Hutbe: Kur’an okumak, onunla ilgi kurmaktır
“Bu Kur’an, âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sa’d: 29)
Kardeşlerim, bugün Hicrî Ramazan ayının 12’si 1445/Cuma
Okumak okunan şeyle ilgi kurmaktır. Vitrinler okunur, tabelâlar okunur, eşyalar okunur, yiyecekler içecekler okunur, insanlar okunur bu anlamda. Ve okunan şeyle de gereği gibi ilgi kurulur. Ama insanlar Kur’an okumayı böyle anlamamışlar. Kur’an okumak denilmiş, sadece telaffuz edilmiş, okunan şeyle ilgi kurulmamış, ne dendiği, ne istendiği anlaşılmaya ve gereği yerine getirilmeye çalışılmamış. Peygamberin kesin nehyine rağmen bu okuma gırtlaktan aşağıya inmemiş, ama buradan yukarısında mest olunmuş, güzel de seslendirmişler kendilerince, ama bu Kur’an okuma olmamış.
Hâlbuki Kur’an okumak, okuduğun âyet senden namaz istediğinde veya senden şöyle bir hayat programına geçmeni öğütlediğinde hemen onunla ilgi kurmandır, değilse onun adına okuma denmeyecektir.
Gerçek okumayı anlatırken bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Bir topluluk Allah’ın evlerinden birinde toplanır ve Allah’ın kitabını okur ve o okuduklarını kendi aralarında ders haline getirirlerse…” demek ki okunacak olan Kur’an’dır. Bizden istenen sadece okuma değildir. Okunanlar ders haline getirilecek, anlama ve yaşama mücadelesi içine girilecektir.
Biz sadece Kur’an’ı okuyoruz ama onu kendi aramızda ders haline getirmiyor, okuyoruz ama okuduğumuz âyetlerin ne anlama geldiğini, bizden nasıl bir hayat istediğini anlamaya yanaşmadan okuyoruz ama okuduğumuz âyetlerle hayatımızı düzenleme kavgası vermiyoruz. Buna da okuma denmez.
Demek ki Kitab’ı anlamadan okumayacağız. Bizden istenen okumada unutmayalım ki dil, akıl ve kalp müşterektir. Bu üçünün birlikte gerçekleştirmedikleri bir okumaya gerçek manada bir okuma denemez. Hakiki bir okumada dil okur, akıl anlar, kalp de ibret alıp tavır belirler.
Demek ki dilin görevi telaffuzdur. Dilin görevi tertîl ile harflere hakkını vererek telaffuz etmektir. Aklın görevi de dilin okuduğu âyetlerin manâlarını ve tefsirini yapmaktır. Kalbin görevi ise okunan bu âyetlerin etkisi altında kalarak tavır belirlemektir. Yani akıl okunan âyetlerin anlamını kavramaya çalışmıyor, kalp de okunan âyetlerin ortaya koyduğu manalar istikâmetinde bir tavır alıp etkilenmiyorsa sadece dilin seslendirmesinin hiçbir manası yoktur. Çünkü Kur’an’ın okunmasından maksat tedebbürdür. Yani düşünerek onun ne dediğini anlamaya çalışmak ve hayatı onunla düzenlemektir.
Hz. Ali: “Anlamadan, düşünmeden gerçekleştirilen kıraatte hayır yoktur.” diyor.
Zaten Allah’ın Resûlü bir hadislerinde kişinin okuduğu şeyle kalbinin irtibatının kesildiği ve okuduğu âyetlerden başka şeyler düşünmeye ve dikkati başka taraflara dağılmaya başladığı andan itibaren onun okumaya devamını menetmektedir. Çünkü bu bir hikâye, alelâde bir insan sözü değil ki böyle bir durumda insan onunla ilişkisini sürdürebilsin. Demek ki Allah adına, Allah’tan gelenleri Allah’ın rızasına ve kulluğa götürücü olarak okuyacağız.
Nitekim Allah’ın Resûlü kendisine gelen bir vahyi önce kendisi okur, kendisi öğrenirdi, eksiksiz olarak onu hayatında uygular, sonra da hiç beklemeden ve en küçük bir parçasını bile gizlemeden onu insanlara aktarırdı. Onun mübarek yolunun yolcuları olarak bizler de böyle olacağız.
Evet, Rab’tan geleni Rab adına, Rab rızası için okuyacağız, okuduklarımızı başkalarına okuyacak, başkalarına anlatacak, sonra da hayatımızı bu okuduklarımızla düzenleme kavgası içine gireceğiz. Yani okuduklarımızı hayatımızda uygulama mücadelesi içine gireceğiz. Bunlar olmadıktan sonra okumanın hiçbir anlamı yoktur, zaten o da okuma değil telaffuz etme, seslendirmedir.
Okuyalım, okuyalım da, uygulamaya konup amele dönüşmeyecekse ne işe yarar bu okuma? Birilerine anlatmayacaksak, bu okuduklarımızla birilerini diriltme kavgası vermeyeceksek ne kıymeti kalır bu okumanın? Amel endişemiz olmayacaksa neye yarar bu okuma?
Demek ki Allah’tan gelmeyenler ve Allah’a götürmeyenler bu okumanın dışındadır. Hele hele temeli materyalizme dayalı olan ve şirke götüren bilgiler, bugünkü MEB’in önerdiği vahiy kaçkını bilgiler hiç okuma değildir. Böylece başka Rablik taslayanlardan bilgilenmenin ve onlar adına okumanın işi bitti. İşte burada Rasulullah’la müşrik toplumun arası açıldı. Zira herkes okuyordu ama bu okumalarına okuma denmeyecekti. Kulluk dışı bilgilerde yoğunlaşanlar artık biz de okuyoruz diyemeyeceklerdi.
Okuma denince işte bu anlaşılacaktı ve bundan dolayı Rasulullah okuma bilmiyordu da “Oku!” âyeti gelince okur oluverdi. Yani vahyi bilmiyordu, Allah’tan geleni, Allah’a götürücü olanı bilmiyordu Allah’ın Resûlü de bu âyetle artık bilir oldu.
Oku! dedi Allah ona ve tekvinî bir bilgiyle, bir iradeyle okur oldu Allah’ın Resûlü. Demek ki vahyi bilmeyen okur-yazar değildir. Vahyi bilmeyen, Kitap’tan haberdar olmayan, profesör bile olsa, ciltlerce kitap yazmış olsa da cahildir. Allah’ın Resûlü vahiyle okur olurken ötekilerle de böylece arasında mücadele başlamış oldu.
22.03.2024
Hazırlayan: Emrullah AYAN