Cuma, Aralık 27, 2024
Ana sayfa DİĞER Erdoğan ve Erbaş’ın, İslam’ı Laik Devlet İçin Araçsallaştırmaları Karşısında Müslümanların Edilgen Tutumu

Erdoğan ve Erbaş’ın, İslam’ı Laik Devlet İçin Araçsallaştırmaları Karşısında Müslümanların Edilgen Tutumu

by İlkav Editor
1,4K 👁
A+A-
Reset

Erdoğan ve Erbaş’ın, İslam’ı Laik Devlet İçin Araçsallaştırmaları Karşısında Müslümanların Edilgen Tutumu

Bugün, yaklaşık bir asırdır seküler modern sapkınlığın küresel hâkimiyeti ele geçirip, insanî-fıtrî olanın tüketildiği ve fesadın küreselleştiği bir süreçte bulunuyoruz. Bu süreç, kendisini “Müslüman” ve “dindar” olarak tanımlayanların bile çok büyük ekseriyetinin söz konusu seküler sapmanın kuşatması altında zihinlerinin işgal edilip dönüştürüldüğü bir süreçtir. Hatta İslami duyarlılıkları ortalamanın üzerinde olup, bir şekilde Kur’an okumaları yapan kesimlerin ve hatta kendilerine “alim”, “ilahiyatçı akademisyen”, “hoca” ve “cemaat önderi” payesi verilenlerin bile çoğunluğu, İslam’ın, “halk çoğunluğunun seçtiği temsilcilerin laik parlamentolarda hevanın mutlak hakimiyetiyle yaptıkları yasalarla yönetim” olarak tanımlanan “demokrasi”yle uzlaştığını iddia edip savunabilmektedirler. Hatta giderek laikliğin, liberalizmin, kapitalizmin, bazıları da sosyalizmin İslam ile uzlaştığını iddia edebilmekte ve Hak ile bâtıl sentezine savrulmaktadırlar. Müslüman’ım diyenlerin çoğunluğunun, bireysel ve toplumsal hayatlarının büyük kısmı Allah’ın emir ve hükümlerinden soyutlanarak sekülerleşmekte, sonuçta kapitalist üretim ve tüketim çılgınlığı geniş Müslüman kesimleri kuşatmış bulunmaktadır.

Bu hâle gelinmesinin en önemli sebebi; Kur’an’ın terk edilmesi sonucunda “yaratmanın da emretmenin de Allah’ın yetkisinde olduğu” hakikatinin unutulması ya da Kur’an’ın hakkıyla okunup anlaşılamamış olmasıdır. Ayrıca Kur’an’ı doğru anlamak ve yaşamak için olmazsa olmaz bir gereklilik olan Rasûlün (s) ve onun önderliğindeki ilk Kur’an neslinin güzel örnekliğinden uzaklaşılmış olmasıdır. Tabii ki bunun sonucunda doğan boşluk, sapkın seküler paradigmanın ürettiği materyalist ideoloji, model ve kavramlarla doldurulmuştur. Çünkü kendi köklerinden kopan, Kur’an ve sünnetten uzaklaşan Müslüman toplumların öncüleri, okumuşları, içine düşülen zillet ve mağlubiyet psikolojisiyle, galip ve üstün olarak gördükleri modern seküler sapkınlığın küresel güç ve hâkimiyetinden etkilenmişlerdir. Sonuçta da İbn-i Haldun’un özellikle altını çizdiği “mağlubun galibe meyletmesi sosyolojik kaidesi” işleyerek yaşanan bu zelil dönüşüm gerçekleşmiştir. Tevhidî uyanış sürecinin bilinçli Müslümanlarının çoğunluğu ise, ya bir an önce bazı imkânlara kavuşmak istemeleri ve ulaşamamaları sebebiyle içine sürüklendikleri çaresizlik psikolojisiyle “ne yapalım demokrasiden başka çaremiz yok” diyerek ya da nebevî yöntemi dikkate almadan ürettikleri “merhale fıkhı” adına bu merhalede “demokratik yöntemden faydalanmak zorunluluğu”nu vurgulayıp sistem içi demokratik değişim çabalarına “aktif destek”çi konumuna gelmişlerdir. Sonuçta, kendi uydurdukları “maslahat”lar adına sürüklendikleri pragmatizmin çürütücü etkisiyle, yaşanan büyük kirlenme ve yozlaşma meydana gelmiştir.

Bütün bu menfî değişim ve dönüşümler sonucu, Erdoğan’ın özellikle son on yıllık döneminde zirveye çıkan ve Diyanet’in de daha etkin biçimde rol aldığı laik devlet için İslam’ın araçsallaştırılması karşısında “Müslüman camia” olarak adlandırılan geniş kesimlerde ve tevhidî uyanış süreci öbeklerinin çoğunda büyük çapta bir memnuniyet ve sahiplenme yaşanmaktadır.

 

Diyanet’in Tutumu, Kuruluş Amacına Uygundur da, Tevhidî Uyanış Bakıyesi Öbeklerin Ona Desteği Nasıl İzah Edilecektir?

Bütün gayr-i İslamî açıklama ve uygulamalarına ve hatta “laiklik İslam ile bağdaşır”, “din bireyseldir”, “paranın/ekonominin dini imanı olmaz” misali sözlerle toplumun İslam anlayışını tahrif etmeye çalışmasına rağmen “biz sırat-ı müstakimdeyiz, bizden ayrılan sapmıştır” diyecek kadar kendini Hak olarak tanımlayıp bâtıla karşı mücadele ettiğini söyleyerek her bakımdan ve en ileri derecece Hak ile bâtılı karıştırıp hak diye sunan AKP ve Erdoğan’a karşı susarak ya da dualarıyla destek veren Diyanet, sonuçta laik devletin laik bir kurumu olarak kuruluş amacına uygun davranmış olmaktadır. İşte Diyanet’in bu kuruluş amacına uygun olarak Erbaş da son dönemde daha ileri bir adım atmış ve adeta Erdoğan’ın bir dua ve meşruiyet elamanı gibi yanında taşıdığı bir araç konumuna gelmiş bulunmaktadır. Bu yeni merhaleyle laik devletin bütün kurumlarının törenlerine katılıp dualarıyla İktidarı ve laik devlet kurumlarını desteklemekte ve İslam’ı bu laik kurumların ve AKP iktidarının lehine araçsallaştırmaktan çekinmemektedir. Peki ya tevhidî uyanış süreci öbekleri ve önderlerine ne diyeceğiz? Erdoğan ve Erbaş bütün bunları yaparken itiraz edip hesap sormak ve İslam’ın araçsallaştırılmasına ve tahrif edilmesi çabasına karşı tavır koyup mücadele etmek yerine destek vermeye devam ettiler. Üstelik bazıları, Erdoğan’ı “mü’min, muvahhid ve İslam ümmetinin umudu[1] olarak ilan etmekten bile çekinmediler.

Erdoğan ve Diyanet’in İslamî şiarları laik devlet ve kurumları için araçsallaştırması ve toplumun İslam anlayışını tahrife yönelik açıklama ve politikalarına karşı, şirk anayasası referandumlarında ve seçimlerde, ortak imza attıkları bildiriler ve tam sayfa gazete ilanlarıyla “sandığa giderek AKP’ye destek verilmesi” çağrısını yapan ve ondan sonraki süreçte yaygın bir kirlenme, çürüme ve büyük bir yozlaşmaya yol açan “Müslüman Gruplar”dan ciddi bir itiraz göremediğimiz gibi, verdikleri desteği geri çekme emaresi bile göremedik. Bu tür konularda daha önce en duyarlı olan sadece iki gruptan örnekler vermek istiyorum.

Yılarca birlikte olduğumuz tevhidî uyanış süreci bakıyesi gruplardan olan Haksöz Dergisi çevresinin öncülerinden Hamza Türkmen derginin Kasım 2009 sayısındaki, “Kemalizm’in Mahyaları İslam’ın Güneşini Engelleyemez!” başlıklı yazısında Diyanet İşleri Başkanlığı hakkında şunları yazmıştı: “Kabul edilen 429 sayılı yasayla Şer’iye ve Evkaf Vekâleti (Din ve Vakıf İşleri Bakanlığı) ve Erkânı Harbiye Umumiye Vekâleti (Ordu-Harp İşleri Bakanlığı) kaldırıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu. Din işleri ve ordunun yönetimi yürütmeden ayrıldı. Türk inkılâbı, 85 yıldır sistemi koruma ve kollama görevi verdiği bu iki kurumu da (DİB ve TSK) böylece tek kanunda ve aynı anda tanımlamış ve biçimlendirmişti… Türk inkılâplarını din dili üzerinden halka aktarsın ve İslami faaliyetleri kontrol altında tutsun diye Diyanet İşleri Teşkilatı yetkilendirildi… Baskı ve yasaklarla İslami eğitimden mahrum bırakılan Müslüman halk, fıtrî olan dinî ihtiyaçlarını karşılamak için resmi din adamları ve kurumlarına mecbur hale getirildi… Diyanet Teşkilatı’nın 1924’te kuruluşuyla birlikte Türkiye’deki tüm İslamî-dinî faaliyetler bu devlet dairesinin kontrolü altına alınmış ve Türk milletini oluşturan unsurlardan birisi haline veya alt bir kimlik haline düşürülen dinin özgünlüğüne müdahale edilmiş, evrensel/cihanşumul mesajları yasaklanmıştı.

