Perşembe, Kasım 21, 2024
Ana sayfa KONFERANSLAR İslami Mücadelede Yöntem Sorunu Ve Ehveni Şer Algısı

İslami Mücadelede Yöntem Sorunu Ve Ehveni Şer Algısı

by İlkav Editor
3,3K 👁
A+A-
Reset

İLKAV’ın Alternatif Eğitim Konferanslarında bu hafta “İslami Mücadelede Yöntem Sorunu ve Ehven-i Şer Algısı” konu edildi. Konferansı Mehmet Pamak sundu. Yaklaşık iki buçuk saat gibi uzun bir zaman sürmesine rağmen ilgiyle takip edilen ve konunun güncelliği sebebiyle sorular kısmı oldukça hareketli ve canlı geçen konferansta ifade edilen hususlardan bazıları şunlardı:
 
“İçinde yaşadığımız cahili toplumların oluşturup yaşattığı cahili sistemlerden ilkesel ve zihinsel planda ayrışmak, sistemin ideoloji ve ilkelerinden koparak Allah’a doğru hicret etmek ve sistemle temel ilkelerimize ve tevhide aykırı düşen hiçbir ilişki içine girmemek esas olandır. Bilindiği üzere, ilk inen surelerle başlatılan cahiliye ile ayrışma süreci çok büyük titizlikle sürdürülmüş. Mekke’de egemen sistemle Resulullah’ın (s) oluşturduğu yapı arasında tam ve çok yönlü bir kopuş yaşanmıştır. Cahili toplumu değiştirme ve egemen sistemi dönüştürme iddiasıyla köklü bir inkılâbın temelleri atılmış, sistemle bütünleşmemek, uzlaşmamak için elden gelen gayret gösterilmiştir.”
 
“Resulullah (s), sistemin tüm baskı ve takibatlarına, zulüm ve işkencelerine rağmen, sistem tarafından denetlenemeyen, yönlendirilemeyen, yıldırılamayan, mevcut toplumu ve sistemi dönüştürme iddiasından da vazgeçmeyen bir kimlik oluşturmuş ve sistemin alternatifi olarak küçük de olsa kendine yeter, bağımsız, dinamik bir yapı inşa etmiştir. İşte bu sistem dışı, sistemden bağımsız ve vahyin ilkeleri üzerinde yükselen yapı, varlığını sistem içi araçlara borçlu olmayan, Kur’an’la eğitilmiş, tevhidi esas alan dinamik ve üretken bir oluşum olarak ortaya çıkmıştı. Amacı yalnız Allah’a kulluk yapmak, insanları Allah’a kulluğa çağırmak ve böylece Allah’ın rızasını kazanmaktı. Kulluk eksenli bir hayat tasavvuruna sahip bu ilk nesil, her türlü zorluğa rağmen yine kulluk eksenli bir mücadeleyi tavizsiz sürdürmeyi başarmıştı.”
 
“Mücadelenin sonuç vermesi, başarılı olabilmesi, daha önemlisi Rabbimizin razı olacağı bir seyir izlemesi için en gerekli ve en önemli mesele saf ve katışıksız bir İslami kimlikle ve İslami ölçüleri referans alarak mücadele sahasında yer alabilmektir. Gerek tağuti sistemlerin, kurum, kural ve yönlendirmelerinden, dayatmalarından bağımsız, gerek toplumun ve geleneğin cahili etki ve kalıplarından uzak olarak, uzlaşmacı, sentezci anlayışları, pratikleri bünyesinde bulundurmayan bir netlik ve tavizsizlikle, yalnızca vahyi ve Rasulullah’ın (s) vahyi uygulamasını belirleyici kılmak İslami bir mücadelede vazgeçilemeyecek esası teşkil eder. Tevhidi ölçü ve ilkelerin belirleyici ve yönlendirici tesirinden sıyrılarak, pratikte dünyevi anlamda bazı başarılar (!) elde edilse de, o pratikler İslami olma özelliğini kaybedecek, Allah’ın rızasını da kazandırmayacaktır. Sistem içi alanlarda yer edinebilmek için sıklıkla meydana gelen İslami kimliğe yabancılaşma; kendini gayri İslami kavram, değer ve ilkelerle tanımlama, vasıflandırma eylem ve söylemleri, fıtri ve vahyi olandan, nefsi olumsuzluklara ve dünyevileşmeye doğru bir kaçış ve bir sapmadır. Bu tür bir yabancılaşma, tevhidi bağın parçalanmasına ve farklı kimliklerin üremesine yol açmakta, tevhidin belirleyiciliğinden ve İslami kimlikten sıyrılanlarda, kimlik çözülmesi meydana gelmektedir.”
 
“İslami kimliği cahili Mekke ortamında oluşturup, sistem dışı tavizsizliği ve ayrışmayı esas alan Rasulullah (s) ve beraberindeki mü’minler; gayet tabii ki, cahili toplum ve sistem içinde mesajını kitlelere taşımak sürecinde, gerekli açılımları temine matuf olarak, sistemin uygun olan bazı imkân ve kurumlarından da yine kendi denetimleri altında olmak kaydıyla yararlanmışlardır. Bu yararlanmada bile amaç; vahyi mesajı yaymak, insanlara tevhidin hakikatlerini apaçık ulaştırmaktı. Yoksa mesajı ve tevhidi, görüntüde de olsa çarpıtarak, bulandırarak, ne pahasına olursa olsun sistem içi bazı mevzileri ve imkânları kazanmak değildi.
“Cahili Mekke toplumunun bugünle mukayese edilmeyecek ağır işkence ve zulüm ortamında bile ilk surelerden itibaren açıklanan ayetlerin çerçevesinde sisteme karşı çok net ve açık tavırlar koyulmuştur.
 
– Batıl ölçü ve ilkeleri benimsediğini ifade etmek mümkün olmadığı gibi, bunlar açıkça eleştirilmiş ve kınanmışlardır.
– Egemen cahili yönetime ve tağutlara itaat edilmemesi emri esas alınmıştır.
– İştirak etmenin zaten reddedildiği şirk sisteminin meclislerine (nadiyelerine) boyun eğilmemesi emredilmiş ve bu hükümler çerçevesinde sisteme, yönetimine ve kurumlarına açık tavır alınmış, alternatif “nadiye”ler oluşturulmuştur.
– Aynı yönetimler, insanların haklarını kıstığı, yoksulu aç açık bıraktığı için suçlanmış ve bu kısılan haklar ve sosyo ekonomik tüm zulümler sebebiyle tavır alınmış, karşı çıkılmış ve eleştirilmiştir.
– Hiçbir alanda işbirliğine gidilmemiş, iç içe geçip bütünleşip, zulüm, ifsad ve şirkine ortak olunmamıştır.”
“Egemen şirk sistemi ve cahili toplum tevhide aykırı, akidevi, sosyal, siyasi, ekonomik ve hukuki tüm alanlardaki sapkın her tür inanç ve uygulamaları sebebiyle alabildiğine net ve tavizsiz üsluplarla eleştirilmiş ve reddedici, ıslah edici tavırlara muhatap kılınmıştır. Hiçbir alanda ve hiçbir mazeretle akideye aykırı bir tutum içine girilmemiş ve hiçbir şekilde itaat, boyun eğme, bütünleşme ve uzlaşma kabul edilmemiştir. Naslar ve İslami kimlik çok net ve nitelikli bir tarzda ortaya konup, ibraz edilmiş ve her şarta rağmen de taviz verilmeden savunulmuş, bu yolda sabır, sebat ve direnişin onurlu, muhteşem örneklikleri sergilenmiştir.”
 
“Statükoyu korumak isteyenler, kendisi için tehlike saydığı muhalif hareketleri yok etmek, dejenere etmek için en etkin araç olarak havuç politikalarını, uzlaşma söylemlerini kullanmaktadırlar. Muhalif harekete yüzeysel bazı tavizler verilerek, onun da tavizkar bir tutum içine girmesi ve böylece egemenlik ilişkileri içine girerek, düzenin dönen çarkının bir parçası olması, sisteme entegre olup özelliğini ve anlamlılığını yitirmesi sağlanmaya çalışılır. Sistemlerin bu yöntemle başarı sağlamada daha ziyade, muhalif hareket içinde yer alan ve “marjinallik”ten bıkıp kitlelerin cahili değerlerine doğru savrulmakta beis görmeyen zayıf iradeli, kısa soluklu müntesiplerin acelecilik ve komplekslerinden istifade ederler. Hâlbuki başlangıçta ve bir mücadele süreci içinde “marjinallik”, bazen avantaj da temin eden bir vakıa olarak kabul edilmeliyken, sabırsız ve aceleci bir tutumla, bir an önce ve zamansız olarak marjinallikten kurtulma çabası çoğu kez teslimiyete ve yok olmaya sebep olmaktadır. Tevhidi ve adaleti esas alan bir hareket elbette egemenlerin verdiği tavizleri değerlendirebilir. Hatta mücadele süreci içerisinde bazı hak ve özgürlük kazanımları da gerçekleştirebilir. Ancak tüm bunları yaparken, kendisine kimlik, şahsiyet ve izzet kazandıran temel ilkelerinden ve bu yoldaki kararlılığından asla taviz veremez.”
 
“Gerek din’de gerekse yönetimde işbirliği ve uzlaşma yapma teklifi ile karşılaşan Resulullah (s) ve beraberindeki mü’minlerin oluşturduğu yapı, çok büyük zorluklar içerisinde olsa da, bu teklifleri tereddütsüz reddetme iman ve kararlılığını göstererek, kıyamete kadar gelecek olan tüm mü’minlere, uyulması gereken güzel bir örnek, değerli bir sünnet bırakmıştır. Rasulullah (s), tıpkı kendinden önceki peygamberlerin yaptığı gibi davetine başlar başlamaz hiçbir maddi hesap gözetmeyen ve pragmatik bir ilişkinin zilletine düşmeyen, onurlu bir tutum sergilemiş, her şeyi göze alarak müşriklerle ve onların sistemiyle köklü ve çok yönlü bir ayrışma sürecini başlatmış ve ısrarla sürdürmüştür. Hiçbir zaman hak ile batılın, tevhid ile şirkin uzlaşamayacaklarını vahyin yönlendirmesiyle açıkça ilan etmiştir. Doğal olarak bu uzlaşmaz tavır, onların egemen yapının bazı imkân ve kurumlarından şer’i ölçüler içinde kalarak, istifade etmelerine engel değildi. Rasulullah (s) de işte bazı cahili örf ve müesseselerden istifade etmiştir.”
 
“- “Soybağı ve akrabalık asabiyeti”nin sağladığı korunma ve yardımlaşma imkânı ile Haşimoğulları ve Muttaliboğulları’nın destek ve yardımı temin edilmiştir.
– “Himaye etme, eman verme” müessesesiyle temin edilen can güvenliği ile de Mekke’de kalıp daveti yaygınlaştırma imkânı elde etmiştir. Ebu Talib’in himayesi tevhid mücadelesinde Rasulullah’ın (s) işine oldukça yaramıştır.
– O günkü sistemin kurallara bağlanmış organizasyonlar olan Ukaz, Zülmecaz, Mina ve Mecenne panayırları da, tebliğin yaygınlaştırılmasında değerlendirilen ve önemli açılımlar sağlayan zeminler olarak kullanılmıştır.
– Bir diğer istifade edilen cahili sisteme ait unsur “ilaf”tır. Yani Mekke yöneticileri ile komşu devletlerin arasında aktedilmiş ticari anlaşmalardır. Rasulullah (s) ve beraberindeki mü’minler – her ne kadar bu anlaşmalar müşriklerle ve onların koyduğu kurallara göre yapılmış olsa da- bu ticari anlaşmalara uyarak ticaretlerini sürdürmüşlerdir.
 
“Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, Asr-ı Saadet Müslümanları da, şirki temsil eden sistem ve kurumlarıyla sosyo ekonomik ilişkilerini tamamen kesmemiş, ancak belli alanlarla sınırlı bu ilişkilerini bile, İslam’ın değişmez ilkelerine aykırı düşmeden ve İslami kimliğe, şer’i ölçülere zarar vermeden gerçekleştirmişlerdir.13 Ve en önemlisi de, söz konusu kurumları kullanma imkânını kaybetme korkusuyla herhangi bir taviz, uzlaşma ve taahhüde yanaşmamış, tenezzül etmemiş olmalarıdır. Tam tersine, görünüşte ne kadar faydalı olursa olsun, ilkelerden taviz verme talep edildiğinde, bu ilişkileri derhal kesip, kullandıkları bu imkânları tereddütsüz reddetmekte kararlı ve ısrarlı davranmışlardır. Gerçek anlamda Allah’ın kudretine ve hâkimiyetine iman edenler, örnek ve öncü bir Kur’an nesli inşa etmek isteyenler, Rasulullah (s) gibi, en zor şartlar altında belki de tek maddi dayanağı olan Ebu Talib’in himayesini kaybetme bahasına da olsa, her türlü riski ve bedeli göze alarak, “sağ elime güneşi, sol elime de ayı verseler bu davadan vazgeçmem (taviz vermem)” diyebilme cesaret ve iradesini sergileyebilenler olacaktır.”
 
“Tevhidi bilince sahip, vahyin inşa ettiği bir iman ve hayat tasavvuruna sahip mü’minlerin, bu tür sistem içi değişimlere meyletmeleri, destek vermeleri ise, aydınlıktan karanlığa savrulmaktır, gerçek anlamda “irtica”dır, geriye gidiştir. Bilinçli bir mü’min, tevhidi bir yönelişle, her şartta Hak’ka bağlanmak, Hak’kı temsil etmek ve Hak’kı Batıla hâkim kılmak üzere çalışmak ve hiçbir sebeple hak ile batılı karıştıracak konumlara savrulmamak sorumluluğunu taşımak zorundadır. Mü’min şahsiyet, “şer” (kötü) ile şerden bir şube olan “ehven-i şer” (daha az zararlı kötü) arasındaki tercihe kendisini kapatarak, “iyi ve maruf” olanı tercih dışı bırakma konumuna düşemez. Her şartta iyiyi arzulamak, ehven yolunda çaba göstermek ve bu tercihinden asla taviz vermeden uzun soluklu ilkeli bir duruş ve yürüyüşü istikrarlı bir biçimde sürdürmek mü’min olmanın en temel gereğidir… Bu sebeple hiçbir mü’min, ikrah olmadıkça, Hak ile Batılı karıştıran şirke dayalı düşünce, model, yol ve yöntemlere yönelemez, küfrü, şirki benimsediğini söyleyemez, küfre, şirke dayalı ideoloji ve ilkelere bağlılık sözü veremez ve İslam şeriatını dışlayarak, Allah’ın kullarına, küfür ve şirk hükümleriyle hükmetmeyi tercih edemez.”
 
“Toplumu dönüştürme iddiası olan muvahhidlerin, öncelikle kendilerinin toplumu taşımak istedikleri değerler, ilkeler, ölçüler alanında istikameti koruyan tavizsiz bir yürüyüşü ve tutarlı bir örnekliği/şahidliği ısrarlı ve istikrarlı bir biçimde sürdürmeleri gerekir. Allah’ın “emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun/istikameti koruyun, aşırı gitmeyin” ve “zalimlere meyletmeyin size ateş dokunur” uyarılarına rağmen, kendi ürettikleri kimi maslahatlar, çıkarlar ve marjinallikten kurtulmak adına istikameti terk edip toplumun cahili eğilimlerine, cahili sistemin partilerine savrulanların toplumu tevhidi istikamette dönüştürmeye vesile olmaları da, topluma Allah’ı razı edecek bir örneklik oluşturmaları da mümkün değildir.”
 
“Tevhidi istikameti bulamayan kitlelerin özgürlük ve adalet arayışı ile şer yerine “ehven-i şer”e yönelmeleri mazur, hatta şer’in en şedidinden kaçış anlamında görece bir olumluluk iken, muvahhid mü’minlerin “ehven-i şer”e yönelmeleri, ehveni teşkil eden tevhid yolunu alternatif olmaktan çıkarma, davetin muhatabı kitlelerin sığlığına sürüklenerek sıradanlaşmaları ve inkılabi (devrimci) ruhu kaybetmeleri sonucunu doğurmaktadır. Bu sebeple, Müslümanlar olarak, yukarıda bahsedilen dönüştürme projelerinin farkına vararak, her şart altında, tevhidi İslami kimlik ve ilkelerimize sadakati, sabiteler alanındaki değişmez değer ve ölçülerimizi savunup yaşamlaştırmayı ısrarla sürdürmeliyiz. Müslümanların, bu tür partilerin sağlayacağı, kimi özgürlüklere kavuşma ya da refahtan pay alma karşılığında, onlardan razı hale gelerek, onların destekçileri, taraftarları haline dönüşerek, kendilerini “Allah taraftarları” olmaktan çıkaracak eğilimlere doğru savrulmamaları için uyarılarımızı sürekli kılmalıyız. Nefsimizi ve tüm Müslümanları, vahyin ölçüleriyle uyarmak ve ıslah etmek sorumluluğumuzu, “emri bil maruf ve nehyi anil münker” yükümlüğümüzü ciddiyetle yerine getirmekten bir an bile uzaklaşmamalıyız.”
 
“Her Müslüman’ın, gayri İslami yöntemlerin peşine takılmadan önce kendisine sorması gereken soru şu olmalı: Amaç, şirk sistemiyle de olsa ülkeyi illa kendisini İslam’a nispet eden kadroların yönetmesi midir? Bu Müslüman kadroların yönetiminde şirk sistemi içinde kalarak ulaşılacak şey en fazla, görece bir özgürleşme ve bir miktar da zenginleşmedir. Farz edelim ki, şu kısacık dünya hayatımız için bunlar elde edildi, peki bu imtihan dünyasında İslam’ın ve Kur’an’ın bizden istediği şeyler ne olacak? Müslüman kadrolar hükümet olup, görece bir özgürleşme ve zenginleşme sağladıklarında İslami bütün iddialarımız ve Kur’an’ın hükümleri rafa mı kalkacak? Görece bir özgürleşme ve zenginleşme uğruna, taktik ve konjonktürel özgürleşme ihtiyacımızı gidermek için, bizi biz yapan, bize şahsiyet, kimlik ve imanımızı kazandıran temel ilke ve değerlerimizi, yaratılış gayemiz olan “sadece Allah’a kulluk” anlamındaki stratejik hedefimizi feda edebilir miyiz?”
 
“O halde hedef, illa ve her şeye rağmen Müslüman kadroların yönetmesi değil, evet Müslüman kadroların, ama mutlaka İslami hükümlerle ve adaletle yönetmesi olmalıdır. Müslümanın siyasal alandaki hedefi, kulluk eksenli bir hayat tasavvuru içinde, sadece Allah’a kulluk yaparak, O’nun rızasını kazandıracak tavizsiz İslami mücadele ile toplumsal dönüşüme vesile olarak, Allah’ın hükümlerine dayalı İslami adalet sisteminin gelmesine zemin hazırlamak olmalıdır. Doğru ve sahih bir din anlayışını topluma taşıyabilmek için, toplumun vahyin belirleyiciliğine, tevhidi akideye doğru dönüşümüne vesile olabilmek için, öncelikle hiçbir şartta ve hiçbir gerekçeyle taviz verilmemesi gereken ve değiştirilemez, terk edilemez vahye dayalı temel ilke ve değerlerde ısrar eden, vahyin şahidliğini adil ve emin bir kimlikle ortaya koyan davetçi kadrolara ihtiyaç vardır. Kendilerini özgün İslami kavramlarla tanımlayan, bu durumdan bir eziklik ve kompleks duymayan, vahyin getirdiği kavram, ilke ve değerleri eylem ve söylemlerine egemen kılmaktan ve bunları bıkmadan usanmadan yaşayıp, topluma taşımaktan usanmayan ve utanmayan, tam tersine onur duyan şahsiyetli Müslümanlara ihtiyaç vardır.”
 

 

Ekitap için tıklayın

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon