Çarşamba, Aralık 11, 2024
Ana sayfa YazarlarMehmet PAMAK Bir Şey Ya Haktır Ya Bâtıl, İkisinin Ortası Olmaz…

Bir Şey Ya Haktır Ya Bâtıl, İkisinin Ortası Olmaz…

by İlkav Editor
2,7K 👁
A+A-
Reset

İslam ve Hayat sitesinin İLKAV (İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı) Başkanı Mehmet Pamak'la gerçekleştirdiği ve neticede on bölümlük bir yazı dizisi halini alan söyleşinin altıncı bölümünü dikkatlerinize sunuyoruz. Üzerinde dikkatle durulması gereken önemli tesbitler içeren yazı dizisini on günlük periyodlarla yayınlamayı sürdürüyoruz.

Bugün yayınlamakta olduğumuz altıncı bölümde Pamak, despotik eski statüko yerine kurulmakta olan görece özgürlükçü yeni statükonun oluşturulan yasal altyapısına "İslami kuruluşlar" adı altında kimi tevhidi uyanış öbeklerince verilen aktif destek ve bu desteğe ek olarak sürecin İslami referanslarla temellendirilmeye çalışılmasını ele alıyor ve bu konularda önemli uyarılarda bulunuyor.

Kimi Müslümanlarca ortaya atılan "nötr anayasa" anlayışını gündeme getiren Pamak, "Anayasa, toplumların siyasal, sosyal, ekonomik ve hukuki yapılanması, kamusal planda işleyişi ve toplumsal kesimler, insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenişi, hak ve özgürlüklerin muhteva ve sınırlarının belirlenmesi açısından en temel yasal düzenleme değil midir? O halde, bu kadar temel bir yasa, ya Allah’ın vahyini esas alıp, 'Allah’ın hükmüyle hükmetme' çerçevesine girerek İslami nitelik kazanacak, ya da vahyi esas almayıp, insanların heva ve zanlarına dayanmak suretiyle 'Allah’ın hükmüyle hükmetmeme' konumunda bulunarak cahiliye hüviyeti kazanacaktır. Bu ikisinin ortası olabilir mi?" diye soruyor ve ekliyor:

"Bir şey ya Hak’tır, ya da batıl. Bu ikisinin ortası düşünülebilir mi? Hak oranı yüksek olan hak-batıl karışımı da batıl değil midir? Vahyi esas almayan bir anayasa, vahye açık düşmanlık yapmasa da, sonuçta vahye zıt batıl hükümlerle hükmetmesi, vahye dayalı hükümleri engellemesi sebebiyle, yani hevaya ve zanna dayalı tercihle zımnen vahiy ve fıtrat düşmanlığı yapıyor değil midir? Bir hukuk sistemi ya vahyi referans alır ya da heva ve zannı, yani ya Allah’ın hükümleriyle hükmedilir, ya da heva ve zannın ürünü beşeri laik hükümlerle. Nasıl oluyor da, bu ikisi arasında nötr bir anayasa tahayyül edilebiliyor?"

Ekitap için tıklayın

İŞTE SÖYLEŞİMİZİN 6. BÖLÜMÜ:

Rum Ordusuna Asker Yazılanların,
“Tezkere Bırakma” Riski Büyüktür

Görece özgürlük vaadeden yeni statükoya, statükonun demokratikleşme çabalarının doğrudan içinde yer alıp taraf olan, ılımlı laiklik ve liberal demokrasiyi içselleştirdikleri halde kendini İslam’a nispet eden kesimlerle, bu değişimi Müslümanların maslahatı bakımından olumlu bularak aktif destek kararı alan kimi tevhidi uyanış öbeklerinin tutumlarının analizini yapmak önemli bir sorumluluktur.

Bu analiz, gidişatı doğru okuyup tedbirler almamız; emri bil maruf bağlamında uyarılarda bulunmamız; İslami toplum oluşturma, ümmeti vahiy ekseninde yeniden inşa etme sorumluluğumuz; gelecek tasavvurumuz ve bu istikametteki tevhidi mücadelemizin istikrar ve sürekliliği ile içinden geçmekte olduğumuz yozlaştırıcı, çözücü, sisteme eklemleyici değişim sürecinden en az kayıpla çıkabilmemiz gibi başlıklar altında zikredebileceğimiz çok önemli sorumluluklarımız bakımından büyük önem arz etmektedir.

Bundan önceki bölümlerde daha çok değişimin doğrudan içinde olan kesimleri ve sistem içi değişim çabalarını dini referanslarla meşrulaştırmaya çalışan farklı kesimlerin yaklaşımlarını ele almaya çalışmıştık. Bir önceki bölümden itibaren başladığımız üzere, bu bölümde de, daha çok, görece farklı boyutlarda da olsa kendilerini şirk sistemiyle ayrıştırmada ve taguti sisteme karşı tavırlarında daha net olan tevhidi uyanış öbeklerinin, değişimi abartarak, sahiplenip aktif destek vererek ortaya koydukları söylem ve eylemlerini ve bunları İslami referanslara dayandırma çabalarını analize devam edeceğiz inşallah.

Tevhidi Uyanış Sürecinin Öncülerinden Olan Kimi Kardeşlerimizin Tutumu ise, Daha da Üzücü Olmaktadır[1]

Bir önceki bölümde ifade ettiğimiz üzere, bir takım demokratik platformlarda bir araya gelen kimi “İslami kuruluş ve şahsiyetler”in ortak çağrıları, laik demokratik hukuk devleti kodları üzerinde, yeni statükoyu oluşturup sistemi yeniden inşa etmeye yöneliktir. Bu amaçla, “halkın iradesine dayanan demokratik sivil anayasa” yapımının öncelikli talepleri olduğunu açıklamış, mücadele stratejilerini de görece özgürleşme hedefli demokratikleşme olarak belirlemiş bulunuyorlar. Burada bir parantez açarak sormak isterim ki; böyle bir süreçte, tevhidi ilkelere bağlılıkta öteden beri öncülük yapmış olan kesimlerin kanaat önderlerinin bile aşağıdaki cümleleri yazabiliyor olmaları, bu gidişin kötü olduğuna dair tespitimize, daha da haklılık kazandırmakta değil midir? Mesela, en yakınımızdaki bazı kardeşlerimizce, “Vahiy ve fıtrat düşmanlığı yapmayan ve tüm inanç, düşünce ve sosyal zümrelere eşit mesafede olan bir anayasa ‘Allah’ın hükümleriyle hükmetme’ konusunun dışındadır” denilmektedir.

Biz de soruyoruz: “Müslüman” olarak nitelendirdiğiniz kişilerin öncülük yaptığı ve “tevhidi kesim” ve “İslami kuruluşlar” olarak nitelendirdiklerinizin ise aktif destek verdikleri, yani yapımında ve uygulamasında öncü rol oynadıkları, yani hükmetme makamında size göre “Müslümanların” yer aldığı bir anayasa söz konusu değil midir? Peki, nasıl oluyor da, bu kesimlerce vahyi esas almayan bir anayasanın yapılıp onunla hükmedilmesini, “Böyle bir anayasa Allah’ın hükümleriyle hükmetme konusunun dışındadır” diyebiliyorsunuz? İslami ölçüler içinde kalarak bu söylenebilir mi? Bütün dinlere, inançlara ve bu arada İslam’a uzak duran bir anayasa, nasıl olur da “Allah’ın hükümleriyle hükmetme” sorumluluğu konusunun dışında tutulabilir?Böyle bir anayasa, İslam’a ve vahye uzakta durduğu halde, sırf düşmanlık yapmadığı için Allah’ın hükümleriyle hükmetme kapsamına mı alınacaktır?

Anayasa, toplumların siyasal, sosyal, ekonomik ve hukuki yapılanması, kamusal planda işleyişi ve toplumsal kesimler, insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenişi, hak ve özgürlüklerin muhteva ve sınırlarının belirlenmesi açısından en temel yasal düzenleme değil midir? O halde, bu kadar temel bir yasa, ya Allah’ın vahyini esas alıp, “Allah’ın hükmüyle hükmetme” çerçevesine girerek İslami nitelik kazanacak, ya da vahyi esas almayıp, insanların heva ve zanlarına dayanmak suretiyle “Allah’ın hükmüyle hükmetmeme” konumunda bulunarak cahiliye hüviyeti kazanacaktır. Bu ikisinin ortası olabilir mi? Bir şey ya Hak’tır, ya da batıl. Bu ikisinin ortası düşünülebilir mi? Hak oranı yüksek olan hak-batıl karışımı da batıl değil midir? Vahyi esas almayan bir anayasa, vahye açık düşmanlık yapmasa da, sonuçta vahye zıt batıl hükümlerle hükmetmesi, vahye dayalı hükümleri engellemesi sebebiyle, yani hevaya ve zanna dayalı tercihle zımnen vahiy ve fıtrat düşmanlığı yapıyor değil midir? Bir hukuk sistemi ya vahyi referans alır ya da heva ve zannı, yani ya Allah’ın hükümleriyle hükmedilir, ya da heva ve zannın ürünü beşeri laik hükümlerle. Nasıl oluyor da, bu ikisi arasında nötr bir anayasa tahayyül edilebiliyor? Üstelik böylesine sekülerleşmenin yaygınlaştığı bir süreçte, neden bu tür bir imkânsıza dair iddialar, hayali tasavvurlar ortaya atılıp kafalar karıştırılıyor?