 

 

“Kemalizm’e göre üst kimlik ‘Türklük’tü. İşte camilerimizi ve İslamî telakkilerimizi kirleten bu Kemalizm Dini idi. Böylece hutbelerde, İslamî aidiyeti üst kimlik olmaktan çıkartmaya; seküler, laik ve pagan (putperest) Batılı değerleri yaygınlaştırmaya çalışan Atatürk’e “rahmet” dileyen bir Diyanet mantığı karşımıza çıkmaktadır. Yine cami minarelerine asılan mahyalarda,… “Ordumuza Şükran Borçluyuz” diye aidiyet belirtip tazimde bulunan bir yaklaşım karşısında sessiz kalan bir Diyanet’le muhatap oluyorduk. Ve Diyanet, sözlü ve yazılı tüm etkinliklerinde kutsallık anlayışını, -kutsallık sadece “Kuddüs” olan Allah’a ait iken- Batılı paradigmaya dayanarak yeni icat edilen seküler temelli ulusal vatan, ulusal devlet, ulus/“millet”, ulusal ordu ve ulusal bayrak gibi olgu ve sembollere indirgeyip “milli din” anlayışının en önemli taşıyıcılığını yapmaktadır. Bu boyutuyla sistemin tek-tip kimlik dayatan, işbirlikçi, Batıcı, jakoben ideolojisi, kitleleri afyonlaştırma fonksiyonu gibi “saptırılmış bir İslam” telakkisiyle camilerde ve dinî ritüeller esnasında kuşatmaya ve “milli dindarlık” anlayışı içinde Kemalist-kapitalist ideolojiye eklemlemeye çalışmaktadır. İSLAM, yeni kapitalist oluşumların İseviliğin Protestanlaştırılmasını destekledikleri gibi ARAÇSALLAŞTIRILMAYA çalışılmaktadır.”[2]

İşte Haksöz camiasının, Diyanet İşleri Başkanlığ hakkındaki, büyük ölçüde bizim de mutabık olduğumuz görüşü buydu. Ancak ne olduysa son on yılda oldu. “Yapmayın, bâtıl sistem içi siyasete bulaşmayın, şirk anayasasına oy vermeye kalkmayın, insanları sadece Kur’an ve sünnet eksenli sahih İslam’a çağırın, bir de şirk sisteminin demokrasi sandığına çağırmayın” diye uyarmamıza rağmen, Erdoğan’dan etkilenip kendilerince bazı beklentilere girdiler. Tevhidî uyanış süreci bakıyesi çoğunluk grupların ittifakıyla gazetelere ilanlar vererek, ortak bildiriler yayınlayarak, sadece Kur’an’a/Hakk’a çağırmaları gereken toplumu laik demokrasinin sandığına, yani bâtıla da çağırdılar. AKP’nin ilk şirk anayasası değişikliğine “evet” oyu vererek ilk tavizi 2010 yılındaki referandumda verdiler.

 

AKABE VAKFI – ANADOLU PLATFORMU – AKDAV – ARAŞTIRMA KÜLTÜR VAKFI – FATİH AKINCILARI DERNEĞİ – HİKMET VAKFI – İHH İNSANİ YARDIM VAKFI – İNSAN VE MEDENİYET HAREKETİ – MAZLUMDER – ÖZGÜRDER

 

Şirk anayasası değişikliğine “evet” oyu verip desteklemeye dair bu büyük yanlışlarına yönelik eleştirilerimize karşı,“biz Rumların Sasani’lere galip gelmesine seviniyoruz ama Rum Ordusuna asker yazılmıyoruz” dediler.  Ben de o zaman “siz Rum ordusuna asker yazıldınız da, ancak korkum odur ki bu kafayla asker yazılmakla kalmayıp tezkere de bırakarak sürekli asker olacaksınız” diye yazmıştım. Maalesef korktuğumuz oldu ve ondan sonraki bütün referandum ve seçimlerde AKP’nin sürekli biçimde “aktif destekçisi” oldular ve bu yolda kirlenip zihinsel anlamda da çok büyük değişim yaşadılar.

Öyle bir değişim ki bu, Haksöz ve Özgür-Der çevresi, 2009 yılında minarelerine mahya olarak “Ordumuza şükran borçluyuz“,  “Ne mutlu Türküm diyene” içerikli ulusalcı “seküler kutsal”lardan sayılan sözleri astığı için haklı olarak en ağır biçimde eleştirip uyardıkları Diyanet İşleri Başkanlığını, bugün aynı ulusalcı, laik ve İslam şeriatı karşıtı Atatürkçü düşünceye sahip TSK’nın törenlerine doğrudan katılıp Allah adına dua ettiğinde sahip çıkıp savunuyorlar. Üstelik laiklikle, şirk yasalarıyla hükmeden Yargı’nın yeni yargı yılı açılışını “besmeleyle” yaparak, onlara şirkle hükmetme işlerinde başarılı olmaları için, “Hayırlı ve mübarek eyle Allah’ım, bereketli eyle Allah’ım” içerikli sözlerle, bu kurumların şeriatına karşı oldukları Allah’a dua etmesini bile normal karşılayıp savunuyorlar. Minarelere asılan mahyalar mı daha büyük bir ifsadtır yoksa şirkle hükmedip şeriat isteyenleri laik yasalarla yargılayıp cezalandıran “ideolojik Yargı”yı Allah’ın ayetleri ve Allah’a dualarla destekleyen Erbaş’ın tutumu mu?

 

Erbaş’ın, Laik Atatürkçü TSK ve Yargı İçin İslam’ı Araçsallaştırması Karşısında Müslümanların İlkesiz ve Edilgen Tutumu

Son on yılda yaşanan büyük değişim soncunda, Diyanet hakkında eskiden bizim gibi ilkesel değerlendirmeleri yapan Müslümanların büyük çoğunluğu bugün AKP destekçisi oldular ve Diyanet hakkındaki kanaatleri de bu istikamette değişti. İşte bu “Müslüman”lar gibi Haksöz-Haber de, Erbaş’ın Yargı yılı açılışında yaptığı duayı sahiplenerek şu ifadeleri kullanabilmiştir: “Laik medya ve güruhu derinden sarsan duasında Ali Erbaş, ‘Bu eserin açılışını besmeleyle gerçekleştiriyoruz. Hayırlı ve mübarek eyle Allah’ım, bereketli eyle Allah’ım’ demişti.” Görüldüğü üzere, sanki “laik medya ve güruhu sarsmasını” duanın haklılığının bir delili gibi sunarak, İslam’ın “besmele ve Allah’a dua” gibi şiarlarını (esas, ibadet, işaret ve sembollerini) laik bir kurum için araçsallaştırmasından hiçbir rahatsızlık duymadan ve hiçbir eleştirel yaklaşım ortaya koymadan Erbaş’ın yaptığını savunmayı şu ifadelerle sürdürmüştür; “Diyanet’e ve dindarların yaşam alanına müdahaleyi marifet bilen, kendilerinde uygarlığın esamesi okunmayan tipler, ‘Medeniyeti size biz öğreteceğiz’ nobranlığını yeniden hortlatırken İslam’a ve Müslümanlara ne zaman saygı duymayı öğrenecekler merak ediyoruz!”[3]  İslam’a en büyük saygısızlığı, O’nu laik bir kurum için araçsallaştıran Erbaş yaptığı halde, laiklerin itirazlarından etkilenip edilgen bir tepkisellikle asıl saygısızlığı savunmaya geçerek, onu eleştirenlere tavır koyuyorlar.

