemli adımlar atılmış olmasına rağmen on yıllardır yapılan bu tür toplantılara rağmen, birbirini olduğu gibi kabul edip, akidevi boyutları da olan temel farklılıklar hakkında Kur’an’la ciddi bir sorgulama da yapılamamıştır. Temel konulara eğilme sağlanamayınca, akide ve din anlayışı alanında da oluşmuş farklılıkların Kur’an’la ıslahı ciddi bir biçimde gerçekleştirilemeyince, bu iyi niyetli çaba ciddi meyveler verme safhasına bir türlü taşınamamıştır. Halbuki vahdeti sağlayacak ortak payda, içtihada kapalı imani konular, muhkem naslar ve sabitelerdir. Bu konulardaki farklılıklara yol açan vahye aykırılıklar ayıklanmadıkça vahdet hayal olmaktan öte gidemeyecek, bu tür toplantılarda anlık bazı maslahatlar temin edilse de vahdete ulaşılamayacak ve Allah’ın yardımına da müstehak olunamayacaktır. Anlaşılmış olmalıdır ki, soyut ve duygusal temennilerle, akidevi ayrılıklara sebep olan kaynak kurutulmadan, vahiy dışı gayb haberleri ve Kur’an dışı akideyle oluşturulan karanlıklar Kur’an’la aydınlatılmadıkça, vahye dayalı olmayan anlayışları dinleştirenlerin hapsoldukları zindanların duvarları Kur’an ve sahih sünnetle yıkılıp, çeşitli hiziplerin ayaklarındaki birbirleriyle bütünleşmelerini engelleyen zincirler parçalanmadıkça gerçek anlamda bir vahdet sağlanamaz/sağlanamıyor.
Vahdeti sağlayacak en önemli sosyal projenin ise S. Kutub’un vurguladığı, Resulullah (s)’in eğittiği ilk Kur’an neslini örnek alan bir Kur’an Neslinin yeniden İnşa çağrısı olduğunu söyleyebiliriz. Ve bu projeyi eğitim de ve amelde tanıklaştırmak, ister istemez mezhebi görüşleri alta çekecek, Kur’ani ilkeleri öne alacaktır.
Kendini İslam’a nispet eden tüm iyi niyetli insanlarla “tevhid” ortak paydasında buluşmaya, tarihsel süreçte üretilen ipleri bırakıp, indirilmiş Allah’ın ipine, Kur’an’a topluca sarılmaya yönelmeli, ısrarla bu hususu gündemde tutmalıyız. Çünkü hepimizi kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, izzet ve onur kazandıracak ve kurtarıcı tevhid potasında mü’min kardeşler kılacak olan sadece bu yoldur. Yani Allah yolu, Kur’an ve tevhid yoludur.
Bu sonuca ulaşana kadar ise, emperyalizme, işgale, yerli zorba sistemlere karşı adalet ve özgürlük eksenli bir mücadelede ittifak öncelenmeli, ama uzun vadeli Kur’an’la ıslah çalışmasında ısrar ederek vahdete giden yol sürekli açık, İslam birliği ideali de sürekli canlı tutulmalıdır.
Bütün bu olumlulukların gerçekleşmesi için, Şii ve Sünni kesimden, bu mezheplerin sınırlarını aşarak, taassup zindanlarının duvarlarını yıkarak, Kur’an’ın aydınlığına ulaşan muvahhidlerin ortak çabasına ihtiyaç vardır.”