Aynı kardeşimiz, şirk sistemi anayasasındaki kısmi değişiklik referandumunda, aktif destekle “evet” oyu verme ve buna çağrı konusunun meşruiyeti için şu ifadeleri de kullanabilmiştir: “Bu konu, Kâfirun suresi ve Mekke döneminde Müslümanların himayesine sığındıkları Habeşli Necaşi’nin uygulamaları bağlamında ele alınmalıdır.” Kâfirun suresi, şirk sisteminden tam ve açık beraatin, uzlaşmazlığın, onlara ve putperest otoritelerine itaatsizliğin, onların ilahlarına ibadet edilmeyeceğinin açık ilanı değil midir? Ama maalesef bazı Müslümanlar büyük bir yanlış yaparak, Allah’ın yönlendirmesiyle Resulullah’ın Mekke şirk sistemine ve müşriklere yaptığı “Lekum dinikum veliye din” (Sizin dininiz size, benim dinim banadır) beyanını, onlara yapılmış bir uzlaşma ve ortak yönetim altında bir arada yaşama projesi teklifi gibi algılayabiliyorlar. Halbuki surenin bütünü ve nüzul ortamı dikkate alındığında, tam tersine, müşriklerin yaptıkları uzlaşma ülke yönetiminde onlarla ortak olma, ülkeyi birlikte yönetme önerilerini, iktidar ve zenginlik tekliflerini reddetmek üzere inzal olduğu, çok net bir biçimde anlaşılacaktır.

Bu sure, Resulullah ve ashabının, en zor şartlarda ve henüz bir avuçken, onlardan, şirk sistemlerinden, şirk inançlarından ve cahiliye toplumunun kurumsal yapısından tam bir ayrışmayla uzaklaşmalarının ve en kesin bir dille uzlaşmazlıklarının açık ilanı mahiyetindedir. Bu kadar açık bir biçimde şirk sistemi ve inancıyla uzlaşmayı reddediş amelini, taguti sistemin şirke dayalı anayasasında değişiklik yaparak, taguti kurumlarını bu vasıflarını koruyarak yeniden yapılandırmaya yönelik teşri’ye (yasa yapıcılığa) fiilen iştirak etme ameline haklılık kazandıracak bir istikamette yorumlayıp, bu bağlamda ilişki kurmak mümkün değildir. Olsa olsa, Kafirun suresiyle, şirk sistemi anayasasına oy verme arasında tersinden bir alaka kurulabilir ki, o da bu tür bir şirk amelinden uzak durulmasına dair bir sonuca ulaştırır.

Bazı Müslümanların Habeşli Necaşi’ye sığınmalarında da, kesinlikle onun sisteminin İslami olmayan anayasasının yapımına aktif destekle iştirak da, bunun karşılığında İslami kimlik ve ilkelerine ters düşecek bir taviz ve taahhüt de söz konusu değildir. Onlar, orada ne İslami olmayan sistemin anayasasına oy verip birlikte yapmaya kalkışmışlar, ne bu sistemin yasalarının yapımına iştirak etmişler, ne de bu sistemin hükmetme makamında ve şirk yönetiminde herhangi bir görev üstlenmişlerdir. Burada ise, İslami kimlik ve ilkelerden taviz verip, şirk sisteminin anayasa ve yasalarını yapmaya katkıda bulunulmakta ve ülkede bu şirk anayasa ve yasalarıyla hükümet edilmekte, yani ülke şirk yasalarıyla ve müşriklerle birlikte yönetilmektedir. Yapılan kısmi anayasa değişikliği bile, şirki ve taguti nitelikleri koruyarak gerçekleştirilmekte, pek çok Müslüman ise, bu haliyle oy verip desteklemektedir. Bunun mazereti olarak da, “Çok zulüm altındayız, bu zulmü ve despotizmi geriletmek amacıyla bunu yapmaktayız” izahına sığınılmaktadır.

Resulullah ve ashabı, daha az baskı ve zulüm altında mıydı ki, çok daha büyük imkanlar ve iktidar teklif edildiği halde kabul etmedi. Necaşi’nin karşısında her an öldürülme tehdidi altında olan Müslümanlar ise, Hz. İsa (as) hakkındaki Kur’an hükmünün ne olduğu sorulduğunda, muhtemelen Necaşi ve adamlarının çok rahatsız olacakları vahyin hükmünü açıkça söylemekten çekinmemişlerdi. Zulmü geriletmek ve ölümden kurtulmak için tanınan ruhsatı bile kullanmamışlar, “Bu konuyu bilmiyoruz, Peygamberimize sorun, o bilir, henüz bu konuda bir ayet gelmedi ya da bu konjonktürde konuşmak istemiyoruz” demek gereği bile duymadan, böyle bir zillete sürüklenmeden, ölümü göze alarak vahyi hakikatleri haykırmışlardı.

Aynı kardeşimizin söylediği,“Bütün dini, ideolojik, kültürel kimliklere eşit mesafede” bir anayasa tahayyül etmek mümkün müdür? Vahiyden, vakıadan ve realiteden kopuk hayal dünyasından bu tür iddialar ortaya atmak, bu bağlamdaki vahiy dışı anayasa arayışlarına kapı aralamak, bu savrulmayı teşvik etmek anlamına gelmez mi? Mesela soyut ve nötr bir hak ve özgürlük tanımı mümkün müdür? Din ve ideolojilerden soyutlanmış nötr bir haklar anlayışı ve hukuk sistemi olamayacağına göre, vahye uzakta duran bir anayasa sadece hak ve özgürlükleri belirleyen dar kapsamlı bir anayasa bile olsa, bu hak ve özgürlüklerin tanım, ölçü ve hudutlarını hangi otorite ya da düşünce belirliyorsa, o anayasanın dini ya da ideolojisi ve tabii ki ilahı da o olmayacak mıdır? O halde, “bütün dini, ideolojik, kültürel kimliklere eşit mesafede bir anayasa” iddiası, tevhidi, İslami ve ilmi ölçülerle nasıl bağdaştırılmaktadır?

Bu değerli kardeşimiz, bununla da yetinmeyerek, şunları da ifade etmektedir: “İdeoloji dayatmayan, karşılıklı hukuka riayet edip insani ve tabii hizmet formunu ön plana çıkartan bir anayasa gündemi ise, kimliklerin kendini ifade etmesi ve adalet temelli bir gelecek hazırlığı için normalleşme sürecini ifade eder.” Gerçekleşmesinin çok zor olduğu, kendisince de vurgulanarak bile olsa, böylesine eklektik, sentezci, İslam’dan soyutlanmış sistem, devlet, anayasa ve adalet arayışlarının yaygınlaştığı bir süreçte, bu tür bir imkansıza dayalı beyanlar ne anlama gelmektedir ve bu tür açıklamalar ne amaçla yapılmaktadır? Ayrıca, tam da böyle bir süreçte bu tür yazılar yazmak, bu tür eklektik, uzlaşmacı, sentezci anlayışları teşvik ve cesaretlendirme anlamına gelmiyor mu? Çevremizdeki mü’minler ve davetimizin muhatabı kesimler nezdinde, kafa karıştırıcı bir işlev görmüyor mu?

Kulluk Eksenli Hayat Tasavvurunda İslami Mücadele, Tevhid-Şirk Eksenli Değil midir?

Aynı kardeşimiz, böylesine ciddi bir savrulma ve yozlaşma sürecinde tevhid-şirk eksenli bakış açısını, düşünce üretimini eleştiri konusu yapabilmektedir. “… her hangi bir coğrafyaya tekabüliyeti olmayan tevhid-şirk merkezli açıklama biçimi, doğal olarak bu Müslümanları, Türkiye’de apolitik insanlar kümesinin içine sokuyor” diyebilmektedir. Peki, bir Müslüman’ın iman, amel, tasavvur, düşünce ve mücadelesi, tevhid-şirk eksenli ya da merkezli olmayacak da, ne olacaktır? Hayat ve hadiselere dair tevhid-şirk merkezli/eksenli açıklama biçimi esas alınınca, ister istemez, hiç değilse inisiyatif ve imkânlar dahilinde ve gücü yettiğince şirk sisteminden beraatı, itaatsizliği ve uzlaşmazlığı gündeme getirdiği için, cahiliye inancı, ameli ve yapısından bir kopuş ve cahiliye politikasından bir soyutlanma yaşanıyorsa, bu niye yanlış olsun?

Müslüman, cahiliye toplumunun siyasetine, zulmünü kaldırmak yada geriletmek, davetin muhataplarını ve davetçileri görece özgürleştirmek için, itiraz, sorgulama, muhalefet bilincini yaygınlaştırma ve şirk sistemini geri adım atmaya zorlama anlamında müdahale edecekse bile, özgün kimliği ve ilkelerini koruyarak ve yine mutlaka tevhid-şirk eksenli tevhidi stratejik mücadeleye ters düşmeden, ondan uzaklaşmadan, ona paralel yürüyerek bunu yapmak zorunda değil midir? Mü’mince bir bakışla, insanlık serüveni boyunca, toplumsal yapılanmalara, çatışmalara, mücadelelere yaklaşımda, merkeze hep tevhid-şirk eksenini koyarak değerlendirme yapmak gerekmiyor mu? İnsanlık serüvenine, genelde ve ağırlıkla tevhid diniyle şirk dini arasındaki mücadeleler damgasını vurmuş değil midir? İnsanlık tarihindeki inanç mücadelelerinin ana eksenini, Hak-batıl, İslam-cahiliye, Nur-zulümat, Allah’ın hükmü-cahiliye hükmü ayrışması ve çatışması oluşturmuyor mu? İslami mücadelenin merkezinde tevhid-şirk ekseni yok mudur? Bir zamanlar sizler de böyle düşünmüyor muydunuz? Ne oldu ve ne değişti de bugün bunları söyleyebiliyorsunuz?