 Haksöz Haber, 02 Eylül 2021 tarihli haber yorumunda da, Erdoğan ve duacısı Erbaş’ın yine birlikte katıldıkları, “Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi Başkanlığında düzenlenen Subay ve Astsubay Öğrencileri Mezuniyet Töreni”nin haberini, bazı zahirî görüntüleri abartıp çok etkilenerek şu başlıkla veriyor: “Başörtülü annelerin ordu evlerine alınmadığı günlerden başörtülü subayların olduğu günlere…” Yazdığı yorumda ise, hâlâ “Atatürkçü düşünce sistemine ve laik Kemalist ilkelere bağlılıklarını” bizzat bu kurumların yöneticilerinin söylemeye devam etmelerine rağmen, isteyen subayların da “Atatürkçü düşünce sistemine ve laik Kemalist sisteme bağlı kalmak ve onun uğrunda savaşmak” şartıyla başörtü takmalarına imkân verilmesini abartıp çok etkilenen Haksöz Haber, geçmişine hiç yakışmayacak şekilde ve gerçeğe de aykırı olarak şu satırları yazabilmiştir:

“Askeri okullardan Müslümanların irticacı diye atıldığı zamanlardan bugüne Türkiye siyasi ve askeri hayatı oldukça değişti. Laiklik ve Kemalizm vurguları ile dayatılan kurallar zaman içinde yerle bir edildi. (bu kadar gerçeğe aykırı beyanlar nasıl yapılabiliyor-MP) Türkiye’nin içerde ve dışarıda her zaman dayatılarak bağlı kalınması istenen ‘ata kültleri’ değişmeye başladı… Dindarların Türkiye siyasi arenasından silinmesi gerektiğine inananların ise hayalleri suya düşmeye devam ediyor. Törende Diyanet işleri Başkanı Ali Erbaş’ın öncülüğünde dualar edilirken başörtülü bir subayın diplomasını da Cumhurbaşkanı Erdoğan verdi… Askeri törenlerde ulusçuluk ve kavmiyetçilik yapmanın gereksizliği ile halkın talep ve istekleri dikkate alınarak dualar ile uğurlamalar ve kutlamalar düzenlenir oldu. Müslüman askerlerin başörtülü annelerini törenlere almayanların emekli olduğu Türkiye’de, siyasi arenadaki halkın isteği ile gerçekleştirilen değişimler askerin dünyasını da değiştirmeye, sağduyulu anlayışların hâkim kılınmasına vesile oldu. Ezilen mazlum halkların hamiliğini ‘gerçek’ anlamda üstlenen Türkiye, ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ şovenizminden öteye geçerek ‘Müslümanlar kardeştir’ bilinciyle söylemlerini fiiliyata dökme imkânı elde etti. Suriye’de, Libya’da, Dağlık Karabağ’da mazlum ve yardıma ihtiyacı olanlara askeri desteğini sundu. Bir zamanlar hayal bile edilmeyen sadece lafta kalan düşünceler; Müslümanların kardeşlik bilinciyle harekete geçmesiyle hayata geçirildi.”[4]

Şu ifadelere bakın, pes doğrusu. Ne yani, TSK artık Atatürkçülüğü ve laikliği terk edip Allah yolunda ve İslam’ın hâkimiyeti için mi savaşmaya başladı? Sadece ulusal çıkarları için ve Kuzey Suriye’de bir PKK devleti kurulmasını engellemek için orada asker bulundurulması gerçeğini saptırıp neredeyse laik Kemalist Atatürkçü TSK’nin oraya “ümmet bilinciyle” gittiğini iddia edecek kadar tam bir zihni bulanıklığa sürüklenmiş bulunuyorlar. H. Türkmen bile, Türk ulusal çıkarları ve Kuzey Suriye’de PKK yapılanmasını engellemek için İdlib’de yürüttüğü savaştan etkilenip TSK hakkında “28 Şubat’ta Müslüman halkın değerlerine karşı savaşan Ordu’dan İdlib’te Müslüman halkın değerleri ve bekası için savaşan orduya” nitelemesi yapabilmiş ve sahiplenip övgüde bulunabilmiştir. Bu ne büyük bir değişimdir.

Halbuki TSK hâlâ Atatürkçü ve laikliğin bekçisi olma niteliğini sürdürmektedir. Nitekim MSB Hulusi Akar da 2021 yılında yaptığı bir açıklamada “TSK’nın Atatürkçü düşünce sistemi çerçevesinde kurulduğunu, şekillendiğini ve ona göre hareket ettiğini”[5] bir daha hatırlatmış bulunmaktadır. Sonuç olarak bir şekilde Müslümanlara bile destek verseler, laik Kemalist TSK’nın bu yaptığı dahi, yine de laik TC ulus devletinin ulusal çıkarları ve bölgesel hesapları içindir. Yoksa Atatürkçülüğü ve laikliği bırakıp İslamî değerleri benimsediği, İslam kardeşliğini esas aldığı ve ümmetçi olduğu için asla değildir. Tabii ki, bu gerçeği anlamak için, öncelikle, eklemlenerek bağımsız İslami kimlik ve ilkelerle özgün düşünme kabiliyetini kaybetmiş bir zihinden kurtulmak gerektiği çok açıktır.

Bazı subayların başörtülü olmasına imkân verilmesi de aynı şekilde abartılıp eski Haksöz çizgisi ve ferasetiyle bağdaşmayacak biçimde yanlış yorumlanmaktadır. Hâlbuki, yaşanan sadece görüntüde bir değişiklikle dindar kitleler nezdinde meşruiyet kazanma arayışından başka bir şey değildir. Laik rejim, toplumun dindarlaşma seviyesi ve dinî talepleri arttıkça “statüko dini”nin çıtasını bir miktar daha yükseltip daha fazla İslamî unsura bünyesinde yer vererek bu kitleleri sisteme eklemlemek suretiyle kendisini yeniden üretmekte ve ömrünü uzatmaktadır. Tıpkı mecliste laik Kemalist ilkelere ve şirk anayasasına bağlılık yeminiyle başlayıp hevaya göre şirk usulü laik yasalar yapmaya devam etmelerine rağmen, isteyen milletvekillerinin sadece şeklen başörtü takabilmelerine izin verilmiş olması gibi, orduda da laik Atatürkçü ilkelere bağlılık sürerken, şekli bir başörtüsü serbestisi ve Diyanet İşleri Başkanı’nın duasıyla İslam’ın araçsallaştırılması yaşanıyor, başka bir şey değil. Yani tıpkı anıtkabire gidip tazimde bulunan ve “Ata”larına şükranlarını sunan başörtülü bakan ve milletvekilleri gibi, bugün “Atatürkçü düşünce sistemine” bağlılığını sürdüren ve Allah’ın hükmünün hâkimiyeti için değil de laik Kemalist devlet uğrunda savaşmaya devam eden TSK’nın başörtülü subayları söz konusudur. Bu açık gerçeği Haksöz çevresine anlatmak zorunda kalmak ne kadar da acıdır.

 

Diyanet İşleri Başkanı Erbaş, TSK törenindeki duasında şu ifadeleri kullandı: “Ya Rabbim, milletimizin medar-ı iftiharı şanlı ordumuzun subaylarının ve astsubaylarının mezuniyet töreninde ellerimizi Senin için kaldırdık, dua ediyoruz, bu merasimimizi hayırlı eyle Allah’ım. Mehmetçiğimizi her daim mansur ve muzaffer eyle Allah’ım. ya Rabbel alemin, vatanımızın çeşitli yerlerinde görev yapacak ve görev yapmakta olan askerlerimizi muvaffak eyle Allah’ım. Allah’ım askerlerimizin tutmuş oldukları nöbetleri nafile ibadet olarak kabul eyle. Ordumuzu her türlü kazalardan, belalardan, görünür görünmez felaketlerden muhafaza eyle Allah’ım. Düşmanlarımızı ‘Ya Kahhar’ isminin tecellisiyle kahr-u perişan eyle Allah’ım. Milletimizi, devletimizi ilelebet payidar eyle Allah’ım.”

İslam’ın araçsallaştırılması suretiyle laik statükoya destek vermede, minarelere asılı ulusalcı mahyalar mı daha etkili, yoksa Atatürkçü, ulusalcı ve laikliğin bekçisi olan TSK’ya yapılan bu dua mı? Neden mahyalara gösterilen o haklı tepkinin binde birini bile, on yıl sonra o sözlerin asıl savunucuları olan ulusalcı, laik Kemalist kurumların törenlerinde yapılan duaya göstermiyorlar? Üstelik bu Atatürkçü laik kurumlara, laik Kemalist ilkelere dayalı işlerinde başarılı olmaları için “şeriatına karşı oldukları Allah’a” dua edilmesi,  mahyadan daha ileri bir istismar ve araçsallaştırma olduğu halde sahip çıkıp destekliyorlar.

Haksöz Haber, 01 Eylül 2021 günü yaptığı açıklamasında ise, laik sistemde yaklaşık 100 yıldır süreklilik arz eden voleybol kız milli takımının kıyafetleriyle bağlantılı olarak Türkiye Gazetesine gösterdiği “Harama Helal Damgası” başlıklı haklı tepkiyi, nedense “aktif destekçisi” olduğu Erdoğan ve Erbaş’ın en büyük haram ve en büyük zulüm olan şirkle hükmeden laik bir kurumun yeni yargı yılı açılışında “besmele” ile açılış yaparak, “hayırlı, mübarek ve bereketli eyle Allah’ım” diye dua ederek “daha büyük haramları helal gösterme” çabası konusunda ortaya koyamıyor ve tam tersine Diyanetin yaptığını sahiplenip savunan bir çifte standarda düşüyor.

Söz konusu Türkiye Gazetesi eleştirisinde haklı olarak şunları söylüyorlar: “Türkiye Gazetesinin bugün manşetinde açık bir haramı, gayr-i İslamî bir durumu ‘Helal olsun’ diye kutlaması ‘milli gurur’ karşısında şer’i sınırların nasıl aşıldığını göstermiyor mu? Milliyetçiliğin kendine has bir din olduğu, kendi inancı, ritüelleri, sevinç ve hüzünleri olduğu çok açıktır. Bu durumun her gün sayısız örneğini görüyoruz. İşte son haftalarda voleybol kız milli takımının ‘başarı’sı karşısında da ülke çapında estirilen sevinç rüzgarı bu hali doğruluyor. Toplumun bir kısmı için bu durum hiç önemli görülmeyebilir, zaten haramlara batmış bir hayat tarzına müptela oldukları için ifsad tabloları onları rahatsız etmez, bilakis sevindirir. Ama kendi hayatlarında helal-haram ölçülerine uymaya gayret edenlerin duyarsızlığına ne demeli? İşi Türkiye gazetesi gibi, açık bir münkeri, ifsadı ‘helal olsun’ diyerek sahiplenmeye vardıranların hali ise gerçekten içler acısı!”[6] Peki, ya sizin, “şirkle hükmederek” “şeriat isteyenleri cezalandıran” laik yargı için söylenen sözlere ve yapılan duaya sahip çıkan haliniz “içler acısından da öte büyük bir savrulma”nın göstergesi değil mi?

Haksöz Haber, 10 Eylül 2021 tarihli bir diğer açıklamasında ise şunları yazmaktadır;  “Laik-seküler çevrelerin Ali Erbaş’ın cübbesiyle orada bulunarak bir de dua etmesine(!) öfkelenip koparttıkları yaygara onların zaviyesinden anlaşılabilir. Ali Erbaş gösterilen tepkiye karşı yaptığı açıklamada önemli hususlara dikkat çekmişti. İstiyorlar ki ‘inanç sokakta olamasın, mahallede olmasın, insanın içinde olsun’ diye bir anlayış var ya. ‘İnanç işte insan ile Allah arasında olsun, evine yansımasın, ticaretine yansımasın, siyasetine yansımasın, adaletine, yargısına yansımasın’... ‘Görüyorsunuz ya ortalığı ayağa kaldırıyorlar. İnançtan ayıklansın oralar, adeta bu düşünce insanlığı bu noktaya getirmektedir.’ İnancı ‘kişisel deneyim’ seviyesine indirmeye çalışan seküler yaklaşımın Ali Erbaş’ın bu sözlerini kabul etmesi mümkün değil. Toplumumuz ve daha büyük ölçekte Batı ile Müslümanlar arasındaki temel kırılmalardan birisi zaten burada ortaya çıkıyor. İslam’ın bütünlüklü yapısı hayatın, insan ömrünün parçalara ayrılarak dinin de o parçalardan birisine sıkıştırılmasına müsaade etmiyor. Bu durum ise seküler aklın inşa ettiği bir dünyaya ciddi sorun çıkartıyor. Bu sebeple Erbaş’ın tespitlerinin oldukça kıymetli olduğunun tekrar altını çizelim.[7]

Ne yani, Diyanet Başkanı Erbaş oralarda dua etti diye, “din hayatın bazı parçalarına sıkıştırılmaktan kurtulup İslam bütüncül yapısıyla TSK’yı, Yargıtay’ı ve diğer laik devlet kurumlarını da kuşatmış ve oralarda Allah’ın hükmü mü esas alınır ve uygulanır” olmuştur? Bu nasıl çarpık bir anlayıştır? Açıktır ki, Haksöz’ün  “kıymetli bulup altını çizdiği tespitleri”yle Erbaş, laik ve Kemalist resmi ideoloji eksenindeki yasalarla kararlar vermesine rağmen o kurumda Allah’a dua edilmesini kastettiği anlaşılmaktadır, fiili durum da zaten budur. Dua edilen tüm bu kurumlarda ve tüm kamu alanında hâlâ Atatürk ilkeleri, laik şirk anayasa ve yasaları egemen olmaya devam etmiyor mu?

Haksöz Haber, 15 Eylül 2021 tarihli bir diğer açıklamasında da laikçilere tepkisellikle ve yine ilkesiz biçimde Diyanet’in İslam’ı araçsallaştıran açıklamalarını savunmayı sürdürerek, eskiden DİB’nın varlığından rahatsızken bugün kaldırılmasına kaşı çıkıyor.[8]

Haksöz Haber, Diyanet İşleri Başkanı’nın İslamî temel ilkelere aykırı olan ve “İslam’ı, laik kurumlar için araçsallaştıran” dualarını çok beğendiği için olsa gerek, laikçi itirazlara karşı aynı edilgen tepkisellikle, DİB’nın görevden azlini isteyen eski YARSAV Başkanı laikçi Kemalist Ömer Faruk Eminağaoğlu’nu eleştirirken, 04 Ekim 2021 tarihli açıklamasında da yine ibret verici şu cümleleri kurabilmiştir: “Yeni adli yıl açılışı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın da katılımıyla gerçekleştirilmişti. Ali Erbaş burada çok güzel bir dua yapmış ve inancın hayatın her alanını taalluk ettiğini ifade etmiş. Orada hazır bulunanlardan Yargıtay Birinci Başkanı Mehmet Akarca da bu güzel duaya iştirak etmişti.”[9] Bakınız ne hale gelmişler?

Laik bir kuruluş olup şirk yasalarıyla hükmeden Yargı için İslam’ın araçsallaştırılması anlamına gelen dua hakkında “çok güzel bir dua” ifadesini kullanıyorlar. “…Ya Rab, kuruluşundan bugüne kadar Yargıtay’da nice hâkimler, nice savcılar Senin emrettiğin adaleti yerine getirmek için gayret ettiler, kendilerine rahmetinle muamele eyle…. Bu eserin açılışını besmele ile gerçekleştiriyoruz, hayırlı, mübarek, bereketli eyle Allah’ım.[10] İşte Haksöz-Haber’in “çok güzel” dediği dua bu? Laik-kemalist şirk yasalarıyla hükmeden ve bu temelde kurulup çalışan bir kuruma yapılan bu duaya, İslamî kimlik ve temel ilkeleri ile istikametini koruyan bir mü’min “çok güzel bir dua” ifadesini kullanabilir mi?

Görüldüğü üzere, Ali Erbaş’ın laik sistemin laiklikle hükmeden TSK, Yargı, MİT ve diğer kurumlarının törenlerini dolaşarak her birinde mevcut hallerini meşru gösteren dualar yapmasına, Allah’ın şeriatına karşı olan bu kurumların başarılı olması, çalışmalarının bereketli ve mübarek olması için Allah’a dua etmesine, yani İslam’ın şiarlarını laik kurumlara destek için araçsallaştırmasına çok abartılı bir şekilde sahip çıkıp savunuyorlar. Erbaş bu “güzel dua” ile  “inancın hayatın her alanını taalluk ettiğini ifade etmiş” imiş. Ne yani, İslam karşıtı laik kurumlarda onlara dua ederek İslam’ı araçsallaştırması, “… ‘inancın sokakta da, mahallede de olması ve sadece insanın içinde bırakılmaması’, ‘İnancın insan ile Allah arasında kalmayıp, ticaretine de siyasetine de adaletine de yargısına da’ yansıması ve yön vermesi” yani “inancın hayatın her alanını taalluk etmesi”  anlamına mı geliyor?

Bütün bu alanlarda yapılan dualar ve kullanılan İslamî şiarlar, bu laik kurumların mevcut halleriyle devam etmelerini “dindar” kitleler nezdinde meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşıyor mu? Bu uygulamalar, bizi İslami kimlik ve temel ilkelerimiz bakımından çok rahatsız edip İslam’ın laiklikle hükmeden bu kurumlar için kullanılmasına itiraza sevk ederken, neden geçmişte aynı çizgide olduğumuz Haksöz Haber’i çok memnun edebiliyor? Nasıl oluyor da, Allah’a isyan edip laiklikle, şirk yasalarıyla hükmeden bir kurumun bu yoldaki işlerinin “bereketli ve hayırlı olması” için, isyan halinde oldukları Allah’a yapılan duanın “çok güzel” olduğunu ifade edebiliyorlar? Eskiden olsa, bizim yaptığımız itirazları yapacaklarına inandığımız bu Müslümanlar, ne oldu da böyle bakar hale geldiler?

Tabii ki, Haksöz Haber üzerinden verdiğimiz bu örnekler, maalesef neredeyse bütün tevhidî uyanış süreci bakıyesi gruplar için de geçerli olup, büyük bir dönüşüm ve savrulma yaşandığının göstergesi ve hepsinde yaşanan bir ilkesizlik olarak dikkat çekiyor. Bu yazıda daha çok Haksöz üzerinde yoğunlaşmamın sebebi, öncelikle geçmişteki güzel örnekliğinde tevhidî uyanış süreci öbeklerinin en nitelikli ve ilkleler konusunda en duyarlı olanlarından birisi olmasıdır. İkinci olarak da son dönemde Erdoğan ve Diyanet Başkanının birlikte “İslam’ı araçsallaştırma” çabalarına, AKP iktidarına “aktif destek” verip eklemlenmiş diğer gruplar suskun kalarak destekçi olurken, Haksöz’ün yukarıda bir kısmını alıntıladığımız çok sayıda haber-yorum yayınlayarak doğudan sahip çıkması ve abartılı biçimde övgüyle destek vermesidir.

 

Bunca Yozlaşmaya Sebep Olmuş Bir İktidarla Bütünleşerek “İnsan ve Değer Hareketi” Yürütülebilir mi?

 Mesela Haksöz ve Ögür-Der çevresiyle ile birlikte AKP’ye ve şirk anayasa değişikliklerine “evet” oyu verme çağrısı yapan bildirilere imza koymuş, ancak eskiden tevhidi uyanış sürecinde önemli rol oynayan bir diğer grup olan “AKDAV” ve “Anadolu Platformu” çevresinin de DİB’nın ve AKP liderinin İslam’ı laik devlet kurumlarını meşrulaştırmak için araçsallaştırmalarına ciddi bir itirazlarının olduğuna rastlamadık. Nasıl olsun ki, bizzat Genel Başkanları AKP’den milletvekili adayı olmuş ve yıllardır toplantılarında AKP bakanlarını konuşmacı yaparak eklemlenmiş bir yapıdan, böylesine tevhidî ilkelere uygun bir davranış ummak beyhude bir bekleyiş olmaz mı? Nitekim bu çevre son zamanda, AKP yetkilileriyle birlikte “İnsan ve Değer Hareketi” adı altında bir merkez açmış bulunuyor. Bu toplantıya katılıp konuşma yaptırılanlara baktığınızda, nasıl iktidara eklenmiş bir yapı haline geldikleri kolayca anlaşılabiliyor. “AKP’ye aktif destek veren” grupların yetkilileri ile AKP İstanbul İl Başkanı, AKP Fatih Belediye Başkanı ve AKP’nin Aile Bakanının Yardımcısı da açılışa katılıp konuşma yapıyorlar.

Medeniyet Vakfı Başkanı, Anesiad Başkanı, Mazlumder Başkanı, Prof.Dr. Ahmet Ağırakça, Özgür-Der Genel Başkanı, Mavera Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı, Namaz Gönüllüleri Platformu, AKP Fatih Belediye Başkanı, AKP İstanbul İl Başkanı

İnsanî ve fitrî olanı, ma’ruf, iyi, Hak olan tüm değerleri, iktidarı uğruna kirletip tüketen ve muhafazakâr kesimi ve Müslümanları büyük ve yaygın bir yozlaşmaya sürükleyen, fıtrî ve İslamî olan her şeyi tahrif eden, Hak ile bâtılı karıştırıp hak diye propaganda eden laik-muhafazakâr-demokrat bir iktidarın temsilcileri ile bu yozlaşma sürecinde ona eklemlenip aktif destek vererek aynı vebali yüklenmiş olan eski tevhidî uyanış sürecinden gelen bazı “Müslümanlar”, “İnsan ve Değer Hareketi“ni başlattıklarını iddia edip  genel merkezini açmışlar. Bir tek Diyanet eksik kalmış, İstanbul müftüsü davet edilseydi fotoğraf tamamlanmış olurdu.

Adeta şaka gibi ve değerlerle dalga geçer gibi bir görüntü ortaya çıkmış. Yaptıkları büyük yanlış ve destek oldukları derin yozlaşma sebebiyle, öncelikle tevbe ederek, sonra da davetin muhatabı toplumdan özür dileme, Müslümanlardan helallik isteme ve İslamî mücadele sürecine çok ciddi zararlar veren ve yaygın kirlenmeye yol açan bu büyük hatalarını itiraf edip hatadan dönme erdemliliğini bile göstermeden, “insan ve değer”den bahsetmek, nasıl bir zihnin ürünüdür? Gerçekten anlamanın ve anlamlandırmanın zor olacağı, çok büyük çelişkiler doğalmış gibi yaşanıyor.

Üstelik içine sürüklendikleri zihnî kirlenme sebebiyle, bu büyük hatada ısrar edilerek ve yozlaşma sebebi bâtıl iktidarın temsilcileriyle omuz omuza durarak, insanî ve İslamî değerleri koruma adına hiçbir şey yapılamayacağını, sadece yeni kirlenmelere yol açılacağını anlamaları bile çok zor görünüyor. Kendi uydurdukları “maslahat”lar uğruna, bir takım kazanım ve beklentiler için nebevî yöntemi terk edip bâtıl iktidar destekçiliği yaparken kirlenen ve bağımsız düşünme kabiliyetini kaybetmiş zihinlerin, üstelik bu iktidarla  birlikteyken özgün düşünce ve projeler üretmeleri ve hayra hizmet etmeleri ne kadar mümkün olabilir?

Oysa Haksöz-Özgürder ile AKDAV (Anadolu Platformu) çevresi öncüleriyle birlikte 2009 yılında “Kur’an Nesli Şurası” adı altında temel ilklerde vahdet sağlayarak Türkiye çapında kuşatıcı bir yapı oluşturup bütün tevhidi uyanış süreci öbeklerinin vahdetine gidecek bir yolu açmak üzere bir çalışma başlatmıştık. Ahmed Kalkan, Ramazan Kayan, Hamza Türkmen ve benim içinde olduğum bu çalışma, maalesef Ramazan Kayan ve Hamza Türkmen’in temsil ettikleri grupların AKP’nin şirk anayasa değişikliğine evet oylarını bir miktar arttırmak “maslahat”ı uğruna feda edildi. Bu önemli çalışma sırf bu sebeple dağıldı. Allah bu çevrelere, içine girdikleri bu istikamet krizinden kurtulmayı ve bâtıl  sistem içine dalarak terk ettikleri mevzileri olan tevhidî mücadele hattına geri dönmeyi nasip etsin inşaAllah.

 

Yukarıdaki gibi somut örnekleri vererek yapılan yanlışları işaret etmem, yaşanan menfi dönüşümü engelleyip ıslah çabasını etkili kılmak, ancak somut örneklerle yanlışı ve neden yanlış olduğunu ortaya koymakla mümkün olabileceği içindir. Emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker sorumluluğu, asla terk etmememiz gereken imânî bir sorumluluktur.[11] Ancak, neyin neden yanlış ve neyin neden doğru olduğu açıkça ortaya konmadan da bu sorumluluk hakkıyla yerine getirilmiş olamaz. Bu görev hakkıyla yerine getirilmediğinde ya da ihmal edildiğinde ise, mar’rufu temsil edenle münkere meyledenin benzeşmesi ve zamanla hep birlikte münker olanın kuşatması altına girip topluca dönüşüp birlikte vebal altına girmeleri kaçınılmaz olur. Çünkü bu tür İslamî ilkelere aykırı söylem ve eylemlerle yaşanan menfi değişimlere karşı suskun kalındığında, bu tür yanlışların doğru olduğu zannına yol açması riski artmakta ve bu görevi yapmayanları da dolaylı onay vermenin vebali altına sokmaktadır.

Sonuçta bu tür ilkesizliklere itiraz edip doğrusu ortaya konulmadığında, yapılan yanlışların zamanla kanıksanması, zihinsel kirlenmelere yol açması ve Müslüman camiada daha yaygın biçimde bir dönüşüme ve çürümeye yol açması kaçınılmaz olmaktadır. Bu sebeple, nasıl ki bu temel İslami ilkelere aykırılıklar kamuoyuna yapılan açıklama ve duyurularla gerçekleştiriliyorsa, eleştirilerin de aynı şekilde kamuoyuna açık biçimde yapılarak, eleştirinin muhatabı olanlar dikkate almasa da hiç değilse onların etkisiyle zihni karışan kesimlere hakikatin mesajını ulaştırıp savrulmaların yaygınlaşmasına mümkün olduğunca engel olmaya çalışmak sorumluluğumuz vardır.

 

DİB’nın Dışında Birçok “İslamî Grup” ile Hoca ve Önderlerinin de “İslam’ı Araçsallaştırıp Laik Sisteme Payanda Olarak Kullanan” İktidara Destek Vermeleri, Yaşanan Büyük Yozlaşmanın En Önemli Sebeplerindendir

AKP lideri tarafından ısrarla; “Laiklik İslâm ile bağdaşır” denildiğinde, laik iktidarının “hak ve sırat-ı müstakîm üzere” olduğu, “dinin bireysel olduğu”, “ekonominin, paranın dini imanı olmadığı” söylendiğinde bile, bu büyük tahrifâta rağmen çoğu “âlim, hoca”, “İslâmcı aydın” ve “cemaat önderi”nin iktidara destek vermeyi sürdürdükleri ibretle gözlemlenmektedir. Bunların, ya doğrudan destek olmaları, hatta bunun Hayrettin Karaman, Abdullah Büyük, Ebubekir Sifil, Mustafa İslamoğlu ve Hamza Türkmen misalinde olduğu gibi “farz, ibadet ve büyük bir sorumluluk”, “Herkes tarafını belli etsin”, “ümmetten yana olanlar Erdoğan’a destek olmalı” gibi ifadelerle (dolaylı biçimde Erdoğan’ın tahrîfâtını da onaylayan) bir destek vermeleri yahut da susmak suretiyle dolaylı olarak destek verme konumuna sürüklenmeleri söz konusudur. Hatta demokratik-laik bir partiyi desteklemek uğrunda öylesine yaygın bir savrulma yaşandı ki, sık sık medyada hikmetsiz ve üslupsuz kavgalarla fitne çıkarıp insanları İslam’dan soğutan “Kur’an’cı” ve “Hadisçi” olarak bilinen uçlar bile tevhidde vahdet oluşturamazken demokrasi sandığına çağırmakta ve AKP’ye destek vermekte kolayca vahdet oluşturabildiler. Üstelik bu ilkesizlik ve pragmatizmle sandığa koşarken aynı yolda ezeli düşmanları Cübbeli Ahmed’le de vahdet oluşturmuş oldular.

Biraz daha somut örnekler verecek olursak, mesela Hayrettin Karaman, “Eğer bir kimsenin meşru/farz olan bir hedefi varsa, bu hedefe ulaşabilmek veya yaklaşabilmek için belli bir kadronun iktidara gelmesini gerekli görüyorsa o kadroya olumlu oy vermesi farz olur.”[12] İşte Karaman, yıllardır bu anlayışla “farz olan hedefe gideceğine inandığı Erdoğan ve partisine destek vermeyi, oy vermeyi farz” olarak görmekte ve Müslümanları bu anlayışla demokratik laik siyasete yönlendirmiş olmaktadır. “Geminin seyri, yolcularının çoğunluğunun isteği doğrultusunda olur, diğerleri de buna müdahale etmezlerse mesele yoktur.”[13] diyerek devlet gemisinin seyrini çoğunluğa bırakarak demokrasiyi içselleştirmiş görünmektedir. Halbuki Rabbimiz En’am Sûresi 116. âyette; Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminle yalan söylerler.’ buyurmaktadır. Nitekim Rasûlün önderliğinde kurulan Medine İslam devletinde de Müslümanların sayısı toplumun %10’u civarındadır, çoğunluğun dinine göre değil ama İslam ile hükmedilmektedir. Diğer dinlerin müntesiplerine de kendi cemaat alanlarında ve iç meselelerinde, medenî, şahsî hukuk ve dinlerinin eğitimi konusunda, bugün dünyadaki hiçbir demokratik ülkede Müslümanlara tanınmamış boyutta bir özerklik tanınmış bulunmaktadır.

“Batıl yolla farz olan bir Hak hedefe ulaşılmayacağı” hakikatini “iktidar eksenli tasavvur”uyla göremeyen Hayrettin Karaman, yıllar önce de “Devlet Gemisi”[14] başlıklı yazısında “devlet gemisini gözümüz gibi korumalıyız” diye yazarak “kutsal devlet” anlayışının bir tezahürü olarak Müslümanları “laik ulus devlet”e sahip çıkmaya ve diğer din ve ideolojilerle de işbirliği, güç birliği yaparak her şartta “devlet Gemisini” korumayı ön planda tutmaya yönlendirmiş[15], o zamandan beri Müslüman zihni bulandırma vebali altına girmiş bulunmaktadır. Yazdığı “Başörtülü sigara[16] konulu yazısında ise “başörtülülerin sokakta ellerinde sigara” ile görüntü vermesinden bile haklı olarak şikâyet edip ağır eleştiriler yaptığı halde, yukarıda aktarılan yaklaşımlarıyla ise “başörtülü demokrasiye” teşvik edici bir rol oynamıştır.

Onun gibilerin fetvaları sonucunda, birçok başörtülü hanım ya da namaz kılan “mü’min şahsiyet” istikamet krizine yakalanıp demokratik siyasete girerek ve zamanla bu hali kanıksayarak dönüşmüşlerdir. İşte bu tür savulmalara zemin hazırlayan hocalar ile öncülerin tutumu, Erdoğan ve Diyanet Başkanı’nın eylem ve söylemleriyle toplumun “Allah ile aldatılması” ve İslâm anlayışının tahrif edilmesi çabasına karşı pragmatik davranarak göz yummak, susmak suretiyle onaylar duruma düşmek ya da bu saptırma ve tahrîfi doğrudan meşru görmek dışında başka bir anlama gelebilir mi?

Bireysel alanda, başlarını örtmeyi, tesettürü ve şeklen bırakmadıkları namazı emreden Allah’ın hükümleriyle hükmetme sorumluluğunu siyasal alanda, kamu alanında dışlayıp hevalarının arzularına göre yasa yapan bir konuma gelmekten rahatsız olmayanlar, zamanla bireysel şeklî ibadetler dışında diğer bireysel alanlarda da hevaya uymaya başladılar. Çünkü önce hocaların fetvalarıyla laik-demokrat liderlerinin peşinde koşarak onun sözü gereğince “dini bireysel hayata” indirgediler, sonra siyasal alanda hevaya uymaya alıştıkça bireysel hayatlarında da çoğunlukla hevaya göre hareket edip sekülerleştiler. “Başörtülü demokratlar” ya da “Müslüman demokratlar”, bu hali kanıksayıp zihnen kirlenerek dönüştükçe “başörtülü Kemalizm”e kadar savrulmaktan kurtulamadılar. En sonunda da Anıtkabirde “Ata”larına tazimde bulunup şükranlarını sunmaya kadar gittiler. Önce demokratikleşip hevaya tâbi olanlar, böylece başları örtülü ve elbiseleri tesettüre uygun olsa da bazı hayat alanlarında Allah’a isyanı tercih ederek, Allah’ın emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilincini kaybederek “takva elbisesi”ni yırttılar ve daha sonra da “başörtülü çıplaklar”ın çoğalmasına yol açan büyük bir yozlaşmaya sebep oldular.

 

 

Haksöz Haber konuyla ilgili 08 Aralık 2020 tarihli haber yorumunda, bu hâli haklı olarak şu ifadelerle eleştiriyor: “…kahiri ekseriyeti başörtülü AK Partili kadınlardan müteşekkil gurubun her şeye rağmen Anıtkabir ziyaretini aksatmaması açık bir zihinsel ve ilkesel sapmaya işaret ediyor.”[17] Peki, AKP’li başörtülülere bu eleştiriyi yöneltenler, neden daha kötüsünü yapan Erbaş’ın, Atatürk ilkelerine göre hükmeden ve bu Kemalist ilkeleri bütün topluma dayatan İslam şeriatı karşıtı laik devlet kurumları ve yöneticileri için Allah’a “rahmet, bereket” duası yaptığında eleştirmek yerine savunmaya geçiyorlar? Üstelik bu kadar açık ve büyük çelişki neden fark edilmiyor? Daha büyük bir çelişki de şu olsa gerek; mesela “başı şeklen Allah’ın emrine uyan, ama zihni ve amelleri kemalistleşip Allah’a isyan ” halinde olanlar, Atalarının kabrine çelenk koymaya giderken o “kutsal” çelenklerini taşıyan askerlerden bir tanesi “başörtülü” olsaydı Haksöz çevresi ve benzeri “Müslümanlar” çok mutlu olmazlar mıydı? Yukarıda alıntılanan ““Başörtülü annelerin ordu evlerine alınmadığı günlerden başörtülü subayların olduğu günlere…” başlıklı haber yorumunda, “başörtülü subay” konusunu ne kadar abarttıklarını ve Atatürkçü olmaya devam eden TSK için nasıl methiyelerde bulunduklarını ibretle okumuştuk.

Devletin laikliği içselleştirmiş Cumhurbaşkanı ile laiklik çerçevesinde İslam’ı ve Müslümanları denetlemek için kurulmuş Diyanet İşleri Başkanlığının, laik devlet kurumlarını meşrulaştırmak üzere İslam’ın kimi unsurlarını araçsallaştırıp kullanmalarını “statüko dini”ni ya da “resmi din”i ve böylece de sistemi “dindar” kitlelere kabul ettirmek ve iktidarlarını sağlamlaştırmak amacıyla yaptıkları açıktır. Garip olan, tevhidî uyanış süreci bakıyesi grupların bile bu gerçeği göremeyip, aşırı tepki veren laikçilere karşı, edilgen bir tepkisellikle Diyanet İşleri Başkanı ile Erdoğan’ın yanında saf tutup İslam’ı laik sistem için istismar eden bu tür söylem ve eylemlerini savunmaya geçmiş olmalarıdır.

 

Böylesine Büyük Hatalar Sonucu Yaşanan Yaygın Kirlenme ve Yozlaşmaya Karşı Sorumluluğumuz, Islah İçin Seferber Olmaktır

 

Evet, bir yandan Müslümanların istikamet krizi yaşayıp bâtıl siyasete eklemlenmeleri ve laik iktidarın İslam’ı temsil ettiği aldatmasıyla İslâm’ı tahrif etmeye yönelik müdahaleleri,  diğer yandan İslam’ın laik devlet ve kurumları için araçsallaştırılması ve istismarı sonucunda başta “İslâmî camia” olmak üzere bütün toplumda büyük ve yaygın bir sekülerleşme ve yozlaşma yaşanıyor. Bu ifsada ve kötü gidişe dair nitelikli ve ilkeli bir itiraz ve ıslah çabası güçlü biçimde ortaya konmadığında, sapmalar, saptırmalar ve yapılan büyük yanlışlar giderek kanıksanıp yenileri yapılarak kalıcılaşıyor, sonuçta derin ve büyük çürüme ile yaygın yozlaşmanın zemini oluşuyor.

Böyle olunca da, davetin muhatabı olan toplum önünde İslam konusunda güvenip dikkate alacakları, (tevhidî istikametini koruyan az sayıda müslümana kapalı olan) kitlelerin görüp izlediği alanlarda doğruyu, Hakkı ortaya koyan güzel bir örnek bulunamıyor. İslam adına ortaya konan bunca kirli bilgi arasından gerçekten doğrunun hangisi, ana kaynağa dayalı, Kur’an ve sünnet eksenli sahih İslam’a uygun olanın hangisi olduğunu ayırt etmelerini sağlayacak bir mihenk kalmamıştır. Genel anlamda İslam’ı toplumun gündemine getirenlerde yaşanan bu kafa karışıklığı ve özelde de “tevhidî uyanış süreci” bakıyesi gruplarda yaşanan savrulmanın oluşturduğu bu kaos ortamında, insanlar nasıl yolunu bulacak, yolu bulmuş olanlar ise nasıl korunacak?

Müslüman camiada “âlim, hoca, öncü” olarak tanınan şahsiyetlerin İslam’a ve Kur’an’a davet ettikleri toplumu aynı zamanda bâtıl sistemin laik bir partisine destek vermeye ve hem de İslam’ın  “ibadet”, “farz” gibi şiar ve kavramlarını araçsallaştırarak çağırmaları, egemen “statüko dini”ne teolojik alt yapı oluşturmalarına ve sonuçta da zihinlerde kirlenmeye yol açmıştır. Tabi bir de “kitleleri Allah ile aldatmak” için iktidarın lider kadrosunun sürekli kendilerini “İslam’a nispet etmeleri Hak ve sırat-ı müstakim üzere göstermeleri”ne dair ifsadları söz konusu olunca, bu görüntünün toplamı, iktidarın bütün yolsuzluk, yoksulluk, adam kayırma, rüşvet, haksızlık ve zulümlerinin faturasının İslam’a kesilmesine sebep olmuştur.

Gerçekten çok zorlu bir süreçtir bu?  Hak ile bâtılın bu derece karıştığı bir süreçte yaşanan bu yaygın ve etkin ifsada karşı sorumluluğumuz da o derece büyümüş ve ağırlaşmıştır.

Bu sebeple, omuzlarımızda çok ağır bir ıslah sorumluluğumuz var. İşte bu ifsad edici gidişe karşı  belge ve delilleriyle nitelikli itirazlar yükseltmek ve Hakkı ortaya koymak da bu büyük sorumluluğun en önemli ve öncelikli gereğidir. Bu konuda topyekûn seferber olmak gerekirken, maalesef bu konuda çok ciddi çabalar bulunmuyor ve çok az sayıda müslümanın gayretleri söz konusu olabiliyor.

İşte bu yazılarımızla da söz konusu büyük sorumluluğun gereğini bir ölçüde de olsa yerine getirerek yaygın ifsada karşı itiraz ve ıslah görevimizi yerine getirmeyi amaçlamaktayız.

Hiç değilse aynı cephede olduğumuza inandığımız kardeşlerimiz okuyup paylaşarak katkıda bulunsalar, önemli bir hizmet yapılmış ve Rabbimizin rızasını kazanmaya dair bir mazereti hep birlikte hazırlamış alacağız. Ancak, maalesef tevhidî istikametini koruyan az sayıda kardeşlerimizin de büyük çoğunluğu bu süreçten menfi manada etkilenerek eski duyarlılıklarını, fedakârlık bilinçlerini büyük ölçüde kaybedip atalete sürüklendiler. Yazılarımıza giriş yapan kardeşlerimizin sayısı dikkate alındığında, paylaşım yaptığımız kardeşlerimizin bile en az yarısının zahmet edip okumadıkları, hatta okumayı bırakın linki tıklayıp ne yazıldığına bakmak zahmetine bile katlanmadıkları gerçeğiyle karşılaşıyoruz.

Peki, en yakın kardeşlerimiz bile okuyup paylaşmazlarsa bizler bunca uğraşarak ürettiğimiz ifsada karşı ıslah amaçlı yazılarımızı daha fazla insana ve sonra da topluma nasıl ulaştıracağız? Bazıları yazılarımızı uzun bulabilir. Biliniz ki, bu kadar önemli ve kapsamlı konular daha kısa bir yazıyla anlatılamaz. Nitekim her yazımı yayınlamadan önce birikimli bir kaç müslümanın okumasından geçirmekteyim. Onlara, “hadi kısaltın” dediğimde, “atılacak bölüm bulamıyoruz” cevabını alıyorum ve en fazla bölümler halinde yayınlayarak okumanızı kolaylaştırmaya çalışıyoruz. Takdir edersiniz ki, böylesine büyük bir ifsada karşı slogan atarak da karşı konulamaz, mutlaka nitelikli içerikler ortaya koymak gerekir.  O halde hiç olmazsa emek verilip araştırma mahsulü olarak hazırlanan bu tür belgeli ve delilli yazıları okuyup paylaşarak ve daha fazla kişinin okumasına katkı vererek, bu yaygın yozlaşmaya karşı hep birlikte bir dayanışma halinde ıslah görevimizi yerine getirip Allah’ın rızasını kazanma imkânına kavuşabiliriz inşaAllah.

Rabbimiz, feraset ve basiretle olayları değerlendirmeyi ve istikamet üzere ayaklarımızı sabit kılarak sorumluluklarımızı dayanışma halinde hakkıyla yerine getirmeyi nasip etsin inşaAllah.

 

Nebevî Yöntemi Bırakıp, Bâtıl Sistem İçi İktidar Arayanlar, Hep Hüsranla Karşılaşmışlar ve İslamî Uyanışa da Zarar Vermişlerdir  

İşte bâtıl sistem içi iktidar arayışı bu sebeple nebevî yönteme aykırıdır. Hak olan hedefe bâtıl yollarla asla ulaşılamaz. Müslüman, kendince bir takım maslahatlar üretip nebevî yöntemi ve Hak yolu terk edip laik-demokratik sistem içi yollara girerse, girdiği batıl yolda çürür, yozlaşır, kısa zamanda var olan İslamî kimliğini de, ilkelerini de hak olan hedefini de yitirip bu bataklıkta kaybolur. Bu bâtıl yollardaki siyasi çalışmalara doğrudan katılmayıp sadece “aktif destek” verenler bile, yukarıda örneklerini verdiğimiz gibi kirlenip yolunu ve hedefini kaybetmektedirler. Bâtıl yolla Hakk’a ulaşmaya çalışmanın, sistem içi iktidarla Hak ve adalet arayışının, bâtıl sisteme eklemlenerek İslam ve Müslümanlar için “maslahat” ummanın, büyük bir sapma olduğu, yaygın bozulma, çürüme ve yozlaşmaya yol açtığı konusu, teorik olarak böyle olduğu gibi, bedeli ağır olsa da artık 20 yıllık Türkiye pratiğinde fiilen de ispatlanmış olan açık bir hakikattir.

Tevhidî uyanış süreci gruplarında, (Akabe Vakfı – Anadolu Platformu – AKDAV – Araştırma Kültür Vakfı – Hikmet Vakfı – İnsan ve Medeniyet Hareketi – Mazlumder – Özgürder gibi) AKP’ye “aktif destekçi” olduktan sonra öylesine büyük bir zihnî kirlenme ve savrulma yaşandı ki, bu grupların en iyilerinden olan Haksöz-Özgürder çevresi bile böylesine tanınmaz hale geldi. Varın diğerlerinin ne hale gelmiş olabileceğini siz değerlendirin. Bu grupların büyük bir kısmı, hâlâ AKP’ye desteğini sürdürürken, bir kısmı HAS Partiye kurucu olmuştu, daha sonra bir kısmı Ahmed Davutoğlu’nun partisine destekçi oldu. Anadolu Platformu çevresinin de bir kısmı AKP destekçisi olmaya devam ederken, bir kısmı da SP’ni desteklemeye başlamış bulunuyor. Haksöz-Özgürder çevresi ise, AKP’ye destek ile bir arkadaşlarını kurucu olarak verdikleri Davutoğlu’nun partisi arasında gidip geliyorlar. Davutoğlu’nun partisinde olan arkadaşı TV’de “İstanbul Sözleşmesi” konusunu değerlendirirken izlemiştim,  AKP iktidarı, “Müslüman camia”nın baskısı sonucu sözleşmeden çekildiği için sırf ona muhalefet adına bu ifsad edici sözleşmeyi bile neredeyse savunacak cümleler kurabilmişti. Nitekim genel başkanı Davutoğlu da sözleşmeden çekilme kararının iptali için Danıştay’a başvurmuştu. Geçmişte kendilerinin AKP’ye doğru savrulmalarına yönelik eleştirilerimiz sebebiyle bizi, mücadeleyi “AKP karşıtlığına indirgemek”le suçlarken, bugün laik bir partiye karşı diğer laik bir parti adına muhalefet edeyim derken bu kadar ölçüsüz davranabiliyordu. Şahsen laik bir parti kurucusu olması ve ondan sonra da bu kadar zihnî kirliliği ve ilkesizliği bu kadar kolayca içselleştirmesi bakımından, geçmişteki kendisi adına ben utandım.

Bu tevhidî uyanış süreci öncü kadrolarından bazıları da laiklik ve Atatürk ilkelerine bağlılık andı içmek ve Allah’ın hükmünü dışlayıp hevaya göre yasa yapmak üzere laik parlamentoya girmek için bile sıraya girdiler, milletvekili adayı oldular. Kur’an’ın örnek gösterdiği Rasûller ve öncü Müslümanlar (Hz.Yusuf, Hz. Musa, Hz. Muhammed ve Ashab-ı Kehf misali) iktidar ve sarayları bırakıp en zor şartlara razı olurken, günümüzde birçok Müslüman temel ilkelerini bırakıp laik sistem içi iktidara ve saraya doğru koşuyor ve bu bâtıl yolda İslami kimlik ve ilkelerini az pahaya satma konumuna bile sürüklenebiliyor.

Ne acı değil mi? Tevhidî uyanış süreci bakıyesi grupların içine sürüklendikleri durum gerçekten çok üzücü ve bu hal hem genel olarak toplumdaki, hem de özel olarak Müslüman camiâdaki yozlaşmanın en büyük sebebini teşkil etmektedir. Bâtıl yollarla Hak olan hedeflere ulaşmaya kalkışmak ya da bâtıl yoldaki siyasete bulaşıp oradan bir takım beklentiler içine girmek, istikamet krizine yol açmakta ve hem bu yollara sapanları hem de bu gidişe suskun kalanları zamanla zihnî planda kirletip değişime sürüklemekte ve sonuçta da çok daha yaygın bir yozlaşmanın zeminini oluşturmaktadır.

Hak olan hedefe ulaşmak için hiç taviz vermeden ısrarla takip edilmesi gereken nebevî yol ise, tevhidî davet, eğitim ve şahidlikle toplumu vahiy ekseninde değiştirip Kur’anî bir inkılâbla İslamî bir toplumu inşa etmeye yoğunlaşmaktan geçmektedir. Çünkü bir toplum özündeki cahiliye inanç ve amellerini tevhidî olanla değiştirip İslam’ın yönetimini hak etmedikçe, Allah o toplumun siyasal durumumu değiştirmeyecek ve İslâmî adalet yönetimini takdir etmeyecektir. “…Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez…[18]

Öncelikli olan, tevhidî istikamette sosyal bir değişimi sağlayarak İslamî toplumu inşa etmektir ve bu değişim Müslümanların iradesine bırakılmıştır. Siyasal değişimi, yaşanan sosyal değişime göre o toplumun hak ettiği biçimde takdir etmek ise, tamamen Allah’ın iradesindedir. Müslümanlar, vahiy ekseninde bu sosyal değişimi sağlayıp İslam toplumunu inşa edince, Allah da o toplumun siyasal durumunu değiştirip İslam’ın iktidarını takdir edecektir inşaAllah. İşte ısrarla takip edilmesi gereken ve iktidar eksenli değil kulluk eksenli olan nebevî yöntem budur. Hedefi her şeye rağmen iktidar olmak ya da ülke ve toprak fethetmek olmayıp insanları yalnız Allah’a kulluğa davet edip gönülleri fethederek daha çok insanın cennete gitmesi için çırpınmaktır. Bunun dışındaki bütün yöntemler, silahlı mücadeleyle bir topluma egemen olarak zorla İslamî sistem kurmak ya da bâtıl sistem içinde onların bâtıl (demokratik) yöntemlerini kullanarak iktidar olma arayışları, nebevî yönteme aykırı olup hep hüsranla sonuçlanmıştır. Başka bir yazımızda ise, nebevî yöntemi müstakil olarak ele almaya çalışacağız inşaAllah.

 

Dipnotlar:

[1] https://www.haksozhaber.net/ataturk-erdoganda-kemalizm-ak-partide-yeniden-bedenlenir-mi-32268yy.htm

[2] https://www.haksozhaber.net/okul/kemalizmin-mahyalari-islamin-gunesini-engelleyemez-5930yy.htm

[3] https://www.haksozhaber.net/ali-erbas-dua-edince-laiklik-sevdalilari-huzne-gark-oluyor-146507h.htm

[4] https://www.haksozhaber.net/basortulu-annelerin-ordu-evlerine-alinmadigi-gunlerden-basortulu-subaylarin-oldugu-g-146323h.htm

[5] https://www.ulusal.com.tr/gundem/bakan-akar-tsknin-ataturkculugunu-sorgulamak-kimsenin-haddi-h284594.html

[6] https://www.haksozhaber.net/harama-helal-damgasi-146293h.htm

[7] https://www.haksozhaber.net/hoca-camide-retorigine-deva-partisi-de-mi-katiliyor-146560h.htm

[8] https://www.haksozhaber.net/diyanetin-her-konuda-soyleyecek-sozu-niye-olmasin-146689h.htm

[9] https://www.haksozhaber.net/eski-yarsav-baskani-eminagaoglu-gecmis-gunlere-ozenmis-147250h.htm

[10] https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay/32692/cumhurbaskani-recep-tayyip-erdogan-yargitay-yeni-hizmet-binasi-ve-2021-2022-adli-yil-acilis-torenine-katildi

[11] Âl-i İmran, 3/104, 110; Tevbe, 9/71.

[12] 10 Ekim 2021 tarihli Yeni Şafak Gazetesi.

[13] 12 Ocak 2017 tarihli Yeni Şafak Gazetesi.

[14] 25 Haziran 1995 tarihli Yeni Şafak Gazetesi.

[15] “Mücadele gemiye zarar verecek boyutlara vardığında bütün grupların ellerini çenelerine koyup dü­şünmeleri gerekir.” “Tağutu Reddetmek ve Laik Partileşme Sınavı” adlı kitabımızda bu konuda daha geniş bilgi bulabilirsiniz.

[16] https://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettin-karaman/basortulu-sigara-2039345

[17] https://www.haksozhaber.net/ak-partili-kadinlar-her-seye-ragmen-anitkabir-ziyaretini-aksatmiyor-137800h.htm

[18] Ra’d, 13/11.

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon