Ayan: Salih amelsiz iman boş bir iddiadır.
İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı’nın düzenlemiş olduğu Alternatif Eğitim Konferansları İLKAV Yönetiminden Eğitimci Emrullah Ayan’ın vermiş olduğu “Kuran’da İman Kavramı ve İmanın Gerekleri “ adlı konferans ile devam ediyor. Konferans Kuran ve Meali ile başladı. İLKAV Salonunda gerçekleştirilen konferansta özellikle Kuran’da İman kavramı, amel ile ilişkisi, imanın temel konuları ve gerekleri konuları ele alındı. Geleneksel ve modern anlayışlardaki Allah ve iman anlayışlarındaki yanlışlıklara değinilen konferansta ahiret ve iman ilişkisine de değinildi. Kur’an’dan ve hadislerden örnekler verilerek sunulan konferansın özetini aşağıda sizlere sunuyoruz.
KUR’AN’DA İMAN KAVRAMI VE İMANIN GEREKLERİ
Kur’an’ın omurga kavramlarından biri durumundaki iman kelimesinin kökü olan emn Kur’an-ı Kerim’de türevleriyle birlikte 900 civarında yerde kullanılmaktadır. Bunların 300 kadar büyük çoğunluğu “amenu”; iman ettiler şeklinde fiil ve 200 küsur yerde de “mü’min”; iman eden şeklinde isimdir. Bu demektir ki Kur’an’a göre iman realitesi hem kavram hem de aktivite olarak hayatın en önemli unsurlarından biridir.
Dikkat çeken noktalardan biri de imanın fiil halinde kullanımlarının büyük kısmının amel ile birlikte yer almasıdır. Bu da gösterir ki Kur’an-ı Kerim, spekülasyon halinde kalmış bir iman yerine, aksiyona dönüşmüş imanı esas almaktadır.
Kur’an-ı Kerim, iman kavramını hem etken hem de edilgen fiil halinde kullanmaktadır. Buna göre imanını filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak, iman sahibi kişi yani mü’min de hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde olan, hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.
Bu kelime Kur’an’ın bazı yerlerinde sadece lisan ile ikrar etmeye dayalı iman için kullanılmıştır:
“İman edip sonra inkar eden, sonra inanıp tekrar inkar eden, sonra da inkarlarında ileri gidenler var ya; Allah, onları bağışlayacak da değildir, doğru yola iletecek de değildir.” (Nisa:137)
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saff: 2)
Bu kelimenin asıl manası samimi bir kalp ile inanmak ve yakine ulaşmaktır. Arapça kullanımda da aynı anlamdadır. Lügatte “amene lehu”nun manası “saddeka ve i’temede aleyhi” “tasdik etti ve itimat etti”dir. “Amene bihi”nin anlamı, “eykane bihi” “ona yakin etti, onun hakkında kesin kanaat sahibi oldu” demektir.
Kur’an-ı Kerim gerçek imanın ne olduğunu aşağıdaki ayetlerde açıklamıştır:
“Mü’minler onlardır ki Allah’a ve Rasul’üne iman ettiler, sonra şüphe etmediler.” (Hucurat:15)
“Rabbimiz Allah’tır deyip sonra doğru yolda sebat edenler.” (Fussilet: 30)
“Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir…” (Enfal: 2)
“Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa:65)
Biraz daha ileri gidilerek lisan ile ikrara dayalı iman ve gerçek iman arasındaki fark belirtilmiştir. Burada asıl istenenin gerçek iman olduğu, sadece lisan ile ikrarın yeterli olmayacağı belirtilmiş ve;
“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin…” (Nisa: 136) buyrulmuştur.
İman kişiyi dünya hayatının bir takım değerlerine köpekçe üşüşmekten alıkoyar. Allah katında olanları seçmeyi sağlar. Çünkü onun daha hayırlı ve daha sürekli olduğunu bildirir. “İşte bunun için yarışsın yarışanlar.”
Kur’an iman temeline dayanmayan, iman mihverine bağlanmayan ve bu nizamdan neş’et etmeyen bütün hareketlerin değerini yok sayar. İslam’ın bu mevzudaki görüşü bütün çıplaklığıyla ortadadır ve açıktır. Nitekim İbrahim Suresinde buyrulur ki;
“Rablerini inkar edenlerin durumu şudur: Onların işleri, fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer. (Dünyada) kazandıkları hiçbir şeyin (ahrette) yararını görmezler. İşte bu, derin bir sapıklıktır.” (İbrahim: 18)
İman İtikad ve Ameldir:
“Allah ve Rasul’üne iman eden, sonra hiçbir zaman imanında şüpheye düşmeyen, Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla cihad eden kimseler ancak hakkıyla iman edenlerdir. Samimi olanlar da işte bunlardır.” (Hucurat: 15)
Bu ayet-i kerimeden gerçek ve kabule şayan olan imanın hiçbir şüphenin bulunmadığı bir inancın yanı sıra Allah yolunda can ve mal ile cihad etme fiilinde de tezahür eden bir amel olduğunu görmekteyiz. Bu, kalben inanmanın imanın kabulüne yeterli olmamasından ileri gelmektedir. Bilindiği gibi İblis de Allah’a itikad etmiş, O’nu tanımıştır. Kur’an-ı Kerim İblis’in lisanından şöyle buyurmakta:
“İblis, ‘Rabbim! İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver’ dedi.” (Sa’d: 79) Yine de Allahu Teala, emrettiğini böbürlenerek yapmadığından dolayı İblis’in küfre düştüğünü bildirmiştir:
“Meleklere Adem’e secde edin demiştik. İblis müstesna hepsi secde ettiler. O ise kaçındı, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.” (Bakara: 34)
İmam Buhari Sahih’inde “İman ameldir; çünkü Allah ‘bu cennet ki, ona yaptıklarınızla varis olursunuz’ buyuruyor ve bazı ilim ehli ‘Rabbine andolsun, onların hepsine yaptıklarından sorarız’ ayeti hakkında bir bab da ayırmıştır. (Buhari, I, 13,14) Demek ki, insanlar yalnızca yaptıklarından yani amellerinden sorulacaklardır. Amelin tamamı da ‘La ilahe illallah’tır, yani imandır” der.
Cafer-i Sadık da aynı şekilde “İman nedir, amel midir, yoksa amelsiz söz müdür?” Sorusuna iman bütünüyle ameldir, söz bu amelin bir parçasıdır” şeklinde cevap vermiştir.
“Onların ardından gelenler Kitab’a varis oldukları halde şu alçak dünyanın menfaatlerini alıyorlar ve ‘Biz nasıl olsa bağışlanacağız’ diyorlar. Kendilerine daha çok menfaat versek onuda alırlar. Peki, Allah hakkında gerçekten başkasına söylememeleri hususunda kendilerinden kitap misakı (sözleşmesi) alınmamış mıydı? Onu okuyup öğrenmemişler miydi? Ahiret yurdu korunanlar için daha hayırlıdır düşünmüyor musunuz?” (A’raf: 169)
“Biz Müslümanız, nasıl olsa bağışlanacağız” diye günahtan sakınmayanları Rabbimiz yukarıdaki ayette dünya menfaatlerini tercih etmekle suçlamaktadır. Casiye suresi 21. Ayette de buyrulduğu gibi tenkit edilen husus imandan sonra imanının gereğini yerine getirmemek, sözünde durmamak, Salih Amel işlememekle ilgilidir. Oysa Rabbimiz sınanmasız bir imanın kabul görmeyeceğini açıkça vurgulamaktadır:
“Elif, Lam, Mim. İnsanlar yalnız inandık demekle hiç sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekilerini sınadık. Elbette Allah sınayıp doğruları bilecek, yalancıları da bilecektir.” (Ankebut: 1-4 ayrıca bkz. Bakara: 25, 277; Al-i İmran: 57;)
İman, Allah’ın güvenlik teminatı altına girmektir. Kur’an-ı Kerim’de iman ve onun ilkelerinden söz edilirken sürekli olarak zihinde oluşan soyut değerlerle değil imanın ancak tezahürlerle bir anlam taşıyabileceği vurgulanmıştır.
İki ayrı din olan tevhid ve şirk inançların, ortaya koydukları hayat tarzı ile birbirlerinden ayrışmaktadır. Bu yüzden iman ettim dediği halde hala tağuta kulluk eden, hayatının bütününü ibadet bilinciyle düzenlemeyip Allah’tan başka hüküm koyucular, ilahlar, rabler edinenler bu sözü hiç söylememiş gibidirler. Önemli olan Allah’a hanif olarak inanıp bunun gereğini bireysel, toplumsal şahidliklerle ortaya koymaktır. Yoksa Allah’a iman ettiğini söylemek, müşriklerin bile itiraf etmek zorunda kaldıkları bir gerçektir:
“Andolsun onlara kendilerini kim yarattı diye sorsan elbette ‘Allah’ derler. O halde nasıl haktan çevriliyorlar?” (Zuhruf: 87)
İman, Salih Amelle bütünleşmediğinde toplumsal ve hayati alandan soyutlanmış bireyin kalbine, vicdanına hapsedilmiş olur. Kur’an’da Allah Teala insanlardan sadece kendisine iman etmelerini sadece O’nu birlemelerini ister. Hemen ardından mü’minleri sorumluluğa çağırarak kişisel keyiflere göre bir iman anlayışına engel olur.
İmanın ilkeleri; zalimleri, sömürgecileri, haksızlık yapanları rahatsız eder. Onların üzerinde bulundukları ölçüsüz, adaletsiz durumlarını, düzenlerini sarsar. Yeryüzünde böbürlenip hak ihlal edenleri tehdit eder. Tarih boyunca fasık yöneticilerin boyunduruğu altında yaşayan alimler, akaid kitaplarında amel konusunu yeterince vurgulamışlardır.
Mü’min Allah’ın kendisinden istediği tevhidi sorumlulukları yerine getirme mücadelesi veren, bu yolda canını, malını cennet karşılığında Allah’a satan, eşini ve çocuklarını bile bir imtihan aracı olarak gören kimsedir. Bütün bunları teorik olarak sadece zihninde bulunduran ve bu konuda hiçbir faaliyet sergilemeyen biri mi mü’min olacak? Salih Amelsiz mü’min telakkisi Kur’an’ın ilkelerine aykırıdır.
“La ilahe illallah diyen herkes cennete girecektir” şeklinde bir hükmü şiar edinip yan gelip yatanlar,Al-i İmran suresi 23,24. Ayetleri bir daha dikkatlice okumalıdırlar:
“Baksana Kitap’tan kendilerine bir pay verilmiş olanlar aralarında hüküm versin diye Allah’ın kitabına çağırılıyorlar da sonra onlardan bir topluluk yüz çevirerek dönüyorlar. Bu hareketleri onların, bize ateş sayılı birkaç günden başka dokunmayacaktır, demelerinden ileri gelmektedir. Uydurdukları şeyler onları dinlerinde yanıltmıştır.”
“Nasıl olsa affedileceğiz” anlayışı Kur’an ehlinin hurafe, bid’at olarak sayacağı bir anlayıştır. Çünkü Yüce Allah bu yanlış itikada dayanarak Salih Amel’den kaçan geçmiş vahiylerin takipçileri olan Yahudi ve Hıristiyanları açıkça tehdit etmiştir. (Ayrıca bkz. Maide: 18; Sebe:35-39; Lokman: 33; Şura: 3; Hadid: 29)
Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’inde kimleri affedeceğini açıklamıştır:
“Sizi, bize yaklaştıracak olan mallarınız ve evlatlarınız değildir. Ancak kim iman eder ve doğruları yaparsa, işte onlara, onlar için yaptıklarının karşılığı olarak kat kat mükafat vardır. Onlar, köşklerde, emniyet içerisindedirler.” (Sebe: 37 ve ayrıca bkz. Zümer: 35,36)
Bizler, Müslüman olarak her şeyden önce Allah’a kulluk etmek, hevamızın kötü arzularına gem vurmakla yükümlüyüz. Yaratılış gayemiz, var oluş nedenimiz yeryüzünde adaleti kurumlaştıracak yegane din olan İslam’ın hakim kılınmasıdır. Allah’ın kelimesini yüceltme görevi, nefsimizde başlayan ve dünyanın bütününü kuşatan bir cihadı gerektirir.
İslam idrak edilmemiş, öylesine söylenmiş bir söz değildir. İslam; bilgi, inanç ve amelden oluşan, bütün mekan ve zamanları kuşatan idealler bütünüdür. Bu ideallerin gerçekleşmesi için iman kuru bir söz olarak kalmamalıdır. Sözü eyleme dönüştürmek, hayata geçirmek gerekir.
Meşhur hadisçiler, derledikleri hadislerde amelin iman için vazgeçilmez bir gereklilik olduğunu vurgulamışlardır. (Ebu Davud, Sünnet, 15; Tirmizi, İman, 11; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 286) Yine İbn Mace’nin rivayet ettiği bir hadis iman ve amel bütünlüğünü özlü ifadelerle dile getirmektedir:
“İman; dil ile ikrar, kalple tasdik, erkanıyla ameldir.” (Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, 9)
Kimsenin isminin Hıristiyan, Müslüman, Yahudi olması ona cenneti garanti etmez. Kimse doğuştan Allah’ın sevgilisi, velisi, dostu olamaz. Allah katında değerli olmak, gönülden bir inanç ve inancı süsleyen Salih Amellerle mümkündür:
“Hem Yahudiler ve hem de Hıristiyanlar ‘Biz Allah’ın çocuklarıyız ve O’nun sevgili kullarıyız’ derler. De ki: Öyleyse Allah neden günahlarınızdan dolayı size azap çektirsin?” (Maide: 18)
Allah katında imansız amelin ise hiçbir değeri yoktur. (Bkz. Taha: 112)
İman Yolu İlimdir:
İnsan gerçek ve sağlam bir iman sahibi olmak istiyorsa ilim gereklidir.
“Ey peygamber! Rabbin tarafından sana indirilenin gerçek olduğunu bilenle, doğruyu görmeyen kör bir olur mu? Bunu ancak akıl sahipleri idrak ederler.” (Ra’d: 19)
Nitekim kör bir mukallidin imanının ilk zorlukta, ilk şüphede sarsıntıya uğrama ihtimali vardır.
“Ey Muhammed! Sen onlara şöyle de: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri kimseler düşünür.” (Zümer: 9)
“İnsanlar içinde Allah’a bir yar kenarındaymış gibi kulluk eden vardır. O’na bir iyilik gelirse rahatlar, bir kötülük gelirse tam tersine döner; dünyasını da ahretini de kaybeder. İşte apaçık hüsran budur.” (Hacc: 11)
Müslümanları oluşturan bireyler ve farklı çizgilerdeki yapılanmaları, eylemlerinin kaynağı açısından iki kesimde mütalaa edebiliriz:
1- Heyecan ve hislere dayalı olanlar.
2- İlim ve nasslara dayalı olanlar.
Bir insan, eylem, faaliyet ya da yapılanma, heyecan ve hislere dayalıysa onun ömrü heyecan ve hissin ömrü kadardır. His ve heyecanın bittiği yerde o da biter.
Hisler ve heyecanlar değişkendir. Modaya tabidir. Eylemlerini hislerin ve heyecanların belirlediği insanlar dün söylediklerinin tam tersini bugün savunabilirler. Akşam hayran olduklarına sabah düşman olabilirler.
Ya eylemi ilim ve imandan kaynaklanan insan?
Evet, onun gençliğiyle ihtiyarlığı arasında aşk ve şevk açısından bir fark göremezsiniz. Hüzünlü olduğu zaman da, sevinçli olduğu zaman da yapması gerekeni bilir ve yapar. Eşref saat, …ek saat demez. Morali bozuk ya da değil, görevini bilir. Çünkü eylemleri bilgi ve imana dayandığı için yapılması gerektiğine inandığı şeyleri her durumda yapmaya çalışır. Çünkü yaptıklarının yapılması gerektiğine inanmıştır. Çünkü inancının dayandığı temel de sağlıklı bilgidir.
Eylemi ilim ve imana dayalı olan birini savunduğu siperi savunmaktan, görevini yapmaktan irtidat dışında hiçbir şey alıkoyamaz.
Hayatın dört mevsimi başından geçer. Hissini etkileyen olaylar olur. Heyecanını söndürecek olumsuz tecrübeler yaşar. Lakin bunlardan hiçbiri ona ne beklemesi gereken siperi terk ettirir, ne de yapması gereken görevi.
Birçoklarının “yalancı zaferlerin” sarhoşluğuyla sermest oldukları zamanlarda o ayık olarak kalmayı yeğler. Bilir ki mevziler en çok böylesi durumlarda kaybedilir. Herkesin yalancı zaferin coşkusuna kendisini kaptırdığı anlarda kalelerin düşürüldüğü çok görülmüştür.
Kimi zaman vadide ganimet belirir. Siperini terk edip ganimete atılan his ve heyecan erbabına karışmaz.
Eylemlerini his ve heyecanın belirlediği insanı bazen haleflerine yarım ağız ve pişkin bir suratla şöyle derken görürsünüz:
“Şimdi hızlısınız. Yarın sizi de görürüz. Hele biraz koşturun, bakın beni o zaman anlarsınız…”
Eylemlerini ilim ve imanın belirlediği insanı, aldandığı durumlarda bile fatura çıkarırken değil ders alıp hisse çıkarırken görürsünüz.
Özetle kalıcı olan hareketler, yaptıklarının kaynağı bilgi ve iman olan insanların omuzlarında yükselen hareketlerdir.
İmanın Hakikati:
İmanın bir hakikati vardır ki, insanın bunu içinde hissetmesi zorunludur. Çünkü iman, ne boş bir iddia ne lafta kalan kelimeler ve ne de bir temenni işidir. İmanın eylem ve pratiğe yansıması şarttır. Varlığının isbatı ve hakikatinin ifadesi böylece tecelli etmelidir. Yahut Hz. Peygamber’in buyurduğu gibi:
“İman, ne temenni ve ne de süslemeyle (elde edilebilir.) Çünkü iman, kalpte yerleşip amelle doğrulanabilen (bir hakikattir.)” (Deylemi)
Şu halde iman hakikatine gereken ciddiyetle bakma zorunluluğu vardır. Bu hakikat, pratik alanda tersine görünen bir ifade biçimine, bir sözcük haline getirilip bulandırılamaz.
“De ki: (salih) amel işleyiniz, Allah, Rasulü ve mü’minler bu amelinizi mutlaka göreceklerdir.” (Tevbe: 105)
İslam dini, akide ve akideyi doğrulayan bir amel metodudur. Sadakatin ölçüsü, Allah, Rasulü ve mü’minlerin göreceği ameldir. Pratik bir hayat nizamı alan İslam’da, pratik bir harekete dönüşmeyen niyet ve duygular yetmez. İmanın varlığını gösterebilecek iyi bir niyetin elbette ki yeri vardır; ama bu iyi niyetin kendisi hüküm ve sevaba bizzat dayanak olmaz. Çünkü amelin kıymetini ortaya koyan şey, amele eşlik eden niyettir. Zaten hadis-i şerifin anlamı da budur:
“Ameller, ancak niyet ile (muteber)dir.” (Buhari, 1/3)
Yani mücerred bir niyet yetmez, bunun yanında amel de olmalıdır.
Bu akidenin tabiatı, imanın kalbin içinde gömülü, durgun ve pasif bir hakikatten ibaret kalmamasıdır. Çünkü o, diri, aktif ve hareketli bir hakikattir. Kalbe sığmayacak kadar dinamiktir. Harekete geçmedikçe tam olarak gerçekleşmiş olamaz. Yani bu hakikatin kendisi eylem, aktivite ve davranış planında isbatlaması ve tabiatını günlük hayattaki apaçık eserleriyle ifade etmesi şarttır. İman Allah ve Rasulünü kalben tasdik etmektir. Hiçbir tereddüt ve şüpheye yer vermeyen bir tasdik… Sarsılmaz, zorlanmaz, akla kötü şeyler getirmez, gönül ve şuuru bunaltmaz, kesin, sabit ve güven dolu bir tasdik.
Mü’min insanın, çevresini saran cahili hayatla çelişkisi, imanın bir gereğidir. Bu çelişki ve husumetin kaynağı, mü’min insanın çifte bir hayat standardına dayanamamasıdır. İmani düşüncesiyle bu bozuk pratik hayatı bağdaştıramamasıdır. Sapık, noksan ve şaibeli bir hayat pratiğini koruyayım diye mükemmel ve dosdoğru imani düşüncesinden hiçbir taviz vermeyişidir. Öyleyse mü’minin etrafındaki cahiliyeyle savaşı, kaçınılmaz bir şeydir. Bu savaş, cahiliyenin imani düşünce ve imanlı bir hayata boyun eğmesine kadar devam etmek zorundadır.
İnanmış bir kimse, insanı sarsan, titreten hayati sıkıntılar ve belalarla karşılaşabilir, ama sarsılıp, bunalmaz. Güvenini kaybetmez, kuşkulara kapılmaz ve hep dosdoğru, Rabbine bağlanmış halde kalır. Yüce Allah’ın, yolun zorlukları ve yolculuğun tehlikeleri konusunda sık sık uyarmasının nedeni budur. Çünkü mü’minlerin azimle, sevaplarını Rablerinden bekleyerek, istikametten ayrılmayarak ve hiçbir kuşkuya kapılmadan yollarına devam etmeleri lazımdır. Kasırgalı ve fırtınalı ortamların karanlık ufuklarında bile olsa böylece yürümek zorundadırlar.
İman, dinamik bir güç ve tükenmez bir enerji kaynağıdır. Kalbe bir yerleşti mi yerine sığmaz olur; taşmak ister. Dışarıya taşmak, amel sahasına girmek, varlığını pratiğe geçirmek ve içteki durumuyla dışarıdaki durumu arasında uyum sağlamak için rahatsız eder mü’mini. Sonra insan organizmasındaki bütün hareket noktalarını etkileyip yolculuğa yönelten güçtür bu imani hakikat. Akidenin nefisteki sırrı da budur zaten. Kişinin akideyle güçlenmesi sırrı… Akidenin yeryüzünde bunca harikalar gerçekleştirmesinin sırrı… Hayatın çehresini bir günde bile değiştirebilen, ferd ve cemaatleri fedakarlıklar yapmaya iten harikalar. İnsanların büyük ebedi hayat uğrunda fani ve sınırlı bir ömrü feda etmesini sağlayan harikalar… Yetersiz ve zayıf bireylerin güçlü iktidarlara, ekonomik güçlere, ateş ve demire karşı durmasını sağlayan harikalar… Mü’min bir ferdin ruhundaki büyük kaynağın karşısında bütün bu güçlerin yenilgisini sağlayan harikalar
Evet, bütün bu güçleri yenen bu fani ve sınırlı ferttir. Ama bu ferdi destekleyen büyük ve korkunç bir güç vardır. Bu ruhi desteğini aldığı güçtür. Zayıflamayan, yorulmayan ve tükenmeyen gürül gürül fışkıran bir kaynaktır bu.
İMANIN TEMEL KONULARI
Allah’a İman:
İmanın, Kur’an perspektifinden bakıldığında temel ve genel anlamı, Allah’a inanmaktır. Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidayet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lütfudur.
“Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fasıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.” (Hucurat: 7)
Allah’a imanın varlığının en güzel ispatı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah’a bağlanıp, araya aracılar koymadan doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah’a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü’minlerden istediği onu dinlemek ve ona tabi olmaktır.
“Aralarında hükmetmek üzere, Allah’ın Rasulüne davet olundukları zaman, mü’minlerin sözüancak, ‘dinledik ve itaat ettik’ demelerinden ibarettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’dan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Nur: 51,52)
Allah Kur’an-ı Kerim’inde kendisini nasıl tanıtıyor?
“De ki: O, Allah’tır; tektir. Allah Samed’dir. Doğurtmamıştır ve doğurulmamıştır. O’nun dengi de yoktur.” (İhlas: 1-4)
“Göklerde ve yerde olanlar Allah’ı tesbih ederler. O Aziz’dir, Hakim’dir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur; diriltir, öldürür. O, her şeye kadirdir. O her şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı son’dur; varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir. Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilen O’dur. Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir. Allahyaptıklarınızı görür. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Bütün işler Allah’a döndürülür. Geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; O, kalplerde olanı bilendir.” (Hadid: 1-6)
Peygamberlere İman:
Nübüvvet müessesesi Allah’ın insanlık tarihine müdahalesidir.
Her nebi ya bir çığırın açıcısı ya da kendisinden önce açılmış bir çığırın temizleyicisi ve sürdürücüsüdür. İnsanlık seli onların açtığı bu çığırda akar. Tabi bu çıkış hep peygamberlerin açtığı yatakta gerçekleşmez çoğu zaman akış bozulur, çığır dolar, ilk yatak kaybolur, yeni ve yanlış yataklarda akmaya başlar insanlık seli.
Nübüvvet, insanlığın ve hatta evrenin şahid olduğu en özgün eğitim ve öğretim kurumudur. Bilinen bir gerçektir ki bu kurumun tarih boyunca kadrosunu oluşturan binlerce öğretmeninden bir tanesi dahi her zaman eziyet ve zulüm, kimi zaman da ölümle sonuçlanan talim ve terbiyelerine karşılık tek kuruş ücret talep etmemişlerdir.
Nübüvvet kurumunun müfredat programına “din” diyoruz. Dinin yaşanması ve hayata geçirilmesi bu kurum sayesinde gerçekleşti. İnsanın yaratılış sebebi olan “ubudiyet”in gereği gibi tesisi için Nübüvvet kurumu gerekliydi. O nedenledir ki, Peygamber aleyhisselam Haccederken bir yandan da kalabalıklara sesleniyordu: “Hac ibadetinin usulünü benden alınız.” Ya da: “Namazı benim kıldığım gibi kılınız.” Çünkü Allah-kul ilişkisinin mihverini oluşturan ibadeti akıl değil şeriat koyardı. Aklın koyduğuna ibadet değil ‘adet’ denilirdi.
Nebiler dünyanın görüp göreceği en dirençli, en sadık ve en kararlı dava adamlarıdır. Her müessesede davasına ihanet eden dava adamları görülmüştür, ancak nübüvvet müessesesinde bunun örneğine rastlanmaz. Çünkü bu müessesenin elemanlarını Allah seçmektedir: “Gerçekten Allah, Adem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu alemler üzerine seçkin kıldı.” (Al-i İmran: 33)
Tevhidin aslında, ilk nebiden son nebiye kadar hiçbir değişiklik olmamıştır. Böyle olduğundandır ki Kur’an nebiler arasında ayrımcılık yapmayı şiddetle reddeder. İmanın iman olabilmesi için onların tümüne inanmak gerekmektedir:
“O’nun rasullerinden hiç birini diğerinden ayırmayız.” (Bakara: 285)
Elçilerin arasını ayırmak küfür olarak nitelendirilmiştir:
“Onlar ki Allah’ı ve elçilerini inkar ederler, Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isterler, ‘kimine inanırız kimini inkar ederiz’ derler.” (Nisa: 150)
Bütün peygamberlerin ilk anda göze çarpan ortak özellikleri “insan” oluşlarıdır. Allah insanlara kendi cinslerinden peygamber göndermiştir.
Nübüvvete iman imanın esasıdır. Allah’a inandığı halde nebisine inanmayan Allah’a inanmamış demektir.
Ahirete İman:
Hatırlanacağı üzere nübüvveti ‘Allah’ın insanın tarihine yönelik bir müdahalesi’ olarak yorumlamıştık. O bu müdahaleyi kullarına olan rahmet ve şefkatinden dolayı Rahman ve Rahim isminin bir tecellisi olarak yapıyordu. Ahiret ise Rabbimizin insanlığın geleceğine olan bir müdahalesidir ve O bu müdahaleyi İlahi adaletini gerçekleştirmek için yapar.
Dünya ahiretin habercisi, ahiret dünyanın izdüşümüdür. İnsan adlı bu ölümsüz yolcu birinden diğerine intikal ederek sürdürür sonsuz yolculuğunu. Çünkü ölüm bir başka hayatın ‘besmelesi’dir.
Ahiret irade hürriyetinin doğal bir sonucu. “Seçmek” gibi bir kadere sahip olamayanların “ahireti” de yok, çünkü onların “dünyası” yok. Dünyası olmayana ahiret ne gerek. Dünyası ve ahireti olmayanlar arasına melekler de dahil. Çünkü onların da “seçme özgürlüğü” yok.
Ahiret olmasaydı insan insan olamazdı. İnsana irade verildiği gün ahiret de verildi.
İnsanı yaratan, onu yeryüzünün halifesi yapıp irade veren Allah’ın onun istikbaliyle ilgilenmediğini düşünmek abes olacaktır.
Ahiret, Allah’ın insana olan ilgisinin doğal sonucudur. İnsan gibi, diğer varlıkların tümünden aklı, ruhu, kalbi, iradesi ve şuuruyla ayrılan bir şerefli yaratığın varlığını bir yılan, bir köpek, bir solucan ya da bir otun varlığıyla aynı zannetmek ahmaklığın zirvesi olsa gerek.
Ahiret, Allah’ın “va’d” ve “vaid”inin, yani ödül ve cezasının bir gereğidir. Suyu getirenle testiyi kıranı mahluk bile bir tutmazken Halık’ın bir tutması O’nun mutlak adaletine nasıl sığar? Eğer “şunu yaparsan cezalandırılırsın” deniliyorsa elbette sonuçta ‘iyi’ olanla ‘kötü’ olanın ayrılıp yapana ödülü, yapmayana cezası verilecektir.
Bu nedenle diyoruz ki ahiret adalet-i ilahinin kaçınılmaz sonucudur. Ahirete inanmamak adalete inanmamak, adaleti istememek demektir.
Ahirete iman ölüm korkusunun insanda bir kabusa ve kronik bir illete dönüşmesini engeller. Ölümden sonra bir hayatın olduğuna inanan kendisini koyveremez. Onun için ölüm bir bitiş değil bir intikaldir. Bu nedenle ahirete iman eden kamil mü’min hayatta bir kez ölür ahirete inanmayan kafirse her ölümü hatırlayışta ölür. Bu nedenle, ahreti inkar edenler mümkün olduğunca ölümü hatırlamak istemezler, kendilerine ölümün hatırlatılmasından rahatsız olurlar ve beklenenden daha fazla tepki gösterirler.
Vahyin insanın istikbali olan ahirete açtığı bu pencereden bakınca neler görünmüyor ki? İşte bir enstantane. Olayın kesinliğini belirtmek için geçmiş (mazi) kipi kullanılıyor ve canlı, capcanlı bir hadise adeta gözlerimiz önünde cereyan ediyor:
“Üflendi sura. Ve işte onlar kabirlerinden kalkıp Rabblerine doğru koşuyorlar. Dediler: Vay başımıza gelene! Bizi kim kaldırdı yattığımız yerden? İşte budur Rahman’ın va’dettiği şey. Ve demek peygamberler doğru söylemiş.” (Yasin: 51,52)
İşte bu “ba’su ba’de’l-mevt”dir, yani öldükten sonra dirilme…
Dirilenlerin akın akın nereye gittiğini, ne yaptığını öğrenmek mi istiyorsunuz? Okuyun:
“Sur’a üflendiği gün göklerde ve yerde bulunan kimseler korkuya kapılırlar, Allah’ın diledikleri müstesna. Ve hepsi boyun bükerek O’na doğru gelirler.” (Neml: 87)
“İşte o gün kişi kardeşinden kaçar, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından (kaçar). O gün onlardan her kişinin başı sıkışıktır. Yüzler var ki o gün pırıl pırıl, şen-şakrak. Yüzler de vardır o gün toz-toprak, kararmış geceye dönmüş.” (Abese: 34-41)
Adalet günüdür bugün. İnsanlar yaptıklarının ya da yapmadıklarının hesabını bir bir vermek için hakimi Allah olan bir mahkemeye çıkarılacaklardır. Ve oku kitabını denilecektir:
“Her insanın (amel) kuşunu boynuna doladık. Kıyamet günü onun için açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız: ‘Oku kitabını, bugün hesap görücü olarak nefsin sana yeter’ deriz.” (İsra:13,14)
İşte o gün daha önceden elleriyle hayırlı amel takdim edemeyenler ölmeyi, dönüp dönüp ölmeyi ve yok olmayı isteyeceklerdir:
“Onlara şöyle denilir: ‘Bugün bir tek ölüm çağırmayın, ölümleri çağırın.’ ” (Furkan: 14)
“O gün kişi elleriyle önceden takdim ettiği amellere bakar ve kafir: ‘keşke ben toprak olup gitseydim’ der.” (Nebe: 40)
Tabi sonuç belli:
“İnkar edenler grup grup cehenneme sürüldüler.” (Zümer: 71)
Bir de kurtuluşa erenler var, Kur’an deyimiyle “ashab-ı yemin”. İşte onların yeri de cennet:
“Ashab-ı yemin, nedir o ashab-ı yemin! Dikensiz kirazlar, salkım salkım muzlar, uzamış gölgeler ve fışkıran sular. Sayısız meyveler arasında, tükenmeyen ve yasaklanmayan. Ve yükseltilmiş döşekler üstündedirler.” (Vakıa: 2)
İMANIN GEREKLERİ
1- Allah’tan ve Rasulünden Gelen Her Şeyi Kabullenmek:
Mü’min, Rabbi’nin Kitabı’ında veya Rasul’ünün lisanından haber verdiği her hususu şeksiz şüphesiz kesin olarak tasdik eder. Ve Rabbinin haber verdiğine ters düşen her hususun
-bunların destekleyicisi ne kadar süsleyip püslese de- batıl olduğuna inanır. Çünkü bu, her şeyi ilmiyle kuşatan “Alim” ve “Hakim” olanın bize seçtiği dine intisabımızın gereğidir.
“Allah ve Rasulü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbirmü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasulüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.” (Ahzab: 36)
2- Allahu Teala’ya ve Peygamberimiz (S)’e İtaat:
Bu, şu demektir: Her kim Allah’a ve Rasulüne iman ederse, Allah’ın va’dinin hak olduğuna ve Allah’ın kendine ve Rasulüne itaat, kendisinin ve Rasulünün emirlerine tabi olma mukabili vereceği sevaba inanırsa, işte onun bu imanı Allah’ın ve Rasulünün bütün emirlerine teslim olmayı da gerektirir. Ve artık mü’min kişi her işlediği amelin Kitabullah’a ve Sünnet-i Rasul’e uygun olmasını gözetir.
“Kim Peygamber’e itaat ederse, şüphesiz Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik.” (Nisa: 80)
3- Farzları Yerine Getirmek:
Eğer kişinin kalbi imanla mamur olursa, artık bu onun bütün azalarını salih amel işlemek ve farzları yerine getirmek için gayrete getirir. Farzları yerine getirmediği halde mü’min olduğunu iddia eden kişiye gelince, şüphesiz o şeytanın kendisini aldattığı, içinde bulunduğu kötü durumu kendisine güzel gösterdiği bir yalancıdır. Eğer gerçekten de kalbi iman ile ıslah olsaydı farzları eda ile bütün vücudu da ıslah olurdu.
Peygamberimiz (S) şöyle buyuruyor:
“Vücutta bir et parçası vardır. O ıslah olursa bütün vücut da ıslah olur. O bozulursa, bütün vücud da bozulur. İşte söylüyorum, kalptir o…” (Muttefekun Aleyh)
4- Emirleri Yerine Getirmek, Haramlardan Sakınmak:
Kişinin imanı ancak Rasulullah’tan geldiği şekilde Allah’ın yapması gerektiğini bildirdiklerini yapmasıyla, kendisine haram kıldıklarından sakınmasıyla tamam olur.
“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.” (Haşr: 7)
5- Tevbe ve İstiğfar:
Eğer şeytan mü’mini herhangi bir şekilde günaha sevk etmiş ve Allah’ın haram kıldığı bir şeye sürüklemişse tevbeye yönelmelidir. O mü’min, Allah’ın çizdiği sınırı aştığından dolayı pişmanlık duymalı, günahta ısrar etmemeli, Rabbinin mağfiretini dilemelidir. Allahu Teala, mü’minleri Kur’an’ında şöyle nitelemektedir:
“Onlar bir hayasızlık yaptıkları veya kendilerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar. Ve hemen günahlarının bağışlanmasını isterler. –Günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir?- Yaptıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler.” (Al-i İmran: 135)
6- Emr-i Bi’l-Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l-Münker:
Ma’ruf’u emir, münkeri nehyetme imanın gereklerinden ve pek tabii mü’minlerin de sıfatlarındandır:
“Erkek ve kadın mü’minler birbirlerinin Allah için velileridirler. İyiliği emrederler, kötülüğü yasaklarlar.” (Tevbe: 71)
Mü’minin kalbindeki iman kuvveti ile bu vazife arasında çok yakın bir ilişki vardır.
“İçinizden herhangi biri kötülük (münker) gördüğünde onu eliyle değiştirsin, yapamıyorsa diliyle, onu da yapamıyorsa kalbiyle (buğz etsin). Fakat bu imanın en zayıfıdır.” (Müslim)
Mü’min bu vazifesinde ihmalkarlık yapmaz. Çünkü bu farzı terk ettiğinde gerçek mü’min olmak bir yana, sonunun hüsran olduğunu bilir:
“Asr’a yemin olsun ki insan mutlaka hüsrandadır. Ancak, iman edenler, Salih Amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadırlar.” (Asr Suresi)
Cihad:
Kul, imanın tadına vardığında ve Allah sevgisi kalbinde yer ettiğinde, kendisini, ailesini ve bütün insanlığı küfrün, dinsizliğin, şirkin, gafletin karanlıklarından iman, Kur’an ve hidayet nuruna çıkarmaya gayret eder, Rabbinin katında elde edeceği ecir ve sevabı göz önünden ayırmadan insanların eziyetlerine katlanarak onları Allah’ın yoluna çağırır.
“İnsanları Allah’a davet edip Salih Amel işleyen ve ‘ben Müslümanlarındanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussilet: 33)
Peygamberimiz (S) de şöyle buyuruyor:
“Hidayete davet eden kişilere ona uyan kişilerin ecirleri kadar daha ecir vardır. Hem onların ecirleri de eksilmez.” (Müslim)
Allah’ın yolundan insanları men edenlere gelince, onlar, Allah’ın dinine giriş ile insanlar arasında bir perdedir, bir maniadır. Bundan dolayı mü’minler Allah’ın dinini bütün insanlara ulaştırıncaya kadar onlarla cihad etmekle mükelleftirler:
“Ey iman edenler! Sizi can yakıcı azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Peygamberine iman edip, mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” (Saff: 10, 11)
8- Mü’minlerle Velayet ve Kafirlerden Uzaklaşma:
Vefa, muhabbet, sevgi, yardımlaşma, mü’minin, mü’min kardeşini desteklemesidir.
İmanın en mühim gereklerinden biri de mü’minin, din kardeşlerine tam bir velayet bağı kurması ve velayet hususunda iman ölçüsünü aramasıdır.
“Sizin veliniz sadece Allah, O’nun peygamberi ve Allah’a boyun eğerek namaz kılan, zekat veren mü’minlerdir. Kim Allah’ı, Rasulünü ve iman edenleri veli edinirse, şüphesiz ki, Allah’ın taraftarları galip gelecektir.”
Kur’an-ı Kerim, mü’minlerin kafirlerden uzaklaşmaları hususunda pek güzel örnek vermektedir:
“İbrahim ve beraberindekilerde sizin için güzel bir örnek vardır. Hani bir zaman onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: ‘Biz sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Biz, sizi asla kabul etmiyoruz. Yalnız Allah’a iman etmenize kadar bizimle sizin arasında ebedi bir düşmanlık ve kin ortaya çıkmıştır.” (Mümtahine: 4)