Mü’min bir kişinin, tarihi, toplumu ve olayları değerlendirirken, tevhid-şirk merkezli/eksenli okuma ve değerlendirme yapması, şirkin kendi içinde yaşadığı çıkar, iktidar ve rant eksenli çatışmalarında, şirke ait taraflardan birinde yer almaması bakımından da önemli ve gerekli değil midir? Mümtehine 8-9. ayetleri hükümlerinin, şirke bağlı kesimler arasındaki farklılık sebebiyle, barışçı olan müşriklere, savaşçılara nazaran farklı davranılmasını, iyilik ve adaletle muamele edilmesini emretmesi, olayları ve toplumsal durumları tevhid-şirk merkezli okuma ve açıklamaya engel bir husus değildir. Tam tersine, tevhid-şirk eksenli bakış, bütün bu durumlardaki farlılıkları ve farklı olana farklı muamele ve her şartta adaleti ikame etmeyi de içerir. Hayatı, olayları ve toplumsal durumları, tevhid-şirk eksenli okuma, değerlendirme ve açıklamadan uzaklaşıldıkça, bu durum eksen kaymasına sebep olarak, şirke ait kesimlerden görece olumlu olan tarafında yer almak, onlarla bütünleşmek zaafına yol açabilmektedir. Nitekim bugün, tevhid-şirk eksenli açıklamaları terk edenler, giderek ilkesiz siyasallaşmaya ve şirk sisteminin görece özgürlükçü kanadına eklemlenmeye doğru meyletmektedirler.

Şirke ait kesimler arasında, bir yandan görece adalet ve özgürlükleri gözeten maslahat bakımından, diğer yandan da bizimle din konusunda savaşan ve yurtlarımızdan çıkarmaya çalışanla, bunu yapmayan barışçılara farklı muamelenin yapılabilmesi açısından, bir ayrıştırma söz konusu olsa da, nihai anlamda tevhid-şirk eksenli bir değerlendirmeyle şirkin bütününe karşı mücadele esas olmalıdır. Çünkü şirk en büyük zulüm ve Hakka, adalete başkaldırı olarak, tevhidi mücadelenin temel hedefi olmak durumundadır. Mü’min, tevhidi mücadelesinde, şirkin bütün türevlerini ve onun sonucu olan zulüm ve fesadı tasfiye ederek, tevhidi ve adaleti ikame etmekle mükelleftir. Tevhid-şirk merkezli açıklamayı terk edenler, şirkin farklı versiyonlarında yer almaya, onlara eklenmeye yol açan, ilkesiz bir politik duruşa sürüklenebilmektedirler. Sonuçta, toplumu ve sistemi tevhidi istikamette köklü değişimle inkılaba uğratmak hedefinden uzaklaşarak, sistem içi demokratikleşmeye aktif destek vermeye, şirk anayasasının yapımına iştirak etmeye kadar gidebilmektedirler. Tevhidi bir inkılap ise, ancak tevhid-şirk merkezli bir okuma-açıklama ve şirkin bütününü tasfiye etme bilincinden doğabilir.

Yorum yazan bir kardeşimiz de, kendine ifade edilen aynı paraleldeki bir iddiayı paylaşarak, “ne yapmalıyız” sorusunu soruyor. Bahsettiği iddia şudur: “Kur'an-ı Kerim hayatı ADALET/ZULÜM ekseni üzerinde ele alıyor. Hayata tevhid-şirk temelli olarak değil de daha geniş kapsamlı olan adalet-zulüm ekseninden bakabildiğimiz takdirde, Allah Resulu'nün müşriklerle, Ehl-i Kitapla, münafıklarla ve mü'minlerle ilişkilerini ve Kur'an'ın Onun aracılığı ile inşa etmeye çalıştığı hayatın temellerini daha doğru anlarız." Her şeyden önce bu iddia doğru değildir. Bu iddia, en az, “İslam, toplumsal ayrışmanın, yapılanmanın ve ilişkilerin merkezine, akıde ölçüsünü değil, mülkle ilişkiyi yerleştirir” diyen sosyalist yaklaşım kadar mesnetsizdir. Bugün, kimileri, adalet-zulüm eksenli bakışı ve insan hakları mücadelesini, kimileri zengin-fakir eksenli bakışı ve üretim araçlarının mülkiyetini, mülkle ilişkiyi ve ekonomik sömürüyü, kimileri ahlaki yozlaşmayı ve cinsel sapmaları merkeze alarak, bunları temel mesele olarak algılayarak, hayatı, toplumları ve olayları bu eksende değerlendirmeye ve mücadelelerini de bu istikamette yapmaya yönelmektedirler. Halbuki insan hakları ihlalleri, adaletsizlikler, zulümler, ekonomik sömürüler, emeğin istismarı, ahlaki yozlaşmalar, cinsel sapmalar, ezen-ezilen ayrışması ve çatışması gibi bütün toplumsal sorunlar ve çatışmalar, tevhidi imandan kopmanın, Allah’ın hükümleriyle hükmetmekten, dolayısıyla da İslami adalet ve ahlaktan uzaklaşmanın sonucu olarak ortaya çıkmaktadırlar.

İşte bu sebeple, Kur’an-ı Kerim de, bazılarının iddialarının aksine, hayatı tevhid ve şirk ekseninde ele alır, tarihi de, aktardığı kıssalarla, hep bu eksende değerlendirir. Peygamberlerin de, hep bu eksende mücadele etmek ve insanlığın şirke sapan istikametini tevhide çevirmek üzere, Allah’tan başka ilahlık taslayanları reddedip sadece Allah’ı ilah ve rab edinmeyi tebliğ etmeleri amacıyla gönderildikleri vurgulanır. Kur’an’da, hak-batıl, İslam-cahiliye, Nur-zulümat vb ayrımlarla, hayat ve toplum açıkça tevhid-şirk olarak özetlenebilecek bu ayrışma ve saflaşma üzerine bina edilir. Yüce Allah, hakkı; batılı izale etmek, yok etmek, zail etmek üzere indirdiğini beyan eder.[2]Kur’an nuruyla zulümatı tasfiye etmek ve insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak[3], hak dini bütün diğer dinlere üstün kılmak üzere hak dinle Peygamberini gönderdiğini[4]açıkça ilan eder. Yüce Allah bütün Peygamberlerini, tagutlardan kaçınıp sadece kendisine kulluk yapmalarını[5], kendisinden başka ilah olmadığını ve sadece kendisini ilah edinip, sadece kendisine ibadetetmelerini[6]kullarına tebliğ etmeleri için gönderdiğini beyan eder.

Mesela Şuayb (as), gönderildiği toplumda öne çıkan temel sorun ekonomik ifsad, ölçünün-tartının doğru yapılmaması ve ekonomik sömürü olduğu halde, işe öncelikle tevhidi imana ve şirki terk etmeye çağrıyla başlamıştır. Çünkü toplumu bu duruma sürükleyen heva ve zannın ilah edinilmesi ve tevhidden, Allah’ın hükümleriyle hükmetmekten, ahret ve hesap bilincinden uzaklaşarak şirke sürüklenilmiş olmasıdır. Lut (as)’ın, kavminde öne çıkan temel ifsad, cinsel sapma ve ahlaki yozlaşma olduğu, Musa (as) hitap ettiği toplumda öne çıkan temel sorun insan hakları ihlali ve köleleştirme olduğu halde, onlar da aynı şekilde bütün Peygamberlerin yaptığını yaparak, toplumlarını ve egemenleri öncelikle şirkten uzaklaşıp tevhidi bir imanla Allah’a iman etmeye ve sadece O’na itaat ve ibadet etmeye çağırmışlardır. Anca bu temel eksen ortaya konduktan, istikamet gösterildikten sonra, hemen arkasından, adaletsizlikler, zulümler, insan hakları ihlalleri, ahlaki yozlaşmalar, ekonomik ifsad vb konular ve sorunlar gündem yapılıp, siyasi, hukuki, ahlaki, ekonomik ve sosyal fesadın ortadan kaldırılmasına, hak ve adaletin ikamesine yönelik ıslah çabasına girişilmiştir.

Nitekim, Resulullah’ın (s) davetini yaymaya başladığı Mekke cahiliye toplumunda, yaygın ekonomik, sosyal ve ahlaki yozlaşma ve çürümenin, derin ve yaygın adaletsizliklerin, çeşitli boyutlarda zulümlerin yaşandığı bilinmektedir. Çeşitli insan hakları ihlallerinin, zenginlerin ve gücü elinde bulunduranların fakirleri, zayıfları ve güçsüzleri sömürmesi, haklarını gasp etmesi gibi adaletsizliklerin ve köleliğin çok yaygın ve ıstırap verici boyutlarda yaşandığı malûmdur. Böyle olmasına rağmen, Resulullah (s) davet mücadelesinin başına, tek tek bu sorunları çözmeyi değil, bütün bu fesada ve zulme yol açan, yani hepsini doğuran kaynak olan, şirki kurutmayı, batılı izale etmeyi hedef alan tevhidi yerleştirmiştir. Bütün Peygamberler gibi, o da insanları, Allah’ı tekbir etmeye, O’ndan başka İlah ve Rab tanımamaya, itaat ve ibadeti sadece O’na yapmaya, tagutları ve şirk sistemini, cahiliye inancını, hevayı ilah edinmeyi terk etmeye, onlara itaat etmemeye, batılla uzlaşmamaya çağırmıştır.

İşte bu tevhidi davet zemininde, tevhid-şirk eksenli perspektifle yürütülen mücadelede, vahyin şahidliği bağlamında, ilk inen surelerden itibaren, mustaz’afların korunması, zenginin malında Allah’ın takdir ettiği fakire, muhtaca ait olan payın/emanetin sahibine ulaştırılması, aç ve yoksul olanların doyurulması, ölçünün ve tartının tam yapılması, yetimin itilip kakılmaması ve malının en güzel şekilde idare edilmesi de gündem yapılmıştır. Kız çocuklarının diri diri gömülmemesi, kölelerin hukukunun korunması ve her fırsatta azad etmenin teşvik edilmesi, ahlaki yozlaşmaya yol açan adet ve sapkın alışkanlıkların ıslahı, komşu ve kardeşlik hukukunun gözetilmesi vb ekonomik, siyasi, hukuki, ahlaki, sosyal alanlarda Kur’anî yönlendirmeler de söz konusu olmuştur. Nihayet böylece, tevhidi daveti müteakip, toplumda yaşanan ahlaksızlıklara, zulümlere, adaletsizliklere, sömürülere karşı çıkılıp, tevhidin en önemli alt başlıklarından bir olan adaletin ikamesi, zulümlerin kaldırılması, haksızlıkların önlenmesi ve çok boyutlu ifsadın ıslahı da ilk Kur’an neslinin gündemini oluşturmuştur. Ancak, bu durumda dahi sadece sorunlar, zulümler gündemleştirilip, haksızlıklar vurgulanmış, zulme, sömürüye, haksızlıklara itiraz edilmiş, Allah’ın bu konularla ilgili ayetleri zikredilerek hak olan, doğru olan tutum gündemleştirilip yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Ancak, bu sorunlar için şirk sisteminin restorasyonu ve şirke ait kodlar üzerinde sistemin yeniden inşası bağlamında kısmi çözümlere eklemlenilmemiştir. Egemenlerin sistemi restore etme, birlikte yönetme, hatta devletin başı olma teklifleri bile, “devletin başına geçerek hiç değilse bu sorunları çözer, ahlaksızlığı, sömürüyü, zulmü engelleriz ve halka daveti daha kolay yaparız” gibi maslahatlar adına dahi kabul yoluna gidilmemiş, doğrudan reddedilmiştir.

Bilinmektedir ki, Kur’an’da Allah’ın emir ve yasakları sıralanırken, öncelikle istenen Allah’a hiçbir şeyin eş koşulmaması, kulluğun ve ibadetin sadece Allah’a tahsis edilmesidir. Zulüm ve adaletsizlik de, şirkin sonucu olarak arzda fesad çıkaranların bir eylemi olarak gündeme gelir. Bu sebeple, tevhidin ikamesi, aynı zamanda sahici ve bütüncül anlamda adaletin de tesisi demektir. Zalim toplumlara gelen Peygamberlerin ilk tebliğ ettikleri de, tagutların ve Allah’tan başka ilahların reddi ve bu sapmaların sonucu olarak icra edilen zulmün kaldırılmasıyla, tevhidi imanın gereği olan adaletin ikame edilmesi talebidir.

Tevhid-şirk eksenli açıklamanın bir başka ifadesi olanNur-zulümat (aydınlık-karanlıklar) eksenli okuma, anlamlandırma, açıklama ve değerlendirme terk edilirse, zulümatın (karanlıkların) gri tonlarında yer alanlar, kendilerini Nur’da (aydınlıkta) zannetmeye başlarlar. Tıpkı, aklı dumura uğratıp, insanları engizisyon zulmüyle kör taklide zorlayan Ortaçağ’ın zifiri karanlığından, aklın ve özgür düşünmenin önünün açılması, zulmün geriletilmesi sebebiyle bir miktar grileşen Rönesans sonrası pozitivist karanlığın aydınlanma zannedilip, böyle adlandırılmasında olduğu gibi. Tıpkı, şeytanlar kendilerini yanlış yola yönlendirdikleri ve o yolda bulundukları halde, kendilerinin doğru yolda olduklarını sananlar gibi.[7]Çünkü tevhid-şirk eksenli açıklama ve tevhidi mücadele perspektifi terk edilince, yollar birbirine karışmış ve artık elde istikameti doğrultacak bir pusula, hak ile batılı ayrıştıracak Furkan, doğruyu bulduracak eksen ve ölçü kalmamıştır. Halbuki tevhid-şirk ekseni, merkezî konumunu koruyorsa, Nur-zulümat temelli okuma, açıklama kabiliyeti sürüyorsa, hak-batıl ayrımı için Furkan ölçüsü belirleyici olmaya devam ediyorsa, zulümat içindeki gri tonları (koyu karanlıklara nazaran farklı muameleye rağmen) aydınlık sanmak, gri tonlara kanmak, onlara eklenmek sapma ve savrulması da engellenmiş olacaktır.

Hayata ve topluma, tevhid-şirk eksenli bakış yerine, adalet-zulüm eksenli bakışı esas almak sorunlu olacağı gibi, mümkün de değildir. Çünkü tevhidden soyutlanmış, tevhid-şirk eksenindeki değerlendirmeden azade kılınmış bir adalet ve zulüm söz konusu edildiğinde, bu kavramları kim ve hangi referansa dayanarak tanımlayacak, ölçü ve sınırlarını kim belirleyecektir? Bu kavramları tevhidi bakışla ve vahyi ölçülerle tanımlamadığınızda, heva ve zan devreye girecek, sonuçta sahici ve doğru bir adalet-zulüm tanımlaması söz konusu olmayacağından, doğru sonuca varılamayacaktır. Bu sebeple, doğru bir hayat ve toplum okuması, açıklaması, değerlendirmesi de mümkün olamayacaktır. Halbuki hayatı, toplumu ve tarihi doğru okuyabilmek, sahici ölçülerde değerlendirebilmek ve Allah’ın razı olacağı hedeflere yönelebilmek için, merkezde ve temelde tevhid-şirk ekseninin yer alması gerekir. İşte o zaman adalet ve zulüm de, bu temel eksenin ikincil kavramları olarak, vahyi tanım ve ölçülerle devreye girecek, yapılacak değerlendirmeleri doğru sonuca ulaştıracak yerlerini, hak ölçüleri içinde alacaklardır.

Diğer taraftan, tevhidi kesimden bazılarının yanlışlarının, günaha bulaşmalarının sonucu olan parça adaletsizlikleri, zulümleri ile şirke ait kesimden fıtratını ve kimi insani erdemlerini kısmen de olsa koruyanlardan sadır olan görece parça adalet ve dürüstlük uygulamaları, merkeze tevhid-şirk eksenini almayı anlamsızlaştıracak unsurlar olarak değerlendirilemez. Çünkü tevhidsiz mutlak, sahici ve bütüncül adalet mümkün olmadığı gibi, kimi vicdanlı müşriklerin parça adalet ve insani tavırları da, şirkin mutlak anlamda zulüm olduğu hakikatini değiştirmez. Bu sebeple, sahici bütüncül bir adaletin ikamesi, ancak şirkin topyekûn izalesi ve vahye dayalı bir inşa ile tevhidi bir dönüşümün sağlanması sonunda, İslami bir sistemin kurulması ve Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesi halinde mümkündür.
Temel Stratejik Kararlarda, Dar Hizip İstişareleriyle Yetinip, Yıllarca Birlikte Olunan Mü’minlerin Duyarlılıklarını Yok Saymak Doğru mudur?

Bugün artık, “taguta tagut demekten uzaklaşan”, “hayatı ve toplumu tevhid-şik ekseninde” değerlendirmeyi terk eden ve sonuçta sistem içi mücadele ekseninde politize olarak, sistem içi demokratikleşmeye aktif destek verme konumuna gelen, sistemden kaynaklanan toplumsal sorunlara aşırı yoğunlaşıp, sistemin içine ilkeleri aşarak dalan Müslümanlar çoğalmaktadır. Artık açıklamalarında, eylemliliklerinde, ortak bildirilerinde bile sistem içi seküler, demokratik bir dili kullanarak, İslami dili ve kavramları eksiltmeye ve unutmaya başlayan[8], hatta bir de bu İslami dilde ısrar edenleri küçümseyen kardeşlerimizin, öncelikle, sürüklendikleri bu zaaflı konumu sorgulamaları gerekmez mi? Giderek sistem içi politikaya, demokratikleşmeye endekslenen hali sorgulamayla istikameti doğrultmadan, mücadeleyi yeniden tevhid-şirk eksenine oturtmadan, başka Müslümanlara “dil, yöntem, din usulü” dersi vermeye kalkışmaları ne derecede doğrudur?

Laiklik ve demokrasiyi vazgeçilmez kabul ederek ve “evrensel değer” olarak nitelenen (gerçekte ise küresel olmaktan bile aciz) modern seküler kültür ile İslam’ı uzlaştırmaya çalışan “ortak akıl”cılarla, “İslami kuruluşlar” adı altında, sistem içi değişime destek amaçlı “ortak bildiriler” yayınlamak, ne anlama geliyor? Öteden beri sistem içi değişime eklemlenmiş, demokratikleşmiş, demokratik laikliği açıkça savunur hale gelmiş ve “İslami kimliğimiz yok” diyen kesimlerle, hem de “İslami kuruluşlar” adı altında sürekli birlikte hareket etmek, sistem içi değişimi ve demokratikleşmeyi abartıp aktif destek vermek, içinde rol alarak katkıda bulunmak, onların bu yanlış gidişine ortak olmak ve meşruiyet kazandırmak anlamına gelmiyor mu?

Bu tutum, sistem içi değişime yandaş olan kesimler nezdinde daha fazla akredite olmaya, bazı imkânlardan istifade etmeye ve -tevhidi mücadeleyi görmezden gelip ve vahyiilkelere bağlılıkta ısrarlı kesimleri yok sayan- yandaş medyada daha fazla görünürlük elde etmeye yol açabilir ve nitekim açtığı da gözlenmektedir[9]. Ama bu tür imkânların ve sağlanan itibarların, sürdürülegelen tevhidi mücadele hattını zamanla flûlaştırmak suretiyle, sistem içi mücadeleye eklemlenme riskini de giderek daha fazla arttırabileceği, gerçek dost ve kardeş mü’minler arası ilişkileri ise zaafa uğratacak bir fitneye yol açabileceği neden düşünülmemektedir?

Diğer yandan, bir grubun kendi hizbi içinde istişari katlımla karar aldığını iddia ederek, on yıllardır birlikte hareket ettikleri, yaklaşık 10 yılı aşkın bir süreçte, tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesini büyük mutabakatlarla birlikte sürdürdükleri kardeşlerinin, daha önce hiç değilse zımnen örtüştükleri ya da “şimdilik sorun yapmayalım” diye idare ettikleri duyarlılıklarını, bir çırpıda yok sayıp, biz böyle karar aldık işinize gelirse kabilinden dışlayıcı tavırlar takınılması, ahlaki ölçülerle, İslami kardeşlik hukuku ve adaletle, ne derecede bağdaşmaktadır?[10]

Şunu söylemek istiyorum: Yıllarca süren birliktelikler, bu kadar kolay yok sayılmalı mıdır? Şirk sistemine ait, ilahi vahyi esas almayan bir anayasa değişikliği için yapılan referandumda oy verme uğruna, yıllarca birlikte hareket eden kardeşler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu hukuk, bu kadar kolayca berhava edilebilmeli midir? Oy vermekle güdülen maslahat, mü’minlerin birlikteliği maslahatından daha mı değerlidir? Bir grubun, böyle önemli meselelerde ve ilişkileri bu kadar etkileyici kararlarda, sadece kendi dar hizbi içinde karar vermesinin yeterli olacağını iddia ederek, diğerlerini tabiri caizse, “ya sev ya terk et” misali, “ya teslim ol, ya terk et” tercihine zorlaması İslami midir? Üstelik birlikte hareket ettiğimiz kardeşlerimizin ilk defa yaptıkları bu “evet oyu” çağrısı, “hayır”lardan milyonlarca adet önde olan “evet” oylarını en fazla bir kaç yüz adet arttırmıştır. Yani keyfiyet bakımından bunca mahzuru olan bu amelin, neticede hasıl olması beklenen maslahat için sağlayacağı kemiyete dair katkısı da ancak bu kadardır.

Bütün bunlar, bu amel üzerinde bir daha düşünmemizi gerekli kılmıyor mu? “Biz yaptık oldu” deyip geçiştirmeden, yaşananlardan dersler çıkararak, istikbale daha emin adımlarla yürümek için tedbirler almak gerekmiyor mu? Evet bütün bunlar, hiç değilse bundan sonra, bu tür yaralayıcı, fitneye yol açıcı büyük hataları tekrarlamamak için komplekssizce özeleştiri yapmamızı, temel ilke ve ölçüleri gözetici, istikameti koruyucu tedbirleri almak bakımından, istişari içtihatlarımızda ve geleceğe yönelik adımlarımızda daha dikkatli olmamızı gerektirmiyor mu? Ayrıca, bu tür temel konularda bile, temel ilke ve istikamette bütünleşerek birlikte hareket edemeyen ve tevhidi stratejik yürüyüşte, küçük hizipleri ve hizipçi duyguları aşıp istişari birliktelik ve istikrarlı beraberlik tesis edemeyenlerin, ümmeti yeniden inşa etme iddiası anlamını yitirmez mi?

“İslami Kuruluşlar” Adıyla ve İslami Şahsiyetlerce Yapılan Referanduma Aktif Destek ve “Evet” Çağrısının Sonuçları

Diğer taraftan, bugüne kadar bizim camiamızdan olup laik partilere oy verenler, daha utangaç ve mahcup biçimde ve bireysel bir tercih olarak bu ameli yapıyorlardı. Gelinen noktada ise, yakın çevremiz ilk defa tevhidî öbeklerin ve önderlerin açık kampanyası ve alenî teşvikiyle sandığa çağrıldıkları ve “evet” oyu vermenin bir ibadet ve cihad şeklinde takdim edilmesi sebebiyle, artık daha bir sahiplenerek, savunarak ve hatta İslâmî olanın da bu olduğunu iddia ederek sandığa koşma konumunda oldular. Bu sebeple de, bu konudaki savrulma riski tarihte ilk defa bu kadar zirveye çıkmış bulunuyor. Tabii ki, uzun süredir zaten bu yola girip AKP’ye oy çağrılarını her seçimde gündemleştiren kimi “İslami gruplar” ve “Kur’an davetçisi” kimliği de var sayılan kanaat önderleri için bu tutum bir sorun olmayacaktır. Bunlar, ifade ettikleri gibi, her seçimde aynı “ibadet” bilinciyle insanları sandığa çağırmaktan ve iktidara eklemlenmekten haz bile duyabileceklerdir. Bunlar için her yeni sandık desteği, bulundukları bu konumu daha da pekiştirmelerini, devşirdikleri imkanları daha da arttırmalarını sağlayacaktır.

Halbuki bilmeliyiz ki, toplumu tevhidî ölçülerle dönüştürmeyi amaçlayan muvahhidler olarak, davet, şahidlik ve eğitime dayalı İslâmî inşa mücadelemizi, Kur’an’ın belirleyiciliğinde, Resulullah’ın (s) mücadele sünneti ve ilk Kur’an neslinin örnekliği çerçevesinde ortaya konmuş bulunan yoldaki işaretleri takip ederek sürdürmek imanî sorumluluğumuzdur. Tevhidî stratejik yürüyüşümüzü, konjonktürel rüzgârlara kapılmadan, hiçbir sebeple egemen şirk sistemiyle eklemlenmeden, ilkeli, istikrarlı, sürekli, uzun soluklu bir yürüyüş halinde sürdürmeliyiz. Ve bu yürüyüşü, her türlü şartta sabrı, direnişi ve Allah yoluna adanmışlığı kuşanmış büyük bir azimle sürdürmemiz gerektiğine inanmalıyız. Egemen şirk, ifsad ve zulmü izale ve toplumu ıslah etmek amaçlı tevhidi mücadelemizi, “Kur’an’la büyük cihad”ımızı[11],sistem içi seküler bir perspektife savrulmadan, kulluk ve âhiret eksenli bir hayat tasavvuru çerçevesinde devam ettirmeliyiz. Oligarşik despotizmi ve zulümlerini geriletmeye yönelik, bütün toplumsal kesimleri kuşatan çabalarımızla, zulme karşı çok boyutlu adalet ve özgürlük mücadelemizi de, İslâmî kimlik ve ilkelerimizden taviz vermeden ve sistem içi seküler mücadeleye eklemlenmeden, kendi tevhidi stratejik istikametimizi koruyarak gerçekleştirmeliyiz.

Resulullah (s) ve yetiştirdiği ilk örnek nesil, bizimle mukayese bile edilemeyecek kadar, çok daha zor şartlarda, büyük kuşatılmışlıklar, işkenceler, ekonomik ve sosyal boykotlar altında oldukları halde, onların böyle bir tavizle, sistemle bütünleştiklerini gösteren tek bir örnek gösterilemez.

Mesela bugünkü form içinde Mekke şirk sisteminde, farz edelim ki, Ebu Talib önderliğinde sistem içi değişim yanlıları örgütlenip, Mekke şirk sistemi anayasasının ilahi vahye düşman konumunu ve putperest niteliğini devam ettirmekle beraber, despotizmi bir miktar geriletmeye yönelik değişiklik yapmaya karar verselerdi. Farz edelim ki, mevcut durumda, 20 kişilik Dar-un Nedve’nin tamamını kabile reisi konumundaki elitler oluşturmaktaydı. Bu sebeple de, statükodan doğrudan beslenen bu aristokrat despotların, statükoyu değiştirme potansiyelini fark ettikleri tevhidi daveti engellemek için, Müslümanlara çok fazla zulüm yapmaları söz konusu olmaktadır. İşte bundan rahatsız olan, Ebu Talib önderliğindeki değişimciler örgütlenip halkın desteğini alarak, bu zulmü geriletmek ve oligarşik despotizmi zayıflatmak amacıyla, şirk anayasasında ve Dar-un Nedve’nin yapısında bir değişiklik yapmayı planlasalardı.Sonuçta da Mekke’deki Müslümanlara şöyle bir teklif getirip: “Dar-un Nedve’nin üye sayısını 20’den 50’ye arttırarak yeniden yapılandıracağız. Elit 20 kişiden oluşan mevcut despot oligarşinin, size yaptığı zulümlerden hoşnut olmayan ve akrabalarınızdan oluşan halkın, ilave 30 kişiyi, yani üyelerin çoğunluğunu doğrudan ve kendi içinden, yani alt tabakadan seçmesini sağlayacağız. Böylece putperestliği ve İslam karşıtlığı süren yeni Dar-un Nedve’nin, çoğu üyeleri doğrudan halk tarafından seçildiği için, halka dayalı bu yeni taguti yapının, Müslümanlara yönelik zulümleri kaldırma ihtimali artacaktır. Sonuçta da, Mekke despot oligarşisinin vesayetinden kurtularak, halkın daha etkin olduğu bir duruma geçilecektir. Sizlere de bunca imkan sağlayacak ve zulmü geriletecek, oligarşik vesayeti zayıflatacak olan, putperest anayasamızdaki bu değişikliğe siz de oy verin” denseydi.

Acaba Resulullah (s) ve ashabı, bugün yaşanan örnekle örtüşen bu durum karşısında, hemen mü’minleri Dar-ul Erkam’da toplayıp, istişare ederek, “Bize görece özgürlük getirecek değişimin kapılarını açacak, taguti kurumu üye sayısını ve seçimini değiştirerek yeniden yapılandırmak suretiyle, zulmü ve despotizmi geriletecek olan şirk anayasasındaki bu değişikliğe, ‘evet’oyu ile ‘aktif destek vermeliyiz” şeklinde bir karar mı alırlardı? Yoksa daha ilk sûrelerden itibaren, itaat etmemeye, uzlaşmamaya, ayrışmaya ve cepheden mücadele etmeye çağrıldıkları şirk sistemiyle, bu tür kirletici ilişkilerden, kendilerini sisteme eklemleyip, hak ile batılı karıştırmalarına yol açacak ve alternatif olmaktan çıkaracak olan eklektik söylem ve eylemlerden, Allah rızası için ve ibadet bilinciyle uzak mı dururlardı?

Hatta Müslümanlara daha açık ve daha fazla özgürlüğü doğrudan anayasa değişikliğinin içine yerleştirip, “Müslümanlara yönelik işkence, baskı ve boykotlara son veriyor, putperest anayasamızdaki bu görece özgürlükçü değişiklikle, Müslümanların davetlerini özgürce yapmalarını kabul ediyoruz. Ancak sistemimiz ve anayasamız putperest olmaya devam edecek, İslam’ın halkımıza hükmetmesi yasak kapsamında kalacak” deselerdive işte“putperest anayasamızdaki bu değişikliği halk oyuna sunacağız siz de oy verin” çağrısı yapılsaydı, Resulullah (s) ve ashabı, putperest Mekke şirk sistemi anayasasında yapılacak özgürlük getirici bu değişikliğe oy vermek için seferber olurlar mıydı? Hem de bu amelin, Allah’a teslimiyetin, takvanın gereği ve ibadet olduğuna dair açıklamalar yaparlar mıydı? Resulullah ve ashabı, insanları, bir yandan tevhidi davet ve Kur’ani çağrıyla Hakk’a çağırırken, bir yandan da, itaat etmemekle, uzlaşmamakla emrolundukları şirk sisteminin taguti anayasasındaki kısmi değişikliğe oy vermeye, yani bâtıla da çağırırlar mıydı?

Resulullah (s) sistemi toptan red etmeye, cahiliye sistem ve toplumundan, anayasasından, cahili inancından beri olmaya, şirkten/ruczdan arınıp uzaklaşmaya[12]ve sadece Allah’a itaat etmeye çağırdığı Müslümanları, bu tür bir şirk anayasa değişimine oy vermeye çağırır ve kendisi de öncülük yapıp oy verir miydi? Allah Resulü ve beraberindeki mü’minler, çok zor şartlarda, baskı ve işkence ortamında, ölüm pahasına tavize yanaşmadıkları, bu tür uzlaşma ve sistem içi kirletici ilişkilerden uzak durdukları[13]halde, ardı ardına gelen iktidar ve zenginleşme teklifleri sebebiyle, Yüce Allah onlara şu uyarıları yapmaya da devam ediyordu: “Sen ve yanındaki tevbe etmiş olanlarla birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı gitmeyin”[14]. Zalimlere meyletmeyin, sonra ateş size de dokunur. Sizin Allah’tan başka veliniz yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz.”[15]

Evet işte, çok tepki gösterilen “tevhidi duyarlılık çağrısı”yla, sadece, Allah Resulü ve ashabının ortaya koydukları ve Kur’an’ın belirleyiciliğinde gerçekleşen bu güzel örnekten kalkarak, kendimize sorular sormaya ve Kur’an ölçüleri içinde halimizi sorgulayıp, yoldaki işaretleri tekrar gözden geçirmeye çağırmıştık. Peygamber’in (s) en zor şartlardayken ve çevresindeki bir avuç mü’minle, her an yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya iken, yine de sistem içi ortak yönetim ve hatta devlet başkanlığı tekliflerini bile nasıl reddedip de “Bir elime ayıbir elime güneşi verseniz yine de davamdan dönmem, taviz vermem” dediğini bir daha düşünüp hatırlamaya çağırmıştık. O gün, iktidar ve rant, bizzat şirk sistemince Müslümanlara teklif edildiği halde reddediliyorken, bugün iktidar ve ranttan payını almak için, bizzat Müslümanlar şirk sistemini, hak-batıl karışımı uzlaşmaya zorluyorsa, bu nasıl izah edilecektir? Şirk sistemiyle uzlaşmayı, İslam ile laik demokrasiyi sentez etmeyi bizzat Müslümanlar teklif ederek,“Biz iktidar ve ranttan pay almak istiyoruz, görece özgürlüklerimizi talep ediyoruz, bunun karşılığında ılımlı laikliği, demokrasiyi ve liberalizmi de kabul ediyoruz, şirke dayalı anayasanızın yapımına da fiilen iştirak edip, aktif destek veriyoruz” diyorlarsa, bu doğru mudur?

Rum Ordusuna Asker Yazılanlar, İnşallah “Tezkere Bırakma”zlar

Uzun süredir AKP politikalarına angaje olmuş ve sistem içi değişime eklemlenmiş bulunanlara nazaran daha ilkeli bir kesimin önde gelenleri, kısmi anayasa değişikliğine “evet” oyu ile destek vermeyi, kısmi anayasa değişikliği olması, despotizmi gerileteceği maslahatı ve meydanlarda dillendirdikleri kimi taleplerinin anayasaya konulmasına bigane kalmayı tutarlı bulmama gibi argümanlar üzerine bina ettikleri istişari içtihada dayandırmışlardır. Ancak ileride anayasanın bütününü değiştiren sivil anayasa gündeme geldiğinde, aynı şekilde oylarıyla destek vermeyeceklerini de ifade etmişlerdir.

Kanaatimce bu bir çelişki oluşturmaktadır. Eğer despotizmi geriletmeye yönelik bir kapı aralamak suretiyle, ülkeyi bürokratik oligarşinin vesayetinden kurtaracak değişimlerin ve görece özgürleşmenin sağlanmasına yönelik bir adım olacağı maslahatıyla referandumda “evet” oyu vererek destek olunmuşsa, ki böyle ifade edilmiştir, işte umulan bu maslahatın temini için, 2011 seçimlerinde AKP’nin anayasayı tümden değiştirecek bir çoğunlukla tek başına iktidar olması için sandığa gidip oy vermeleri de kaçınılmaz bir gereklilik olacaktır. Aksi takdirde referandumla sağlanan değişikliğin, söz konusu maslahatın temini zaviyesinden hiçbir anlamı kalmayacaktır. Bu sebeple, hem özgürlük taleplerinin anayasalaştırılması halinde “aktif destek” olmayı tutarlılık gereği saymanın, hem de referandumda güttükleri maslahatla “tutarlı” olmanın temel icabı olarak, aynı kesimler bu sefer AKP’ye aktif destek kararı almak ve oy verme çağrısı yapmak zorundadırlar. Aksi takdirde, referandumdaki maslahat tespiti ve içtihatlarında hata yaptıklarını kabul edip, bizlere gösterdikleri ağır tepkilerden dolayı da özür dilemeleri gerekecektir.

Bu çevreler, referandumda oy vermekle güttükleri aynı maslahatla ve ilk aktif destek kararıyla tutarlılık gereğince 2011’de AKP’ye oy verip destek olduktan sonra, eğer AKP çoğunlukla iktidar olup, vaadettiği gibi 1982 darbe anayasasının tümünü değiştirip, görece daha özgürlükçü laik “sivil anayasa” hazırlayıp referanduma sunarsa, bu sefer de aynı maslahat ve tutarlılık gereğince, bu anayasaya “evet” oyu vermek için aktif destek çağrısı yapmak ve sandığa koşmak zorundadırlar. Çünkü oy verilen kısmi anayasa değişikliği, gasp edilen önemli temel haklarımızla ilgili ciddi hiçbir özgürleştirici maddeyi ihtiva etmezken, vaadedilen yeni sivil anayasa muhtemelen çok daha fazla ve önemli oranda görece özgürleştirici bir içerikle, gasp edilmiş kimi haklarımızın iade edileceği bir kısım hükümleri de ihtiva edecektir. Eğer despotizmin geriletilmesi, bürokratik vesayetin sonlandırılması, görece özgürleşmenin sağlanması maslahatı ve özgürlük taleplerinin anayasalaştırılmasına bigane kalmanın tutarsızlık olacağı gerekçeleri, ilk referanduma “evet” oyu verilmesi anlamında aktif desteğe sebep olmuşsa, bütün bu maslahatlar, daha fazlasıyla ve beklentileri karşılayacak boyutta, ancak bu bütüncül anayasa değişikliğiyle hazırlanacak “sivil” anayasada gerçekleşebilecektir.

Ancak, bu anayasa laik, batıcı, demokrat ve dozajı biraz daha azaltılmış da olsa Kemalizm ve ulusalcılık kirliliklerini de, İslam’ı kamu alanından uzak tutmayı da, kısmen de olsa “devletin ekonomik, siyasi, sosyal ve hukuki sistemini dine dayandırmayı” suç saymayı da sürdürecektir. İlahi vahyi dışlayarak yapılan, şirke dayalı bu ılımlı laik, liberal demokrat ulus devlet anayasasına “evet” oyu ile destek vermek, ilk referandumdaki maslahat gereğince büyük çoğunlukça ve yine ibadet bilinciyle savunulacaktır. Zaten ilk tutumla tutarlılık da bunu gerektirmektedir. Peki, bütün bunlar, tevhid inancıyla, Allah’a ve Kur’an’a teslimiyetle bağdaşır mı? Bu tür “aktif destek” ile şirk anayasasına oy vermek, tevhidi davetle, önce cahiliye toplumunu, sonra da cahiliye sisteminiKur’an’la büyük cihad vererek, vahyin şahidliğini yaparak dönüştürmek iddia ve mücadelesiyle nasıl bağdaştırılacaktır? Evet bu tutum, şirk sisteminden beraatı ve ona itaatsizliği emreden ayetlerle ve Resulün örneklediği tevhidi, inkılabi mücadeleyle nasıl bağdaştırılacaktır? İmtihan dünyasında vahyin egemenliğini sağlamak suretiyle, Allah’ın kullarının kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri adalet vasatını oluşturma ve adaletle hükmetme sorumluluğunu ifade eden arzdaki halifelik misyonu ve yüklenilen emanet bilinciyle nasıl bağdaştırılacaktır?

Anlaşılmaktadır ki, ilk referandumdaki “evet” oyu ile güdülen maslahatın gerçekleşmesi için, ilaveten üç kez daha oy vermek üzere sandığa gitmek zarureti kaçınılmazdır. İşte bu süreçteki ikinci oy, yukarıda ifade ettiğim gibi, AKP’yi tekrar çoğunlukla iktidar yapmak için, üçüncü oy çoğunluğu elde eden AKP’nin yapacağı bütüncül sivil ve görece özgürlükçü şirk anayasasının kabulü için, dördüncü oy ise, yeni Cumhurbaşkanının seçilmesi konusunda verilmek zorundadır. Çünkü söz konusu maslahatların gerçekleşmesi ve vesayetin sona erebilmesi için, malûm vesayetçi kurumlara yeni atamalar yapacak Cumhurbaşkanının da, bu maslahata uygun davranacak birisi olması gerekmektedir. İşte bütün bu “aktif destek” amaçlı sandığa gidiş süreçlerinde, bu kadar uzun süre ve defalarca sistemi seküler kodlarla yeniden üretme çabasına destek verme, sistemi kökten değiştirme hedefli İslami mücadele ile nasıl bağdaştırılacaktır? Bu süreçlerde, sistem içi değişime destek amaçlı açıklama, söylem ve eylemlerle yapılacak sistem içi mücadelelerin etkisiyle, söz konusu öbekleri sistem içi değişime ve sonuçta oluşacak yeni statükoya tamamen eklemleme ve taraf haline dönüştürme riski zirveye çıkacak ve belki de birçokları bir daha geri dönmemek üzere kaybedilmiş olacaktır.

Son referandumda “evet” çağrısı yapan bir kardeşimiz, daha önceki bir yazısında bu tür konulara değinirken, Mekke döneminde Sâsânilerle Rumların savaşında mü’minlerin takındıkları tavra vurgu yaparak: “Rum'un yenmesinden ferahlayan-sevinen ilk Kur'an neslinin, kendi kuşatılmışlıkları ve imkânsızlıkları içinde bağımsız kimliklerini inşa etme faaliyetini bırakıp Rum ordusuna asker yazılmaya gitmemeleri”ninbizim için örnek olması gerektiğini ifade etmişti. Kardeşimizin bu doğru tespit ve haklı önerisine uyarak, ilk Kur’an neslinin ve onları eğiten, onlara ve bize şahidlik yapan Resulullah (s)in örnekliğini bu vesileyle bir kez daha gözden geçirmeliyiz. Onlar çok uzaklarındaki bir tehlikeyi temsil eden Rum ordusunun, çok daha yakın bir tehlike olan Sasani ordusuna galip gelmesini dilediler ve galip gelince de sevindiler.Ama, bu yakın tehlikenin oluşturduğu baskının tesiriyle dahi, söz konusu tehlikeyi geriletmek ya da tasfiye etmek amacıyla, Rum ordusunun saflarında askerlik yapmaya, onlara “aktif destek” vermeye koşmadılar.

Ülkemizi yönetenlerin konumu birebir örtüşmese ve Rum ordusu gibi çok uzağımızda olmadıkları, hatta içimizden birileri olup, belli oranda İslami görünürlüğe de sahip olduklarıiçin bizi dönüştürme riski taşısalar da, bizler de bu kardeşimizin dediği gibi sistem içindeki görece iyilerin, eski statükocu zalimlere galebe çalmasına en fazla uzaktan sevinebilmeliyiz. Ama, onların laik demokratik safında yer alıp, daha özgürlükçü olanı da olsa, şirk anayasasına oy verme konumuna, yani “Rum Ordusu”na asker yazılmaya savrulmamalıyız. Ancak, yukarıda değinilen açıklamalar, şirk anayasasındaki taguti kurumların yeniden yapılandırılmasına “evet” oyu ile katılarak, doğrudan Rum ordusuna asker yazılmak yanında, ilaveten herkesi de ibadet bilinciyle, cihad ruhuyla bu orduya asker yazılmaya çağıran, askerlik şubesi görevinin de üstlenildiğini göstermektedir. Üstelik, bu askerlik “kısa süreli” olacağa da benzememekte, yukarıda ifade ettiğim sebeplerle en az 4 seçimi içine alacak kadar “uzun süreli” bir askerlik olacak gibi görünmektedir.

Dar istişarelerle tespit edilen kimi maslahatlar adına da olsa, kendi özgün tevhidi mücadelesine aykırı biçimde, bu şekilde uzun süreli olarak, sistem içi değişimde aktif taraf olmak, sürekli biçimde demokrasi savaşının cephesinde sandık “cihad”ı yapmak ise, şirk sistemine eklemlenme tehlikesini derinleştirip, yaygınlaştıracaktır.Bu tür ilişkilerin süreklilik arz etmesi ve “Rum Ordusu”na abartılı misyonlar biçilerek, büyük beklentilere girilmesi, sonuçta önemli dönüşümlere yol açabilecektir. Zalim statükocu “Sâsânilere” karşı, demokratik değişimci “Rum Ordusu”na belki önce “kısa süreli” asker yazılanların çoğunun, bu savaşta elde edilen zaferin sarhoşluğu ve devşirilen imkanların rehavetiyle, yeni konumlarını sevip, muzaffer “Rum Ordusu”nda “tezkere bırakarak” orada temelli kalmaları, uzun süreli ya da muvazzaf asker haline dönüşmeleri riskini büyütecektir.
—————————————-

[1] Pek çok kardeşimiz, referandum sürecinde ve hemen akabinde bu konudaki görüşlerini yazarak ifade ettiler. Şahsen çok ısrarlı talepler olmasına rağmen, o süreçte muhataplarımızın fazla gergin olduklarını dikkate alarak, bu konudaki analiz ve eleştirilerimi, yazacaklarımı daha sükunet içinde değerlendirebilecekleri bugüne erteledim. Bu sebeple şimdi yazdıklarım, konuyu tekrar alevlendirmek için değil, o gün sükunetle dinlenmeyeceğine inandığım tespit, eleştiri ve önerilerimi, bugün söyleyerek, geleceğe yönelik yürüyüşümüz bakımından hayırlara vesile olmak içindir.

Diğer taraftan, tevhidi uyanış yolunun müntesibi muvahhidlerin gündemini, tarihte ilk defa, şirk sisteminin, ilahi vahyi dışlayarak, hatta tehlike ilan edip, suç sayarak taguti ölçülerle hazırlanmış anayasasına evet deme çağrısı bu derece işgal etmiştir. Taguti sisteme karşıtlığıyla, tevhidi netliğiyle, cahili toplumu Kur'an'la dönüştürme, taguti sistemi tevhidi bir inkılapla kökten değiştirme iddiasıyla tanınanmuvahhidlerin gündemine ilk defa taguti sistemin anayasasına evet oyu verme konusu bu boyutta girmiş bulunuyor.İlk defa içimize kadar giren, tevhidi ilkelerimizi zorlayan, bizi sarsan böylesine önemli bir konuyu tartışıyoruz. Bu sebeple, bu konuyu bütün boyutlarıyla ve ilmi ölçülerle tartışıp değerlendirmek, uyarıcı çabalar ortaya koymak, gerekli tedbirleri almak önemli sorumluluğumuzdur.

Tabiidir ki, bu kadar önemli bir konuda yapılan eleştiri ve uyarılar kolay hazmedilemeyebilir, net olarak ifade edilen ilkelere sadakat çağrısı kimilerince sert olarak da algılanabilir. “Emri bi’l maruf nehyi an’il münker” anlamında eleştiri, pek hoşlanılan ve kolay hazmedilen bir şey değildir. Bu sebeple Lokman (a. s.)’ın oğluna tavsiyelerinde “Yavrum namazı kıl, emri bil maruf ve nahyi anil münker yap ve başına gelene sabret” (Lokman 17) demesi de bu sebepledir. Ama bu kadar önemli bir konuda, İslami mücadelenin, tevhidi uyanış sürecinin bundan sonraki serüveni, istikameti ve istikrarı açısından son derece belirleyici etkileri olabilecek bir konuda bu tür eleştirilere de tahammüllü olmak, hatta uyarı görevini Allah için yerine getiren kardeşlerimize dua etmek sorumluluk, vahyin ölçüleriyle bir daha tercihlerimizi sorgulayıp istifade etmeye ve varsa yanlışlarımızı düzeltmeye çalışmak da ibadettir. Bu sebeple, muhatapların hazmedememesine, ölçüsüz tepkiler göstermesine ya da yok saymasına rağmen, bizler Allah rızası için, ibadet bilinciyle ve tabii ki ilmi ölçüler içinde ve güzel bir üslupla bu sorumluluğumuzu yerine getirmek zorundayız. Bazıları yaşıma yakıştıramasalar da, ben Allah katında verilecek hesabı düşünerek, şirk sistemine eklemlenmiş ve tekfirci iki uca kaymadan, Kur’an’ın ölçüleri içinde “mutedil”, “vasat” olmaya çalışarak, bu sorumluluğumu gücüm ve kapasitem yettiğince ölüme kadar yerine getirmeye ve sonra da başıma gelenlere sabretmeye, inşallah devam edeceğim. Üstelik bunu, öncelikle kulluk görevim olmanın yanında, sevdiğim ve yakın bulduğum kardeşlerime karşı kardeşlik hukukunun ve ahlaki sorumluluğumun da bir gereği olduğuna inanmaktayım.

[2] 17/İsra 81, 21/Enbiya 18
[3] 02/Bakara 257
[4] 09/Tevbe 33, 48/Fetih 28
[5] 16/Nahl 36
[6] 21/Enbiya 25
[7] 43/Zuhruf 36-37: "Kim Rahmân'ın zikrine karşı kör olursa ona bir şeytânı sardırırız; artık o, onun (yanından ayrılmaz, ona sürekli olarak kötülükleri telkin eden) arkadaşı olur.O(şeyta)nlar onları yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar."

[8] “İslami kuruluş” ve şahsiyetlerce imzalanan ortak bildiriler, giderek İslami bir kimlik ibrazından ve İslami referanslara atıf yapan İslami bir dil kullanmaktan imtina edip, liberallerin ya da kimi sosyalistlerin yayınlayacakları bu tür bildirilerden kolay ayırt edilemeyecek muhteva kazanmaktadır. Nitekim, ben de, Kürt sorunuyla ilgili bir bildirinin altına imza atmam istediğinde, bildirinin tamamen seküler demokratik bir dille hazırlandığını, İslami kimlik ibrazına dair tek birsatır olmadığını görünce, İslami referanslara ve İslami çözüme atıf yapılmadan imza atmam diyerek bu bağlamda birkaç cümle ilave ettirebildiğimi hatırlıyorum. Tabii ki, bu imza sahiplerinin hepsi aynı savrulmayı yaşamıyorlar. Tevhidi duyarlılıklarını koruyan az sayıda kardeşlerimiz de, maalesef, böyle bir bildirinin altındaki imza sayısını arttırma ve birlikte hareket etme maslahatını temin amacıyla, bu tür bildirileri kabullenmektedirler.

[9] Bizler tevhidi ilkelerden taviz vermemekte ısrar ettikçe, uzun yıllardır haber değeri olan eylemliliklerimizi bile yok sayıp görmezden gelen “yandaş medya” ve hatta tevhidi uyanış sürecinden gelip de eklemlenme süreci yaşayan öbeklere ait olan internet haber siteleri, TV’ler, çok yakınımız olan kardeşlerimize, bu tür sistem içi söylem ve eylemlerde, eklemlenmiş kesimlerle birlikte hareket edip, söylemlerini ve tutumlarını biraz daha demokratikleştirdikleri için olsa gerek, giderek daha fazla sayfa ve ekranlarını tahsis eder duruma gelmişlerse, belediyeler imkânlarını kullandırmada cömert davranıyorlarsa, bu durum kardeşlerimizi düşündürmeli ve gidişi sorgulamaya sevk etmeli değil midir?

[10] Üstelik defalarca, “oturup istişare edelim”, “bu temel konuları aramızda ilmi olarak tartışıp karara bağlamadan kamuoyu önüne çıkmayalım”, dememize rağmen, herhangi bir adım atılmamıştır. Nihayet bir parti başkanının vefatı sebebiyle yayınlanan bildiri, bir yazarın AKP’ye oy verme çağrısı yapan yazısının yayınlanması, bizim AKP politikalarına ve ona eklemlenenlere yönelik eleştirel yazımıza karşı yazılan ve bir çok hukuk ihlalini de ihtiva eden yazı vb gerginliklerden sonra yaşanan internet ortamındaki tartışmaları müteakip, zaman zaman bu kırılmaları da hatırlatarak, “ne olur kardeşlerim, bir araya gelip istişare edelim” biçiminde ricalarımıza rağmen, müspet herhangi bir cevap alamamışızdır. Hatta önerimizi somutlaştırarak, “hiç değilse 3 ya da 6 aylık periyotlarla, az sayıda hazırlıklı temsilcinin katılımıyla gündemli toplantılarda konuşup, mutabakatlarımızı netleştirelim, farklılıklarımız varsa bunlar hakkında ilmi delillerle birbirimizi ikna etmeye çalışalım, olmuyorsa, bu farklılıklarımızla birlikte neleri ve nasıl yapabileceğimizin yöntemini kararlaştıralım ve internet ortamında tartışmak zorunda kalmayalım” demişizdir. Ama maalesef hep uzak durulmuş, hep dar hizip istişaresiyle yetinip birlikte hareket eden Müslümanların duyarlılıkları, samimi uyarıları ciddiye alınmamış ve hep internet ortamında tartışmak zorunda kalmışızdır. Sonuçta bu tür internet ortamı tartışmaları da, gerginliklere, kırgınlıklara ve kopuşlara yol açılmıştır.

En son referandum öncesinde, “ne olur kardeşlerim, hiç değilse öncü ve temsili konumda olan kardeşlerimiz öne çıkıp, açıktan bir oy verme çağrısı yapmasınlar, bütün seçimlerdeki gibi geçiştirelim bu süreci” şeklinde ricalarda bulunmuşuzdur. Hatta “hayır” demenin, darbeci, çeteci derin devlet katillerinin, bürokratik despotların desteklenmesi anlamına geleceğini, “evet” demenin ise, halk kitlelerin görece özgürlük arayışını ve görece olumlu bir değişimi temsil edeceğini, de söyleyelim, ama “evet” ve aktif destek çağrısı yapmayalım dedik. Çünkü biz Kur’an davetçileri olarak, sistem içi değişime değil, sadece Kur’an’a, tevhidi dönüşüme çağırmaya devam etmeliyiz dedik. Yani, değişime karşı despotları mahkum eden, sistem içi görece özgürlükçü değişimi ise görece olumluluk olarak niteleyen, ama aktif destek ve oy verme çağrısı yapmayan bir konumla yetinelim dedik. Ama maalesef sözümüze itibar edilmedi ve “biz istişareyle karar aldık, referanduma aktif destek vereceğiz, bunu bir tutarlılık gereği olarak görüyoruz”, yaklaşımıyla hareket edildi. Ve malum ortak bildiri ve akabindeki aktif destek çağrıları gerçekleşti. Bizler de asla gündemimizde olmadığı halde, bu gelişme karşısında suskun kalmanın vebal olacağı düşüncesiyle, aynı duyarlılığı taşıyan kardeşlerimizle “tevhidi duyarlılık çağrısı” adıyla, birkaç internet sitesinde yer alan söz konusu bildiriyi yayınlamak zorunda kaldık.
[11] 25/Furkan 52
[12] 74/Müddessir 4-5
[13] 68/Kalem 8-9
[14] 11/Hud 112
[15] 11/Hud 113

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon