“Darbeler Cumhuriyeti” nde, toplumun özellikle, niteliksiz, kimliksiz bir hale getirilmesi, korkutulup sindirilmesi, sonuçta tepkisiz ve edilgen olması temin edilmiştir:
T. C. Devleti, kuruluşundan bu güne geçen seksen yıllık süreçte, halkını düşman gibi gören ve ona tepeden bakarak modernleşmeyi dayatan sistemiyle, haksızlık, adaletsizlik ve sömürüye dayalı bir egemenlik tesis etmiştir. Seksen yıllık ömrünün yarıdan fazlası, “darbe”ler, “sıkıyönetim”ler ve “olağanüstü hal”lerle geçmiş, halka yönelik ırkçı, ideolojik, ekonomik, sosyal ve siyasi zulümler onu canından bezdirmiştir. Bir darbe ile kurulup, yine darbelerle yaşatılmaya çalışılan bu sistemde, çok yönlü ve hayatın bütün alanlarını kuşatan haksızlık ve zulümlere rağmen, mazlum kitlelerin ciddi tepkiler göstermemiş olmaları ve tam tersine bütün bu zulümleri kanıksayıp, normal bir hal gibi kabullenip, on yıllarca bu zulümlere rıza göstererek edilgen bir hayat sürmeleri, üzerinde ciddiyetle durulması gereken önemli bir toplumsal soruna, bir sosyal hastalığa işaret etmektedir. İşte bu hasatlıklı yapı hiçbir darbeye itiraz edip tavır koymadığı gibi 28 Şubat darbesine de karşı koymamış, ciddi bir tepki göstermemiştir. Dün Afganistan’daki Amerikan vahşetine sessiz kalmayı tercih ettiren, bu gün de bütün dünyada çok büyük katılımlarla protesto edilen, Irak’a yönelik Amerikan emperyalist saldırısına karşı tepkilerin, Türkiye’de çok cılız katılımlarla ve daha ziyade entelektüel seviyede kalmasına sebep olan hep bu hastalıklı yapıdır. Bu yazıda, halkın işte bu edilgen konumuna, tepkisizliğine yol açan hastalığının tahlilini ve buna sebep olan bazı nedenleri maddeler halinde tespit etmeye çalışacağız.
1 – Öncelikle ifade edilmesi gereken unsur, kaynaklardan kopuşa ve bid’atların hurafelerin Allah’ın dinine karıştırılmasına yol açan uzun saltanat döneminde ortaya çıkan zillet ve yanlış din anlayışları çerçevesinde oluşan edilgenleştirici geleneklerdir. Kur’an’a yaklaşım yanlışları ( kıraat, tecvit, hatim )yanında, davetin uslup ve muhtevasındaki sapma da bozulmada büyük rol oynamıştır. Söz konusu dönemde ortaya çıkan, iktidar yanlısı “saray uleması” nın yönlendirmesi ve dinin bazı kavram ve ölçülerini, iktidar sahiplerinin menfaatine çarpıtması sonucu oluşan “zalim sultana itaat” kültürünün, kötü bir gelenek olarak “modern” dönemde de sürmesi ve bu sapmanın yeni sistem tarafından da sürekli beslenmesi, halkı edilgenleştiren, zalimlere itaate sevk eden sebeplerden birini teşkil etmiştir. Yine bu tahrif edilmiş din anlayışlarından kaynaklanan yanlış bir gelenek de, bazı hayırlı gelişmelerin kendiliğinden meydana geleceğine yönelik sahte iyimserlik anlayışı ve ertelemeci yaklaşımdır. Bu anlayış da halkların mücadele azmini köreltmiş, pasif ve edilgen tutumu beslemiştir. Direniş ruhunu ve hak arama eğilimlerini yok eden bir başka saptırılmış gelenek de, tahrif edilmiş “sabır” ve “tevekkül” anlayışı ile her ne olursa olsun başa gelenin, yazılmış, düzeltilmesi mümkün olamayan ve rıza gösterilmesi, katlanılması gereken bir kader olduğunu ve zulme rıza göstermeyi telkin eden yanlış kader anlayışından kaynaklanmıştır.
2 – Söz konusu gelenekten de beslenen “Devlet-i ebed müddet” anlayışı ile devleti baba kabul eden ataerkil geleneksel yaklaşımın yanında, giderek devleti ilahlaştıran, bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarında devleti belirleyici kılan, bireyin ve cemaatin hak ve özgürlüklerini “ilah devlet” (ulus devlet)e kurban eden ve bu sapkın baskıcı hali normal karşılayıp kanıksayan “modern” düşüncenin ürettiği modern sapmalar da, halkı teslimiyetçiliğe ve tepkisizliğe sevk eden, halkın devlet tarafından kuşatılıp teslim alınmasını sağlayarak güçsüzleştiren bir başka önemli unsuru teşkil etmiştir.
3 – Halkın siyasi katılımına kapıları sıkı sıkıya kapatmış saltanat sisteminin sona erdirilmeyip, modern dönemde de sürdürülmesi, halkı pasifleştiren bir başka unsur olmuştur. “Cumhuriyet” sistemi, TC kuruldu kurulalı sınırlardan içeriye hiç girmemiş, “modern” ve çağdaş” sultanlar saltanatı devralıp sürdürmüşlerdir. Kurulan sistem halk iradesine dayalı bir sistem hiç olmamış, silahlı bürokratın vesayeti altında, despot aristokratların baskıcı yönetimi “cumhuriyet” ve “demokrasi” olarak yutturulmaya çalışılmıştır. Halkı dışlayan, aşağılayan, halkın iradesini basit görüp ciddiye almayan, halkı kendisinin hayrına olanı bilmekten aciz görüp “halka rağmen halk adına harekete” kendini yetkili gören seçkinci anlayış, halkın nasıl bir dine ve ne kadar inanacağını, nasıl, neyi ve ne kadar düşüneceğini, neye ve ne kadar tavır koyabileceğini, her konuda neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğini ve hatta halkın nasıl bir kıyafet giyebileceğini bile belirlemeye kalkışmış, halka ise körü körüne itaati layık görmüştür. İtaat etmeme potansiyeli taşıdığına inandığı kesimleri ise düşman ilan ederek, “toplum mühendisliği” ve “sopa” politikaları ile hizaya sokmaya, halkı, seçkinlerin dayatmalarına uyması için terbiye etmeye çalışmıştır. İşte bütün bu politikalar halkın edilgen duruşunu pekiştiren bir rol oymamıştır.
4 – Yeni rejimin kuruluşundan önce yaşanan kurtarmayan savaşın abartılı propagandası ile kahramanlaştırılıp, hatta ilahlaştırılan silahlı bürokratların elindeki güç ve imkanlar hiçbir kesimde mevcut değildi. Silaha da sahip örgütlü tek güç orduydu. Örgütlü ve silahlı tek güç olan orduya egemen olan ve abartılı propaganda ile karizmatik bir konuma da getirilen bu silahlı bürokratlar, üstelik pozitivist ve “İslam karşıtı” tercihleriyle de, emperyalist batı ülkelerinin tam desteğine sahiptiler. Bu sebeplerle örgütsüz, sahipsiz, desteksiz ve eğitimsiz olan halka tahakkümü kolayca sağlayabilmişlerdir. Bundan sonra da halkın özgürce örgütlenmesine fırsat vermeyerek, örgütlü ve silahlı tek güç olarak onu sürekli denetim altında tutmaya çalışmışlar, güdümlü bazı siyasi örgütlenmeler dahi, halkın sisteme tepki anlamındaki büyük teveccühüne mazhar olunca, acımasız bir şiddet kullanımına vesile kılınıp kapatılmışlardır. Sistem şiddeti sürekli ve sistemli olarak kullanarak, halk üzerinde tam bir terör estirmiş, İstiklal Mahkemelerinde yapılan yargısız infazlarla katledilen masumların sayısı, “kurtarmayan savaş”ta ölenlerin sayısının birkaç mislini geçmiştir. Bütün bu zulümler halkı korkutmuş ve sindirmiştir. Bu durum, o kadar büyük boyutlarda bir sinmeye yol açmıştır ki, bir türlü aşılamamaktadır.
5 – Yanlış din anlayışlarının, saltanat kültürünün ve Türk devlet geleneğinde devlete biçilen ataerkil konumun tesiriyle zaten oluşmamış bulunan “muhalefet” bilincini, yazı ve konuşmaları ile tahrik ederek, uyararak ve uyandırarak oluşturması gereken “aydınların” konumu da bir başka olumsuzluğu teşkil etmiştir. Bu modern dönem “aydınları”nın çoğunlukla, egemen oligarşinin attığı kemiklerle oyalanıp, devletin sağladığı imkanlar uğruna, halka ve halkın değerlerine karşı “ilah-ulus devletin” yanında saf tutmaları, devlet tarafından yetiştirilip halka ve halkın değerlerine karşı sürdürülen şiddete dayalı dönüştürme projelerinde “tetikçi” olarak kullanılmaları da, var olan edilgenliği arttırıcı ve muhalif olma bilincinin oluşmasını engelleyici bir rol oynamıştır. Aydınların büyük çoğunluğu, devlet yanlısı olarak bu olumsuz rolü oynarken, geri kalan az sayıda muhalif aydın da, düşünce suçlusu konumunda, baskı ve ceza tehdidi altında fonksiyonunu ifa etmekten alıkonulmuş ve hala alıkonulmaktadır. Hak, özgürlük ve adalet isteyen, darbeye, zulme, sömürüye, soyguna karşı çıkan hain ilan edilmektedir. Sari bir hastalık gibi yayılan bir sinmişliğin ve edilgenliğin hakim olduğu bu ortamda, itiraz eden, sorgulayan, muhalefet eden az sayıda muhalif ses de, ya “başımızı belaya sokacak” endişesiyle, ya da bu muhaliflerin, onların yapamadığını yapıyor olmalarının yol açtığı kompleksle, diğer kesimlerce de, “sert” ve “sivri” olmakla suçlanıp etkisizleştirilmeye çalışılmaktadır.
6 – Dayatılan ve kabulünü sağlamak için uğrunda nice masum insanların canlarına kıyılan “ilke ve inkılaplar” ın gölgesinde kalan “eğitim” sisteminde, halkın kimlik, şahsiyet ve kültürünü batı kültürü çerçevesinde yeniden oluşturmak amacıyla dayatılan resmi ideoloji, modern kültürle yoğrulmuş, özgün İslami kimliğinden ve bu kimliğini, kültürünü oluşturan değer ve kaynaklarından koparılmış, köksüz, geçmişi olmayan, seküler kültüre yaslanan tek tip insan üretmeyi ve farklılıkları yok etmeyi hedef almıştır. Sonuçta bu zulmün tesiri ve baskı-şiddet politikaları uygulaması ile insanlarımız, kimliksiz, şahsiyetsiz, korkak, ikiyüzlü, çıkarcı ve bencil bir ruh yapısına sahip niteliksiz yığınlar haline dönüştürülmüştür. İslami ve insani değerleri önceleyen İslami ümmetçiliğin yerini, ulusalcı egoizmin çıkarcı kirliliği almış, ulusal menfaatler uğruna başkalarının hak ve özgürlüklerine tasallut etmenin, başkalarına ıstırap vermenin meşruiyetine inanan sapmalara sürüklenilmiştir. Bu, kendi “ulus”unu, İslami ve insani değerlerin üzerine çıkartan, abartılı ve haksız bir şekilde yücelten, kutsallaştıran ulusçuluğun sağladığı kirlenme ve körlük kullanılarak, ulusçu tahriklerle gündem her zaman kolayca saptırılmış, egemen zalimlerin zulüm ve sömürülerine yönelik dikkatlerin başka yönlere yönlendirilmesi bu ulusçu tahriklerle kolayca sağlanmıştır. Yönlendirmeye fırsat veren bu ulusçu kirlilik, egemenlerin bunu kullanarak kolay maniple etmesine açık bir toplum oluşturmuş, muhalefet bilincinin, sorgulama ve itiraz duyarlılığının yerini kör itaatin almasına yol açmıştır. Fıtratı kirletici, köleleştirici eğitim sisteminde, devleti ve orduyu kutsallaştırıcı empozelerle, ulusal şiarlar ve resmi ideoloji ilkeleri çerçevesindeki beyin yıkama seanslarıyla, bu kutsallara körü körüne itaatin ve bunların gölgesinde yapılan haksızlık ve zulümlerin bile mazur ve meşru görülmesinin alt yapısını hazırlamışlardır. Bu sebeple itiraz edip, sorgulayabilenler, sadece bu sistemin yanlış mamulleri olarak nitelenebilecek bir azınlıktan ibaret olmaktadır.
7 – İslam medeniyet alanından çıkarak, seküler batı medeniyeti sahasına transfer olmayı hedef alan köklü medeniyet değiştirme projesini, şiddete dayalı politikalarla uygulamaya koyan batıcı, emperyalizmin işbirlikçisi kadrolar, bir yandan tek tip insanı esas alan tekelci eğitimle, özgün kimlik, kültür ve ahlaki değerleri yok ederek, diğer yandan da bunun yerine, taklit ettikleri ithal seküler değerler sistemini bile daha da bozarak ikame etmek suretiyle, iki değerler sisteminin de dışında, ikisi de olamayan bir ucube şahsiyetin, maddeci, çıkarcı, egoist ve birbirinin kurdu olan kişiliksiz, niteliksiz, batının da benimsediği insani erdem ve değerlerden bile yoksun bir insan tipinin ortaya çıkmasına yol açmışlardır. Üstelik bu insan tipi, saptırıcı atasözleri eşliğinde, birbirinin hakkında gözü olan, kendisinden başkasını düşünmeyen, korkak ve ikiyüzlü olmaya yönlendirilmiştir. “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek gerekir”, “ite dalanmaktansa, çalıyı dolanmak yeğdir” anlayışını, “yiğitliğin onda dokuzunu kaçmak” saymayı, “ bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” demeyi öğütleyen ata sözlerinin yönlendirdiği, ideolojik ve dayatmacı bir eğitim sürecinde, insani erdem ve değerler için, hak, özgürlük ve adalet için fedakarlık yapacak, onuru ve kimliği uğruna bedel ödeme cesaretini gösterecek, onurlu, erdemli, şahsiyetli insanlar yetişmesini beklemek, tabi ki anlamsız ve sonuçsuz bir bekleyiş olmaktan öte gidemeyecektir. Sonuç olarak ülkemiz insanları, batıyı taklit ederken, ortaçağ Avrupa’sını taklide sürüklenmiş sistemin dayatmaları sonucunda, çağdaş batının insan hakları anlayışının bile çok gerisinde, engizisyon zulümlerini andıran zulümleri kendi halkına yapan devleti kutsal sayan ve üstelik yapılan bu zulümleri kanıksayan, insan hakları söylem ve mücadelesine de yabancı bir bağnazlığa saplanmıştır. Bilinçli ve planlı projelerle halk kasıtlı olarak bu duruma düşürülmeye çalışılmıştır. Amaç halkın akletme, düşünme, sorgulama ve itiraz etme yetenek ve niteliklerini dumura uğratarak egemen oligarşinin tahakkümünü rahatça sürdürebilmesine uygun vasatı hazırlamaktır. Ve bu politikalar, halkın sağlıklı değerlendirme yapmaktan bile aciz bir bilinç bulanıklığıyla, kendine yapılan zulümleri ve egemen zalimleri bile doğru değerlendirmekten uzak, düşünme ve idrak kabiliyeti köreltilmiş konumlara sürüklenmesine yol açmıştır. Sonuçta, başörtüsü zulmü gibi yaygın zulümler ile ceza evinde ikinci ceza anlamı taşıyan “F tipi” işkencesine karşı çıkanlardan yüz kişiyi aşan sayıda gencin ölümü bile, bu halkta, hak, adalet ve özgürlük duygularını harekete geçirmeye yetmemiştir.
8 – Eğitim sisteminde baskı, korkutma ve beyin yıkama ile resmi ideolojiye göre yönlendirilen insanlar, bir de, çoğunluğu hortumlarıyla bağlı oldukları devletin yanında yer alarak, sistemin zulüm, sömürü ve vurgunlarını fark etmemesi için halkı oyalamak ve aldatmak işlevini üstlenmiş medya tarafından da sürekli proveke edilmekte, devletin dayatmacı politikalarına göre yönlendirilmektedir. Sisteme, zulüm ve sömürülerine muhalif kesimlerin söylem ve eylemleri, ihbarcı ve hedef gösterici tarzda haberleştirilerek, halk sindirilmeye, korkutulmaya çalışılmakta ve bu tür muhalif kesimlere uzak durmaya yönlendirilmektedir. Hele muhalefet Müslümanlardan geldiğinde aynı medya daha acımasız, daha ajite edici ve daha saldırgan bir üslup kullanarak, toplumu terörize etmekte, egemen zalimlerin tetikçiliğini üstlenmekte ve hatta normal şartlarda savunduğunu iddia ettiği insan hakları ve demokrasi gibi düşüncelerinden de hemen vazgeçmekte, acıkınca putunu yiyen müşrikler gibi demokrasiyi rahatlıkla yiyebilmektedirler. Bu durum ister istemez halkı yıldırmakta, muhalif olmanın ödeteceği bedeller halkın gözünü korkutmakta, sonuçta halk tepkisiz kalmayı, beladan, riskten uzak durmak anlamında tercih etmektedir. Medya, insani değerlerin savunuculuğunu yapması, halkın sorunlarına ve ıstıraplarına dikkat çekme misyonunu üstlenmesi, doğru bilgi ve haber yayını ile halkı bilinçlendirme görevini ifa etmesi gerekirken, tam tersine, sömürü ve talanda alacağı pay karşılığında egemen zalimlerin emrine girip, halkı aldatmak, sömürü ve zulümleri ört bas etmek amacıyla, aldatıcı yalan yayınlar yapmakta, halkı bilinçsiz, güdülen sürüler halinde tutmaya yönelik cahilleştirme operasyonlarında tetikçilik sayılacak yayınlara ağırlık vermektedir. Az satan az sayıda medya ise, muhalif konumda olmalarına rağmen, sadece kendi yazar ve yandaşlarının katıldıkları etkinlikleri haberleştirerek bencil bir konumu tercih etmekte, medyası olmayan diğer muhalif kesimlerin düşünce, mücadele ve etkinliklerini yeterli oranda duyurmaktan imtina ederek, amacı bu olmasa da, sonuçta, egemen sistemin hoşuna giden bu tutumuyla, halkın muhalif bir bilinç kazanmasını, yaygın bir muhalefetin oluşmasını ve muhalefetin güç birliği yapmasını engelleyici bir rol üstlenmektedir.
