Pazartesi, Aralık 9, 2024
Ana sayfa CUMA KONFERANSLARI Bizler İslami Kimliğimiz Ve Düşüncelerimizle Varız Ve Var Olmaya Devam Edeceğiz

Bizler İslami Kimliğimiz Ve Düşüncelerimizle Varız Ve Var Olmaya Devam Edeceğiz

by İlkav Editor
2,6K 👁
A+A-
Reset

İLKAV Cuma Konferansında konuşan Mehmet Pamak:
“Halkın vergileriyle alınan silahlarla halkın güvenliğini sağlamakla görevli kılınanların, bu silahları halka çevirmeleri ve halkın değerlerine düşmanlıklarını açıklamaları hukuki de, ahlaki de değildir”. Bir din ve ideolojiden taraf olduğunu açıklaması hukuki ve ahlaki açıdan doğru olmayanların, ideolojik tercih ve tarafgirliklerini – hem de başka taraflara hakaret ve düşmanlık yaparak, başka düşünce ve inanç taraftarlarını hedef göstererek, kendi ideolojik tercihlerini herkese dayatarak, kabul etmeyenleri de tehdit ederek – açıkladıkları bir ortamda biz de diyoruz ki, “Biz kimseye hakaret ve zulümden yana değiliz, kimseye kendi dinimizi dayatmayız, düşüncelerinin doğruluğuna güvenemeyen acizlerin yaptığı gibi şiddete ve silaha da sarılmayız, herkes için adalet ve özgürlük isteriz. Ancak biz de özgürce ilan ediyoruz ki, Allah’tan, Kur’an’dan ve Resulullah’tan yana tarafız ve her şartta bu taraftarlığımızı ve bağlılığımızı sürdüreceğiz. Bizi bu değerlerimizden vazgeçirecek, bu yolumuzdan döndürecek hiçbir tehdit ve silah henüz icad edilmedi ve bundan sonra da edilemeyecek. Herkes bunu kafasına koysun ve buna alışsın. Biz bu ülkenin en sahici ve en köklü gerçeği olan Müslümanlarız, özgün İslami kimliğimizle varız ve birileri hoşlanmasa dahi var olmaya da devam edeceğiz.”


İlmi ve kültürel Araştırmalar vakfı Cuma Konferansları İLKAV’ın yeni Konferans salonunda devam ediyor. Daha çok haftanın olaylarının değerlendirildiği konferansta konuşan Mehmet PAMAK içinde bulunulan konjonktür ve sorunlar hakkında aşağıdaki tespitlerde bulundu.
Batının, batıcı sistemlerin, seküler modernist elitlerin (aydın, yazar, bürokrat ve siyasetçilerin) ikiyüzlülüğüne, “demokrasi ve özgürlükler” konusundaki sahtekarlığına, halkı aldatmaya yönelik yalanlarına dikkat çeken Pamak, “Halkın kendi kendini idaresi ve Halk iradesinin hâkimiyeti” adı altında aslında faşist oligarşilerin egemenliğinin söz konusu olduğunu ifade etti. “Demokrasinin teorisinde ilahi hakimiyet dahi dışlanması suretiyle halk iradesi mutlaklaştırılıp ilahlaştırılırken, pratiğinde bu halin dahi hiçbir ülkede gerçekleşememiş olduğu, ekonomik yönden güçlü ülkelerde büyük sermaye oligarşilerinin, az gelişmiş ülkelerde ise silahlı bürokrasinin öncülüğünde yerel ve küresel kapitalizme eklemlenmiş faşist oligarşilerin ilahlaştırıldıkları” tespitini yaptı. Bu bağlamda, “Amerika ve birçok batı ülkesinde uluslararası kartellerin (silah ve petrol tekellerinin) sömürgeci sermaye oligarşilerinin, Türkiye’de ise silahlı bürokrasinin öncülüğünde ve kartel medyasının da sahibi konumundaki büyük sermayenin desteğiyle oligarşik faşist bir gücün, Batı himayesinde hâkim olduğunu” söyledi. Pamak, ayrıca bu seküler sistemlerin “modern cahiliye olmalarına yakışan bir tutumla, putperest Mekke cahiliyesinin yüzyıllar önce yaptığı gibi, acıkınca kendi imal ettikleri putları yemekten çekinmediklerini” de dile getirdi. Bu sebeple, hem küresel ve hem de yerel anlamda, kendi Anayasa ve yasalarına, kendi ürettikleri siyasi modellerinin kurallarına bile asla sadık olmayan/olamayan, keyfiliği esas alan, hukuksuz ve ahlaksız bir sistemle karşı karşıya olduğumuza dikkat çekti. Türkiye’de çok partili bir dönemin hiç başlamadığını, Batılı uygulamadaki kadar bir “demokrasi”ye dahi hiç geçilmediğini, CHP ilkelerinin ve ideolojisinin Anayasalaştırılarak resmi ideoloji haline getirildiğini ve darbelerin gölgesinde bütün partilere dayatıldığını, bütün partilerin CHP olmak zorunda bırakıldığını, bundan dolayı ülkede çok partili dönemden değil çok CHP’li dönemden bahsedilebileceğini ve bu halin, İslam korkusuyla Batı tarafından da sürekli desteklendiğini belirtti. “Halkın kuşatılmışlık içinde de olsa, hiç değilse daha fazla özgürlük ve adalet talebiyle yansıttığı iradesinin sonucunda oluşan hükümetler, darbeci bürokratların, basına da egemen büyük sermayenin ve resmi ideolojinin kırbacı rolü oynayan yargının oluşturduğu kıskaçta terbiye edilmeye ve oligarşinin arzu ve isteklerine göre yönlendirilmeye çalışılmaktadır. İktidarlarını ve siyasi çıkarlarını, kimlik, ilke ve ahlaki değerlerinden öne geçiren ürkek, yüreksiz kadroların varlığı ve riski göze alamayan tavize teşne tutumları da bu kıskacın sonuç almasını ve halk iradesinin tasfiye edilmesini kolaylaştırıcı bir rol oynamaktadır. Darbecilerin de ipini elinde bulunduran emperyalist güç odaklarına sığınarak var olma stratejisi de, bölgede oynanan küresel oyunun kurucularının, kah darbecilerin ipini çekip bırakarak, kah siyasi kadrolara sahip çıkıyormuş gibi yaparak kendi emperyal çıkarlarına göre sonuç almalarını ve siyasi kadroların, yerel ve küresel güç odakları arasında savrularak onlar tarafından kullanılıp yönlendirilmelerini kolaylaştırmış ve halkın hiçbir isteğini yerine getiremeden de bir seçim dönemini tamamlamalarını sağlamıştır” dedi.

Konferansta aşağıdaki hususlar ifade edildi:
“Egemen oligarşi ve yandaşı azgın azınlığın, resmi ideolojiyi dayatmakla, modern pozitivizm dininin ritüelleriyle seküler kutsallara tapınmayı resmileştirmekle yetinmeyip, bu ilkelere riayet edenlerin kalplerinde başka niyetler taşıdıkları iddiasında bulunarak, ülkeyi yönetmeye talip kadrolardan ve halktan uygulamadaki itaatin ötesinde kalbi bir teslimiyet de istedikleri görülmektedir. Bu konudaki tereddütlerle ürettikleri korkuları yayarak, çok kutsadıkları ‘inkılap yasaları’nı bile çiğneyerek on binlerce kişiyi türbe (Anıtkabir) ziyaretine yönlendirip, halkın iradesiyle yönetime gelmiş AKP’li kadroları atalarına şikayet etmeleri istenmektedir. Modern türbecilikle ölüden medet umar hale gelmeleri ve dogmalarını korumak adına darbecileri müdahaleye çağırmaları, aklı ve bilimi esas aldıklarını söyleyenlerin akıl ve bilimi nasıl dışladıklarını, akılcılık adına nasıl bir dogmatizme sürüklendiklerini, aydınlanma adı altında nasıl bir karanlığa savrulduklarını göstermesi bakımından da ibret vericidir. AKP’li siyasi kadroların en temel ilkelerinden ve müntesip olduklarını iddia ettikleri kimlik ve değerlerden verdikleri büyük tavizlere, uygulamada ortaya koydukları tam teslimiyete, resmi ideolojiye –Müslüman halkın hiçbir özgürlük talebine olumlu cevap vermeyecek, hatta oligarşinin arzuları istikametinde İslami çalışmalara yeni baskılar getirecek kadar- bağlılık göstermelerine rağmen, bunlarla yetinmeyip kalplerindeki niyetleri dahi sorgulanmakta ve kendilerinden bir de kalbi bağlılık istenmektedir. Keyfiliğin, ideolojik taassubun ve ilkel bir bağnazlığın en üst boyutu, resmi ideoloji adına ortaya konmakta, silahlı bürokratlar ve meydanlardaki laik çığırtkanlar, toplumu teşkil eden farklı din, düşünce ve ideolojilerin bir kısmının tarafını tutmak diğerini düşman ilan etmek, hedef göstermek ve hakaret edip aşağılamak suretiyle “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” suçunu açıkça işlemekte, buna rağmen ideolojik kuşatma altındaki savcılar seyretmekle yetinmektedirler.”

“Halkın çocuklarını, düşünce ve inanç farkı aramadan kanun zoruyla askere alan ve her inançtan halk kesimlerinin vergileriyle alınan silahlarla bütün halk kesimlerinin güvenliğini korumakla görevli olan bir kurum, halkın değerlerine karşı çıkıp bir ideolojiden taraf olduğunu açıklayamaz, bir halk kesiminin inancına karşı bir başka kesimin inancını savunup baskı yapamaz, aksi taktirde suç işlemiş, hukuku ve ahlaki kuralları çiğnemiş olur. Halkın vergileriyle silahlandırılıp, halkın güvenliğini sağlamakla görevlendirilmiş bir kurumun başındaki sorumlular, halkın efendisi ve sahibi konumunda değil halkın hizmetkarları konumunda bulunduklarının bilinciyle hiç değilse kendilerinin yaptıkları anayasa ve yasalarla belirlenen hadlerini bilmek zorundadırlar. Eğer bir düşünce ve ideolojinin militanlığını, tarafgirliğini yapmak isterlerse, bunu ancak emekli olduktan sonra veya istifa ederek yapabilirler. “Halkı din ve ırk ayrımı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik eden” bildiri yayınlamak, halkın inanç, değer ve kıyafetini “irtica” ve “çağdışı” olarak niteleyip aşağılamak, tehdit olarak görmek, “bölücü” “yıkıcı” olarak niteleyip düşman olarak ilan etmek ve hedef göstermek, gerçek anlamda bölücü, yıkıcı ve faşist bir tutum olup, anayasa ve yasaların ihlali anlamına gelir.”
Çağlayan ve Tandoğan mitinglerine de dikkat çeken Pamak Cuma konferansında özetle şunları söyledi; “İslami kesim ‘yaşam tarzımıza müdahale edecek’ iddiası ile bu kadar yaygara koparılıyor, henüz yaşanmayan böyle bir ihtimal iddiasıyla faşist sloganlar atılıyor, ancak seksen yıldır uygulanan dogmatik ve ideolojik dayatmalarla Müslüman halkımızın inancına, İslami kimliğimize ve yaşam tarzımıza yönelik en ağır saldırılar, zulümler, baskılar, yasaklar bir hak olarak görülerek ısrarla sürdürülüyor. Yani 80 yıldır fiilen var olan ve halen sürdürülen dayatma, baskı ve yasaklar, jakoben dönüştürme projeleri ve İslami yaşam tarzına yönelik en azgın saldırılar görmezden gelinip doğal karşılanırken, ilerde İslam adına kendi yaşam tarzlarına müdahale edilebileceği ihtimal ve zannıyla, var olan baskı ve yasakların sorgulanmasını bile hatırlarına getirmeksizin, baskıların daha da arttırılmasının savunuluyor olması, tutarsız, ahlaki olmayan ve ikiyüzlü bir tutumdur. Üstelik bu hal, bu büyük çelişki, bu çarpıcı ikiyüzlülük, fıtratın bozulması, aklın kirlenip selim vasfını kaybetmesi, dogmatizmin idrakleri köreltmesi sebebi ile fark da edilememektedir. Yani Rabbimizin Kur’an’daki tespitiyle, ‘yeryüzünde fesad çıkaranlar, ekini ve nesli bozanlar, kendilerinin ıslah ediciler olduklarını’ zannetmektedirler.
“Tandoğan ve Çağlayan mitinglerinde halkın önemli bir kesiminin inancı tahkir edilip düşman görülürken, her türlü hakaret ve hedef gösterme gerçekleştirilirken, bu mitingleri “demokratik bir hakkın kullanılması” olarak niteleyip destek veren Genelkurmay Başkanlığının, hiçbir kesime hakaret ve tehdit içermeyen kutlu doğum haftası programını, çocukların kıyafetlerine ve söyledikleri ilahilere dikkat çekerek “çağdışı, bölücü, yıkıcı, irticai” diye yaftalayıp tehdit ve düşman ilan etmesi, aynı şekilde ibret verici bir çelişki ve utandırıcı bir çifte standart olmuştur. Çağdaş yaşamı destekleme derneği genel başkanı Türkan Saylan da “ Kızlar, okullarda Kur’an okumak yerine bale yapmaya teşvik edilmeli” diyor. İslami kimliği aşağılayıcı ifadeler kullanıyor. Ayrıca, lise ve üniversitelerde mezuniyet töreni adı altında yıllardır içki, çıplaklık ve dans adı altında ortaya konanlar tam bir kültürel yozlaşma ve ahlaki çürümenin yaşandığını ortaya koyuyor. Ama tüm bunlarla ilgili Genelkurmay hiç bir tepki vermemekte, düzeltilmesini istememektedir. Bu tutum, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ‘Kur’an’ı kapatın, kadını açın’ sloganları eşliğinde teşvik edilen tesettürü ve İslami değerleri hayattan kovma çabasının doğal bir sonucu olarak görülmelidir. Baştan beri, Batılı seküler kültürün öne çıkarıldığı ‘Cumhuriyet Baloları’yla yaygınlaştırılmak istenen, Batılı gibi düşünmenin, Batılı gibi yaşamanın ve bu yaşam tarzının doğal gereği olarak görülen kadın erkek ilişkisindeki serbestliği teşvik eden dansların, kıyafetlerin, içki ve çıplaklık kültürünün, korunması ve yaygınlaştırılması gereken ‘Cumhuriyet değerleri’ olarak algılandığı anlaşılmaktadır.”

Ekitap için tıklayın

“Diğer taraftan, yayınlanan muhtırada, halkın inancı istikametinde yaşaması bile din istismarı olarak nitelendirilmiştir. Geniş halk kesimlerinin iştiraki ve desteğiyle düzenlenen, halkın İslami duyarlılıklarının ürünü kimi yasal faaliyetlerin gerçekleştirilmesi hedef yapılmış ve halkın İslami kimliğini toplumsal alanlara yansıtıyor olması “kutsal din duygularını istismar etmek” şeklinde mahkum edilmiştir. Hâlbuki bir dine inananların hayatlarında dini unsurlara yer vermesinin değil, İslam’ın hiçbir toplumsal yansımasına tahammül edemeyen bir çizgiyi savunup, dine karşı tutum içinde olan laik bir kurumun dini kavram ve şiarları kullanmasının gerçek istismar olduğunun bilinmesi gerekir. Bu bağlamda, düşman ilan edilen halk kesimlerinin çocuklarını yasal zorlama ile askere alan ve İslami olana bu kadar karşı tutum içinde olan laik bir kurumun, askerdeyken ölen bu halkın çocukları için, İslami bir kavram olan “şehit” kavramını kullanmasının ve “şehit” törenleri düzenlemesinin, bu bakış açısıyla daha büyük bir istismar olarak algılanma tutarlılığını göstermesi beklenirdi. Ancak bu asgari tutarlılıktan yoksun olanlar, kendileri din istismarını sonuna kadar kullandıkları halde, gerçekten inandıkları gibi yaşamak isteyen halkın, dini tercihini toplumsal plana taşıma çabalarını “din istismarı” olarak nitelendirecek büyük çelişkileri sergilemekten çekinmiyorlar. Aynı çelişkiyle, söz konusu açıklamada, “ülkenin birlik ve bütünlüğüne” gerçek anlamda zarar verecek bölücü ve yıkıcı tutumlar sergilenmiştir. Buna rağmen, halkın önemli bir kısmını düşman ilan edip tehdit ettikleri bu açıklama içinde, her toplumsal kesimin istediği dini ve düşünceyi özgürce tercih edip özgürce örgütlenerek sosyalleştirebilmesi hakkını kullanan ve kimseye bir tehdit ve düşmanlık da ortaya koymayan yasal faaliyetler “bölücü ve yıkıcı” eylemler kategorisine sokulabilmiştir.”

“Kur’an okuma yarışması düzenlenmesi”, “tesettüre uygun kıyafet giyilmesi” ve “ilahi söylenmesi” gibi yasal etkinlikler, ülkeyi bölecek ve yıkacak “irticai” faaliyetler olarak nitelendirilmiştir. Çocuklarımıza nasıl kıyafetler girdirmemiz, neler söyletmemiz ve ne zaman yataklarına yatırmamız gerektiği de Genel Kurmay bildirisiyle belirlenmek istenmiştir. Üstelik tüm bu cepheleşme, bölücülük ve düşman ilan etme çabasını ortaya koyanlar, ironik bir tutumla, sureti haktan görünmeye ve “kutsal olan dinin” zarar görmemesi için böyle bir tepki gösterdikleri imajını da vermeye çalışarak bir başka tutarsızlığın altına imza atmışlardır. Üstelik hedef yapılan kutlu doğum programında, ister kafa karışıklığından, ister darbecilerden kaynaklanan korkularından olsun, resmi ideolojinin kutsallarıyla süslenmiş bir sahne hazırlanmıştır. Yani resmi ideolojiyle sentez edilen bir “İslami” (!) program yapılmış, ama yine de resmi ideolojiye şirk koşulmasına razı olmayan katı Kemalistlere yaranamamışlardır. Yani ne Allah’ı ne de egemen Kemalist oligarşi ilahını razı edebilmişlerdir. Üstelik halkımız bir başka yanlışı daha yıllardır sürdürmüş, Peygamberin anılmasına bile tahammül edemeyen TSK’yı, hem Peygamber’e iftira ederek, hem de bu laik kuruma haksızlık yaparak “Peygamber Ocağı” olarak nitelendirmiştir. O halde halkımız da bundan ders çıkarmalı, “imanına zulüm (şirk) bulaştırmaktan” uzaklaşarak Kur’an’ın belirleyiciliğinde Resulün (s) güzel örnekliği çizgisinde tevhidi sahih bir İslam anlayışına yönelmelidir. İslam ile resmi ideolojiyi sentez etmekten, resmi ideoloji ve laik sistem uğrunda savaşan bir orduya “Peygamber Ocağı” demekten ve aynı laik sistem uğruna öldürülenler için de İslam şeriatına ait “şehit” kavramını kullanmaktan vazgeçmeli, böylece din ile siyasi laik sistemi karıştırmaktan uzaklaşmalıdır. Şirk koşmadan iman etmeyi başararak, geleneksel ve modern bid’at ve hurafelerden arınmış, ayrışmış sahih din anlayışına yönelmeli, “Ey iman edenler iman edin ayeti gereğince imanını Kur’ani sahih temeller üzerine oturtmalıdır.”

“Genel Kurmay açıklamasında, Malatya’da meydana getirilen büyük vahşetin faturası da İslami kesimlere kesilmek istenmiştir ki, bu hem farklı dinlere müntesip halk kesimleri arasında kin ve düşmanlığı tahrik edecek açık bir suç, hem de İslami kesimlerin hak etmedikleri açık bir iftiradır. Çünkü açıkça ortaya çıkmıştır ki, Malatya katliamı, İslam’la alakası olmayan, İslam’ı irtica olarak gören ve misyonerlik faaliyetlerini Kemalist ideolojiye zarar vereceği, ulus devleti riske sokacağı için ağır eleştirilere tabi tutan, Tandoğan meydanında da misyonerleri açıkça hedef gösteren “ulusalcı-laik” kesimlerin tahrik edici konuşmalarının tesiriyle “ulusalcı” gençler tarafından gerçekleştirilmiştir. Çünkü Kemalist ulusalcı-laikçi” düşünce dışında farklı din, düşünce ve inançlara açık ve sert tahammülsüzlük hiçbir kesimde yoktur. Üstelik bu Kemalist laik ulusalcı kesimler, gerektiğinde “ölmek-öldürmek amacıyla ve silah bayrak üzerine” yemin ederek taraftar toplamaktadırlar.

“Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır”, diyerek halka kimlik ve düşünce dikte ettirmeye kalkışanlar, bilmelidirler ki, biz bu ülkenin insanlarıyız ve hiçbir düşünce ve kimlik dayatmasını kabul etmiyoruz. Farklı düşünceleri benimsemeye ve farklı kimlik ve inançlarımızı ifade etmeye devam edeceğiz. Farklı ırklara mensup olan halk kesimlerini ait olmadıkları bir ırkın kimliğiyle övünmek zorunda bırakmak en temel insan hakları ihlali ve gerçek bir bölücülüktür. Ve bu dayatmayı kabul etmeyenleri ebedi düşman olarak ilan etmek ise insanlık onurunu açıkça ayaklar altına alan despotik bir zihniyettir.

“Bizler bu ülkenin insanlarıyız. Farklı kimliğimiz ve düşüncelerimizle varız ve var olmaya da devam edeceğiz. İnanç ve düşüncelerimizi hiç kimseye dayatmadık, dayatmayacağız, başkalarının da bize kendi inanç ve düşünlerini dayatmasına fırsat vermeyeceğiz ve buna asla rıza göstermeyeceğiz. Adalet, özgürlük ve insan haklarını herkes için talep ettik, talep etmeye devam edeceğiz. Bütün inançların, düşüncelerin özgürlüğünün güvencesi olmayı sürdüreceğiz. Evet bir daha ifade ediyoruz ki, biz İslami kimliğimizle bu ülkenin en önemli gerçeğiyiz, Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere herkes bize alışmak ve bizi bu İslami kimliğimizle kabullenmek zorundadır.”

“Halkın vergileriyle ellerine teslim edilen silahları, hiç kimse halka çevirmek hak ve yetkisine sahip değildir. Halkın vergileriyle alınan silahlarla halkın güvenliğini sağlamakla görevli kılınanların, bu silahları halka çevirmeleri ve halkın değerlerine düşmanlıklarını açıklamaları hukuki de, ahlaki de değildir. Hiç kimse kendisini halkın üzerinde bir efendi ve sahip konumuna oturtamaz. Eğer fikir ve düşünceleriniz varsa ve bunların doğru olduğuna inanıyorsanız, kendinize ve fikirlerinize güveniyorsanız, bizden de alınan vergilerle işgal ettiğiniz makamları ve ele geçirdiğiniz silahları bırakın, özgür ortamlarda fikir ve düşüncelerimizi özgürce ortaya koyup özgürce tartışalım. Meydanda, medyada, salonlarda, bütün özgür ortamlarda tartışmaya açığız. Yeter ki şiddet, silah ve faşist baskılar bir tarafa bırakılsın; kalem, kitap ve düşünceler konuşsun. Bu toplumun bütün kesimleri, kavga etmeden ve birbirimize düşünce ve inançlarımızı dayatmadan konuşmayı ve iyi komşuluk ilişkileri içinde barış içinde bir arada yaşamayı başarmalıyız. ”

“Bir din ve ideolojiden taraf olduğunu açıklaması hukuki ve ahlaki açıdan doğru oymayanların, yasalara da aykırı bir biçimde ideolojik tercih ve tarafgirliklerini – hem de başka taraflara hakaret ve düşmanlık yaparak, başka düşünce ve inanç taraftarlarını hedef göstererek, kendi ideolojik tercihlerini herkese dayatarak, kabul etmeyenleri de tehdit ederek – açıkladıkları bir ortamda biz de diyoruz ki, “Biz kimseye hakaret ve zulümden yana değiliz, kimseye kendi dinimizi dayatmayız, düşüncelerinin doğruluğuna güvenemeyen acizlerin yaptığı gibi şiddete ve silaha da sarılmayız, herkes için adalet ve özgürlük isteriz. Ancak biz de kimseye baskı, zulüm, hakaret etmeksizin ve şiddete başvurmaksızın özgür tercihimizle, özgür irademizle ilan ediyoruz ki, Allah’tan, Kur’an’dan ve Resulullah’tan yana tarafız ve her şartta bu değerlerimize taraftarlığımızı, sadakatimizi ve İslami kimliğimize bağlılığımızı sürdüreceğiz. Bizi bu değerlerimizden vazgeçirecek, bu yolumuzdan döndürecek hiçbir tehdit ve silah henüz icad edilmedi ve bundan sonra da edilemeyecek. Herkes bunu kafasına koysun ve buna alışsın. Biz bu ülkenin en sahici ve en köklü gerçeği olan Müslümanlarız, özgün İslami kimliğimizle varız ve birileri hoşlanmasa dahi var olmaya da devam edeceğiz. Ve biz taraf olduğumuzu açıklamakta özgürüz, çünkü biz sivil halkız.”

“Halkın güvenliğini korumakla görevli olanların, sürekli güvenliği yok eden, halkı tehdit edip gerginlik çıkaran siyasi açıklamalar yapmalarının amacı, halkı sindirmek, susturmak, hak ve özgürlük taleplerinden vazgeçirerek tekrar hizaya sokmaktır. Böyle yapanlar aynı zamanda sözde çok önemsedikleri “halkı askerlikten soğutma” suçunu da bizzat kendileri ve hem de en sonuç alıcı biçimde işlemekte ve savcılar her zamanki gibi seyretmektedirler. Böyle olunca şu soruyu sorma hakkımız doğmaktadır: “Güvenlik güçlerinin bu baskı, tehdit ve yönlendirmelerinden halkı kim koruyacak, halkın güvenliğini kim sağlayacaktır?”

Konferansta, bu süreçte küresel sistem tarafından AKP’ye biçilmiş rol üzerinde de duruldu. “Batılı yaşam tarzını benimsemiş laik kitle hiçbir emare olmadığı halde hükümetin bu yaşam tarzını değiştireceğini iddia ederek, kendilerini tehdit altında hissettiklerini söylüyorlar, ama aynı kesim yaşam tarzını taklit ettikleri AB’ye – ele geçirdikleri iktidar ve rantı kendilerine sağlayan statükoyu değiştirerek, ezip sömürdükleri halk kitlelerine görece bir özgürlük imkânı getirebilir diye korktukları için – karşı çıkarken, AKP Hükümeti ise yaklaşık 250 yıldan beri süregelen batıllılaşma serüvenini tamamlayarak Türkiye’yi AB limanına demirlemek için en ciddi adımları atıyor. Yani laiklerin yaşam tarzını en temel güvenceye bağlamak üzere en kalıcı adımları atıyor. Üstelik AKP yönetimi, İslamı ve Müslüman halkları da sekülerleştirip Protestanlaştırarak batı kültürüne eklemleme misyonunu yürütüyor. Ancak yine de statükonun değişmesinden kaynaklanacak kısmi iktidar ve rant kaybı korkusuyla bu projeye bile laik Batı kültürünü yaşamlaştırmış olanlar karşı çıkıyorlar. CIA ile bağlantılı ABD düşünce kuruluşu Rant Corpration’ın raporlarında yer verilen analizlere göre, ABD çıkarları ve politikaları bakımından İslam dünyasında laik kesimlere dayanılarak bir strateji belirlenemez, çünkü bu kesimin toplumsal tabanı yoktur. Bu sebeple, Amerikan (Batı) çıkarlarını korumak üzere, küresel kapitalist sistemle uyumlu “ılımlı İslam” arayışının geliştirilmesi ve desteklenmesi projesi gündeme getirilmiştir. Birkaç gün önce Washington Post gazetesinde yayınlanan bir yorumda, AKP nin Müslüman kitlelerin sisteme entegre edilmesindeki, sekülerleştirilip çağdaşlaştırılmasındaki rolüne vurgu yapılıyordu. İngiliz Dail Telegraph gazetesi de “Türkiye’nin bir zamanlar komünizme karşı olduğu gibi, bugün de İslamcılara karşı batıyı koruyan hayati önemde bir müttefik olduğunu vurgulayarak, batılılaşma yolunda Ankara’ya düşen İslami sembollerle uğraşmak değil, insan hakları, temsili hükümet ve bireysel özgürlüklere saygı göstermektir” yorumuna yer vermiştir. İşte Batı AKP’den laiklere yaptıramayacağı bu dönüştürme rolünü bekliyor ve AKP de, gerek BOP’da üstlendiği rol ile, gerek AB’yi bir “medeniyet projesi” gibi algılayarak ve gerekse “medeniyetler arası ittifak”ın öncülüğünü üstlenerek bu dönüştürme, sekülerleştirme projelerine hizmet ediyor.”

Konferansın sonunda, İslami kimliği her ortamda dosdoğru temsil etmekle, vahyin onurlu, ilkeli şahitleri olmakla yükümlü mü’minlerin bu konudaki duruşlarının nasıl olması gerektiği üzerinde duruldu ve şöyle denildi: “Bizler haksızlık ve zulüm kime yapılırsa yapılsın karşı çıkarız. AKP’de haksızlığa uğradığında, halk baskı altına alındığında, halkın hak ve özgürlükleri yok edilerek sindirilmek, kendisini özgürce gerçekleştirmesi engellenmek istendiğinde, zalimlere, faşist baskılara karşı çıkarız. Ama bu mağduriyetlerin duygusallığı ile sistemin partilerinden hiç birine de savrulmayız. İslami kimlik ve ilkelerimize bağlılığımızı ve tavizsizliğimizi sürdürürüz. Aksi bir yol izleyip, bir inat uğruna yada mağdurdan yana olma duygusallığını aşırıya götürerek sistemin partilerinden birine savrulanlar, Rabbimizin “işte benim dosdoğru yolum, sıratı müstakımim, o halde ona uyun, sizi bu yoldan uzaklaştıracak olan başka yollara uymayın” yada “Sonra seni de emrimizden oluşan bir şeriat üzere kıldık, o halde ona uy, bilmeyenlerin hevalarına uyma” ayetlerinde yer alan uyarıcı hükümlerine ters düşerek, İslami kimlik ve ilkelerden uzaklaştıracak olan batıl yollara doğru savrulmaktan kurtulamazlar. Eğer bu hükümet, daha önce vaat etmiş olduğu adalet ve özgürlükleri getirseydi, gasp edilmiş haklarımızdan bir kısmını iade etseydi, yine de ona meyledilmemesi, çaldıklarından bir kısmını iade ettiği için hırsıza ram olunmaması, partilerinden bir kısmı tarafından çalınan haklarımızın bir kısmını iade eden bir diğer patisinin yüzü suyu hürmetine aynı faşist ve gayri İslami sisteme eklemlenme zilletine düşülmemesi gerekirdi. Ki, AKP 4,5 yılı boşa harcamış ve halka vaat ettiği yasakları kaldırma, hak ve özgürlükleri iade konusunda, “kurumlar arası konsensus” sağlanamadığı gerekçesiyle en ufak bir adım bile atmamıştır. Hiçbir özgürlüğümüzü iade edememiş, üstelik mevcut bütün baskı ve yasakları sürdürmekle kalmamış 28 Şubat’çı baskılara alet olarak ve faşist oligarşiyi razı etmek için yeni baskılar ve yasaklar da koymuştur. İslami vakıfları kapatma, Kur’an kursu binalarını yıkma ve izinsiz Kur’an Kursu açanlara bir yıl hapis cezası verilmesi hükmünün TCK’da yer alması, 312’nin 216. madde, 159’un 301. madde olarak sürdürülmesi gibi uygulamalar hep AKP döneminin ilave baskı ve yasakları olarak gündeme gelmiştir.”

“Biz Müslümanlara yakışan, çok kısa olan dünya hayatının süslerine kapılarak, makam, mevki, kredi, ihale uğruna İslami kimlik ve ilkelerden taviz vermek, dünyevileşmek değil, ne pahasına olursa olsun ve hangi şart altında olursak olalım, yaratılış gayemize uygun davranmak, sadece Allah’a ibadet etme bilinciyle, Kur’an’ın aydınlatıcı ve inşa edici mesajını halkımıza ve tüm dünya insanlığına taşıyarak, tevhid, adalet ve özgürlük mücadelemizde ısrarcı olmaktır. Evet biz, her şartta ve her durumda işimize bakmalıyız, kulluk eksenli tevhit, adalet ve özgürlük mücadelemizi sürekli kılarak, kendimizden başlayarak, toplumumuzu ve ümmetimizi vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etme projemizi sürdürmeliyiz. Bizim kulluk eksenli bir hayat tasavvurumuz ve yine kulluk eksenli bir mücadele yöntemimiz var. İktidar ve dünya eksenli hayat tasavvuru ve mücadele yöntemleri, pragmatizmin çürütücü etkisiyle ilkesizliğe yol açarken, insanların İslami kimlik ve ahlaki değerler alanında bile iktidar olma yada iktidarda kalma uğruna büyük tavizler vermesine sebep olurken ve üstelik iktidar eksenli siyasi parti yöntemi gayri İslami resmi ideoloji ilkelerine bağlılık şartına bağlanmışken, bir Müslüman’ın böyle bir batıl alanda, batılı benimsediğini iafade ederek rol üstlenmesi düşünülemez. Biz köklü siyasal sistem değişimlerinin ancak uzun ve yorucu bir mücadeleyle gerçekleşebilecek sosyal bir dönüşümün sonucu olarak Allah tarafından taktir edileceğini öngören ilahi yasaya inanmaktayız. O halde bu yasa gereğince bizim irademize bırakılan toplumsal dönüşüm üzerinde yoğunlaşmalıyız. Bu sebeple, merhamet, adalet ve kulluk görevimiz gereğince üzerimize düşen tebliğ, davet, eğitim ve şahitlik sorumluluğumuzu ciddi ve yaygın projeler haline getirip, uzun soluklu bir mücadeleyle uygulamaya koymalıyız. Böylece, toplumun özündeki cahili değerleri tevhidi olanlarla değiştirmesine vesile olmalıyız. İlk Kur’an nesli misali bir Kur’an nesli inşa etmek üzere, ölüm bize gelene kadar, Kur’an’ı ve Resulün (s) güzel örnekliğini rehber edinen kitap eksenli sahih bir mücadeleyi tavizsiz sürdürmeliyiz. Allah yolunda istikameti bozmadan, din konusunda asla uzlaşmadan ve tavize yanaşmadan yürümeliyiz. Bu uzun soluklu yürüyüşümüzü azimle, bıkmadan, usanmadan yılmadan devam ettirmeliyiz. Ancak böylece vahyin şahitliği, hakkı tavsiye, Kur’an’la cihad ve topluma karşı tebliğ, ıslah ve tevhidi inşa sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirebiliriz. Bu sebeple İslami kimlik ve ilkelerimize zarar verecek batıla ait yollara bulaşarak vahyin arı duru mesajını bulandırma vebalini yüklenmemeliyiz. İmanımıza zulüm bulaştırmaktan büyük bir duyarlılıkla kaçınmalıyız. “Şer” ile yine şerden bir şube olan “ehvenişer” arasındaki tercihle kendimizi sınırlandırarak, “ehven”i tercih dışı bırakan ilkesizliklerden ve gayri İslami yöntemlerden uzak durmalıyız. Geleneksel ve modern cahiliyenin etrafımıza ördüğü surları yıkarak, tüm cahili kuşatmaları aşarak, halkımızı zulumattan nura, karanlıklardan aydınlığa sıçratacak tevhidi mücadeleye adanmalıyız. Allah’ı hakkıyla takdir eden, Kur’an’ı hakkıyla okuyan, Allah’tan hakkıyla korkup takvayı hakkıyla kuşanan ve Allah yolunda hakkıyla cihada adanan, “Kur’an’la cihad”ı hiç terk etmeyen onurlu bir mücadeleyi sürekli kılmalıyız. Böylece, başka yollarda dünyevi çıkarları hedeflemek, hesabını mutlaka vereceğimiz ömrümüzü batıl alanlarda harcamak yerine, vahyin şahitliğini yapıp Kur’an’ın ahlakıyla ahlaklanarak her şeyimizi Allah yolunda harcamalı, örnek ve tavizsiz bir mücadeleyle, sahih bir din anlayışını ve tevhidi bir mücadele yöntemini sahih bir gelenek olarak gelecek nesillere bırakmanın bilinci içinde davranmalı ve sadece Allah’ın rızasını hedeflemeliyiz.”

 

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon