Bu bölümden itibaren ağırlıkla Suriye ve Mısır olmak üzere, bölgedeki halk ayaklanmalarını, yaygın isimlendirmeyle “Arap Baharı” denilen süreci ve gelinen noktayı değerlendirmeye çalışacağız. Ancak bölgede İsrail terör devletine ve dolayısıyla işgal altındaki Filistin’e sınır komşusu oldukları için emperyalistlerce de özel önem verilen Mısır ve Suriye’deki Müslüman halka yaşatılan zulüm ve katliamlar bu iki ülke üzerinde daha öncelikle ve daha özel durulmasını gerektiriyor.
Mısır ve Suriye’nin Bölgedeki Stratejik Konumu ve Önemi
Mısır ve Suriye’nin coğrafi önemi ve İslam dünyası açısından konumları bu iki ülkede, yerli halkın despotlara karşı samimi özgün mücadelesine ilaveten küresel tarafları olan bir çatışmanın da bir vekalet savaşı biçiminde yaşanmasına yol açıyor. Emperyalist devletler bu iki ülkeyi ve tüm Ortadoğu’yu neden rahat bırakmıyor, illa kendi istedikleri yöne zorluyor ve bunca kan dökmeyi göze alıyorlar? Bu kadar alçaklığı bu kadar cüretkarca yapmalarının temel sebeplerini daha önceki yayınlanan ilk bölümde 3 madde halinde ifade etmiştik. Bunları kısaca tekrar edecek olursak İsrail’i güvence altına almak, enerji (petrol-doğalgaz) kaynaklarına ve nakil yollarına hakimiyeti sürdürmek ve bölgede İslami uyanışı engellemek ya da istikametini saptırmak, yozlaştırmak, tevhidi hatta ilerlemesini durdurmak.
Emperyalistlerin, dış güçlerin, Mısır ve Suriye üzerinde daha fazla durmalarını sağlayan yukarıdaki sebeplerin devamı mahiyetindeki özel sebepler de şöyle sıralanabilir:
Suriye ve Mısır her ikisi de, işgal ve terör devleti İsrail’in topraklarını işgal ettiği ve her an kendine yönelik tehditler beklediği sınır komşusu olduğu ülkeler. Bu sebeple hem İsrail, hem de onun hamileri olan ABD ve AB gibi emperyalist ülkeler açısından asla kendi haline bırakılmak istenmeyecek ülkelerdir. Mısır ve Suriye, bu emperyalistlerin İsrail’i rahatsız edecek, güvenliğinin tehlikeye girdiği algısını oluşturacak hiçbir yönetimin oluşmasından razı olmayacakları iki ülkedir. Bu sebeple bu iki ülkenin birinde işbirlikçi generalleri destekleyerek darbe yaptırıyorlar, onlara Müslüman halkı katliamla bastırıp sindirmelerini, İhvan öncüsü kardeşlerimizi de zindanlara doldurup yasaklarla kuşatarak hizmet üretemez, faaliyet yapamaz hale getirmelerini emrediyorlar. Diğerinde ise, Müslüman halkı Baas çetelerinin katliamlarla yok etmesine, ülkeyi Müslüman kadrolardan yoksun hale getirip İhvan’ın burada hükümet olmasını engelleyerek, halkın kaderi üzerinde söz sahibi olması halinde ortaya çıkacak İsrail’i rahatsız edebilecek gelişmelere engel olmak, sonuçta da yandaş bir rejim kurdurup İsrail’i rahatlatmak istiyorlar. Yahut da, Esed zaliminin, Suriye Müslüman halkını soy kırıma uğratmasına, ülkeyi bir daha kolay kolay belini doğrultup İsrail için tehdit olamayacak bir yıkıma, tam bir yok oluşa sürüklemesine zemin hazırlıyorlar, susarak ya da dolaylı destek vererek bunu hedefliyorlar.
Yani her iki ülkede de bunca kan dökülmesi, bunca katliam, yıkım, baskı ve yasaklarla tam bir kaos oluşturulmasının, en önemli sebebi sırf İsrail’in rahatlatılması ve kendisini daha güvende hissetmesinin sağlanmasıdır. İsrail ABD için o kadar önemli ve gerekli görülmektedir ki, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, “J Street” adlı Yahudi kuruluşunun konferansında “Amerika'nın İsrail'in güvenliğine olan sarsılmaz desteği sadece İsrail'e ahlaki bağlılığımız değil, karşılıklı ulusal güvenlik çıkarlarımızı temel alıyor. Eğer bir İsrail olmasaydı, çıkarlarımızın korunabildiğinden emin olmak için bir tane (İsrail) icat ederdi” diyebilmiştir.
Suriye’de yaşanan vahşete ve bunca katliama rağmen Batılı emperyalistlerce seyirci kalınmasının ve dolaylı destek verilmesinin, doğulu emperyalistlerce de doğrudan destek verilmesinin sebebi hep yukarıda zikredilen süfli ulusal çıkarlar ve hegemonya hesaplarıdır. Çünkü Suriye, halkının büyük kısmı Müslüman’dır, en önemli ve belirleyici siyasi gücü olma ihtimali olan İhvan ise İslami uyanış için önemli bir potansiyeli barındırmaktadır. Aynı zamanda petrol ve doğalgaz enerji nakil hatlarının Akdeniz’e ulaşmak için üzerinden geçmesine uygun toprakları olan bir ülkedir. İkinci süper güç olarak bilinen Rusya’nın üslerini barındırması, Akdeniz’deki limanlarının onun kullanımına tahsis edilmiş olması ve İsrail ile sınırı bakımından da stratejik bir konuma sahiptir.
Mısır ise, yukarıda zikredilenlere ilaveten, emperyalist ülkelerin gerek ticari gerekse askeri gemilerine, Afrika’yı dolanmadan kolayca ulaşım imkanı sağlayan, hem zaman hem de maliyet bakımından avantajlı olan Süveyş kanalı geçiş yolunu barındırıyor. Ayrıca Mısır, Arap dünyasının hem nüfus, hem kültürel, hem ekonomik, hem siyasi ve askeri bakımdan merkezi ve en büyük ülkesi. Aynı zamanda, Arap İslam dünyasında en belirleyici, en yangın ve en örgütlü İslami cemaat olan İhvan’ın yaklaşık 90 yıl önce doğup bütün bölgeye yayıldığı ve bu etkin stratejik konumunu sürdürdüğü bir ülke. Bunlara ilaveten Mısır, Afrika’nın da giriş kapısı konumundadır ki, bu da oraya açılım için çok önemli bir başka stratejik özellik oluşturuyor.
İşte bu tür çok boyutlu sebepler, vahşi ulusal çıkarlar ve alçakça hesaplarla Mısır ve Suriye Müslüman halkları tam bir kuşatma, baskı, yasak ve katliamlarla sindirilmeye, yok edilmeye, Müslüman kadrolar etkisizleştirilmeye, tasfiye edilmeye, aynı zamanda da İsrail terör devletinin yeni işgal ve zulümlerinin önü açılmaya çalışılıyor.
Mısır ve Suriye’deki Darbe ve Katliamlar ile Rahatlayan İsrail Terör Devleti Daha da Azgınlaşarak Mescid-i Aksa ve Kudüs’e Dair Projesine Hız Verdi
Mısır ve Suriye Müslüman halkları büyük ıstırap çekerken, alçakça katliamlara muhatap kılınırken, İsrail dostları emperyalistler ve yerli işbirlikçi katil çeteler, despotlar, darbeciler tarafından kan ve göz yaşına boğulurken, eli rahatlayan İsrail daha da azgınlaşarak Mescid-i Aksa’ya saldırılarını arttırmış bulunuyor. İşgalci terör devleti bu kaos ortamından istifadeyle ve bölgede karşısına dikilecek bir güç bulunmamasından da cesaret alarak, nihai amacı olan “Mescidi yıkıp yerine ‘Süleyman heykeli’ dikme” projesini uygulama konusunda atağa kalkmış görünüyor. Hiç değilse kısa vadede gerçekleştirmek istediği ise, Mescid-i Aksa’yı Müslümanlar ve Yahudiler arasında zaman ve mekan bakımından bölüştürmektir. Yani uzun vadede mescidimizi yıkmak, kısa vadede ise Müslümanların ilk kıblesi olan mescide Yahudiler için de alan açmak, mescidi bu amaçla bölmek istemektedir. Bir yandan da kaldırması kararı bulunan yerleşimleri kalıcılaştırırken, yeni yerleşimlere alan açmaya ve yeni işgallere yönelmektedir. Sadece Eylül ayında Yahudi yerleşimcileri (işgalcileri) rahatsız ettiği iddiasıyla Hz. İbrahim Camii’nde ezanın 79 defa susturulduğu bildiriliyor.
Filistin topraklarını, Mescid-i Aksa ve Kudüs’ü işgal edip 65 yılı aşkın bir zamandan beri o toprakların asıl sahibi Müslüman halkın kanını akıtan, her türlü silahı kullanarak katliamlar yapan terörist İsrail, halk ayaklanmaları sürecinde bölgede Müslüman halkların iradelerinin belirleyici olacağından çok korkmuş, telaşa kapılmıştı. Çünkü önceki despot yönetimler İslami nitelik taşımadıkları gibi, halklarının iradesine de dayanmamakta ve bu sebeple de ABD’ye, AB’ye ya da Rusya’ya dayanarak, onların gücü ve desteğiyle ayakta kalabiliyorlar, bu sebeple de halklarına karşı İsrail’e dost oluyorlardı. İşte bu sebeple halk ayaklanmalarıyla hem İslami yönetimlerin oluşacağı, hem de halkların iradelerinin belirleyici olacağı ihtimali belirince İsrail büyük telaşa düşmüştü. Özellikle de Mısır ve Suriye’de kendisine sıkıntı çıkarmayan, tam tersine yardımcı olan, işbirlikçilik yapan despot yönetimler yerine, Müslüman halkların iradesiyle İhvan hükümetlerinin ortaya çıkacağı ve iki taraftan kuşatılacağı korkusu ve Filistin Müslüman halkının bu kardeşleri tarafından yardım göreceği endişesine kapılan terörist İsrail yönetimi iyice paniklemişti.
İşte terör devleti tam böyle bir panik haldeyken imdadına başta Amerika ve AB olmak üzere hamileri olan emperyalist devletler ve bölgedeki işbirlikçileri despot yönetimler (Suudi Amerika, Bileşik Arap Emirlikleri ve diğer Körfez ülkeleri) yetiştiler. Mısır’da alçakça bir darbe yaptırarak İsrail dostu faşist generalleri yönetime getirdiler. Amerika ve İsrail köpeği darbeci generaller, bir yandan Mısır’da beş bini aşkın Müslüman’ı alçakça bir katliamla bastırmaya, silahsız direnişten vazgeçirmeye, adalet, hak ve özgürlük taleplerini susturmaya çalışırken, bir yandan da Hamas’a karşı düşmanca davranıp, Gazze’nin can damarı, nefes borusu olan tünelleri ve Refah kapısını kapatarak terör devletine büyük destek verdiler. Üstelik Mısır Silahlı Kuvvetleri, Mısır ile Gazze Şeridi arasında uzanan tünellerin yıkılması için Amerika’nın yardım ettiğini bile cüretkarca açıkladılar. (Dünya Bülteni).
Aynı Batılı emperyalist güçler, doğulu emperyalistlerle “yeni soğuk savaş oyunu” senaryosunda danışıklı dövüşle, bir yandan darbeyle Mısır’ı İsrail için tehdit olmaktan çıkarırken, diğer yandan da Suriye’de direkt ya da susarak dolaylı destek verdikleri Esed katilinin Müslüman Suriye halkına soykırım uygulamasını teşvik ederek, orada da bir diğer İhvan yönetiminin ortaya çıkmasını engelleyerek İsrail’e ikinci bir hediyeyi sundular. İşte böylece terörist İsrail’i iki taraftan Müslüman İhvan yönetimleriyle kuşatılma riskinden kurtarıp güvence altına alarak, onun vahşi işgalini sürekli kılmak için, hem Filistin, hem Suriye, hem de Mısır’da toplamda yüz binleri aşan katliamlarla, milyonları aşan sürgün ve mülteci yığınları oluşturarak tam bir vahşeti alçakça sürdürüyorlar.
Gazetelere yansıyan haberlere göre; Mısır Ordusu, Sina'daki şiddet olaylarının sorumlusu olarak gördüğü Hamas yönetimine karşı Gazze'ye müdahalede bulunabileceklerini açıklıyor. Aynı süreçte Filistin Yönetimi ve Başkanı Mahmut Abbas da, İsrail ve Sisi ile el ele Hamas’ın üzerine gitmeye, türlü baskılar uygulamaya çalışmaktadırlar. Abbas'ın güçleri İsrail'in hesabına Nablus'ta geniş çaplı operasyona hazırlanıyor. Abbas’a bağlı güçlerin daha önce Cenin şehrinde direnişçilere karşı yaptıkları geniş operasyonun bir benzerini Nablus şehrinde de gerçekleştirmek için hazırlık yaptıklarını, bu amaçla şehrin birkaç mahallesinde fiilen operasyona bile başladıklarını ifade ettiler.İslamî Direniş Hareketi (Hamas)’ın Batı Yaka teşkilatı, işgalcinin Mescidi Aksa’da namaz kılmak isteyenleri engellemesini ve Yahudi yerleşimcilerin günlük saldırılarını protesto etmek amacıyla "Mescidi Aksa’da namaz kılmak benim hakkım" sloganıyla toplumsal bir girişim ve kampanya başlattı. Hamas Hareketi lideri bu konuda yaptığı açıklamanın devamında, Filistin Yönetimi ve başında bulunan Mahmud Abbas’a çağrıda bulunarak, özgürlüklere müdahale etmeye son vermesini ve El-Aksa için yapılan faaliyetlere engel olmamasını istedi.
Üstelik bugün, üç mescidimizi işgal altında tutan işgalci terör devletleri İsrail ve “Suudi Amerika” birbirleriyle de yardımlaşıyorlar. Darbeyle Mısırı işgal edip Müslümanları katleden faşist general Amerikan köpeği Sisi’yi, Suudi Amerika ve İsrail her ikisi birlikte destekleyip ortak düşman gördükleri İhvan’a saldırtıyorlar. Körfez ülkeleri yetkililerinin İsrail’e gelip görüşmeler yaptıkları haberleri basında yer alıyor. Alçak Suudi çetesi ve Körfez emirliklerinin zalimleri, Müslüman halktan çaldıkları milyarlarca petro dolarları Mısırlı Müslümanları daha çok katletsin ve İsrail’e destek versin diye Siyonist yandaşı faşist generale aktarıyorlar. Böylece 3 mescidi işgal altında tutanlar, İslam ve Müslüman düşmanlığında birleşip, faşist Mısırlı generallere destek ekseninde dolaylı olarak da olsa yardımlaşıyorlar.
"Mescid-i Aksa Muhafızı" lakabıyla bilinen 1948 İslami Hareketi Lideri Raid Salah "Arap Baharına komplo kuranlar Kudüs'e de komplo kurmuştur" diyerek şu hususlara dikkat çekti; “İsrail işgali bütün kurumlarıyla Mescid-i Aksa'da 'zaman ayarlaması' konusunda birleşti. Hatta yerleşimciler bunun silah zoruyla hayata geçirmeye azmetmiş durumda. Biz ise bedenlerimizi siper ederek bu 'zaman ayarlaması'nı başarısız kılmaya azmettik. 'Zaman ayarlaması'nın ardından 'mekan ayarlaması' gelecek, Mescid-i Aksa'nın bölünerek bir bölümünün Yahudilere tahsis edilmesi gelecek, en nihayet, Allah korusun, Mescid-i Aksa'nın yerine batıl bir heykel dikilmesi gündeme gelecek. Biz buna müsaade etmeyeceğiz." "Bugün Kudüs davasında İran'ın rolü tam bir hayal kırıklığından ibarettir. Filistin'in hürriyeti Mısır'ın ve Suriye'nin hürriyetinin ayrılmaz bir parçasıdır. İşte bu yüzden biz Suriye'nin hürriyetine karşılık Filistin'de özgürlüğü reddediyoruz, Mısır'ın hürriyeti pahasına Filistin'de özgürlüğü reddediyoruz." (AA).
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, Mısır ve Suriye’de Müslüman kadrolar ve hareketler katliamlarla bastırılıp, yok edilmeye çalışırken, aynı süreçte Mescid-i Aksa kuşatılmaya, Hamas hareketi de yalnızlaştırılmaya, baskı altına alınmaya çalışılıyor, İsrail ve Mahmut Abbas’a teslim olmaya zorlanıyor. Siyonist İsrail de, bu süreci iyi kullanıp, Kudüs ve Mescid-i Aksa konusunda kendi lehine olacak sonuçları hızlandırmaya çalışmaktadır.
Bilelim ki, Mescid-i Aksa ve Mescid-i Haram neden bu haldeyse, işgal altındaysa ümmet de onun için bu zulüm ve zillete muhataptır. Kendimize sormalıyız; birinci kıblemiz Mescid-i Aksa ve Kudüs neden 65 yılı aşkındır işgal altıda, aynı şekilde en önemli mescidimiz sürekli kıblemiz Mescid-i Haram neden yaklaşık bir asırdır Suudi çetesinin işgali altında ve neden bir türlü kurtulamıyorlar? Hemen ikinci bir soru daha soralım; ümmet neden yüzyıllardır bu kadar zulüm ve zilletin altınadır? Bir başka soru daha; Mescid-i Aksa ve Mescid-i Haram Müslümanlar için neden mübarek ve değerlidir? Ümmet daha önce neden izzetlidir, neden galip ve muzafferdir?
İşte tüm bu soruların cevabında hep Kur’an vardır, Hablullah’a topluca sarılıp sarılmamakla ilgili halimiz vardır. Çünkü Allah bu mescidleri mübarek kıldığını Kur’an’da beyan etmiştir de ondan, yani Kur’an’daki bu beyan sebebiyle Mescid-i Aksa ve mescid-i Haram mukaddestir, değerlidir. Aynı şekilde Ümmete izzet ve şeref, anlam ve değer kazandıran da aynı kitap Kur’an-ı Kerimdir. O zaman apaçık bir şekilde ortaya çıkıyor ki, Mescid-i Aksa’nın ve Mescid-i haram’ın işgal altında olmasının sebebi de, ümmetin zulüm ve zillet altında olmasının sebebi de aynıdır. Ümmet uzun tarihsel süreçte, Kur’an’ı mehcur/terk edilmiş bırakarak, Resulün ve ilk Kur’an neslinin güzel örnekliğinden, mücadele sünnetinden uzaklaşıp önce geleneksel cahiliyeyi üreterek, sonra da modern cahiliye ile uzlaşarak, Allah’ın yardımını müstahak olacak halini kaybetmiştir. Bu süreçte tevhidi niteliğini ve vahdetini kaybederek parçalanmış, birliğini, zindeliğini ve gücünü kaybederek sömürge olmaya, zulüm altına girmeye ve zillete sürüklenmeye müsait hale gelmiştir.
Şimdi hem öncelikle Ümmetin kurtuluşu ve izzetli günlere dönmesi, hem de ümmetin onuruyla özdeş olan Mescid-i Aksa ve Mescidi-i Haram’ın kurtuluşu, Ümmetin Kur’an’ı ve sünneti terk etme büyük sapmasından dönmesine bağlıdır. İnşallah Ümmet tarihsel süreçte üretip tutunduğu kendisini tevhidi birliğinden koparıp parçalayarak zillete düşüren cahiliye iplerini bırakıp, Hablullah olan Kur’an yeniden topluca sarılmayı başarabilir ve yeniden vahiyle inşayı gerçekleştirebilirse, izzetli ve onurlu günler inşallah geri gelecek ve tevhid akıdesinde vahdetini sağlamış ümmete Allah’ın izni ve yardımıyla hiçbir güç galip gelemeyecektir (Muhammed 7, Ali İmran 160, Maide 56). İşte o gün, ikisi de kuruluşlarından itibaren hep mazlum yerli halkların kanlarıyla beslenen vampir devletler olan, ikiz terör devletleri Amerika ve İsrail de, onların destekçisi olan diğer emperyalist güçler de bu kadar cüretkar ve cesaretli olmayacaklardır. İşte tüm bu zalimler, katiller, işgalciler, ümmet Kur’an’a yeniden sarılıp Allah’ın yardımına ve izzete kavuştuğu gün, inşallah kaçacak delik arayacaklardır. Çünkü hadlerini bildirip terbiye edecek, gerektiğinde cezalarını verip cehenneme uğurlayacak İslam Ümmeti Allah’ın vaat ettiği yardımını hak ederek, O’nun izniyle mutlaka galip gelecektir.
Ümmetin onuruyla özdeş olan ve işgal altında bulunan 3 mübarek mescidimiz de, işte ancak o zaman yine Allah’ın izni ve yardımıyla kurtulacak, tekrar Kur’an’ın gölgesinde Mü’minlere kucak açmaya devam edeceklerdir. Filistin, Suriye ve Mısır halklarını katleden, mübarek Mescidleri işgal altında tutan terörist İsrail’in de, despot Baas rejiminin de, katil Amerika’nın da, onların köpeği olan Mısırlı darbecilerin ve Suudi çetelerinin de zelil olduğu, ağır yenilgiler aldığı görülecek, bölge halkları üzerindeki tahakküm ve zulümleri inşallah son bulacaktır.
İşte bir yandan bu izzetli geleceğe taşıyacak tevhid yolunun taşlarını sabır ve azimle döşerken, diğer yandan da Mescid-i Aksa’nın kurtuluşu davasının topyekun ümmetin davası olduğu bilinciyle, hepimizin ortak davasını zayıf bırakılmış cılız omuzlarında onurla ve büyük fedakarlıklarla taşımaya çalışan Filistinli kardeşlerimizin yanında yer almalıyız. Allah onlardan razı ve yardımcıları olsun, bizleri de bu fedakar kardeşlerimizin yardımcıları kılsın. Bunun için, başta dua olmak üzere, çok boyutlu maddi ve manevi yardım ve desteklerde bulunmamız gerektiğini idrak edip, gereğini büyük bir sorumlulukla ve ibadet bilinciyle yerine getirmek üzere sürekli seferberlik halinde olmalıyız. Ayrıca aynı duyarlılıkla, ümmetin topyekun kurtuluşuna giden yolda, Suriye ve Mısır halklarının adalet arayışına, despotlara karşı haklı mücadelesine de maddi ve manevi anlamda destekçiler olmalıyız.
Suriye’de Neler Oluyor?
Yaklaşık 50 yıllık Alevi-Nusayri azınlığa dayalı Arap ulusalcısı, laik, İslam düşmanı Baas diktatörlüğü, yarım yüzyıldan beri Suriye Müslüman halklarına kan kusturuyor. Aslında ne sünnî bir toplum içinden geldiği sanılan Saddam ve Bahreyn yönetimi İslam dairesi içinde Sünnîdir; ne de Hâfız Esed ve oğlu bu anlamda Alevîdir. Irak ve Suriye’de Sünnilik ve Alevilikle alakası olmaksızın diktatörlüklerini ilan eden bu despotlar aslında birbirinin ideolojik kardeşi ve İslam düşmanı katillerdir. Batıcı, ulusalcı, laik, İslam düşmanı Baas ideolojisinin taassubuyla, gözleri kendi küfür ideolojilerinin ve iktidarlarının tahakkümünden başka bir şey görmemiştir. Suriye diktatörü Baas yönetimi, yaklaşık 30 yıl önce de, İnsanlık tarihinin en büyük utançlarından biri olan, dünya Müslümanları için ise büyük ve derin acılardan birini teşkil eden 1982’deki Hama katliamının altına imza atmış bir rejim olarak, bugün bir kere daha Suriye halkına yönelik katliam uygulamasıyla yeni vahşetlerin altına imza atmakta ve Allah korusun bir soykırıma doğru giden katliamlar gerçekleştirmektedir.
1982’de Hama katliamında yaklaşık 40 bin kişi hayatını kaybetmiştir. Saldırılardan sonra başlayan operasyonlarda çocuk ve yaşlı ayırmadan erkekler göz altına alınmış, sonra bir daha kendisinden haber alınamayanların sayısının 20 binin çok üzerinde olduğu söylenmektedir. Bilahare bu operasyon Suriye'nin tüm şehirlerine yaygınlaştırılmış ve tüm ülkede büyük acılar, zulümler yaşanmıştır. Bu olaylar süresince tüm ülkede katledilenlerin sayısının 70 binin üzerinde olduğu ifade edilmektedir. Katliamdan sonra bir milyona yakın insan ülkesini terk etmek zorunda kalmış ve o gün ülkesini terk eden ve çeşitli ülkelere sığınarak mülteci konumunda hayat sürenlerin bugünkü nüfuslarının 2 milyonu aştığı tahmin edilmektedir.
Bu süreçte oğul Esed ise, sayıları 120 bini bulan insanı hunharca katletmiş, kimyevi silah ve diğer ağır silahlarla, sadece despotizmine karşı güçsüz silahlarla direnenleri değil, bütün bir halkı ve ülkeyi yok etmeye çalışmaktadır. 2 milyonu aşkın insan dış ülkelerde olmak üzere on milyon civarında insan mülteci konumundadır. En son da, kimyasal silah kullanarak 2 bin civarında çoğu kadın ve çocuk olan masum sivil insanı bir defada katletmiştir. Kendi ülkesinin insanlarını ve şehirlerini alçakça, vahşice bombalayan bu taguti rejim, şehirleri ve alt yapılarını yok etmiş, ülke tam anlamıyla bir harabeye dönmüştür.
Türkiye, Afganistan ve Irak’ta Olduğu gibi,
Suriye Konusunda da “Ulusal Çıkar” Çelişkileri Yaşamıştır
Türkiye öncelikle ekonomik istikrar ve büyümenin sürmesi çerçevesinde Orta Doğu pazarını Türk mallarına açma arzusuyla Suriye'ye önem vermiştir. 2004 yılında her iki ülke arasında serbest ticaret anlaşması imzalanmıştır. AKP hükümetinin yaklaşık 6-7 yıl süreyle büyük bir tutarsızlık ve çelişkiyle sarmaş dolaş olduğu, sonuçta da ülkede ve bölgede kendisine sempati duyulmasına sebep olduğu Baas diktatörlüğü, bizzat AKP hükümetinin de, Türkiye halklarının da düşmanı olan Türkiye’deki Ergenekoncu, Batıcı, ulusalcı, darbeci, İslam düşmanı, laik Kemalist çetelerle, hem ideolojik olarak, hem de yaptığı zulüm ve katliamlar bakımından örtüşmekteydi. Kendi ülkesinde Kemalist despotizmi, tasfiye etmeye çalışan AKP hükümeti, büyük bir tutarsızlıkla Baasçı Suriye Kemalizm’inin bütün zulmü acımasızca sürerken, sanki meşru adil bir yönetimmiş gibi davranıp, ona meşruiyet kazandırıcı ilişkiler kurmuştur. Üstelik AKP hükümeti, haklı olarak kendi ülkesinde temizlemeye çalıştığı bu tür katil darbeci despotları, Suriye halkına layık görmenin çelişkisiyle, bu zalimle çok boyutlu ekonomik, siyasi, istihbari, askeri vb alanlarda işbirliği yapmaktan çekinmemiştir. Türkiye halklarını Kemalist Baasçı darbecilerden kurtarmaya çalışırken, halkına aynı zulümleri fazlasıyla yapan Suriye’nin Nusayri Baasçılarına meşruiyet kazandırma, onlara sempati kazandırma çelişkisini yaşamıştır.
AKP hükümeti, çok yakın ilişki kurduğu ve bu ilişkiyi hükümetlerin birlikte toplantı yapmasına, ailece tatil yapmaya kadar ileriye götürdüğü süreçte, Suriye’de on yıllardır yaşanan ve en son Beşar Esed döneminde de devam eden insan hakları ihlalleri, baskılar, yasaklar ve zindanlardaki ve sürgündeki on binlerce mazlum Müslüman için tek bir eleştiri ve ıslah çabası göstermemiştir. Belki bu kadar pragmatik, Türkiye’nin ve Suriye’nin ekonomik, siyasi çıkarları bakımından bu kadar hesapçı davranacağına, biraz da hak, hukuk ve adalet zaviyesinden ıslah edici çabalar gösterilmiş olsaydı, bugün bu ayaklanmalara ve katliamlara sürüklenmeden rejim kendisini sistem içi değişimle de olsa görece olarak ıslah edip yenileyebilirdi. Eğer önceliği çıkarlara değil de, ahlaki, insani değerlere vermiş olsalardı ve sonuçta diktatör rejimi, kendisini hiç değilse temel haklar ve özgürlükler zaviyesinden görece de olsa ıslah etmesine teşvik etselerdi, belki bugünkü katliamlara gerek kalmadan yumuşak bir geçiş sağlanabilirdi. Ancak, Ortadoğu’da ayaklanmalar başlayıp, Suriye’yi de etkileyince bazı reform taleplerini gündem yapmış olsalar da, artık geç kalmışlardı.
Aynı şekilde, AKP politikalarına eklemlenmiş olmanın soncu olarak 2-5 Mart 2005 tarihleri arasında Suriye’ye ziyaret gerçekleştiren, sonra da farklı zamanlarda bunu tekrarlayan “Doğu Konferansı” mensupları da kanaatimce AKP ile aynı vebalin altına girmişlerdir. Çünkü onlar da, Suriyeli Baasçı gazetecilerle röportajlar yapmışlar, katil İçişleri Bakanı ve despot zalim rejimin diğer kadrolarıyla, rejimin yandaş kuruluşlarının temsilcileri ile görüşmüşler, buna rağmen onların zindanlarındaki on binlerce Müslüman’ın, mülteci hayatı yaşamak zorunda bırakılan milyonların ve genel olarak bütün halkın muhatap oldukları büyük baskı ve zulümleri, insan hakları ihlallerini sorgulamamak, itiraz edip hesap sormamakla aynı zulme bulaşmışlardır. Suriye ile kurdukları ilişkiler sürecinde, mazlum Müslümanların zindanlardaki, sürgündeki ve ülkede hala geçerli olan baskı politikaları altındaki konumunu, sorunlarını, muhatap oldukları insan hakları ihlallerini araştırmak ve düzeltilmesini istemek gibi bir talep ve eleştirileri olmaksızın Suriye’ye geziler düzenleyip zalimlerle sözüm ona entelektüel temaslar, sıcak ilişkiler kurmuşlardır. Sonra da Türkiye ve Suriye ilişkilerini abartarak, olumluluğunu yücelterek sunmuşlar, bu taguti nitelikleriyle “Türkiye ve Suriye’nin birleşmesi” sanki çok olumlu bir şeymiş gibi bu birleşmeye dair hayalleri süsleyerek yaymaya çalışmışlardır.
Sonuçta da, dolaylı olarak Beşar Esed rejiminin sempatik ve meşru gösterilmesine katkıda bulunmuşlardır. Kemalist laik özelliği devam eden Türkiye ile, Baasçı laik İslam düşmanı, zindanları Müslümanlarla dolu Suriye’nin birleşmesinin, yani iki küfür rejimin bütünleşmesinin kendisini İslam’a nispet eden kimi aydınları bu derece coşturmasının sebebi, Türkiyecilik şeklinde tezahür eden İslami kimlik konusunda flulaşma, ilkesizlik ve ölçü bulanıklığından ve AKP politikalarından etkilenmenin yol açtığı duygusallıktan başka ne olabilir ki? Zaten bu kesimler, AKP politikası Suriye yönetimi aleyhine döndükten sonra da ona paralel değişim yaşamışlar, yine ilkelerle değil de AKP politikalarına eklemlenme sebebiyle, ilkesiz bir dostluktan bu sefer de tam tersi ilkesiz bir düşmanlığa geçiş yapmışlardır.
Sonuç olarak gerek AKP, gerekse eklemlenmiş “İslamcı aydınlar”, on binlerce kişi zindanlarda, on binlercesi kayıp, yüz binlerce kişi mülteci durumunda, sürgünde bulunmakta, yüz binlerce Kürt vatandaş kimliği olmaksızın ve en temel haklarından yoksun konumda mülteci gibi yaşamakta iken, yaklaşık 50 yıllık olağan üstü hal ve düşünce, inanç özgülüğü başta olmak üzere pek çok hakkı yok eden baskı, yasak ve zulümler amansızca devam ederken, sanki bütün bunlar yokmuş gibi davranmış, Suriye-Türkiye ilişkilerinde abartılı tavırlar sergilemişlerdir.
“Ulusal çıkar” putu istediği için katil NATO’nun Afganistan katliamına, içinde bizzat yer alarak destek verdiği, Irak işgali sürecinde de ABD ve müttefiklerinin katil ordularına ve Müslüman halklara kan kusturan katil uçaklarına, Türkiye hava sahasını, limanlarını ve üslerini tahsis edip, her türlü lojistik desteği sağladığı gibi, o gün yine aynı ulusal çıkarlar adına, Suriye diktatörüne tavır koyamamanın çelişkisini yaşadı Türkiye hükümeti. Halbuki, “ulusal çıkar”ınızla ahlaki ilkeleriniz çeliştiğinde, ahlaki ilkeleri değil de ulusal çıkarı esas almak mantığı, insani ve İslami değerlere aykırı düşerek hem dünyada itibarı, izzeti, hem de ahrette kurtuluş imkanını kaybettirir. Nitekim Irak’a yönelik emperyal işgal ve saldırı sürecinde ulusal çıkar için hükümetçe ısrarla istenmesine rağmen, bir hesap hatası sonucunda AKP yönetimine rağmen tezkerenin reddinin gerçekleşmesi, Türkiye’ye itibar kazandırmıştır. Eğer AKP yönetiminin talebi gerçekleşseydi, ABD işgal kuvvetlerinin Türkiye’ye güneydoğu sınırı boyunca konuşlandırılması ve buradan Irak’a saldırının başlatılması büyük bir bela olacak ve bu bataklığa Türkiye’nin de çekilmesi de çok boyutlu zulümlere, felaketlere yol açacaktı. İşte tüm bunlar, belki de Allah’ın bir lütfu olarak tamamen bir hesap hatasıyla engellenmiş oldu.
Üstelik AKP hükümeti ve Erdoğan, o süreçte bir de İslam ve Müslümanların son derece aleyhine bir durumu gerçekleştirmeye, Suriye ile İsrail’i barıştırıp uzlaştırmaya çalışıyordu. AKP hükümeti, İsrail terör devletiyle Suriye despot rejimini barıştırmak için yıllara sari önemli çabalar gerçekleştirmiş ve tam sonuca yaklaşmışken, Ehud Olmert’in Erdoğan ile yaptığı son görüşmeden ülkesine döner dönmez Gazze saldırısını başlatarak attığı kazık sebebiyle akamete uğramıştı. Ayrıca bu iki terör devletini barıştırma çabası da, hayırlı bir çaba değildi. Tam tersine İslam’ın, Bölge Müslümanlarının ve Filistin halkının aleyhine olacak sonuçlara yol açabilecek yanlış bir politikaydı. Halbuki bu yanlış politika için, iki İslam ve Müslüman düşmanı hükümeti barıştırıp bölgede İslam düşmanı cepheyi daha da güçlendirmek için sarf edilen enerji, vakit ve imkanlar, Suriye Müslümanlarına zulmeden despot rejimin zulmünü geriletmek ve halkın kaderi üzerinde söz sahibi olmasına giden yolları açmasını temin etmek hedefine harcansaydı şüphesiz ki çok daha hayırlı olurdu. Böylece, hem İslam düşmanı cepheyi güçlendirmeye sarf edilen imkanlar daha hayırlı bir amaca yönlenmiş olurdu, hem de bu hedefe yönelik olarak belki bazı mesafeler de alınabilirdi.
Türkiye Batılı Emperyalist Devletlerden Bağımsız
Özgün Politikalar Üretip, Uygulayamıyor
Suriye Türkiye ilişkileri işte böyle bir bahar havasını yaşarken, daha sonra da ne olduysa birden, yine ulusal çıkar adına ve AKP hükümeti yine Batının yönlendirmesiyle ABD, AB ve NATO eksenli politikalara doğru hızla kayıvermiştir. Bunun sebebi, NATO ve Batı ittifakı içinde edilgenlikten ve işbirlikçilikten kurtulup özgün politikalar üretmede yeteri kadar inisiyatif geliştirememeleri olabilir. Bu yüzden, Türkiye’deki Batı yanlısı ılımlı laik-liberal-demokratik değişimin ve modelin öncüsü AKP hükümeti ve Erdoğan, Libya’dan itibaren Batı etkisi altında sürekli zikzaklar çizmeye başlamıştır. Önce “NATO’nun Libya’da ne işi var müdahaleye karşıyım” açıklamaları yapıldığı halde, sonra müdahalenin öncü gücü içinde yer alıp, İzmir üssünü LİBYA’ya müdahale eden NATO komutanlığına tahsis edivermiştir.
Sonrasında ise, artık Türkiye’ye, katil NATO ordusu içinde daha önemli temsili konumlar verilmeye çalışılıyor. Üstelik NATO’nun yeni konseptinde İslam ve Müslümanlar hedef kılınmış bulunuyorken. Yakın gelecekte, İslam düşmanı NATO’nun Kara Kuvvetlerinin İzmir civarında konuşlandırılacağı konuşuluyor. Afganistan’daki katil NATO işgalci ordusu içinde asker bulundurma sürüyor ve artık daha bir şevkle savunuluyor. TC Desteğindeki bu katil ordu tarafından her gün onlarca mazlum Afganlı sivil, kadın, çocuk katledilmeye devam ediyor. İsrail’e Gazze’de katlettiği 1500 masum insan için “one minute” tepkisi verilirken, Afganistan ve Irak’ta ABD ve NATO’nun katil ordularınca 2 milyonu aşan insan katledildiği ve halen de bu katliamlar devam ettiği halde bir kere olsun herhangi bir itiraz ve eleştiri yükseltilmemiştir. Hiç değilse, “Masum halkların topraklarını işgal edip, katliam yapmaya son vermezseniz NATO içindeki varlığımı sorgulayacağım” ya da “Afganistan’daki askerlerimi çekeceğim” bile denmemiş, tam tersini daha bir şevkle Batının yanında yer alınıp savunulmaya ve NATO içindeki konum büyük misyon olarak nitelendirilmeye başlanmıştır.
Ülkelerinin bağımsızlığı ve insani temel hakları için işgalcilere karşı onurlu bir savaş sürdüren Müslümanlarla metçe savaşı göze alamadıkları için alçakça, korkakça havadan nokta atışlarla suikastlar, katliamlar yapma yolunu seçen ABD ve NATO güçlerince bu yolla, yani sadece insafsız hava arcı diyebileceğimiz İHA’larla, Afganistan ve Pakistan’da son 5 yılda çoğu kadın, çocuk olan 3.000.- i aşkın sivil halk katledilmiştir. İsrail’in Gazze saldırısında ölen 1.500 masum insan için haklı bir çıkışla “one minute” diyen Türkiye hükümeti, hiç değilse, sadece İHA katliamlarına karşı çıkabilirdi. Bunların daha alçakça, namertçe olduklarını vurgulayarak, çoğunlukla da sivil insanların katledildiğini hatırlatarak, bari bunların durdurulmasını aksi takdirde işgalci NATO gücünde asker bulundurmayacağını söyleyebilirdi, ama maalesef itiraz sadedinde bile tek çıt çıkmamıştır.
Üstelik batılı emperyalist devletlerden bile bir kısmı bu konuyu tartışmaya açarak, asker çekmeye başlamışlardır. Türkiye hükümeti ise tam tersine bütün bu katliamlara sessiz kalarak ve işgalci güç içinde yer almayı her şartta sürdürerek desteklenmiştir. Hatta Afganistan ve Pakistan’a da, diyanet ve imam hatip modeli başta olmak üzere rejim ihraç edilmeye kalkışılmıştır. Anlaşılmaktadır ki, sadece Filistin’deki zulüm sebebiyle İsrail’e karşı ve ona da sadece söylemde kalan bir tepki gösterilmekte, ABD, AB ve NATO’yla ise, yaptıkları bütün işgal ve katliamlara rağmen tek bir tepki vermeden tam bir işbirliği sürdürülmekte, istenenlere tam bir itaat sergilenmektedir.
Bütün bunlarla, bir yandan İsrail’e karşı sert söylemlerle, emperyalist devletlerin dönüştürme hedefi olan bölgede kahramanlaşan bir lider profili sergilenmek suretiyle, bölge halklarına, değişimin istikametini gösterecek model güçlendirilmektedir. Sonuçta bölge halklarının bu modelin önderliğine duygusal bağlarla bağlanması sağlanarak, Türkiye modelinin dönüştürme tesir katsayısı yükseltilmektedir. Yani ABD ve Batı’nın da rıza göstereceği, göz yumacağı yere kadar, aslında bir miktar da İsrail’in şımarık yönetiminin terbiye edilmesinde rol oynanmakta, ama aynı zamanda bölge halklarının duyguları coşturularak, bu halklar üzerindeki dönüştürme etkisi arttırılmaktadır. Diğer yandan da, İsrail ve ABD’yi, Batıyı memnun edecek, OECD üyeliği, Füze Kalkanı, İsrail’le ilişkilerin tamamen kesilmemesi, ABD ile stratejik müttefik, model ortak ve NATO içinde itaatkar bir üye olarak kalınarak, işgal ve katliamlarına ortak olunmaktadır.
Ayrıca, laiklik ve demokrasi istikametinde bölge halklarını yönlendirme istikametin rol oynama gibi görevler üstlenilmekte ve içtenlikle yerine getirilmektedir. Bütün bunlara rağmen de Türkiye, sürekli Batının ve özelde ABD’nin tokatını yemekten de kurtulamamaktadır. Bu bağlamda bazı örnekleri hemen hatırlayalım: Mesela ortak üretilen savaş uçağının yazılım programını ABD Türkiye’ye vermemekte, “dost, düşman” kodlamasını yapan yazılım Amerika kontrolünde kalmakta ve bu sebeple de onun tasvip etmediği bir ülkeyle savaşta kullanılamamaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin kendi ürettiği “ATAK” helikopterini istediği ülkeye satamamakta, ABD “motorunu ben üretiyorum ve satışına izin vermiyorum” diyebilmektedir. Son olarak da, Türkiye’ye ihtiyacı olan “füze savunma sistemi”ni satmayan ABD, Türkiye bu ihtiyacını daha iyi şartlarla karşılayan Çin’den almaya teşebbüs ettiğinde ise, bütün NATO ülkelerini de yanına alarak itiraz etmekte, engellemeye çalışmaktadır. Bu derece bir bağımlılığın nereye kadar süreceğini zaman gösterecektir.
Diğer yandan, Malatya Kürecik, Filistin’deki işgali sürdüren ve giderek genişletmeye çalışan ve mazlum halka yönelik katliamlar yapmaya, çok yönlü ambargo ve kuşatmalarıyla zulmetmeye devam eden İsrail’i koruma kalkanının merkezi kılınmış bulunuyor. Siyonist İsrail’i, İran’ın (olmadığını ve olmayacağını da söylediği) nükleer füzelerine karşı koruyacak olan Kürecikteki NATO füze kalkanı radarı, neden İsrail’in var olan yüzlerce nükleer başlıklı füzelerine karşı, hem de İsrail terör devletinin sürekli İran’a saldıracağını açıkça söylemesine ve bu konuda yüzlerce sabıkası olmasına rağmen İran’ı da korumaya almıyor? Kürecik radar üssüyle Türkiye, maalesef İran’a karşı saldırgan İsrail, ABD ve NATO katillerinin işbirlikçisi konumunu iyice somutlaştırmış ve İslam düşmanı cephedeki yerini daha ileri bir boyuta taşımış bulunuyor. Adil şahid olma iddiasında olanların, Suriye despot katil rejimini desteklediği için İran’ın karşısında uyarıcı bir tavır koyması, hem de ağır bir biçimde eleştirmesi ve kınaması gerektiği gibi, bu konuda da haklı olan İran’ın yanında yer alması ve Türkiye hükümetinin bu işbirlikçiliğini ve zulme payanda olmasını kınaması gerekmez mi?
İsrail ve NATO üyeleri bölgeyi ve dünya insanlığını tehdit edecek, yok edecek kadar çok sayıda nükleer silaha sahipken, onlara karşı bölge halklarını ve tüm dünyayı koruyacak bir tedbiri dünya gündemine getirmeyen AKP hükümeti, Pakistan’ın son derece küçük nükleer silah gücü ve İran’ın henüz olmayan muhtemel nükleer silahına karşı, İsrail ve batılı nükleer silah sahibi ülkeleri koruma amaçlı, aslında saldırgan nitelikli füze kalkanının Malatya’da konuşlandırılmasını kabul ederek, bölge ülkelerine karşı, İslam düşmanı olduğunu açıkça deklare etmiş NATO ve emperyalist saflarda yer alabilmektedir. Halkı da, bu radardan elde edilen bilgilerin, Türkiye’nin izni olmadan İsrail ile paylaşılmayacağı şerhinin anlaşmaya koydurulduğu avuntusuyla aldatmaya kalkmaktadırlar. Halbuki, bizzat ABD’nin yetkilileri, bu radarların bir benzerlerinin ABD, AB ve İsrail’de de bulunduğu ve bunların tamamen birbiriyle entegre bir vaziyette çalıştığı açıklanmaktadır. Bu da bilgilerin zaten otomatikman bu merkezlerce paylaşılacağı gerçeğini ortaya koymaktadır. Ayrıca ABD ve AB’nin bildiği bir bilginin Türkiye izin vermedikçe İsrail ile paylaşılmayacağının garantisi nedir ve İsrail ile bu kadar bütünleşmiş bu güçlerin bu konudaki sözlerinin geçerliliği mümkün müdür? Bunlar halkı aldatmak ve avutmak için üretilmiş argümanlardır.
Nitekim New York Times gazetesine konuşan Amerikalı bir yetkili, ABD'nin veri paylaşımıyla ilgili herhangi bir kısıtlamayı kabul etmediğini ve ABD'nin bütün istihbarat kaynaklarından gelecek verileri harmanlayıp İsrail dâhil bütün müttefikleriyle paylaşmaya devam edeceğini açıklamış bulunuyor. Beyaz Saray yetkilisi şöyle dedi: “Bu bir ABD radarıdır. Dünyanın her tarafındaki ABD radar ve sensörlerinden gelen veriler, füze savunmamızın verimliliğini artırmak için birleştirilebilir. Hiçbir anlaşma, bizim İsrail Devleti’ni savunma kabiliyetimizi kısıtlayamaz.” Beyaz Saray yetkilisi şöyle devam etti: “Sistemin mimarisi, başta İran olmak üzere, Ortadoğu’dan gelecek balistik füze tehditlerine karşı koruma sağlanması için tasarlandı. Hedef asla Rusya değil.”
Üstelik Türkiye AKP hükümeti, tıpkı “One miniute” dedikten sonraki yakın dönemde, hiçbir taviz almadan, Gazze’ye yönelik ambargoyu kaldır talebi gibi basit bir talepte bile bulunmadan, İsrail terör devletinin 20 yıldır kapısında beklediği OECD üyeliğini hediye olarak onaylamaktan çekinmediği gibi, Mavi Marmara katliamı, Gazze katliamı ve ambargosu konusunda tek bir özür dileyici ve düzeltici adım atmadıkları süreçte de, İsrail’i İran’a karşı koruyucu kalkanı Küreciğe yerleştirmeyi kabul edivermiştir. Hiçbir gerekçe İran’ın katil Baas rejimini desteklemesine meşruiyet kazandıramasa da, kendini bölgede güvensiz hissedip Suriye’ye daha çok sahiplenmesine yol açmak bakımından Türkiye’nin bu tutumu ve İncirlik vb üslere ilaveten Kürecik’te İran’a karşı İsrail’den yana olduğu açık olan yeni NATO radar üssüne yer vermesi de, İran’ın Suriye yanlısı tavrını teşvik edici yanlış bir politika olması bakımından eleştirilmeyi hak etmiyor mu? Ama maalesef bir çok Müslüman, Suriye direnişine destek verdiği zannıyla AKP hükümetinin bu yanlış ve bölge halkları aleyhine olan emperyalist işbirlikçi politikalarını ve zulümlerini görmüyor yada duygusal bağımlılıkla göremiyorlar.
Bir başka dikkat çekici hususu daha vurgulamak isterim: NATO’nun İslam düşmanı emperyalistlerin katil silahlı gücü olduğu ve Afganistan’da nasıl bir vahşeti, nasıl bir ahlaksızlığı ve nasıl bir insandışılaşmayı temsil ettiği, bölge halkının ödediği acı faturalarla apaçık ortaya çıktığı halde, hatta en son Libya’da nasıl hukuksuzluklara, katliamlara imza attığı görüldükten sonra bile Erdoğan ve Türkiye hükümeti, Suriye sınırındaki bir iki küçük sınır ihlalini bile hemen NATO’yu müdahaleye çağırmaya ve 5. Maddenin işletilmesini istemeye vesile kılabilmiştir.
Aynı süreçte ibretlik bir başka olay daha yaşanıyordu: O da 7 Haziran 2012’de İstanbul'da düzenlenen bakanlar düzeyindeki Terörizmle Mücadele Küresel Forumu toplantısıdır. Gazete haberlerine göre bu toplantı şöyle duyuruluyor; “Türkiye ABD ile köktendinci avına çıkıyor! Türkiye ve ABD, Arap Baharı çerçevesinde otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş başlatan ülkelerde 'terörle mücadele' amacıyla yeni bir girişim başlatıyor. Küresel Terörizmle Mücadele Forumu olarak adlandırılan yeni girişim, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton eş başkanlığında toplanıyor. Hillary Clinton, Libya, Mısır, Tunus gibi otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş sürecindeki ülkelerde kökten dinci terörist olduğu iddia edilen kişileri engellemek amacıyla başlatılan forum çerçevesinde militanların takibinde strateji paylaşımı, bu ülkelerdeki tehdit ve zafiyetleri belirleme konusunda beraber çalışılacağını ifade ediyor.”(AA) Bu amaçla kurulduğu açıkça ifade edilen bir forumda eş başkan olarak görev yapmayı kabul eden Türkiye’nin bölgede yaşanan değişimin İslami devletlere doğru gitmesinden razı olması beklenebilir mi? Tabii ki olmaz, bu sebeple sürekli “dinin bireysel olduğu, laikliğin İslam ile bağdaştığı, ekonominin dini imanı olmadığı” gibi tahrif edici iddiaları gündemde tutmaktadır, hatta Mısır ve Tunus’a gidince laikliği önermekten geri durmamıştır.
Görüldüğü üzere, emperyalistler, İslami uyanışı, tevhidi süreci engellemek için sürekli farklı projelerle Müslümanların karşısına çıkıyorlar. Anlaşılmaktadır ki, AKP hükümeti, ABD’den gelen bu tür projelerin öncüsü olmaktan hiç çekinmemekte, adeta Müslüman halkları batının seküler değerleri istikametinde terbiye etme misyonu üstlenmiş gibi davranmaktadır. En son olarak da gazetelerde yer aldığına göre, “Terörle Mücadele Küresel Forumu'nda Kerry'e eşbaşkanlık yapan Davutoğlu, bu konuda 200 milyon dolarlık yeni bir fon oluşturulduğunu duyurdu. Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye, cihad yanlısı propagandalara karşı koyup, ‘radikalizme’ kaymaya meyilli olanlara daha iyi bir fırsat sunarak, İslamcı aşırıcılığı kökünden kurutmak için 200 milyon dolarlık bir bütçe oluşturdu.” (Nehirhaber).
Diğer taraftan yine yakın zamanda, Müslümanlara ait kuruluşların öncülerinin hükümetle temasa geçerek engellemeye çalışmalarına rağmen engellenemeyen bir yasa çıkarıldı. Adı, 6415 Sayılı “Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun” olan bu yasaya göre, “ABD’nin terör örgütü listesi”ne aldığı, BM’in ve onu sürekli güdümünde tutan, yönlendiren ABD’nin, dolayısıyla da ABD’yi etkileyip yönlendirebilen ikiz vampir kardeşi olan İsrail’in “terörist” saydığı her grup, çevre ya da örgüt, Türkiye tarafından da “terör örgütü” sayılacak ve bunlara herhangi bir yardımda bulunan şahıslar, kurumlar veya kuruluşlar, “terör örgütüne fon sağlamış” sayılarak, “terörü finanse etmek”le suçlanıp “örgüt üyeliği”nden cezalandırılacak ve mal varlıklarına da el konulup gasp edilecek. Böylece Türkiye, küresel emperyalistleri ve gerçek terörist olup dünyanın her yanında terör estirip sürekli mazlum halkların kanını döken emperyalist devletleri değil de, onların isteği üzerine kendi ülkelerindeki yerli despotlara, diktatörlere ve yabancı işgal güçlerine karşı cihad ederek kurtuluş, bağımsızlık ve adalet mücadelesi veren Müslümanları “terörist” sayan bir yasayı yürürlüğe koydu.
Sonuçta da bugün, Türkiye, bu yasa gereğince, Afganistan’daki Rus işgaline karşı direnişin önemli simgelerinden Gulbeddin Hikmetyar’ın malvarlığını dondurdu. “BM Güvenlik Konseyi kararı doğrultusunda” denilerek, el-Kaide ile bağlantılı 219 gerçek, 63 tüzel kişi, kuruluş veya organizasyonun; Taliban’la bağlantılı 130 gerçek, 4 tüzel kişi, kuruluş veya organizasyonun mal varlıkları da donduruldu. İddia ise, bu kurum, kuruluş, organizasyon ya da şahıslar, ABD’nin “terörist” saydığı “Taliban”a yardım etmeleri, ya da Taliban ile bir şekilde bağlantılarının olması. Yani, Afganistan’ı işgal edip yüz binlerce mazlum Afganlıyı katleden gerçek teröristlerin isteği üzerine çıkan yasayla ve onların “terörist” sayması sebebiyle, kendi topraklarını, halkını, canını ve namusunu, her türlü yokluk ve yoksunluk içinde katil emperyalist işgalcilerden korumaya çalışan Taliban’a ya da onlara yardım edenlere ait mallar emperyalist işbirlikçisi Türkiye hükümeti tarafından gasp edilmektedir. Yani taşlar bağlanıp köpekler salıverilmekte, bir de üstelik taşlar tamamen yok edilmeye çalışılırken köpekler koruma altına alınıp desteklenmektedir.
Gazetelerde yer alan bir başka habere göre ise, “Birleşmiş Milletler’in uluslararası terörizmin finansman kaynaklarını engellemek bahanesiyle üye ülkelere dayattığı, Türkiye’nin de hiç itiraz etmeden kabul ettiği, Terörizmin Finansmanının Engellenmesi Yasası’nın Meclis’ten geçmesinin ardından ABD’nin ilgili kurumu OFAC’ın harekete geçerek ilk toplantısını gizli bir şekilde İstanbul’da bir otelde gerçekleştirdiği ortaya çıktı. 27-28 Şubat tarihlerinde gerçekleşen toplantıda Terörizm ve Finansal İstihbarat Müsteşarı Yahudi asıllı David S. Cohen’in Türk bankalarının genel müdürlerini İran ve İslami grupların para transferi konusunda tehdit ettiği kaydedildi. Türkiye’deki yetkililerle görüşen kuruluş, bankaların genel müdürleri ile de bir araya gelerek, İran, Suriye, Kuzey Kore ve diğer ülkelerde yer alan İslami gruplara yapılacak para transferleri konusunda uyarılarda bulundu.” (09.10. 2013-Milligazete).
Özellikle Afganistan’da ve kısmen de Irak’ta, ortaya konan onurlu direniş karşısında yenilgiye uğrayıp bölgeyi terke hazırlanan ABD ve Batı yeni projelerle yeni ataklara kalkmakta ve Müslüman halkları batı değerleri istikametinde dönüştürüp küresel sisteme eklemlemek, İslam’ı alternatif olmaktan çıkarmak hedefini hiç terk etmemektedir. BOP bitti denirken Amerikan Dışişleri Bakanı yeni bir projeyle ortaya çıkıveriyor. İşte Karşı-terör Forumu (Global Counterterrorism Forum) da bunlardan sonuncusunu teşkil ediyor. Geleneksel Amerikan müttefiki, özellikle halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerle yeni bir oluşuma imza atarak karşı terörizm stratejisi geliştirmeyi amaçladıklarını açıklıyorlar. Amaçlarının, bölgedeki değişim sürecini kontrol ve denetim altına almak ve “radikalizme” kayma eğilimi olan Müslümanları “ılımlılaştırma” ya da “terörist” olarak damgalayıp tasfiye etmek olduğu apaçık bir biçimde ifade ediliyor. Sonuçta bölgede İslami bir modelin ortaya çıkıp dünya insanlığı için alternatif olması engellenmek isteniyor.
Akif Emre’nin katıldığım tespitiyle: “Yeni sömürgeciliğin ideolojik aygıtları, küresel kapitalizmin ekonomik ve siyasal kuşatması ve toplumsal yapıyı temelden sarsıcı etkisiyle her anlamda İslam âleminin kendi medeniyetini yeniden inşa etme imkânını elinden almaya çalışıyor. Küresel terörle provoke edilen Ortadoğu, küresel emperyal amaçların ideolojik aygıtlarınca da kuşatılmak isteniyor. Clinton'un bir devlet politikası olarak açıkladığı; çok da yeni unsurlar içermeyen karşı terör programı Müslüman dünyada tam bir zihinsel dönüşümü hedeflemektedir. Pakistan'daki geleneksel medreselerden, Kenya'daki Müslüman azınlığın ders halkalarına, İstanbul ve Kahire gibi merkezlerde entelektüel oluşumları hedef alan bir zihniyet dönüşümü hedefleniyor. Modern dünyaya uyumlu, küresel kapitalizmin üretim bandına hizmet edecek, bu coğrafyayı kapitalizmin pazarı haline getirecek kapsamlı bir kampanyadan bahsediyoruz. İslam'ın Protestanlaştırılarak liberal İslam kılığında dünya sistemine uygun ve uyumlu bir din haline getirildiği bir anlayış pazarlanıyor. Liberal İslam projesinin 11 Eylül'den çok önceleri entelektüel ve akademik olarak hazırlıkları yapılmıştı. Şu anda ise bunun doktriner hale getirilerek, içerden yerli isimler marifetiyle pazarlanması aşamasına gelindi… Amaç, İslam'ın alternatif olmaktan çıkartılıp küresel sisteme müşteri yapılmasıdır.”
Görüldüğü üzere sürekli Batılı emperyalist devlet ve kuruluşlarla işbirliği halinde ve bölge Müslüman halklarının aleyhinde ittifak ve projelerin içinde yer alan Türkiye hükümetinin Suriye konusunda da aynı müttefiklerine güvenip dayanarak Batı eksenli bir tutum alması söz konusu olmuştur. Bundan dolayı da, İran’ın kendisini güvende hissetmemesi, başka bir halkın güvenliğini tehdit eden ittifaklar içine girmesine meşruiyet kazandırmasa da, haklı ve anlaşılır bir durum olmaktadır. İşte böyle bir zeminde ve emperyalist güçlerle yanlış ilişkiler içinde bulunan AKP hükümeti, Suriyeli muhalifleri, İstanbul başta olmak üzere çeşitli illerde “Suriye’nin dostları” adı altında yine bu emperyalistlerle ortak toplantılarda bir araya getirmiştir. Ve zamanla da onlara güvenerek silahlı mücadeleyle Esed rejimini devirmek üzere harekete geçmeleri için Suriye muhalefetini destekleyip teşvik eden bir rol üstlenmiştir. Ancak zamanla, Batılı dostlarınca her zaman olduğu gibi yalnız bırakılmış, o da direnen Müslümanları gerektiği gibi ve gerektiği kadar destekleyememiş ve sonuçta Müslümanların bu zalim diktatörce katledilmesi seyredilmeye başlanmıştır.
İran ve Hizbullah’ın İslami Kimlikle Bağdaşmayan
Utandırıcı Tutumu ve Esed Yandaşlığı
Bölgede despot yönetimlere karşı meydana gelen adalet ve özgürlük eksenli halk ayaklanmaları konusunda “İran İslam Cumhuriyeti”, adıyla uyuşmayan çifte standartlara sürüklenmiş, ulusal çıkar ve mezhebi kaygılar eksenli çelişkiler yaşamıştır. Bahreyn’deki despotizme karşı haklı olan halk ayaklanmasını desteklerken ve haklı olarak Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri’nin Bahreyn yönetimine destek veren tutumunu kınayıp tepki gösterirken, sıra Suriye despot yönetiminin, aynı şekilde hak, adalet ve özgürlük talebiyle meydanlara çıkan Suriye halklarına yönelik katliamlarını ise meşru bulup desteklemesi gerçekten utandırıcı bir sonuç olmuştu. İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ramin Mihmanperest, Suriye'deki halk hareketini "fitne ve kargaşa" olarak nitelendirerek olayların arkasında yabancı güçlerin tahrikinin bulunduğunu ileri sürmüştü. İran, Suriye dışındaki diğer Orta Doğu ülkelerindeki halk hareketlerini İslami Uyanış olarak nitelendirirken, Suriye konusunu istisna olarak gördüğünü belirtmişti.
Aynı şekilde Nasrallah, daha önce, Bahreyn’deki halk ayaklanmasına, halkın çoğunluğu Şii olduğu için destek vermeyenleri haklı olarak eleştirirken, kendisi de Suriye’deki halk ayaklanmasına karşı, muhtemelen siyasi çıkar ya da mezhebi kaygılarla önce duyarsız kalma çelişkisine düşmekten kurtulamamıştı. Sonra da bilindiği açıkça kafir katil zorba Baas rejiminin ve askeri gücünün safında yer almaktan kaçınmamıştır. Daha sonraki süreçte ise, katil kâfir Baas diktatörlüğüne yandaşlık iyice azgın boyutlara taşınmış, Nasrallah, muhaliflerce öldürülen kafir tagut Baas bakan ve generallerini şehid ilan etmekten utanmamıştır. Üstelik on binlerce militanını, taguti despotizme karşı direnen mazlum Suriye Müslümanlarıyla savaşmak üzere Suriye’ye gönderdiğini, gerekirse kendisinin de gideceğini açıklamaktan çekinmemiştir.
Kimse Filistin konusunu istismar edip, İran ve Hizbullah’ın bu çifte standartçı tutumunu meşrulaştırmaya kalkışmamalıdır. Tıpkı kimi Sünni çevrelerin Bahreyn konusunda düştükleri çelişkiyi, kimsenin bazı mazeretler ileri sürerek mazur göstermeye kalkmaması gerektiği gibi. Çünkü bizler de biliyoruz ve hatta İsrail bile fark ediyor ki, Suriye halkının iradesi, despot yönetime nazaran İsrail için daha tehlikeli, Filistin için ise daha faydalıdır. Diğer taraftan, velev ki, Filistin ve Hizbullah için kısmi bir faydası olsun, böyledir diye, bu kısmi fayda, Suriye despotizminin 40 yıldır uyguladığı ve ısrarla sürdürdüğü baskı rejimi altında yaşanan zulümleri, on binlerce insanın zindanlara tıkılıp işkenceden geçirilmesini, on binlercesinin kayıplar arasına katılmasını, milyonlarca insanın ülkelerine sokulmamasını, adalet ve özgürlük talep eden mazlumların sesinin, feryadının, ağır silahlarla, tanklarla, katliamlarla bastırılmasını meşrulaştırır mı? Yerin dibine batsın onun faydası. Hiçbir çıkar ve fayda, bir halkın topyekun on yıllarca zulüm altında yaşamasına, adalet ve özgürlük istediği için katledilmesine tercih edilemez.
Belki İran 30 yıl öncesinde yapılan katliama sessiz kalmasaydı, ulusal çıkarlar adına ya da mezhebi kaygılarla, o gün ve sonrasında susmasaydı, hiç değilse bunca katliama rağmen hiçbir şey yokmuşçasına bu zalim diktatörle kurduğu stratejik dostluğu, 30 yıl gibi uzun bir sürede onu bu zulmünden vazgeçirip ıslah olmasına vesile olacak istikamette değerlendirseydi bugün yaşananlar yaşanmayabilirdi.
İran’ın Adaletsiz Tutumu ve
Ahireti Bakımından üstlendiği Büyük Vebali
Bazıları, Suriye’deki ayaklanmanın, önce Suriye rejimini tasfiye edip İran’ı yalnızlaştırmak amacıyla emperyalist devletler tarafından desteklendiğini, esas hedefin İran olduğunu iddia ede geldiler. Emperyalizmin bölgeye yönelik proje ve planlarını bizler de biliyor ve yıllardır bunlara dikkat çekip, bölge halklarını uyarıyoruz. Peki emperyalizmin bu projelerini bildikleri halde, mazlum Suriye halkına on yıllardır zulmeden ve son bir yıldır da vahşi katliamlara muhatap kılan Baas diktatörlüğü ve bütün zulmüne rağmen 30 yıldır onu destekleyen, son katliamlara rağmen de desteklemeyi ısrarla sürdüren İran yönetimi, emperyalistlerin bölgedeki işbirlikçileri midir? Eğer böyle değillerse, emperyalist müdahaleye yol açacak bahaneleri neden üretiyorlar? Neden halka yapılan zulmü ve katliamı durdurup, halkın kaderi üzerinde söz sahibi olmasının önünü açarak, bu emperyalist müdahalenin bahanesini elinden almıyorlar? Neden dünya kamuoyu önünde, emperyalist müdahaleye çanak tutacak katliamları sürdürüyorlar? Neden İran, bölgenin mazlum halkını katliama muhatap kılan alçak zalim Baas rejimini ısrarla destekleyerek, bu halkı, adalet talebini desteklemeyip çaresizlik içinde bırakarak, sözüm ona çok karşı olduğunu söylediği emperyalist devletlerin himayesine muhtaç ediyor?
Dünyadaki tek ve ilk İslam inkılabını (Geleneksel Şia etkisinden tam arınamadan da olsa) gerçekleştiren “İmam” Humeyni ve İran olduğu için hepimiz ve Şii olmayan bütün İslami kesimler umutlanarak saygı duyduk ve destekledik. Hatta bu desteğimiz ve yakınlığımız sebebiyle, uzun yıllar bir çoğumuz Humeynici ve İrancı damgası yedik. Halen de, İslam inkılabı özelliği oldukça yıpranmasına, hatta yok olmaya doğru gitmesine rağmen, başta ABD ve İsrail olmak üzere emperyalist batının saldırılarına karşı onun yanında olmak duyarlılığımızı biz kaybetmemiş olsak da, Esed katiline verdiği destek sebebiyle Şii olmayanların çok büyük kısmı “oh olsun” diyecek duruma bizzat İran’ın yanlış politikalarıyla getirilmiş bulunmaktadır. Yine de bizler Müslümanlar olarak, adil şahidler olmak ve her şartta mazlumun yanında ve zalimin karşısında yer almak zorundayız. Bu bağlamda, saldırıya uğradığında emperyalizme karşı İran halkının yanında olmak sorumluluğumuz da devam etmelidir. Haklı da olunsa, kızgınlıkla ve kinle adaletsizliğe kayılmamalıdır.
Ancak, şunu 30 yılda acıyla gözlemledik ve açıkça tespit ettik ki, İran siyasi kadroları ve Şii mollaları, Allah’ın lütfettiği iktidar ve güç olma imkanını heba ettiler. Hurafeci, bid’atçı geleneği Kur’an’la ıslah edip, Şii taassubunu aşamadılar. Bazı kadroları, Şii olmayanları Şiileştirmeyi hedeflemekten ve Şii hakimiyeti peşinde koşmaktan da bir türlü kurtulamadılar. Humeyni zamanında var olan görece olumlu ümmetçi çizgiyi daha iyiye götürmek varken, daha kötüye yöneldiler. Şiilik taassubuyla Farisilik karışımı bir ulus devlet olmaya doğru kaydılar. “Ulusal çıkar” putunu, ümmet olmaya, diğer İslami kesimlerin hukukunu gözetmeye, kardeşlik hukukuyla bütünleşmeye, ümmetin maslahatını öne çıkarmaya tercih ettiler. Ve bu anlayışla ümmetin oluşumuna ve birliğine giden yolları tıkadılar. Keşke bu taassubu aşabilselerdi, keşke ümmeti yeniden inşa etmenin önündeki taassupları kaldırabilselerdi. Bu kadar yaşananlara ve artık onulmaz gibi görünen yaralara ve büyük güvensizliğe rağmen, hâlâ İslami kimlik ve akıdevi Kur’anî ilkeleri belirleyici kılarak, gittikleri bu yanlış yoldan uzaklaşıp, Kur’an ahlakını kuşansalar ve samimiyetle bu istikamette çabalar gösterseler, inşallah Allah da rahmetini ihsan edecek ve inşallah bu yaralar kapanarak, yeniden ve daha güzel kucaklaşmaların önü açılabilecektir.
Ama maalesef İran, 30 yıldır Suriye despot kafir yönetimini destekliyor. Önce, Hama katliamında on binlerce Müslüman’ın katledilmesini, on binlercesinin kaybedilmesini, zindanlara tıkılmasını, işkenceden geçirilmesini, bir milyondan fazlasının mülteci olmasını sadece seyretti ve Suriye ile stratejik müttefikliğini, dostluğunu sürdürdü. O zaman İslam inkılabının daha yeni olduğu, Irak diktatörünün İran’a saldırdığı, inkılabın geleceğinin daha önemli olduğu, yalnızlaştırıldığı dünyada Suriye’nin müttefikliğine ihtiyacı bulunduğu ve bu katliama müdahale edecek güçte olmadığı gibi mazeretlerin arkasına sığınılmıştı. Biz de sineye çekmiş ve susmuştuk.
Ancak, yaklaşık 30 yıl geçti ve Suriye’deki amansız zulüm sürdüğü halde, Müslüman kardeşlerinin hukukunu koruyacak, onları biraz olsun nefes aldırarak rahatlatacak tek bir adım atmadılar. Katil kâfir Baas diktatörlüğünü olduğu gibi kabullenip desteklemeyi sürdürdüler. Halbuki İran yönetimi, Suriye mazlum halkının hukukunu da kekndi hukuku gibi kabul eden ümmetçi bir yaklaşım ve kardeşlik duygusuna sahip olsaydı, bu kadar uzun bir süreçte, Suriye yönetimiyle bu kadar içli dışlı bir dostluk kullanılarak, halkın zulümden kurtarılıp daha insanca bir hayata kavuşturulması için bazı adımlar atılabilirdi. Zamanla despotizm bitirilerek, halkın kaderi üzerinde söz sahibi olmasının ve Müslüman’ca bir hayata geçebilmesinin önü açılabilirdi. Ama bu akıllarına bile gelmedi. Ve bu konuda hiçbir çaba gösterilmedi ve milyonlarca Müslüman büyük acılar çekmeye devam ettiler, İranlı yönetimlerin gözleri önünde.
Kendisi için, özgürlük, adalet ve bunu sağlayacak İslam devleti isteyen ve bu amaçla Baas rejimine nazaran görece daha ılımlı despot zalim şahlık rejimini yıkmayı başaran İran İslam inkılabı yönetim kadroları, Suriye halkına aynı hakkı tanımıyor ve onlara zulmeden kafir katil despot rejimi 30 yıl gibi uzun bir süre ısrarla desteklemeye devam ediyorlar. Yani İslam kardeşlik hukuku gereğince kendisi için istediğini kardeşi için istemekte zaaf gösteriyor. Üstelik kardeş Müslüman Suriye halkının Allah’ın hükmü yerine küfür hükümleriyle yönetilmesine destek verip, küfür sisteminin devrilmesini engelleyerek akıdevi savrulmalar yaşıyor.
“Bir insanı haksız yere öldürmenin bütün insanlığı katletmek” (Maide 32) kadar büyük bir suç olduğunun, “bir Müslüman’ı kasten öldürenin ise ebedi cehennemlik olduğunun” (Nisa 93) bilincine varıp, bunları yapan kafir bir yönetime açıkça verilen desteğin kendisini de aynı konuma sürükleme tehlikesinden korkup tevbe etmek suretiyle, bölgede hızla tırmanan mezhep kavgası zeminine katkıda bulunmaktan kaçınması gerekiyordu. Ama maalesef böyle olmadı, yüz binlerce Müslüman’ı kadın, çocuk ayırmadan uçaklardan atılan füzelerle ve kimyasal silahlarla katleden bu katil rejime destek verenin Kur’an’ın yukarıda zikredilen ayetine göre hükmü, İran yöneticilerini ve Hizb-i Esed önderlerini ürkütmesi gerekmiyor mu? İran, ulus devlet olmaktan ve ulusal çıkar putunu Kur’ani ilklere tercih etmekten vazgeçip, İslam Cumhuriyeti niteliğine geri dönmeli, Allah’ın emri olan ‘Adil Şahid’ olma sorumluluğunun gereğini geç de olsa yerine getirmelidir.
Not: İnşallah bundan sonraki bölümde de Suriye konusuna devam edeceğim.
MAKALENİN DİĞER BÖLÜMLERİ:
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -V-
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -IV
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -III-
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -II-
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -I-