9 – Halkın nasıl bir dine ve ne kadar inanması gerektiği bile laik devlet tarafından belirlenip, üstelik dini ve dindarı kontrol ve denetim altında tutmak ve laik devlete itaatkar kılmayı temin etmek üzere, laik devlete bağımlı laik kuruluşlar olarak Diyanet teşkilatı ve İlahiyat Fakülteleri kurulmuştur. Ve bu kurumlar aracılığı ile halkın laik devletin istediği gibi bir dine, yani Marx’ın ifade ettiği üzere mazlum kitleleri uyutmak üzere “afyon” işlevini görecek bir resmi dine bağlanmaları sağlanmıştır. Bu resmi din çerçevesinde ve bu laik kurumlarda, kafalar karıştırılmış, laik devletin zulüm politikalarını meşrulaştırma çabalarıyla halkın muhalefeti din kullanılarak engellenmeye, dinin “ulul-emre itaat” ilkesi saptırılarak, zalim, fasık, şirk yönetimlerine itaat, “Allah’la aldatarak” temin edilmeye çalışılmıştır. Halkın kendisine ve dinine savaş açmış olanlara “Allah zeval vermesin” diye dua etmesine, Peygamber’in şeriatına karşı savaş açan kurumlara “Peygamber Ocağı” demesine yol açacak derecede kafalar karıştırılmış, tam bir bilinç bulanıklığı sağlanmıştır. Böylece, bir yandan Kur’an merkezli Rasulün (s) örneklediği dinin, her türlü zulme, sömürüye ve adaletsizliğe karşı, adaleti ikame etme mücadelesini öneren uyarıcı, zalimlere ve sömürüye karşı harekete geçirici muhteşem ilkelerinin, halkın zihnine yerleşmesi engellenmiş, diğer yandan da, resmi dinin, halktaki direniş ve adalet arayışı eğilimlerini iğdiş edici, zulme rıza ile zalime itaati telkin eden zelil kılıcı tavrının, Allah’ın dini adına halka yutturulması sağlanmıştır. Üstelik Allah’ın dininin temel esaslarına bağlı kalarak bu saptırmaya ve zalimlere karşı, hak, özgürlük, adalet ve tevhid mücadelesi veren gerçek Müslümanlar ise, terörist muamelesi yapılarak hem yok edilmeye, hem de halka gerçek İslam’ın mesajını ulaştırarak, halkı, özgürlük ve adalet mücadelesinin muhalif saflarına katmaları engellenmeye çalışılmıştır.
10 – Gerçek kimliği zorbalıkla ve dayatmalarla yok edilmiş halklar, uyduruk, sapkın suni kimliklerle oyalanmaya ve toplum mühendislerince bu tür kimliklerin çevresinde öbeklenip oyalanmaya ve sistemle uyumlu olmaya yönlendirilmektedir. (Bu amaçla, futbol takımları, şehir klüpleri, hayvan sever dernekleri, mesleki dayanışmayı esas alan kuruluşlar vb yani ya ideolojiden arındırılmış, ya da resmi ideolojiye tahsis edilmiş ortamlar kullanılmaktadır.). Yapılan anketlerdeki sonuçlara göre, özgürlük ve ekmek arayışı ile %85’i ülkesini terk etmeyi düşünecek kadar bunalmış bir halkın, ulusalcı tahriklerle, stadyumlarda ya da bir maç sonrası sokaklarda ulusal marş, bayrak vb ulusal motifler eşliğinde zalimleri ile kol kola girip kendilerinden geçecek kadar sarhoş olmaları, sistemin teşvik ettiği bu saptırıcı aidiyet ve kimliklerin yol açtığı kafa karışıklığının sonucunda halkın ne hale getirildiğini ortaya koymaktadır. Sisteme ve zalimlere yönelme, zulüm, sömürü ve baskıları sorgulama potansiyelini taşıyan kesimlerin bu potansiyel enerji ve tepkileri, stadyumlarda ya da ,sistemce tahrik ve teşvik edilen “paganizm”in, futbol, pornografi ve müzik “ilah”larının peşinde yanlış ve saptırılmış mecralarda deşarj edilerek, muhtemel muhalefetin havası alınmakta, dikkatler, öfkeler ve tepkiler yanlış mecralara yönlendirilerek, potansiyel muhalif enerjinin toprağa verilmesi temin edilmektedir.
11 – Türkiye insanları, evde, okulda, askerde, karakolda, çıraklıkta vb her yerde dayak yiyerek yetişmekte, daha sonra da hak, özgürlük ve ekmek isteyip, zulme, sömürüye karşı çıkmak amacıyla harekete geçtiğinde ise meydanlarda, sistemin polis ve askerinden dayak yemeye devam etmektedir. Diğer yandan, halkın neredeyse tamamı fişlenmekte, istihbarat örgütleri yaygın muhbir kadrolarıyla, kendi halkını izleme ve fişleme fonksiyonu görmektedirler. İşte bu, yaygın şiddet kullanımı ve fişlenme endişesi de, insanları korkutup sindirmekte, kişiliklerini etkilemekte, onurlarını kırmakta ve böylece ya insani fıtri değerlerini kaybederek şahsiyetsizleşmesine, ya da korkup yılarak, suskun, sinmiş bir ruh haliyle geri çekilmesine yol açmaktadır. Sürekli güç gösterileri yaparak, şiddet kullanan ve terör estiren egemen sistemin karşısında, kendisini güçsüz gören halkın, korku ve yılgınlık psikolojisine kapılarak, “ ne yapsam nafile, bu güce karşı sonuç almam mümkün değil, sesimi keseyim de hiç olmazsa elimdekinden de olmayayım” düşüncesiyle edilgen bir konuma razı olması sağlanmaktadır. Diğer taraftan, egemen despot sistem halk içinden on binlerle ifade edilen kişileri muhbir olarak devşirip, halkı halka karşı kullanarak hem bölücülük yapmakta, hem de halkı birbirine denetlettirip hegemonyasını pekiştirmektedir. Muhbirlik müessesesinin halkı birbirine karşı kışkırtma fonksiyonu görmesinin ötesinde, insanlık onuruyla bağdaşmayan bir insanlık suçu olan muhbirliğin yaygınlaştırılmasıyla şahsiyetler yok edilmekte, böylece dejenere edilmiş halkın muhalefet etme niteliği de iyice köreltilmiş olmaktadır.
12 – Köleleştirici zincirleri kırmanın ve özgürleşmenin önündeki en büyük engel, bizzat köleliğin, insan ruhunda ve fıtratında yol açtığı büyük erozyon sonucunda, baskıcı/zalim gerçekliğin ezilenlerin bilincini kuşatmış olmasıdır. Baskı ve zulüm, köleleştirilen insanlar üzerinde evcilleştirici bir fonksiyon ifa etmektedir. İnsan dışılaşmış ezenler, uyguladıkları şiddetle, ezilenleri de insan dışılaştırıp, onların insani şahsiyetlerini, haklarını ve onurlarını yok ederler. Bu sebeple ancak, kendileri yeniden insanileşerek özgürleşebilen ezilenler, sonuçta ezenlerinin de, insanileşip, özgürleşmelerinin yolunu açarlar. Kuralları belirleme makamını gasp etmiş bulunan ezenler, ezilen geniş kitlelere kendi tercihlerini dayatırlar. Bu durum belirlenen konumundaki ezilenlerin bilincini zamanla, belirleyen konumundaki ezenlerin bilinciyle uyumlu bir hale dönüştürür. Sonuçta ezilenlerin davranışları, belirlenen davranışlar olarak ezenlerin ilkelerini takip eder ve bu zamanla ezilenlerce kanıksanıp, içselleştirilir. Bu hale gelen ezilenler, artık bizzat kendileri özgürlük mücadelesi vermekten çok uzak bir psikoloji içinde oldukları gibi, başkaları tarafından gerçekleştirilecek ve kendilerine de özgürlük getirecek bir statüko değişikliğinden bile korkar hale gelirler. Hatta özgürlükten bile korkar hale gelirler. Bu sebeple onlara, özgürleşmenin önem ve bilincinin kazandırılması, özgürlüklerin, ezenlerce bir armağan olarak verilmesinin mümkün olmadığı, ancak bedeli ödenerek ve fethedilerek gerçek anlamda elde edilebileceği anlatılmalıdır. Ezilenlerin özgürleşebilmeleri için, kendilerini kuşatan ezenlerin tahakkümünden kurtularak, bilinçlerini keşfetmeleri, ezen-ezilen ilişkilerini idrak edip yerli yerine oturtmaları ve ezenlere hayranlığı bırakmaları gerekmektedir. Ezilenler, ezenlerin güçlülüğüne ve yenilmezliğine, kendilerinin ise güçsüzlüğüne ve işe yaramazlığına dair kesin bir inanca sahiptirler. Bu sebeple de, hep umutsuz, ezik ve yenilgiyi kader kabul eden bir edilgenlik içindedirler. Bu hal aşılmadan, muhalefet de, özgürleşmek de mümkün değildir. Bu halin aşılabilmesi için de, bir yandan ezilenlerin de yenilebilir olduklarının, dokunulmaz olmadıklarının ezilenlere gösterilmesi, diğer yandan da ezilenlere konumlarının bilinci ile birlikte mücadele azmi ve özgüven kazandırıcı, eğitici, bilgilendirici, bilinçlendirici çabaların öne çıkarılması gerekir. Edilgen ve nesne durumunda olmanın yerine, yer yüzünün irade sahibi ve sorumlu halifeleri kılınmış olmanın şerefine layık olabilmek için etken özneler olabilmek gerektiği ve bu halin kazandıracağı onur anlatılmalıdır. Mazlumların mazlumluklarının idrakine varmaları, bilinçsizlik ve suskunlukla zalimlerin payandaları konumunda oldukları ve bizzat kendilerinin bu dolaylı desteklerinin zulmün devamını sağladığı bilinci kazandırılmalıdır. Halkı cesaretlendirici, korku ve mağlubiyet psikolojisini üzerlerinden atarak özgüven kazanmalarını temin edici eylem ve söylemlerimizle, uyarıcı, uyandırıcı ve bilinçlendirici çabalarımızla üzerlerimize düşeni yapmadan, halkın kendiliğinden, güçsüzlük ve kölelik psikolojisinden kurtularak muhalefet saflarında özgürlük mücadelesine katılmalarını beklemek beyhude bir bekleyiş olmaktan öte gidemeyecektir.
13 – Modern ulus devlet bireyi yalnızlaştırıp, tam anlamıyla kuşatmış, örgütlü toplumu tehlike olarak gördüğünden engellemiş, halkı tam anlamıyla sindirmiştir. “Demokratik kitle örgütü” ya da “sivil toplum örgütü” olarak nitelenenlerin çoğunluğu ise, “yarı resmi örgütler” hüviyetinde olup, devletin zulüm politikalarını alkışlama zilleti sergilemekte, “muhalif” olmaktan çok uzak bir konumda durmakta, tam tersine statükonun militanlığını yapmaktadırlar. Devrimci ve muhalif olması en çok beklenen sendikalar bile, çoğunlukla statükocu ve devlet yanlısı ya da patronun işbirlikçisi “sarı sendika” konumundadırlar. “Sivil toplum kuruluşu” hüviyetini gerçekten taşıyan az sayıda muhalif kuruluş ise sistemin sürekli baskısı ve tehdidi altında, ciddi ve yaygın bir tabana dayalı örgütlenmelere gidememekte, sürekli kapatılma tehdidi altında, ancak sınırlı faaliyetlerde bulunabilmektedirler. Sistemin bu kuşatması ve öğütücü politikaları sonucunda da, bir süre sonra bu kuruluşlar kuruluş amaçlarından bile uzaklara savrulup, yozlaşmakta, ciddi bir tabana sahip olmalarını sağlayacak istikrarlı ve ilkeli bir mücadeleyi süreklilik arz edecek şekilde sürdürmede zaaf göstermekte ve halktan kopuk, dar kadrolu bürokratik yapılara dönüşmektedirler. Diğer taraftan, muhalif sol ve İslam’i kimi yapıların, belli bir dönem de olsa şiddete dayalı yöntemlere yönelmeleri ve sistemin de bunları terörist olarak yaftalaması sonucu, halkın ürkmesi sağlanmış, bu muhalif kesimlerin halkta taban bulması engellenmiştir. Şiddete dayalı eylem ya da çatışmaların halkta meydana getirdiği büyük panik ve antipati de edilgenliği, pasifizmi besleyen bir başka unsur olmuştur. Aynı kesimlerin tercih ettikleri yöntem gereğince “gizlilik” konusunda abartılı tutum içine girmeleri de halktan kopmalarını pekiştiren bir başka zaafı oluşturmuştur. Üstelik “gizlilik” sisteme karşı bir tedbir olarak öngörüldüğü halde, sistem istihbarat örgütleriyle bu kesimlerin bütün örgütsel yapı ve faaliyetlerinden haberdar olmuş, fakat ulaşmak ve bilinçlendirip kölelikten kurtarmak istedikleri halk ise, bu gizlilik sebebiyle onları ve mesajlarını yeteri kadar tanıyamamış, haberdar olamamıştır.
14 – Siyasi Partiler ise, başından beri hep “devlet partisi” olmak zorunda bırakılmışlardır. Özellikle CHP nin tek parti dönemindeki Kemalizm ilkeleri anayasa hükmü haline dönüştürüldükten sonra çok partili döneme geçildiği için, bütün partiler CHP ilkelerini kabul etmek ve bu sınırlar içinde kalmak zorunda bırakılmışlardır. Bu sebeple “çok partili dönem” aslında “çok CHP’li dönem” olmaktan öte bir anlam kazanamamıştır. Halk güdümlü ve icazetli de olsalar, alternatif arayışlarla kısmen muhalif olduğuna inandığı partilere büyük teveccüh göstererek, tepkisini ancak bu şekilde izhar edebilmiş, ancak bunlar da sonuçta resmi ideolojiye bağımlı devlet partileri olduklarından bu tepkiler bile yine sisteme yarayan sonuçlar vermekten öte gidememiştir. Hangi parti iktidar olursa olsun aynı ilkeler çerçevesinde hareket etmek, aynı kırmızı kitaba ve aynı silahlı bürokrasinin denetimine tabi olmak zorunda bırakılmıştır. Bu sebeple sisteme ve zulümlerine muhalefet edip, sistem değişikliğine giderek halkın arzu ve isteklerini esas alarak, halk iradesine dayalı bir iktidar oluşturmak imkanına hiçbir parti sahip bulunmamaktadır. Bu durumu bilen ve gözleyen halk ise daha umutsuz ve edilgen bir konuma sürüklenmekten kurtulamamaktadır. Sistem içinde havuç politikalarını temsil eden partilerin iktidarlarında ise, sopa politikası dönemlerinde gasp edilen bazı hakları kısmen iade edilerek, halkın bu parti üzerinden tekrar sistemle eklemlenmesi temin edilmekte ve sistem bu süreçlerde bile kendisini yeniden tahkim etme imkanını elde etmektedir. Sonuçta ezilen geniş kitleler ezilmeye devam ederken, egemen oligarşi hakimiyetini ve sömürüsünü sürdürmektedir.
Ayrıca sistemin hışmına maruz partiler bile, kapatılma ya da daha büyük belalara duçar olma korkusu veya bazı kazanımlarını da kaybetme endişesi ile, muhatap oldukları haksızlıklara, hukuksuzluklara, keyfiliklere ve zulümlere kendileri ciddi bir itirazda bulunmayıp normal karşıladıkları gibi, taraftarlarını da sistemi kızdıracak tepkilerden alıkoyan ikaz ve uyarılar yaparak onların daha da pasifize olmalarına yol açmaktadırlar. Diğer taraftan bu tür partilere bağlı kitleler de, ya oligarşinin elinde rehine konumunda olan partilerinin zarar görmemesi, ya da “önderlerimizin bir bildiği, yaptıklarının bir hikmeti vardır” teslimiyetçiliği ile daha çok pasifleşmekte, daha çok edilgenleşmektedirler.
15 – Sistem içi parti ya da örgütlerin, sistemle uzlaşmayı ve sorun çıkarmamayı esas alan yöntemleri sebebiyle, halk en fazla sistemin politikaları ile şu veya bu ölçüde çakışan alanlarda daha kolay ve daha yaygın eylemler ve tepkiler ortaya koyabilmektedir. “Bulgaristan’lı soydaşlar”, Kıbrıs ve Bosna için sistemin yeşil ışığı ve hatta dolaylı ya da direk desteği ile yapılan eylemler bu gruba girmektedir. “Darbeler”, “Kürt sorunu”, “Filistin”, “Afganistan”, “Baş örtüsü”, ve “Irak’a ABD saldırısı” gibi konularda ise sistemin korkusuyla ciddi ve yaygın tepkiler ortaya konulamamıştır. Halk sistemin meşru saydığı bir diğer alan olan “seçim”ler vasıtasıyla da, zaman zaman tepki koyabilmekte, sistemin partilerinden “ehveni şer” olarak gördüklerini iktidara taşıyarak sisteme dolaylı bir tepki gösterebilmektedir. DP, ANAP, RP, ve AKP işte bu tepkilerle iktidar olabilmişlerdir. Ancak neticede bunların sistemin hışmına maruz olmaları halinde halk yine edilgen konuma çekilip, onları ilgisiz bir tarzda seyretmiş, darbecilere, baskıcılara gerekli tepkileri koyabilme cesaret ve kabiliyetini gösterememiştir. Bu halin bir sebebi tercih edilen uzlaşmacı yöntemin niteliğinden kaynaklansa da, diğer sebebi, halkın ve önderlerinin korkaklığından, sinmişliğinden ve ellerindekini de kaybetme endişesi ile susmayı çıkarlarına daha uygun bulmalarından kaynaklanmaktadır.
16 – Darbelere, muhtıralara muhatap olmuş, generaller tarafında azarlanmış, uyarılmış hükümetler, parti önderleri, Başbakan ve bakanlar, hep bu durumu normal gören ve hukuka, adalete, devlet sistemindeki hiyerarşiye ve hatta genel ahlaka da aykırı bu tür davranış ve açıklamaları, “herkesin görüş ve düşüncelerini açıklama özgürlüğü vardır” gibi şahsiyetsiz ve zelil söylemlerle geçiştirmişlerdir. Hukukun ve kanunların gereğini yapmaktan, eğer varsa, işgal ettikleri makamın, itibarını ve kendi onurlarını koruyucu bir tepki vermekten bile kaçınmışlardır. Askerlerin bu yaptıklarının çok azını bir sivil bürokrat yapsa, derhal görevine son verilmesi söz konusu iken, askerden gelen yenilir yutulur olmayan tavır ve açıklamaların, sanki muhalif bir siyasi parti başkanının açıklamaları gibi normal karşılanması, hem darbecilerin cür’etini arttırmış, hem de halkın siyasilere olan güvenini ve istikbale dair umudunu sarsmıştır. Kendilerini, yetkilerini ve halkın tevdi ettiği emaneti savunmaktaki bu korkak ve liyakatsiz tutumun sahipleri, hiç şüphesiz halkın kendilerini savunması hakkını da kaybetmişlerdir. Direnmeyen, yetki ve sorumluluklarının gereğini yerine getirmeyip, hukuka ve kanunlara aykırı keyfiliklerin, darbe ve muhtıraların hesabını sorma cesaretini ve dirayetini göstermeyen siyasilerin bu hali, halkın daha da demoralize olmasına ve pasifleşmesine yol açmıştır.
17 – Egemen “bürokrat-politikacı-patron” şeytan üçgeninde ülkenin ekonomik kaynaklarını, yetim haklarını talan ederek semiren büyük sermayenin ve işbirlikçilerinin soygunları, adaletsizlikleri sonucunda, geniş kitleler giderek daha çok fakirleşip, sefalete mahkum hale düşürülmüşlerdir. Bu fakirlik ve sefaletin içindeki halkın çocukları, azgın azınlık “beyaz Türk”lerin çocuklarıyla mukayese edilemeyecek derecede geri kalmakta, eşit eğitim imkanlarından da mahrum bulunmaktadırlar. Sonuçta halkın eğitimsiz çocukları bu azınlığın ırgatları olmaktan kurtulamamakta, bu durum da halkın eğitim ve kültür seviyesinin yükselmesini engelleyerek bilinçlenmesini önlemekte, böylece halkın edilgenliğinin devamına yol açmaktadır.
18 – Askeri bürokrasinin “brifinglemesine” açık, “bağımsız olmadığı” sürekli kendilerince de vurgulanan yargı sistemindeki siyasallaşma ve keyfiliğin zirveye tırmanmasıyla oluşan tam bir “yargıçlar hakimiyeti” sürmekte, “hukukun üstünlüğü” ilkesinin yerini “üstünlerin-güçlülerin hukuku” almış bulunmaktadır. Zaman zaman yargıç ve savcıların yaptıkları siyasi içerikli ve halkı tehdit eden (Antalya bildirisi gibi) açıklamalar da halkın sinmesine yol açan tesirler bırakmıştır. Yargı alanında yaşanan büyük ve yaygın sıkandallar da ortaya koymuştur ki,“Hukuk”, adeta, güç odaklarınca verilen kararları ya da adaletsiz ve haksız uygulamaları kitabına uydurma fonksiyonu üstlenmiş gibidir. Böylesine bir yargı zemininde verilen ideolojik ve keyfi kararlarla pek çok muhalif aydın ve Müslüman, haksız ve ağır cezalara çarptırılmış bulunmaktadırlar. Bu tür cezalar, genelde temsili ceza hüviyeti taşımakta, birilerine verilen bu cezalarla geniş kesimlerin gözü korkutulmak istenmekte ve bunda başarılı da olunmaktadır. (Sivas davasında verilen idamlar, Malatya’da Başörtüsü eylemine katılanlara istenen idamlar, bir tiyatro oyunu sebebiyle oyunculara verilen ağır cezalar, Sincan’daki son derece masum bir etkinlik sebebiyle yağdırılan ağır cezalar, 312. maddenin düşüncesini açıklayanların üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırılması vb. de hep halkın muhalefet azmini yok eden korkutucu, sindirici sonuçlara yol açmışlardır.)
19 – İnönü’nün, Mudanya mütarekesi sonrasında yanındakilere, “unutmayın millet de düşmanınızdır” sözü, halkın ve milletin egemenliği iddialarında ne kadar samimiyetsiz olduklarının açık ifadesidir. Tepeden inmeci yöntemlerle ve terörle, halka kimlik ve kültürünü kaybettiren modernleştirme, medeniyet değiştirme projelerinin dayatılması, doğal olarak, batıcı elitlerin halkı düşman saymasına ve sürekli, halkın özüne dönüş tehdidi altında teyakkuzda bulunmasına yol açmıştır. Egemenler yaptıkları işin halkın İslami kimlik, kültür ve değerlerine ne kadar ters olduğunun bilinciyle, bir gün halkın mutlaka aslına döneceği ve kaybettirilmiş İslami kimliğini yeniden keşfedeceği endişe ve kâbusu altında sürekli bir tedirginlik ve korku halini yaşamaktadırlar. İşte bu sebeple ortaya çıkan, halkın bazı kesimlerini “birinci öncelikli düşman” ilan eden “Milli Siyaset Belgesi” ya da “Kırmızı Kitap” nevinden, herkesin itaate mecbur bırakıldığı “kutsallaştırılmış metinler” ve geniş halk kesimlerine yönelik “top yekun savaş”tan ve gerekirse halkın silahını halka kullanmaktan çekinmeyeceklerine dair “darbeci” söylemler ve bunların cüretkarca güdümlü medyaca manşetlere taşınması da, halkı pasif, korkak ve edilgen bir konuma itmede önemli rol oynamaktadır.
20 – Egemen sistem, halk kesimlerini birbirine düşürmek ve bir kısmını diğer kısmına karşı desteklemek suretiyle uygulamaya koyduğu böl-yönet fitnesiyle de muhalefetin oluşmasını ya da güçlenmesini engellemeye, bir kısmını diğeri ile savarak, “iti ite kırdırma” politikasıyla kendisini tahkim edip ayakta tutmaya çalışmıştır.
21 – Halkın geniş kesimlerini içine alan geleneksel İslam’i kesim önderlerinin, tasavvuf kültürü, kör taklit, meyyit gibi teslimiyet ve mutlak itaatle teslim aldıkları kitlelere, yaşanan zulümleri kader olarak kabul edip rıza göstermeyi, teslimiyetçiliği telkin eden, ertelemeci ve kendiliğindenci yaklaşımlarla Allah’a havale etmeyi öneren yaklaşımları da, halkın edilgenliğinde önemli bir role sahiptir. Akıde, ilke ve şahsiyet zaaflarıyla malul geleneksel önderlerin kör taklidi, bağlı kitlelerin Allah’ın dininin gerçek ölçülerine ulaşmasını engelleyerek zalimlere meyletmesine yol açmaktadır.Üstelik bu kesimlerde, taraftarları sömürerek oluşturulan büyük maddi birikimlere dayalı saltanatların ellerinden çıkmaması için de, egemen sistemle uzlaşmayı tercih eden anlayışlar öne çıkmış bulunmaktadır. Egemen zalimlerin önde gelen kişi ve kurumları ile işbirliği içine giren geleneksel grup ve tarikat önderleri, hem de adaleti esas alan Allah’ın dini adına adaletsizliğe ve zalimlere yardakçılık yapmaktan utanmamakta, egemen sistemin politikalarını meşrulaştıran söylemlerle halkı afyonlayıp uyutmaktadırlar. Ayrıca bu kesimlerden de kaynaklanarak, halkta yer eden ve halkı tepkisizliğe yönelten bir başka unsur da, yabancı kafir ve zalimlere gösterilen tepkinin kendi içinden çıkanlara gösterilmemesi sonucunu doğuran, “benim zalim ve kafirim iyidir” mantığıdır.
22 – Tevhidi bilince ulaşmış İslam’i kesimler ise, çoğunlukla bireysel ya da küçük, cılız gruplar halinde dağınık durmanın yol açtığı güçsüzlüğün de beslediği çok boyutlu zaaflarla mâlül bulunmaktadırlar. Komünizmin, kapitalizmin ve tüm beşeri ideoloji ve sistemlerin tükendiği, tarihin İslam’ı alternatif olmaya zorladığı, İslam’i alternatifin yok edilmesi için Küresel Küfür tarafından İslam aleminin küresel kuşatmaya alındığı ve küresel korsanlığın saldırılarına maruz kaldığı bir dönemde, hala bu zaaflarımızı aşmaya yönelik ciddi çabaları gündeme getirmiyor oluşumuz affedilir gibi değildir. Halkımıza yönelik ciddi, kuşatıcı ve dönüştürücü eğitim ve davet projelerinin güç birliği ile uygulamaya konulamamış olması, gerçekten mazur görülebilecek boyutları aşan bir vehamete yol açmaktadır. Kimliği kaybettirilmiş, şahsiyetini ve fıtratını bozucu süreçlerden geçirilmiş, gördüğü zulümleri bile kanıksayarak, doğal bir hal gibi yaşamaya alışmış, köleleştirilmiş bir toplumun, öz kimliğine, vahye dayalı evrensel değerlerine döndürülmesini, şahsiyetini, tasavvurlarını, aklını ve imanını vahiyle yeniden inşa etmesini sağlayacak projelerin öncelikle ve büyük fedakarlıklar, bedeller pahasına da olsa ısrarla gündeme getirilmesi gerekmiyor mu? Halkın, mazlumiyetini idrak ederek, zalimlere karşı itiraz eden, sorgulayan, hak ve özgürlüklerini talep eden, onurlu ve muhalif bir kimliğe kavuşması için, uyarıcı, uyandırıcı ve bilinçlendirici ilişki ve çabaların daha fazla öne çıkarılması gerekmiyor mu? Halktan kopuk dar ve kapalı çalışmaları aşarak, halkı kucaklayan, halkla iç içe olmayı sağlayan projeleri uygulamaya koymadan ciddi bir tabana sahip olunamayacağı açık değil mi? Davetle, eğitimle kuşatmadığımız, sık sık ziyaret etmediğimiz, sorunları ile ilgilenmediğimiz, derdiyle dertlenmediğimiz halka, sadece senede birkaç defa eylem çağrısı yaparak, hemen onları muhalefet saflarımızda görmek arzusu, acaba ne kadar tutarlıdır? Üstelik halkı bitiren, edilgen kılıp, sinmesine yol açan bunca menfi unsur varken, tüm bunların oluşturduğu olumsuz gidişatı tersine çevirecek, halkı öz değer ve kimliğine yeniden döndürecek ciddi projeler üretip uygulamadan, bu halktan muhalif bir tutum beklemek haklı olur mu? Kendimizi, duruşumuzu, yaptıklarımızı ve yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızı, Allah rızası için vahyin belirleyiciliğinde ve Rasulün örnekliğinde tekrar ve süratle gözden geçirip sorgulamalı, zaaflarımızı aşma erdemliliğini ve dirayetini göstermeliyiz.
Halka örneklik teşkil etmesi gereken tevhidi grupların, kendi içinde fikri savrulmalar yaşadığı ve dünyevileşmenin, inkılapçı ruhu kaybettiren uzlaşmacılığın içten çürümeye yol açtığı acı gerçeği karşısında, bu tutarsızlığı, ilkesizliği ve kafa karışıklığını yaşayanların, önce bu hali tedavi edip vahyin şahitliğini yeniden üstlenmeden, halkı kuşatmalarının, tevhidi istikamette dönüştürmelerinin ve zalimlere karşı yönlendirmelerinin imkansız olduğunu da akıldan çıkarmamalıyız. Sistemle bir şekilde eklemlenmiş, korkuları ya da dünyevi ikbal, kredi, ihale beklentileri uğruna veyahut çeşitli kirlenmeler sebebiyle fikri savrulmalar yaşayarak ilkelerini feda etmiş uzlaşmacı çizgi ile inkılapçı, direnişçi tevhidi çizginin aynı grup içinde bir arada ve sorunsuz var olmayı sürdürmeleri hem tutarsız ve çelişkili bir görüntü oluşturup güveni yok etmekte, hem de grupçu taassuba dayalı bu anlamsız ve yanlış beraberlikte ısrar, çürüyen kısmın zamanla sağlam kısımları da çürütmesine yol açmaktadır. Korkutulmuş, sindirilmiş halkın, bu halini üzerinden atıp, “korku krallığını” yıkabilmesi için örneklik teşkil etmesi gerekenlerin, korkular ve çıkarlar sebebiyle değişim geçirip savrulmaları, ilkesiz konumlara sürüklenmeleri hiç şüphesiz halkın mevcut halinin devamına katkıda bulunan, güvensizliği ve umutsuzluğu arttıran bir etki meydana getirmektedir.
Şunu da sorgulamalıyız ki; acaba biz, konjonktüre cevap yetiştirmek ve sürekli tepki üretmek peşinde koşarken, başkalarının oluşturduğu konjonktürel gündemlere takılı kalıp, esas yapmamız gerekeni, stratejik hedeflerimize yönelik kalıcı ve süreklilik arz etmesi gereken projelerimizi ihmal mi ediyoruz? Tabi ki, konjonktürel durum ve gelişmelere de cevap üretmeli ve tabi ki, dışımızda oluşturulan gündemlere de gerekli müdahaleleri yapmalıyız, tepki göstermemiz gereken gelişmelere de, ilkelerimizle mutabakatı kaybetmeden özgün tepkimizi göstermeliyiz. Ancak, esas ve süreklilik arz etmesi gereken kulluk görevimizin ve stratejik hedeflerimize yönelik çabalarımızın en küçük ihmaline bile fırsat vermemek kaydıyla. Davet ve eğitimle halkımızı kuşatarak, vahyin şahidliğini yaparak, halkla kaynaşmak suretiyle vahyi sosyalleştirme gayreti göstererek, halkımızın kaybettirilmiş kimliğini ve değerlerini tekrar kazanmasına yönelik çabalarımızı sürekli, istikrarlı ve kurumlaşmış kollektif irade ile sürdürerek bu zaaflarımızı aşabiliriz. Biz üzerimize düşeni yaptıktan sonra, halk hala tevhidi ve özgürlükçü çağrıya ve olumlu, onurlu değişime direnir, zulme ve zalime karşı tepkisiz ve edilgen duruşunu sürdürürse, ancak o zaman bu halkı eleştirmemiz haklılık ve tutarlılık kazanabilecektir.