Perşembe, Kasım 21, 2024
Ana sayfa CUMA KONFERANSLARI Adil Bir Şahsiyet Oluşturmada Israr Etmeliyiz

Adil Bir Şahsiyet Oluşturmada Israr Etmeliyiz

by İlkav Editor
2,6K 👁
A+A-
Reset

“İslami kimlik ve ilkelerden taviz vermeyen bir örneklik ile emin, güvenilir
ve adil bir şahsiyet oluşturmada ısrar etmeliyiz.”

 

Bismillahirrahmanirrahim
Allahın selamı, rahmeti, bereketi sizlerin ve bütün dünya Müslümanlarının üzerine olsun değerli kardeşlerimiz!
İslam ümmeti olarak uzun yüzyıllar boyunca, ümmet olma vasfımızı yitirdik. Zaman zaman bunu hatırlamakta fayda var. Geldiğimiz nokta itibariyle gerçekten içler acısı bir konumda bulunuyoruz. Filistin’de yaşanan olayları takip ediyorsunuz. Filistin’deki laik ulusalcı kadronun, nasıl İsrail ve Amerika’yla işbirliği yaptığını, nasıl onlardan aldıkları silahlarla Müslüman Filistin halkına saldırdıklarını görüyorsunuz. Bu, dünyanın her yerinde böyledir, İslam düşmanlığında “küfür tek millettir” bunu bilmek zorundayız. Bugün Türkiye’de de, laik, ulusalcı güçler, Amerika ve İsrail’le stratejik ittifaklar kurarak, halkın İslami kimliğine karşı, İslami değerlerimize karşı, tam da onların jargonlarıyla ve emperyal projeleriyle örtüşen söylemlerle saldırmıyorlar mı? Türkiye’de kargaşa çıkaracak, hatta bölünmeye ve iççatışmaya yol açacak senaryoları bile, emperyalistlerle birlikte hazırlayıp uygulmaya koymuyorlar mı? Her yerde aynı proje, biraz farklı versiyonlarıyla uygulamaya konuluyor. Bir taraftan Müslümanlar yok edilmeye sindirilmeye çalışılıyor, bir taraftan da Kur’an a ve sünnete dayalı sahih din anlayışı, sahih İslam anlayışı dejenere edilmeye ve ılımlı İslam projeleriyle, Allah’ın tevhid dini olmaktan çıkarılmaya çalışılıyor.


 

Kardeşlerimiz, Filistin’de, Irak’ta, her tarafta kan ağlıyor. Tüm İslam coğrafyasında, emperyalistler ve yerli işbiğrlikçilerinin eliyle, Müslüman halkların kan ve gözyaşı akıtılmaya devam ediliyor. Irakta ki kaos sürüyor. Şii-Sünni çatışması son zamanlarda tekrar alevlendirilmeye çalışılıyor. Defalarca itirafçılar çıkıp, “biz Amerikalıların yönlendirmesiyle, iç çatışmayı tahrik için, Sünni ve Şii camilerine saldırıyorduk,” demelerine rağmen, bugün yine Sünni ve Şii camilerine saldırılıyor. Ve Şii ve Sünniler de her seferinde bu oyuna gelip, birbirlerine düşebiliyorlar. Tabi ki, bu tür oyunları ferasetle değerlendirmekten uzak, kimi ahmak Şii ve Sünniler de vardır. Onlar da birilerinin oyununa gelip, birbirlerine saldırırlar, ama bu projenin esas sahibinin Amerika ve İsrail olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Lübnan’ı da karıştırmaya çalışıyorlar. Filistin’de, laik Filistinleri Müslüman Filistinlilerin üzerine saldırtıp, işgalci İsrail’in işini kolaylaştıracak bir fitne çıkarıyorlar.

İşte İslam coğrafyası bu şekilde tam bir kaosa sürükleniyor, Müslüman halklar büyük sıkıntılar yaşıyor. Türkiye’ye bakıyoruz. Türkiye’de de, farklı olmayan bir takım İslam karşıtı projelerin uygulamada olduğunu görüyoruz. Takip ediyoruz, hep birlikte yaşıyoruz bütün bunları. Askeri vesayet rejimi var, adına cumhuriyet demişler, cumhuriyetle hiçbir alakası yok. Saltanat devam ediyor, askeri bürokratlar ve aristokrat oligarşi çağdaş sultanlar konumunda bulunuyorlar. İşte bu despot çağdaş sultanlar, halka, halkın İslami kimliğine, önceki sultanlara nazaran daha acımasız ve daha saldırgan bir biçimde tahakküm ediyorlar. Müslüman halkın İslami kimliğini “irtica” diye yaftalayarak, ona karşı aşağılayıcı, dışlayıcı söylemlerle cephe alıyor, tehdit ve düşman ilan ediyor, mahkûm edip aşağılamyı içeren bildiriler yayınlıyorlar, açıklamalar yapıyorlar. Sivil siyaseti temsil edenler ise, maalesef ürkek ve beceriksiz. Tabi onların bu ürkekliği ve beceriksizliği sebebiyle, gündeme el koyamamaları sounucunda, yönetim zaafı ve yasal otorite boşluğu oluşuyor. Bu zaaf ise, darbecileri daha da azgınlaştırıyor ve doğan boşluk asker bürokratlarca doldurulup, anayasa ve yasalar askıya alınıyor. Kendi yaptıkları anayasayı bile çiğnemekten çekinmeyen bir azgınlıkla, görevdeki askerlerin güdümünde ve emekli askerlerin öncülüğünde tam bir kaos oluşturuluyor. Gerçekten akıl almaz provokasyonlar uygulamaya konuluyor. Genelkurmay dış saldırılara karşı halkın güvenliğini korumakla görevliyken, bu işini bırakmış siyasetle iştigal ediyor. Gece yarısı bildirileriyle halkı, siyaseti, bütün alanları yeniden dizayn etmeye kalkışıyor. Anayasa ve yasalara aykırı “devlet iktidarı”nın, oligarşik despotizmin, halkın seçtiği ve kendi yaptıkları anayasaya da uygun olan “siyasi iktidar”a egemen olmasını sağlamak amacıyla sürekli koas ve gerginlik üretiyorlar. Bu hukuksuz tahakkümü sürekli kılabilmek için de, sürekli kaos ve şiddetti tırmandırıyorlar. Egemen oligarşi ve çeteleri, egemenliklerini ve kendilerine iktidar ve rant sağlayan statükoyu korumak için tırmandırdıkları bu şiddetten ve gerginlikten besleniyorlar. Bu sebeple de, sürekli provokasyonlar yaptırdıkları derin çeteleri koruyup kolluyorlar. Yargıyı da etkileyerek, çetelerin özgürce faaliyet göstermesini güvence altına alıyorlar.

Siyasi iktidar da, ürkek, ferasetsiz ve beceriksiz olunca, onların bu taahükkümü sürekli ve kalıcı hale geliyor. Gece yarısı bildirileri devam ediyor. Gece yarısına kadar oturup bildiri hazırlamaktan yorgun düştükleri için olsa gerek, karakollarını bile koruyamaz hale geldiler. Şiddeti putlaştırmış bir takım gruplar var Türkiye’de. Bunlar hem devlet içinde yuvalanmış çeteler. Hem de diğer ideolojik gruplar. Zaman zaman da birbirleriyle paslaşarak, şiddeti tırmandırıyorlar. Çünkü ne kadar şiddet, ne kadar kaos, ne kadar ceset olursa, o kadar hakimiyet kazandırıyor bu gruplara ve çetelere. Böyle bir ortamda bile, halkın birliğini ve barış içinde bir arada yaşamasını savunup, bu barış ortamının güvencesi olması gerekenler, halkı resmi ideoloji paralelinde sokağa dökülmeye ve farklı düşünenlere karşı “ulusalcı refleksle tepki göstermeye” çağırıyorlar. Sokaklara dökülen kitlelerin, zaten sık sık gündeme gelen linç psikolojisiyle hareket etmesi halinde yaygınlaşabilecek bir iç çatışmaya sürüklenme riskini bile göze alabiliyorlar. Böylesine büyük bir kaosun fitilini ateşlemekten bile çekinmeyen kadroların kendilerini ve tutumlarını sorgulayıp, hesaba çekme zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar kendilerini ve yaptıklarını hesaba çekip düzeltme çabası göstermiyorlarsa, peki siyasi iktidar niye yasal mekanizmaları harekerte geçirmeyip, suskun ve zelil bir biçimde bu ürpertici gelişmeleri seyretmekle yetiniyor?.

Toplumun, halkın güvenliğini korumakla görevli olanlar, karakollarını bile korumaktan aciz duruma düşmelerinin faturasını’da halka ve siyasi iktidara kesiyorlar. Karakolu koruma görevi senin, Tayyip Erdoğan mı gidip o karakolu koruyacaktı? Mayınları patlatmayı, Tayyip Erdoğan mı önleyecekti? Bunu yapma görevi senin, Türkiye’de başörtüsüne dahi müdahale edecek, YÖK’te değişime engel olacak, Cumhurbaşkanı seçimini etkileyecek, yargıyı yönlendirecek, küçük kızların tesettürlü ilahi söylemelerini bile tehdit ilan edecek kadar Tayyip Erdoğan’ı, kadrosunu ve halkı kuşatmışsın. Ama karakolları korumaya gelince, mayınları patlatmayı engellemeye gelince, orada etkin değilsin, orada başarılı değilsin. Askeri bir hareket gerektiğinde, basın önünde siyasi iktidarı sıkıştırıp bana görev ver diyeceksin. Ama siyasi ve sosyal konularda iktidara karşı bildiriler yayınlarken, amirin konumundaki siyasi otoriteyi takmayıp, anayasa ve yasaları çüğnemekte bir sakınca görmeyeceksin. Bugüne kadar hiçbir siyasi iktidar senin istediğin herhangi bir hususun aksini asla yapamadı. Bu ülkede 80 yıldır, asker ne istediyse olmuştur. Türkiye’de, bütçeler dahil askerin istediği bir şeyin verilmemesi asla mümkün değildir. Bu ülkede asker ne istediyse, daha istemeden verilmiştir. Başörtüsüne gelince siyasi iktidarı takmayacaksın, siyasi bildiriler yayınlamaya gelince iktidara posta koyacaksın, ama esas kendi görev alanına sıra geldiğinde ne yapalım izin vermiyorlar diye halka şikâyet edeceksin. Bu halk bunu görmeli, bunu anlamalı, yoksa bu oyunun sahipleri, halkı sürü gibi kullanmaya devam edeceklerdir. Bütün bunlar oluyor ve kimse hesap soramıyor. Sonuçta Generaller, siyaset yapmaktan, halkı ve kendi karakollarını korumaktan aciz duruma düşüyorlar. Ve ondan sonrada halka meydanlara dökülün çağrısı yapıyorlar.

Kanaatimce de, halk meydanlara çıkmalı, bu konuda geç bile kalınmıştır. Ama darbecilerden, generallerden hesap sormak için çıkmalıdır. Neden çocuklarımızı askere alıyorsunuz da, onları koruyamıyorsunuz? Niye çocuklarımızı bir dağ başına götürüp kendi başlarına bırakıyorsunuz? Neden onların güvenliğini sağlayamıyorsunuz, gerekli tedbirleri almıyorsunuz? Sınırları beklemek göreviniz varken, neden sınırlar eleğe dönmüş, dışarıdan geldikleri iddia edilen militanlar, neden bu kadar rahatça gelip gidebiliyorlar? Neden siyasi iktidarların ve aydınların “Kürt sorununun” adil çözümüne yönelik düşünceler, projeler üretmelerini engelleyici baskılar yapıyorsunuz? Ve neden bu kanı durduracak açılımlar getirmek isteyenlere hemen hain suçlamasında bulunarak, çözümsüzlüğü ve kan akmasının sürmesini dayatıyorsunuz? Üstelik neden, siz bu zaafınızın hesabının bile siyasi iktidara fatura edilmesini sağlayıcı açıklamalar yapıyorsunuz? İşte bu tür sorularla halk, görevini yapmayı bırakmış başka işlere ve siyasete yoğunlaşmış olan askeri bürokratlardan, sivil zeminlerde hesap sormalıdır? Yani, Genelkurmay’ın talep ettiği refleks ve tepkiyi, halk bu istikamette göstermelidir. Neden, tam seçim öncesinde, muhtırayla başlatılan gerginlik ortamı, birden artan cesetlerle sürmektedir? Nelerin döndüğünü, hangi dış ve iç güçlerin bu şiddetin tırmanmasında rol aldıkları, bir takım kaos projelerini uygulamaya koyanların kimler olduğunu halkımız sorgulamalıdır. Darbecilerin tetikçileri rolünü oynayan, suikast ve katliamlara imza atan derin çetelerle, ideolojik şiddeti ilahlaştırmış örgütlerin arka planda birbirleriyle irtibat halinde oldukları ve beraberce şiddeti tırmandırma çabası içerisine girdikleri iddia ediliyor. Çünkü iki taraf da, şiddetten beslenerek tahakkümünü sürdürme imkanı elde ediyor, deniliyor, bir çok gazetede bu bağlamda yazılar yazılıyor. Bunların üzerinde düşünülmesi lazım.

Şemdinli çetesinin ifşa olması ve suçüstü yakalanması, bu tür çeteleşmelerin tasfiyesi ve ülkeyi kan gölüne çeviren bir çok provakasyonun engellenmesi bakımından, bu siyasi iktidarın eline geçen büyük bir imkandı, ama değerlendirilemedi. Şemdinli çetesini koruyanlara boyun eğdiler, savcının harcanmasına göz yumdular ve asker bürokratların hukuksuzluklarının yanında yer aldılar. Ondan sonra siyasi iktidarın otoritesi bitti ve hukukun söyleyecek sözü kalmadı. Bugün başlarına gelenlerin müsebbibi bizzat AKP kadrolarının kendileridir, kendi yüreksizlikleri ve beceriksizlikleridir. O gün hesabını sorabilseydiler, o gün savcının arkasında durabilseydiler, bugün bu edilgen konuma düşmeyecek ve derin çetelerin tasfiyesini de başlatmış olacaklardı. Bakın, doğuda Şemdinli çetesinin evraklarını taşıyan posta arabası kaza geçirmiş, evraklar çalınmış. Bunlar tesadüf mü? Şemdinli çetesini aklayıp kahramanlaştıracaklar, bundan öncekilerde yaptıkları gibi. Ümraniye’de bir evde cephanelik bulunuyor. Astsubay emeklisi “Kuvay-ı Milliye Derneği”nin başkanına ait, onun kontrolünde olan bir cephanelik bulunuyor. Ne oluyor? Çünkü Şemdinli çetesinin üzerine gidemediler. Atabeyler bizzat başbakana suikast planları ve patlayıcılarla ele geçirildi, daha bir sürü cephanelik ve çete ele geçirildiği halde, “biz balık tutmak için bunları bulunduruyoruz” dediler ve beraat ettiler. Bunların üzerine gidemez miydi siyasi iktidar? Kesinlikle gidebilirdi, yeter ki biraz yürekli, biraz dürüst ve ahlaklı olacak. Ahlak ve hukuk belirleyici değilse, siyasi çıkarlar uğruna ahlaki değerlerini harcayan bir kadro varsa, o kadro zelil bir şekilde bu tip oyunların ve çetelerin esiri haline gelir. Şemdinlinin üzerine gidebilseydiler, atabeylerin üzerine gidebilseydiler, susurlulukların üzerine gidebilseydiler, bugün çok daha özgürlükçü ve güvenli bir ortama kavuşulabilirdi. İkinci bir susurluk daha çıktı geçenlerde, yine bir kaza oldu ve bir sürü çek-senet, silah ve emekli güvenlik elemanları bir arada. Bu tip çetelerde ortaya çıkanlar, başta atabeyler olmak üzere, çoğu özel harp dairesiyle ilintili, bir kısmı emekli asker yada polis, bir kısmı da emekli değil bizatihi resmi görevli. Ne oluyor, niye üzerine gidemiyorlar? Refah Partisi koalisyonu, Erbakan hükümeti gidemedi. Teslim oldu çetelere ve onları koruyan güçlere de, ne oldu? Kendi ipini çekti ve bakın geldiği noktayı herkes görüyor. Buna rağmen bunlar da gitmiyorlar üzerlerine ve aynı delikten bir daha ısırılmayı göze alıyorlar, Allah müstahaklarını kendilerine verecektir. Hak ettiklerini bulacaklardır, ama bu arada bütün halk da bir takım sıkıntıları çekmektedir, çekmeye devam edecektir.

Kuvayi Milliye derneğini biliyorsunuz. Ölmek öldürmek üzerine yemin ettiler ve bu görüntüler bütün medyada yer aldı. Ölmeye ve öldürmeye yemin ettiler ve on üç bin civarında hain listesi var, hepsinden hesap soracağız dediler, peki bir şey yapan oldu mu? Adamlar faaliyete devam ediyorlar. Biz ne yaptık? Bu ülkenin insanları ve gençleri mahvolmasın, bu ülkenin insanlarının fıtratı bozulmasın, bu ülkenin insanları şahsiyetli, onurlu olsun diye eğitim sistemindeki çürümeye dikkat çektik, başta eğitim sisteminde başlatılmak üzere bir ıslah çabasının gündeme gelmesini istedik. Özgür eğitim alanları hazırlanarak bu ülkenin gençlerinin, adil, özgürlükçü zeminlerde şahsiyetli insanlar, fıtratın sesine kulak veren erdemli insanlar olarak yetişmesine fırsat ve imkan verilsin dedik. Bundan dolayı bizim Vakfımız kapatılmaya çalışılıyor. İki gün öncede gittik savcılığa ifade verdik. Ne için? İddiaya göre, mevcut çürütücü, yozlaştırıcı ideolojik eğitim sistemini eleştirerek, özgür eğitim talep etmekle “cumhuriyeti aşağılamışız” ve bundan dolayı yargılanıyoruz. AKP’nin Devlet Bakanı ve Vakıflar Genel Müdürünün tahriki ve yönlendirmesiyle açılan bu davanın dosyasında “Adalet” Bakanlığının da üç ayrı tarihte yazılmış yazılarını gördüm. Üç ayrı yazı yazmış, Cemil Çiçek efendinin genel müdürleri. Ne oldu hala niye bir şey yapmadınız? Diye baskı kurmuşlar savcılık üzerinde. Sadece, ilmi bir panelde düşüncelerimizi açıkladığımız için bizim üzerimize bu kadar zalimce gelen AKP kadroları, gerçek zalimlerin, darbecilerin, çetelerin önünde ise, ya suskun kalarak yada onlara arka çıkarak boyun eğdiler. Onlara teslim oldular. Bu kadar zelil bir şekilde teslim olanlar, başlarına geleni hak etmişlerdir. Ama sadece onların başına gelmekle kalmıyor ki, bu zulüm bütün toplumu kuşatıp eziyor, gerginlik ve kaos bütün insanları perişan ediyor. Onun için biz, darbeci zalimlere ve çetelere karşı onların da haklarını da savunuyoruz. Oysa onlar haklarının savunulmasını bile hak etmeyecek şekilde zalimlerle işbirlikçilik yapıp, bize kapatma davaları açmaktan utanmıyorlar. Cumhurun haklarını korumayı, herkes için adalet ve özgürlük istemeyi ilke edinmiş bizleri, cumhuriyeti aşağılamak gibi uyduruk suçlamalarla mahkum etmeye, işgüzarca gayret gösterirken, çeteleri seyrettiler, serbest bıraktılar.

Değerli kardeşlerim!
Gerek İslam aleminin ve gerekse Türkiye’deki Müslümanların genel durumu bu. Her taraftan ve çok yönlü bir kuşatılmışlık söz kousu ve her taraftan çok boyutlu saldırılar acımasızca sürdürülüyor. Amerika-İsrail eksenli emperyalist devletlerin ve bunların oyuncağı olmuş yerel işbirlikçi güçlerin birlikte saldırıları ve projeleri bütün bu coğrafyalardaki Müslümanları kuşatıyor, eziyor, öğütüyor, dönüştürmeye çalışıyor. Bilinçli olanları, yok etmeye, ortadan kaldırmaya çalışıyor. Bizim bilmemiz gerekiyor ki, bu ümmetin sosyolojik anlamda ümmet olmaktan daha öte geçip ıstılahi anlamıyla ümmet olabilmesi, gerçektende İslam ümmeti denilmeye layık hale gelebilmesi için, yüzyıllar önceki gibi onur ve şeref kazanabilmesi için Kur’an a ve Resulullah (S.A.V) in güzel örnekliğine sarılması gerekiyor. Başka kurtuluş yolu yoktur. Bu zilletten ve kuşatılmışlıktan kurtulmak için yapılacak şey, bütün insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere indirilmiş olan Kur’an-a sarılmaktır. Rasulün (s), Muhammed’ül emin kimliğini bugüne taşımaya gayret göstermektir.

Böyle bir yenilenmeyi, vahiyle yeniden inşayaı gerçekleştirebilmek ve İslami kimliğin ilke ve onurunu koruyarak hayatı ve toplumu dönüştürebilmek için yapmamız gerekenleri konuşmalıyız. Bulunduğumuz coğrafya ve yaşadığımız şartlar ne olursa olsun, ne yapmalıyız nelere dikkat etmeliyiz? Asla tavize yanaşmayacağımız ve her şartta korumamız gereken hangi kırmızı çizgilerimiz ve ilkelerimiz vardır? Bu onurlu yolculukta dikkatle takip etmemiz ve mutlaka gözetmemiz gereken yoldaki işaretlerimiz nelerdir? Hangi ilkeleri dikkate alarak, istikameti koruyabilir ve hangi esaslara sarılarak zillete düşmekten korunabiliriz? Müslüman olarak ölmeyi hak edebilmek için Müslümanca yaşamaya çaba göstermek, Müslümanca bir hayatı yaşamakta direnç göstermek, ilkeli ve onurlu bir İslami kimlik ibrazından asla ve hiçbir sebeple taviz vermemek, vaz geçememek gerekir.

Bu bakımdan, inşallah bugünden itibaren, İslami bir hayatı sürdürebilmek, İslami bir çaba ve mücadelede sürekli ayaklarımızı sabit kılabilmek için, gerekli olan temel esaslar üzerinde durmaya çalışacağız. Çok teferruata girmeyeceğim ama birkaç haftada bunları ele almak istiyorum.

Değerli kardeşlerim!
1 – Bu temel ilkelerimizden, yada yoldaki işaretlerimizden birincisi olarak “meşru hedeflere meşru vasıtalarla gidilmesi gerektiği”ni asla aklımızdan çıkarmamalıyız. Yani hedefimizin meşru olması yetmez. O hedefe, o meşru hedefe giderken, takip etmemiz gereken yol ve yöntemin de meşru olması gerekir. “Meşru” nedir? Meşru, şer’i olan, şeriata uygun olan demektir.

Değerli kardeşlerim!
Biliyorsunuz, Rasulullah (S.A.V) bir gün kabeye gelir Hacer-ül evsedi istilam etmek, öpmek ister. Tavafa başlarken hacerül esved istilam edilir, ya bizzat gidilerek öpülür yada uzaktan iki el üzerine konulur gibi yapılarak istilam edilip selamlanır ve tavafa başlanır. Rasulullah (S.A.V) de tavaf için geliyor ve hacerül esvedi istilam etmek, öpmek istiyor. Müşrikler önünü kesip kendisine diyorlar ki, “önce şurada duran Hübel putumuzu selamla, önce ona elini sür, ancak ondan sonra Hacer-ül esvedi istilam etmene müsaade ederiz”. Bir an için Peygamberin yerine koyalım kendimizi, bugün egemen olan pragmatik ve maslahatçı mantıkla bir çoklarımız şöyle düşünürüz her halde, “ben Allah’ın Peygamberiyim, kalbim Allah’la dopdolu, Allah’da beni biliyor, ben de Rabbimi biliyor ve tevhid ediyorum, hacarül esved de bir taş, Hübel de bir taş, Hübel’e de elimi sürsem ne olur ki, hiç olmazsa hedefime ulaşmış olacağım, Hacare-ül evsedi istilam etme hedefime de ulaşacağım”. Hacer-ül Esved’i istilam etmek gibi, İslami bir hedef var ortada, bu hedefe gayri İslami şeyler yaparak ulaşması isteniyor kendisinden. Peygamber zaten böyle bir şey yapmaz ama, isra süresi 73-74-75 inci ayetlerin, nakledilen bir kaç nuzul sebebinden bir tanesi olarak da bu anlatılır. “Sen neredeyse biraz da olsa onlara meyl edecektin. O zaman da sana hayatın da, ölümün de azabını kat kat tattırırdık” denilerek uyarılır. Yani Hacere-ül evsedi istilam etmek İslami hedef olmakla beraber, bu defefe hübele elini sürerek ulaşmak söz konusu ise, ondan da vazgeçilecektir. Bugün yaşadığımız hayatta çevremizde yaşananları gözden geçirdiğimizde, çok somut İslami hedefleri de olmadığı halde, kendilerince meşru saydıkları kimi çıkarlar için, kimlerin nelere el sürmeyi, nelerin karşısında tazimde durmayı kabullendiklerini nelere teslim olduklarını ibretle görebilmekteyiz. Son derece basit çıkarlar adına, nasıl gayri İslami ilkelere teslim olduklarını, ne kadar kolayca vahye aykırılıklara bağlılık yemini ettiklerini üzülerek izlemekteyiz.
Bir başka ifadeyle, haram kazançla infak yapılmaz. Kardeşlerim, infak Allah’ın bir emri olup meşru bir hedeftir. Zekat Allahın bir emridir, Sadaka Allahın bir emridir. Gerçekten de Müslümanın İslami hedefleridir bunlar. Ancak Müslüman, helal olan kazançlarından bunu yapmalıdır. Çalarak, gayri meşru işler yaparak para kazanayım da fakir fukaraya yardım edeyim, infak edeyim dense olur mu? Tabii ki olmaz. Bu İslami hedeflere giden yol ve yöntem de İslami olmak zorundadır. Allah’ın meşru saydığı, Allah’ın helal hudutları içinde kalan alanda helal kazançlar, şeriata uygun kazançlar elde etmeliyiz ki, bunları şeriat uğrunda, şeriatın belirlediği alanlarda harcayabilelim. İşte ancak o zaman bu hayırlarımız meşru ve ibadet olabilir. Yoksa helal olan veya Allah’ın şer’i hükümlerinden olan infakı gerçekleştirebilmek için, Allah’ın haram saydığı, Allah’ın hükümleriyle yasaklanmış alanlardan kazanç elde edip, meşru alanlara harcamak boşa giden bir ameldir. Yani bir kere gayri meşru alandan kazanç elde etmek, haram olmak bakımından günahtır. O tür haram kazanç sahibi kendi hesabını verecektir. Ayrıca da o haram kazancından yaptığı hayır ameli de boşa gidecektir. Küfre dayalı ilke model ve yöntemler takip edilerek, benimsenerek de İslami bir hizmet, salih bir amel gerçekleştirilemez.

2 – İkinci başlığa geçiyorum. “Söylediklerini yaşama tutarlılığının önemi, ilkeli, istikrarlı, planlı, disiplinli ve sürekliliği olan bir mücadelenin gerekliliğini kabul etmemiz gerekiyor. Yani İslami bir hayatı kurup yaşamak ve İslami bir daveti insanlara ulaştırmaya çalışmak durumunda olan davetçi Müslümanlar olarak, vahyin şahidliğini doğru yapmak ve Rabbimizin rızasını kazandıracak amelleri gerçekleştirmek istiyorsak mutlaka tutarlı olmamız gerekiyor. İlkeli, istikrarlı, planlı ve bu tür salih amelleri ilşlemede sürekliliği sağlamamız gerekiyor. Bakara süresi 44. Ayette, Rabbimiz “iyiliği başkasına tavsiye ederken kendinizi unutuyor musunuz? Hemde kitabı okuduğunuz halde, akletmeyecekmisiniz?” diye soruyor.

İnsanlar akletmiyorlar, zaten akletme kabiliyetini kullansa insan, fıtratın sesine kulak verse, Allah’ın vahyi ve kevni ayetlerini adam gibi, gereği gibi okusa, asla böyle bir duruma düşmeyecektir. Ancak, insanlar kitabı hikâye kitabı okur gibi okudukları veya ölülere okudukları için, iyliği başkalarına tavsiye ediyorlar, yani Müslüman ol, dürüst ol, ahlaklı ol, adil ol gibi bir takım tavsiyeler yapıyorlar, ama kendi hayatlarına baktığınızda dökülüyorlar. Söyledikleriyle ve İslami kimlik iddialarıyla hiç bağdaşmayan bir hayatı yaşayabiliyorlar. Allah böyle bir hali hiç sevmediğini bildiriyor. Saf süresi 2 ve 3. ayetlerde Rabbimiz açıkça uyarıyor ve “yapmayacağınız şeyleri niye söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri niye söylüyorsunuz? Allahın en sevmediği hal budur” diyor. İnsan Müslümanlık iddiasına rağmen ve kültürel olarak İslami konuları konuşup yazdığı halde, Kur’an’ın ahlakıyla ahlaklanmıyor, vahye uygun yaşamıyorsa işte Allah’ın en sevmediği bu hale düşer. Rabbimiz bir başka ayetinde de bu hali (Cuma / 5’de) “kitap yüklü merkep” olarak nitelendirip kınıyor. İnisiyatif alanlarına giren kısımlarda bile keyfi bir tutumla ve hevasına tabi olarak yaşıyanlar, İslam şeriatını ve Allah’ın hükümlerini belirleyici kılmayanlar, bu kınamayı hak etmektedirler. Böyle Müslümanlık olur mu? Böyle bir müslüman tutarlı olur mu, ilkeli sayılır mı, saygıdeğer olur mu? Böyle tutarsız Müslümanların yaptıkları yanlışların faturası da, İslamı bilmeyenlerce yine İslam’a kesiliyor. İslam’a uygun yaşamayan Müslümanlar (!) bir de bu vebali yükleniyorlar. Böylece hem İslama göre yaşamadığı için günah işlemekte, hem de Müslüman olduğunu söylediği halde böyle kötü bir örneklik oluşturarak İslam’ın kötü tanınmasına vesile olduğu için de ikinci bir vebali üstlenmektedir. Akıllı müminler olarak bu hale düşmemeli, Allah’ın sevmediği bu halden uzak durmalıyız.

Rabbimizin rızasını kazanmak için, ölüm bize gelene kadar dolu dolu bir İslami hayatı, Kuranın ahlakıyla ahlaklanarak yaşamaya çalışmalıyız ki, O’nun mübarek rızasını kazanarak, yüzümüzün akıyla huzuruna dönebilelim. Ona sunabileceğimiz, hiç olmazsa bir mazeretimiz olsun. “Rabbimiz, bizi biliyorsun, elimizden geleni yapmaya, inisiyatif alanımızda senin şeraitini hakim kılmaya, sana kul olmaya çalıştık. Kulluk ve ahiret bilinciyle hayatımızı senin dininin ölçüleri içerisinde inkılaba uğratmaya çalıştık. Vahyin şahitliğini, güzel örnekliğini yaparak, daveti diğer kullarına da dosdoğru bir şekilde, yamultmadan, bozmadan, kamufle etmeden, dejenere etmeden, senden geldiği gibi ulaştırmaya çalıştık. Ve canımızı aldın huzuruna geldik. Bu mazeretimizi lütfen kabul buyur” diyebilmeye yüzümüz olsun. İslami şahsiyet ve izzeti korumak, zilletten uzak durmak, bu bağlamda her müminin kaçınılmaz ve süreklilik arz etmesi gereken bir gündemi ve çabası haline gelmelidir. İslami şahsiyet ve izzeti korumak, onurlu müminler olmak için, İslamın izzetiyle, şahsiyetiyle, onuruyla bağdaşmayacak şeyleri yapmamaya çalışalım. Bir şekilde bir zaaf meydana gelimişse, o zaaflarımızdan hemen tövbe edip Rabbimize teslim olarak, bu kirlenmeden arınmaya çalışmalıyız. Birbirimize “emri bil maaruf nehyi anil münker” yapıp birbirimizi arındırmaya, sapmalardan alıkoymaya çalışmalıyız. Birbirimizi vahyin ölçüleriyle inşa ve ıslah etmeye çalışmalıyız. Hepimizin büyük sorumluluğu bu olmalı. Pragmatizim, oportonizim, çıkarcılık ve yalancılık, asla bir Müslümana yakışmaz. Müslüman, pragmatik ve çıkarcı davranamaz. Çıkarları ve dünyevi hesapları adına, Allah’ın dininden taviz veremez. Kur’an ahlakıyla ahlaklanmaktan vaz geçemez. Ticaretinde, siyasetinde, komşuluk ilişkisinde, ana baba ilişkisinde, karıkoca ilişkisinde, çoluk çocuk ilişkisinde, her alanda Allah’ın hükümlerini esas alan adil, emin, güvenilir bir İslami şahsiyeti ortaya koymamız gerekiyor ki biz, hem Allah’ın rızasını kazandıracak bir kulluk yapabilelim, hem de diğer insanların İslamı dosdoğru tanımalarına vesile olacak hal ile daveti gerçekleştirebilelim.

3 – Üçüncü başlık, bunlar birbirleriyle bağlantılı olarak devam ediyor. “Muhammed’ül emin kimliğini çağımıza taşımak, emin, güvenilir, dürüst ve adil olmak. Resulullah (S.A.V) Peygamber değilken bile bakın böyle bir emin şahsiyeti ortaya koydu. Peygamberlik, İslam binası, bu emin bu sağlam zemin üzerine inşa edildi. Eğer emin olmayan kaygan bir zemin olsaydı o bina çökerdi. Emin bir şahsiyet olmasaydı, o bina çökerdi. Bugün bize ulaşmazdı. Zaten Allah’ın peygamberleri seçilmiş insanlardır. Bu konuda, en güvenilir, en ahlaklı ve en kaliteli örnek insanlardır. Bizim örnek almamız bakımından bunları düşünmemiz gerekiyor. O gün ona “Muhammedül emin” vasfını yakıştıranlar kimlerdi? Müşriklerdi. Çünkü o, hiç yalan söylemedi, fıtri bir eğilimle hiç yalan söylemedi. Fıtrat korunsa zaten insan yalan söylemez, rahatsız olur. Bir de vahiy varsa o zaman en mükemmel şahsiyet ortaya çıkması gerekir. Evet O, hiç yalan söylemedi, hiç sözünde durmamazlık etmedi. Hiç emanete ihanet etmedi. Kendisini öldürmek için evini kuşattıklarında bile emanetleri Hz. Ali’ye bırakıp, “benden sonra sen kal bu emanetleri sahiplerine ulaştır” diye görevlendirdi. Düşünebiliyormusunuz nasıl bir emanete riayet. Hep adaletli oldu, adaletin tecellisi düşmanlarının lehine bile olsa, en yakınlarının aleyhine bile olsa, kendisinin aleyhine bile olsa mutlaka adil oldu. Asla adaletten tavize yanaşmadı. Adalet duygusu da fıtridir. Bu insani şahsiyettir, insani şahsiyetin, fıtratın vahiyle bütünleşmesi ise, ki Allah ikisinin arasını kesmeyin diyor, İslami şahsiyetin ortaya çıkmasını sağlar. Demek ki, insani şahsiyette bile bu asgari ölçüler, değerler var. Eğer insanlar fıtratlarını koruyabilseler, bu kadar fesadcı, bu kadar fitneci, bu kadar vahşi, bu kadar zalim olamazlar. Hayvandan geldiği iddiasıyla, insan, gerçek insan tanımından koparıldı. Ve batının seküler değerleri çerçevesinde birbirinin kurdu haline dönüştürüldü. İnsanlık birbirini yiyor. Resullullah (S.A.V) ise yüzyıllar önce böyle emin bir kimliği ortaya koydu. Hep zalime karşı mazlumdan yana oldu. Haktan yana oldu. Adaletten yana oldu. Resulullah (SAV), hep mazlumdan yana zalime karşı, haktan yana adil, sözünde duran, emanete ihanet etmeyen, insanlara hayırlı bir örneklik sundu. Muhammed’ül emindi o, ondan sonra vahiy geldi.

İşte, İslam binası bu emin sağlam temel üzerine inşa edildi. Zemin bozuksa en sağlam projelerle en sağlam malzemeyle o kaygan, bozuk, sağlam olmayan zemine, en güzel mühendislik projesiyle, en sağlam malzemeyle bir bina dikseniz ne olur. En ufacık bir sarsıntıda çöker. Ama zemin sağlamsa, malzeme vasat, mühendislik projesi vasat olsun yine o bina çökmez. O halde, üzerine İslami davetin inşa edileceği zemin olmak bakımından İslami şahsiyet önemlidir. Allah Resulünün henüz peygamberlik gelmeden önce bile ortaya koymuş olduğu bu güzel örnek kimliği, biz Müslüman kimliğimizle bile bugün ortaya koyamıyorsak, utançla başımızı yere eğmeliyiz. İnsanların sözü senetmiş bir zaman, şimdi senedi bile senet olmaktan çıkmışsa, insanlar sözünün eri değilse, yalan söylüyorlarsa, emanete ihanet ediyorlarsa, ölçüyü tartıyı adam gibi yapmıyorlarsa, komşuluk ilişkilerinde birbirinin hakkını gözetmiyorlarsa, o zaman bu nasıl bir Müslümanlıktır? İşte bu sebeple biz, Allah’ın dininin doğru bir temsilciliğini yapamıyoruz. Gerçekten güvenilir, emin davetçiler olarak toplumun önüne çıkmakta zorlanıyoruz. Allah razı olsun tabi ki, az sayıda insanlar, kardeşlerimiz, bu konuda bir cehd, bir çaba, bir gayret içerisinde olabilirler, ama genel olarak düşündüğümüzde adı müslüman olan, hatta beş vakit namaz kılan çoğu insanın bu konularda büyük zaaflar yaşadığını biliyoruz. Zaman zaman da bizzat kendi nefsimizi sorgulayalım, bu tip zaaflara düşüp düşmediğpimizi gözden geçirelim, yanlışlarımızı hatırlayalım ve kendi nefsimizi ölmeden önce hesaba çekelim, ıslah edelim.

Resulullah (SAV) söz konusu emin kimliğiyle mustazafların umudu olmuştu. Biz de bugün mustazhafların, ezilenlerin umudu olabiliyormuyuz? Mustazhaflar ezilenler hangi dinin, hangi ideolojinin, hangi ırkın müntesibi olurlarsa olsunlar, “bizim özgürlüklerimizin güvencesi, adaletle muamele görmemizin güvencesi bu Müslümanlardır” diyebiliyorlar mı? İşte bunu dedirtecek bir eminliği sergilemedikçe biz başaramadık demektir. Biz adalet ve eminliğimizle insanların güvenini kanadığımızda ise, Allahın yardımı gelecek ve ilahi rahmete müstahak, Allah’ın yardımcıları olmayı başarmış çok az topluluk da olsak çok büyük kalabalıklara ve dünyevi büyük güçlere karşı, inşallah önemli başarıların elde edildiğini göreceğiz. Yeter ki, böyle bir özelliği kazanabilelim, böyle bir vasıfla vasıflanıp, böyle bir nitelikle donanıp toplumun önüne vahyin şahitleri olarak çıkabilelim, doğru bir şahitliği yapma gayret ve çabası içerisine girebilelim. Bunu başarmak için, asla iki yüzlü olmamamız gerekiyor. İnsanları aldatmamamız gerekiyor. Ama bugün herkes kuş dili konuşuyor, herkes birbirini aldatıyor. Herkes birbirine yalan söylüyor. Herkes ikiyüzlü davranıyor. Evet bu iki yüzlü davranmada egemen zorba sistemin, askeri vesayet altındaki oligarşik despotizmin dayatmaları da var, ilkokuldan itibaren ideolojik eğitimle çocuklar ikiyüzlülüğe zorlanıyor. Yalan söylemeye zorlanıyor. Bizzat devlet eliyle, sistemin çabalarıyla, çocuklarımız ilkokuldan itibaren yalan söylemeye zorlanıyor. “Türküm doğruyum çalışkanım, Ey ulu önder Atatürk senin çizdiğin yolda yürüyeceğime and içerim” dedirtiliyor. Benim çocuğum bunu isteyerek söylemez. Ama benim çocuğuma bile bunu söyletmişlerdir. Söylememek için direnmiştir. Baskı kurulmuştur. Oğlum Ahmet altı yaşında çocukken, ana sınıfına giderken, “baba ben bunu söylemek istemiyorum” dedi. “Söyleme oğlum” dediğimde, ama baba o zaman öğretmen sen niye söylemiyorsun diyecek”, “dudağını kıpırdat” dediğimde de, “o zaman da senin sesin neden çıkmıyor diyecek” diye cevap verdi. Altı yaşındaki çocuk bakın nasıl zorlanıyor? “Oğlum boğazım acıyor öğretmenim” dersin dediğimde de, “ama baba o zaman da yalan söylemiş olurum” dedi. Bakınız, tertemiz bir fıtrata sahip çocuk yalan söylemek istemiyor, ikiyüzlülük yapmak istemiyor, ama bu gayri ideolojik sözleri söylemek de istemiyor. DGM yargıçlarına anlatmıştım bu olayı ve onlara dedim ki, “iki sene sonra artık Ahmet’ten şikâyet almamaya başladım, çünkü sisteminiz benim oğlumu da kendisine uydurdu, ikiyüzlülüğe alıştırdı.” İşte buna isyan ediyorum dedim, benim isyanım bu zulme.

Bu ülkede isteyen Atatürkçü olsun, isteyen laik olsun, isteyen bu ideolojik sözleri söylesin, bizim derdimiz değil bu. Ama biz söylemek zorunda bırakılamayız, çocuklarımız bu baskı altında tutulamaz dedim. Bu baskılar yüzünden, ilkokuldan parlemantoya kadar insanlar yalan söylüyor dedim. İkiyüzlülük yapıyorlar, parlemantoda yemin edenler hepsi inanarak mı yapıyor. Hayır, solcusu olsun, sosyalisti olsun, DTP lisi olsun, kendini İslam’a nsipet edeni olsun, orada yemin edenler bunu inanarak ve isteyerek mi, yoksa başka sebeplerle mi yapıyorlar? İnanınız çoğu inanmadan söylüyor. Bu tür ideolojik dayatmalarla, toplum fesada uğradı. Toplum genelde, iki yüzlü ve şahsiyetsiz bir toplum haline geldi. Ben de diyorum ki, yapmayalım bunu, kim hangi ideolojiyi, hangi dini tercih ediyorsa etsin. Özgürce kendisini ifade etsin, özgürce kendisini tanımlasın ve istediği istikamette özgürce yaşasın. İyi komşu olalım, birbirimize baskı kurmayalım, kavga etmeyelim, şiddete başvurmayalım. Ama birlikte adam gibi özgürce yaşayalım diyorum. Biz bunu dediğimiz için başımıza gelmedik kalmıyor. Biz müslümanız ama, isteyen de Atatürkçü, laik olsun. “Merhaba Atatürkçü” “merhaba laik” “ben de müslümanım” iyi komşu olalım, iyi arkadaşlar olalım, özgürce bu ülkede barış içerisinde beraberce yaşayalım diyelim. Kim ne diyecek, yasal olarak ta suç değil bu. Ama insanlar korkutulmuş bir türlü oldukları gibi görünmeyi başaramıyorlar. Menfaatler, çıkarlar, iktidarlar, makamlar, mevkiler için her şey yapılıyor. Ondan sonra da yalancı bir kimlik çıkıyor ortaya. İstediğin kadar eşinin başı örtülü olsun, istediğin kadar namaz kıl, asla güvenilirliğin yoktur. Eminliğin yoktur. İslami şahsiyetin yoktur.

Bir bayan başörtülü olarak meclise girmek istedi. O bayanın gördüğü zulme hakarete bizde karşı çıkıyoruz ama, o bayanın durumu çok mu haklı? Diyor ki, “bırakın ben kürsüye çıkayım ve Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı kalacağıma dair yemin edeyim, söz vereyim ne olur beni bırakın.” Kardeşim istemeden başını açsan günah işlemiş olacaksın, ama Allah’ın dininden, tevhid inancından başka ilke ve ideolojilere bağlılık yemini yaparsan akidevi bir yanlış yaparsın. Yani sen bu akıdevi sapmayı yapmayı göze alıyorsun, başını açmayı göze almıyorsun. Bu çelişkiyi de görmek zorundayız. Bunlar konuşulmuyor, bunlar sorgulanmıyor. İtiraz edilmediği için de, bu çarpık ve baskıcı uygulama devam ediyor. İtiraz edeceksin. Aksi taktirde, Müslüman yalancı duruma, ikiyüzlü duruma düştüğü zaman, İslamı temsil edemez. İnsanlara İslami örneklik teşkil edemez. İslam’ın mesajını taşıyamaz. Mekedeki güzel örnekliği dikkate almamız. Kuran neslini yetiştirmek için ciddi samimi çabalar göstermemiz gerekir. Allah için Mekkede yaşanan örnekliğe bakalım, geçen hafta bir miktarını anlattım. Ne kadar muhteşem, ne kadar güzel bir örneklik. Kuran da bize anlatılıyor niye, siyerde bize anlatılıyor niye, süs olsun diyemi, hikâye mi bunlar, bizi bağlamıyor mu?

O kadar işkenceler, ekonomik, sosyal boykotlar, baskılar, katliamlar, vücutları parçalanacak kadar işkenceler yapılıyor. Buna rağmen “ahad ahad” diye haykıran sesler olmasaydı, direnişler olmasaydı, biz bugünkü İslami kimliği yakalayabilirmiydik? Onların geçmişteki bu onurlu örnekliği bize ışık tutmasaydı, onlar bu direnişin bedelini ödemeseydi, tavizsiz ve ilkeli davetin onurlu örnekliğiyle yoldaki işaretleri dikmeseydi, bu işaretleri ve bize onur ve izzet kazandıracak mesajlara ulaşabilirmiydik? Neden bugün müslüman kimliğini taşıyan insanlar, ticaretinde, siyasetinde, komşuluk ilişkisinde, toplumun bütün alanlarında adam gibi müslüman olarak kalmayı başaramıyoruz? Neden güzel bir örneklik, doğru bir şahitlik sunamıyoruz? Neden ilkelerimize sadakatte direnemiyoruz? Neden “ey iman edenler iman edin” ayetinin muhatapları haline düşüyoruz? Neden “imanına zulüm giydiren, bulaştıran” insanlar haline dönüşüyoruz? İşte bunları gözden geçirip, o ilk Mekke döneminin örnekliğinde, yolumuza ışık tutmasına vesile olacak doğru bir okumayla Kuranı ve Resulun o günkü siyerini, mücadelesini tekrar tekrar okumalıyız. Ve bugün, kendi sorumluluklarımızı o temel ilkelerin üzerine inşa etmemiz gerekiyor. Bizi uyarması gereken, bizi diri tutması gereken, bizi vahyin şahitleri haline dönüştürecek, vazgeçilmez ilkelerimizi, hudutlarımızı kırmızı çizgilerimizi ve yoldaki işaretleri sık sık gündemleştirmeye çalışmalıyız. Rabbimiz yardımcımız olsun. Rabbimiz bizleri mümin olarak yaşatsın, mümin olarak öldürsün, sıratı müstakiminde ayaklarımızı sabit kılsın. İlkeli, şahsiyetli, onurlu tavizsiz müminler olarak yaşayıp ölmeyi nasip etsin. Hepinizi Allah’a emanet ediyorum. Selamun Aleyküm
 
 
 

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon