Papa Almanya’da Regensburg İlahiyat Fakültesi’nde yaptığı bir konuşmada, Aziz Peygamberimize ve tebliğ ettiği dine hakaret niteliği taşıyan ifadeler kullanmıştır. Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiklerinin “kötü ve insanlık dışı olduğunu” iddia ederek ya da Bizans İmparatorunun 15. yy ifade ettiği iddia edilen bu sözlerine katılarak, Batıl bir dinin önderine bile yakışmayacak, ahlaki olmaktan uzak, üstelik yalan ve iftira niteliği taşıyan açıklamalarda bulunmuştur. Aslında, bir camianın en tepesindeki seçilmiş temsilcisi olarak, böyle mesnedi olmayan, doğru bir bilgiye dayanmayan, iftira niteliğinde bir açıklamayla, Hıristiyanlığın, yaşadığı tahrifat sonucunda ne kadar zelil bir konuma sürüklendiğini bilmeyenlere bir daha göstermiştir. Anlaşılmaktadır ki, vahiyden kopuş, kitabın tahrifi, Peygamberin ve ruhbanın ilahlaştırılması, zamanla fıtratların da bozulmasına sebep olmuş ve insani erdemlerin bile kaybedilerek “esfelesafilin” çukuruna düşülmesine yol açmıştır.
İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak ve zulme karşı adaleti, en büyük zulüm olan şirke karşı tevhidi ikame etmek üzere indirilmiş ve tüm insanları, insani erdemlere, fıtratın yoluna, insanlık onurunu koruyup yüceltmeye ve Hıristiyan camianın henüz bugün bile ulaşamadığı nitelikte insan haklarına davet eden Kur’an’ın mesajını, insanlık dışı olarak nitelemek, Allah’a düşman olmaktan başka neyle izah edilebilir? Hz. İsa’ya (as) gerçekten sevgi ve saygı duymuş olsalardı, Hz. İsa’yı hak peygamber olarak kabul eden, ona indirilen kitaba da iman eden, Hz. İsa’nın da müntesibi olduğu tevhid dinine çağıran ve üstelik, geleceğini de bizzat Hz. İsa’nın haber verip müjdelediği bir Peygamber olan Hz. Muhammed’e (s) ve onun tebliğ ettiği dine bu derece saygısız bir üslup kullanmazlardı. Kendi dinlerine ve peygamberlerine bile ihanet etmiş olanların Hz Muhammed (s)’e ve onun tebliğ ettiği dine (ortak kelimeye) saygılı olmalarını beklemek mümkün değildir.
Kur’an Bütün Peygamberlere Ayrım Gözetmeden İman Etmeyi,
Sevgi ve Saygı Göstermeyi Emreder
Kur’an’ın, Hz İsa ve Musa (as) dahil bütün Peygamberlere ayrım gözetmeksizin imana ve İncil ile Tevrat’ı da tahrif edilmeden önceki halleriyle Allah’ın kitabı olarak kabule çağıran ve bütün Peygamberlere aynı derecede sevgi ve saygı gösterilmesini isteyen ayetleri ve Resulullah’ın (s) bu konudaki örnekliği tüm güzelliği ile ortada durmaktadır. "Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk" deyin. Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.” “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. ‘Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır’ dediler.”
Kitap ehli ise, sadece kendi Peygamberi kabul ettiklerine iman edip, son Peygambere ve Kur’an’a imanı reddederek küfre girmekle kalmamakta, Papa’nın açık örnekliğinde görüldüğü gibi, Hz. Muhammed’e (s) saygı da duymayıp, üstelik çoğunlukla hakaret bile edebilecek kadar düşük bir ahlakı temsil etmektedir. “Kendilerine: Allah'ın indirdiğine iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler…” “Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip "Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız" diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara (gelince) işte Allah onlara bir gün mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”
İşte, Papa’nın Kur’an ve Resulullah (s) hakkındaki sözleri, hem kendisinin hem de şirke bulaşmış Hıristiyanlığın seviyesini ve Kur’an’la belirlenmiş konumunu, bilmeyenler için bir daha ortaya koymuştur. İşin doğrusu, İslam’a ve müntesiplerine, Kur’an’ın öngördüğü yukarıdaki ayetlerdeki adil tutum yakışırken, fıtratların bile bozulmasına yol açmış bulunan şirk dini Hıristiyanlığa ise Papa’nın ortaya koyduğu seviyesizlik yakışmaktadır. Bu bakımdan dünya insanlığını uyandıracak bir mahiyet arz etmesi, akıl sahiplerini Hıristiyanlık hakkında bir daha düşünmeye sevk etmesi bakımından, bu açıklamanın hayırlı olduğu bile söylenebilir.
Hıristiyanlık mı, İslam mı Akla Değer Verir?
Papa, ‘Hıristiyanlıkta Tanrı ve akıl arasında bağ var. İslam’da akıl ile Tanrı arasında bağ yok. İslami cihad akla ve Tanrıya karşıdır’ diyor. Halbuki akletme kabiliyetini yitirmemiş her insan bilmektedir ki; aklın bittiği yerde Hıristiyanlık ve Yahudilik başlamaktadır. Onlar kitaplarını tahrif edip, Peygamberlerini, Rahiplerini, Hahamlarını ilahlaştırdıktan sonra, Hz Musa ve İsa’ya (as) indirilen tevhid dini İslam’ı Hıristiyanlık ve Yahudilik haline dönüştürdüler, hevaya ve zanna tabi olmak suretiyle, yalan ve iftiralara saptılar ve bu uyduruk akıl dışı iddiaların peşinde, gerçekten tam da Papa’nın İslam için iddia ettiği insanlık dışı konumlara sürüklendiler.
Kur’an’ın ve selim aklın doğru tespitiyle, Akıl dışı, yalana, iftiraya, hevaya ve zanna dayalı Hıristiyanlık inancı nasıl akla uygun olabilir? Üçün bir, birin üç olduğu iddiası, yani teslisle Peygamber ve annesinin ilahlaştırılması, Ruhbanın ilahlaştırılması, ‘Endülijans’ uygulamasıyla cennetin satılması, günah çıkarma, vaftiz olmadan ölen çocukları bile ebedi cehennemlik sayan anlayış, engizisyon zulmü, şeytan çıkarma amacıyla insanların yakılması ve akla karşı savaş açmış Ortaçağ karanlığı mı akla uygundur? ‘Dünya dönüyor’ dediği için Galile’yi idamla yargılamak mıdır akla uygunluk? Düşünürleri, aklını kullananları engizisyon mahkemelerinde öldürmek mi akla ve ilme değer vermektir? Bütün bunlar akla uygun olduğu için mi, Batının okuyan, akleden, düşünen insanları ‘laiklik’ mücadelesi ile Kiliseye karşı baş kaldırdılar? Hıristiyanlık inancı akla uygun olduğu için mi, aklın ve düşüncenin önünün tıkanmasına itirazla ortaya çıkan rasyonalizm akımı, Kiliselerin içinin boşalmasına yol açtı? Aslında Papa’yı çıldırtan bir sebep de işte bu boş kiliselerdir. İslam’a ve Müslümanlara yönelik saldırının arka planındaki diğer bir sebep de, dünya insanlığının, aklı dumura uğratan Kilisenin boğucu karanlığından İslam’ın aydınlığına doğru yönelişidir. İşte Papa bu çıkışıyla, bir yandan İslami direnişi karalamak suretiyle Bush’a destek vermek ve dünya çapında artan İslam’a yönelişi engellemek istemektedir. Diğer yandan da Batılı insanın kimliğini tanımlamak için ihtiyaç duyduğu “düşman-öteki”nin İslam olduğuna bir daha vurgu yaparak Batılı insanların ortak kimliğini Hıristiyanlık temelinde yeniden inşa etmeye ve Batılıları Kiliseye geri döndürmeye çalışmaktadır. Halbuki Papa aklını kullanıp, fıtratın sesine kulak verse, bu çöküşün faturasını İslam’a ve Müslümanlara kesip, böyle saldırganlaşacağına, toplumlar arasına kin ve husumet tohumları ekeceğine, kendi sapkın akıdesini gözden geçirerek vahye teslim olması gerektiğini anlayacaktır. Akla, ilme, fıtrata ve Allah’ın kevni ayetlerine aykırı, şirke bulaşmış inancını önyargıların taassubundan kurtularak özgürce sorgulayabilse, İsa (as)’ın tebliğ ettiği tevhid dinine, aramızdaki ortak kelimeye (tevhide) dönmesi, İslam’a yönelmesi gerektiğini ve bunun kendisine onur kazandıracağını fark edecektir.
Hıristiyanlık, gerek tahrif edilmiş kitabın üretilmiş hükümleriyle, gerekse ruhbanın dogmalaştırılan düşünceleriyle akla ve ilme karşı savaş açmışken, Kur’an yüzlerce ayetinde, heva, zan ve tahmine dayalı yalan ve uydurma bilgilerden kaçınarak, akletmeye, düşünmeye, tefekküre ve ilme çağırmaktadır. Üstelik Kur’an, aklını kullanmayanları, aşağılayan bir üslupla eleştirir ve uyarır. Yunus Suresi 100. ayette; “…O (Allah), aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir. Ve pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine koyar” hükmü yer alır.
Batı Ortaçağ karanlığında boğulurken, dünyayı aydınlatan, İslam’ın nuru ve onun yansıması olan Müslümanların ilmi ve düşünsel ürünleriydi. Hıristiyan Avrupa’nın, muharref dinin akla ve özgür düşünceye savaş açmış bu Ortaçağ karanlığından, rasyonalizmin görece “aydınlama”sına geçişinde ve Rönesans’ın temelinde bile, barbarca yakılan ve yıkılan Endülüs kütüphanelerinden kurtarılan ve o zaman dünyaya ışık saçan İslam aleminden çeşitli yollarla Batıya intikal eden eserlerin büyük katkısının olduğu, erdemli Batılılarca da itiraf edilen önemli bir gerçektir. Yani Batıda akla bir miktar değer verilir hale gelinmesinin arka planında da, yine İslam’ın desteği ve İslam’ın muhteşem ışığından cüzi bir miktarın Batıya ulaşması vardır. Tabii ki, ilahi vahye kendisini kapatan seküler Batı yada ilahi vahyi tahrif etmiş bulunan Hıristiyan Batı, yaşanan görece aydınlanmaya rağmen yine de karanlıktan kurtulamamış, sadece zulumatın (karanlıkların) gri tonlarına doğru bir geçiş yaşamıştır.
Kitap Ehlinin, vahiy ve Aklı Devre Dışı Bırakması
Sebebiyle İnsanlığa Yaşattığı Vahşet
Yapılan tahrifat sonucunda, akıl dışı ve insanlık dışı bir muhteva kazanan Hıristiyanlık ve Yahudilik, vahiyden ve fıtrattan büyük kopuşların yaşanmasına sebep oldu. İşte bu sebeple de, insanlık dışı katliamlar, vahşetler, hep ve sürekli onlardan sadır oldu. Adalet ve iyilik ise hep Tevhid dini olma vasfını koruyan İslam’dan. Saltanatla zulme bulaşıldığı dönemlerde bile, kitap ehline Müslümanlar tarafından, hep İslam’ın ölçüleriyle ve adaletle muamele edildi. Hıristiyan ve Yahudiler, birbirlerine zulmettiklerinde bile sürekli İslam’ın adaletine sığındılar, özgürce yaşama imkanını da hep İslam’ın hakimiyetinde buldular. Ve buna rağmen de hep İslam’a ve Müslümanlara ihanet ettiler, ellerine her fırsat geçtiğinde birbirleriyle yardımlaşıp Müslüman halkları katlettiler.
Papa, aynı saldırgan konuşmasında, ‘Dine davet için, şiddet ve tehdit yerine, iyi konuşma kapasitesi ve doğru akıl yürütme gerekir…’ demiş. Ancak aklını yitirmiş yada kin ve düşmanlıktan gözü kararmış biri bu kadar çelişkili ve bu kadar tutarsız konuşabilir. İslam, Âl-i İmran suresinde, son derece güzel ve hikmetli bir üslupla ‘… Ey Kitap ehli, gelin aramızdaki ortak kelimede (tevhid akıdesinde) buluşalım. Allah'tan başkasına kulluk yapmayalım. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın…” şeklinde barışçı bir davetde bulunurken, aynı ayetin sonunda, ‘Eğer onlar (bu tevhid davetinden) yüz çevirirlerse: işte o zaman ‘şahid olun ki biz Müslümanlarız’ deyiniz’ hükmüne yer verilir. Yani daveti reddedenlere karşı, şiddet ve tehdit yöntemini kullanarak İslam’ı zorla kabul ettirmeye değil, onların yanlış tercihlerine karşı kendi tercihini gündemleştirmeye ve tıpkı “Lekum dinikum veliye din” hükmünde olduğu gibi, onlardan ayrışmaya, onlarla ve onların sapkın din anlayışlarıyla asla uzlaşılmayacağı mesajını vermeye çağrı yapılır. Barışçı olan gayrimüslimlere karşı ise, “iyilik ve adaletle muamele yapılması” tavsiye edilir.
Hıristiyanlar ve Yahudiler ise bu barışçı davete, yüzyıllardır hep silahla cevap verdiler, bugün de aynı yöntemle Müslüman kanı dökmeyi dünyanın her yanında sürdürüyorlar. Ve bu sebeple de geçmişte zaman zaman silahla karşılık gördüler. Bugün ise artık tek taraflı Yahudi-Hıristiyan saldırı ve işgalleri bütün Müslüman halkları kuşatmış durumdadır. En büyük terörist Bush’un, 11 Eylül bahanesiyle başlattığı saldırıları “Haçlı seferi” olarak nitelendirmesinin devamı mahiyetinde, ‘İslamcı faşistlerle savaş’ naraları atıp her yanda Müslüman kanı döktüğü bir süreçte, Papa da İslam’a ve İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s)’e saldırıya geçmektedir. Dil sürçmesiyle değil, önceden hazırlanmış bir metinden yaptığı konuşmayla, bilinçli ve kasıtlı olarak İslam’a ve Peygamberine saldırmaktadır. Ve bugün, İslam’ı şiddet yanlısı olarak suçlayan Papalığın da desteğiyle, Hıristiyan tarikatı ‘Evangelik’lerin, neo-conların önderliğinde Hıristiyan Siyonistler dünyanın her yanında, Afganistan, Irak, Filistin ve Lübnan’da Müslüman kanı dökmeyi sürdürüyorlar. İslam’ı ve Müslümanları tehdit ve düşman ilan edip, şiddetin en vahşisini uygulamayı sürdürüyorlar. Geçmişte de yüz binlerce masum Müslüman’ın katline yol açan Haçlı seferlerini gerçekleştirenler, Endülüs’te Müslüman halkları soykırıma uğratmanın yanında, bir medeniyetin köklerinin kazınması amacıyla şehirleri ve kütüphaneleri bile yakıp yıkanlar, hatta Yahudileri bile Osmanlıya sığınmak zorunda bırakan zulümleri işleyenler, birbirlerine yönelik Katolik-Protestan-Ortodoks mezhep kavgalarında ve çıkardıkları iki dünya savaşında yüz milyonlarca insanı katleden caniler hep Hıristiyanlığın üretimidirler.
İslam’ı tehdit ve Düşman ilan eden NATO ve Batılı emperyalist devletler, katil Bush ve Papa, faşizmi, nazizmi üreten kültürün kendi kültürleri olduğunu unutarak, tarihin kaydettiği en büyük katliam ve soykırımları (Kızılderili, Aborjin ve Siyah ırka yönelik soykırımları, Vietnam, Kore, Kamboçya, Hiroşima ve Nagazaki, Avustralya, Hindistan, Afrika, Ortadoğu, Afganistan halklarına yönelik katliamları, İngiliz tekstil sanayini kurtarma adına on binlerce Hindu Çıkrık Ustasının ellerini bileklerinden kesme zulümlerini) kendilerinin gerçekleştirdiklerini unutturmak istemektedirler. Dünya savaşlarını kendilerinin çıkardığını ve bugün bütün İslam coğrafyasındaki işgal, istila, sömürü ve vahşice katliamların, Guantanamo’da, Ubugureyb’te, Şibirgan’da, Mezarı şerif’te Müslümanlara yönelik hayvanca tecavüzlerin, işkencelerin, toplu infazların, bütün Batı ülkelerine yayılan gizli ceza evlerindeki zulümlerin, CIA uçaklarıyla yapılan korsanlıkların faillerinin yine kendileri olduğunu, seküler kültürün ve şirk dininin kazandırdığı iki yüzlülükle göz ardı etmektedirler. Üstelik, bugün dahi Avrupa’da yaşayan Müslümanlara entegrasyon adı altında asimilasyonu, AB’ne girmek isteyen Türkiye’nin Müslüman halklarına Avrupa’nın seküler kültür ve değerlerini kabul etme ve bu istikamette değişme şartını dayatmaktadırlar. Buna rağmen, bütün tarihi boyunca, yönetimi altındaki bölgelerde Hıristiyan ve Yahudilere, kendileri kalarak dinlerini özgürce yaşama imkanını ve temel haklarını korumayı taahhüt edip, açık hükümlerle güvence altına alan İslam’ı ve bunu saltanat döneminde bile adaletle sağlayan Müslümanların adil uygulamalarını ise, faşistlikle ve şiddet yanlısı olmakla ve kılıçla Müslümanlaştırma politikası gütmekle suçlama ahlaksızlığını göstermektedirler. Papa, “iyi konuşma kapasitesi ve doğru akıl yürütme”den bunu mu anlamaktadır? Hıristiyanlar, böyle düşük akıllı ve fıtratını bozmuş, akletme kabiliyetini, insani erdemlerini, adalet duygusunu yitirmiş kimseleri nasıl başlarında tutmaktadırlar? Yoksa en iyileri bile bu kadarlık bir kapasiteye mi sahiptir? Yoksa Papa emperyalist Batının sömürü projelerine ve bu amaçla çıkarılmak istenen ‘medeniyetler çatışmasına’ katkıda bulunmak mı istemektedir?
Bütün Papa’lar, İslam’a Karşı
Aynı Haçlı Düşmanlığı ve Aynı Önyargıyla Maluldürler
Nedense “dinler arası diyalog” projelerine alet olanlar ve kimi aydınlar önceki Papa’yı güzel göstererek, Hıristiyanlık adına İslam’a bu tür saldırgan yaklaşımın, son Papa’nın özel tutumundan kaynaklandığı mesajını yayma telaşına düştüler. Halbuki İslam’a karşı son Papa’nın tutumu, Hıristiyanlık camiasındaki gerçek ve hakim görüşü yansıtmaktadır. Batıda, muharref Hıristiyanlık kültürüne kaşı çıkan kimi erdemli istisnaların dışında büyük çoğunluk İslam’a ve Müslümanlara son Papa gibi yaklaşmaktadır. Eski “barışçı” (!) Papa’nın bir kez olsun, Filistin’de, Afganistan’da, Irak’ta, Hıristiyan-Siyonistlerce gerçekleştirilen işgal ve katliamları kınayan tek söz ettiğini duyan var mı? Üst seviye pek çok Papaz ve Haham’ın iştirak ettiği ve Türkiyeli bir cemaatin önderliğinde düzenlenen “dinler arası diyalog ve hoşgörü” toplantılarında bir kez olsun, tüm İslam coğrafyasını kuşatan bu din eksenli saldırı, işgal ve katliamları kınayan tek bir karar alınmış yada ortak bildirilerde bir satır da olsa yer verilmiş mi? Tam tersine, bu tür toplantılar, sanki dünya güllük gülistanlık barış içindeymişçesine barış, hoşgörü ve sevgi konuşmaları yapılarak tamamlanmış ve tüm dünyada estirilen Hıristiyan-Siyonist vahşeti görmezden gelinerek katledilen milyonlarca Müslüman’la adeta alay edilmiştir.
Aslında, bu tür ikiyüzlü toplantıların sık yapıldığı ve bunları düzenleyen Müslümanların Papa’ya diyalog ve hoşgörü adına bağlılık bildirdikleri dönemde, yani önceki Papa zamanında da Vatikan aynı İslam düşmanlığıyla “Milyonlar Muhammed’e Karşı” konulu raporlar yayınlanıyordu. 10 Ekim 2004 tarihli İngiliz Daily Telegraph gazetesi, Kardinal Joseph D’Hippolito’nun sözlerinden alıntı yaparak, “Vatikan yetkililerinin NATO tarafından desteklenen uluslar arası askeri gücün Irak’ta demokrasiyi inşa etme ve düzeni kurma girişimini desteklediğini” yazıyordu. World.mediamonitors.net sitesindeki haber analizde ise, Vatikan’ın Müslümanlar tarafından kurulacak Müslüman hükümetlere karşı yürütülecek askeri müdahaleleri desteklediğini açıklaması ve teşvik etmesi anlamlı bulunuyordu. Vatikan Dışişleri Bakanı ile kişisel olarak Papa’nın da paylaştığı görüşleri ifade ettiğini belirten Kardinal D’Hippolito, “Vatikan’ın İslam’a karşı başlattığı Haçlı savaşından cesaret alan bir çok Batılı aydın ve politikacının, Müslüman dünyaya yönelik saldırılarını daha da sertleştirdiği” tespitini yaparak, “bu stratejinin başarıya ulaşana kadar sürdürülmesi gerektiği” tavsiyesinde bulunmaktaydı. Vatikan’ın en büyük düşman olarak İslam’ı ilan etmesinin, Batı dünyasını alarma geçirdiğini belirten Philadelphia Churc of God gazetesi de, “Ortadoğu’daki güçlerin giderek büyük bir tehlike olmaya başladığını ve bu tehlikenin ancak Katolik Kilise’sinin Haçlı anlayışı ile önlenebileceğini” vurgulamaktaydı. İşte, önceki Papa döneminde de sürdürüle gelen bu tür emperyalist emellere ve projelere destek olma çabası bugün de devam etmekte ve yeni Papa, İslam’a ve Peygamberine yönelik iftira ve hakaret içerikli açıklamayla yeni bir Haçlı seferinin fitilini ateşlemektedir. Yoksa Papa ve yandaşları, yüzyıllardır, kimin şiddete dayalı politikalarla insanları dönüştürmeye çalıştığını da, bu amaçla kimin hangi insanlık dışı uygulamaların altına imza atarak geldiğini de, İslam’ın nasıl bir adalet anlayışına sahip olduğunu da çok iyi bilmektedirler.
Diğer taraftan, ölünce kıymete binen eski Papa, sağlığında 1993 yılında İsrail’i ilk defa tanıyan Papa unvanını almış ve mazlum Filistin halkının işgal altında katliamlara maruz kaldığı bu süreçte işgalci katillere hiçbir eleştiri yapmazken, Kudüs’e gidip ağlama duvarında dua ederek terörist İsrail’e destek vermişti. Üstelik II. Paul, “Tanrının Kudüs’ü Yahudilere vaad ettiğini” bile söyleyerek, İslam düşmanlığını Yahudi’nin hurafelerine destekle daha net bir biçimde ortaya koymuştu. Dinler arası diyalogcular ve kimi aydınlarca kıymeti vurgulanan eski Papa, uzun döneminde, Musevilerden, Romanlardan, Katolik olmayan Hıristiyanlardan, sapkınlardan, kadınlardan ve değişik kültürlere sahip topluluklardan, tarihin değişik dönemlerinde Katoliklerin zulümlerine muhatap olmaları nedeniyle özür dilediği halde, aynı şekilde, Haçlı seferleri sebebiyle yaptıkları katliamlardan dolayı Müslümanlardan özür dilemekten ise özellikle kaçınmıştı. Tıpkı bugünkü Papa Benedict’in bütün dünyadan yükselen taleplere rağmen, yaptığı hakaret ve iftiralardan dolayı özür dilemeye yanaşmaması gibi.
Anlaşılmaktadır ki, Papa Benedict’in gerçekleştirdiği son saldırı, önceki Papa’nın da İslam’a karşı tutumunun bir devamı olarak, fakat öncekinden daha açık bir üslupla, bilerek ve takıyye yapmadan gerçekleştirilmiştir. Böylece Papalık, İslam’ı ve Müslümanları yok etme amaçlı tek yanlı saldırı planı olan ‘medeniyetler çatışması’ projesine, öteden beri var olan, ancak diyalog kamuflajı altında yürütülen ve diyalogcuların da bilerek örtmeye çalıştıkları desteğini, bu sefer daha cüretkarca ortaya koymuştur. Papa bu tutumuyla, beklide o makama getirilişinin gereği olan, Batı’yı ve Katolik dünyasını, Amerikan (Neo-con, Evanjelik) Protestan faşistlerin arkasında, “İslam tehlikesi”ne karşı Haçlı düşmanlığı ortak paydasında birleştirmeye yönelik misyonunu yerine getirmeye çalışmaktadır.
ABD’ye egemen Hıristiyan fundamentalistler ve Siyonistler, başlattıkları küresel “Haçlı Seferi”yle, Yahudilerin önünü açacak ilahi bir misyonla, İsa’yı yeryüzüne döndürmeyi ve bir kıyamet savaşı çıkarmayı hedeflediklerini açıkça yazıp, söylüyorlar. 21. yüzyılın bu sebeple “dinler savaşı” yüzyılı olacağını iddia ediyorlar. İsrail’in Filistinlilere yönelik, giderek azgınlığı ve cüretkârlığı artan saldırı ve katliamları, Bush’un Afganistan ve Irak’ta sürdürdüğü aynı paraleldeki şiddet ve vahşet uygulamaları, Irak’tan Kudüs’e kadar bütün bölgeyi işgal ederek İsrail’e sunma stratejisi, bölgenin enerji ve su kaynaklarını ele geçirme savaşı, İslam coğrafyasını silahtan arındırarak, İsrail’e dikensiz gül bahçesi hazırlamaya ve İslamı yok etmeye yönelik tüm çalışmalar hep bu sapkın fundamentalist din anlayışından beslenmektedir. Üstelik bu dinsel arka planı cüretkârca ortaya koymaktan da hiç çekinmemektedirler. Bush ve Cheney’in seçim kampanyalarını yürüten organizasyonun başkanı Marc Racicot, Florida’da kampanya çalışanlarına gönderdiği mektupta Bush’u, “Terörizme karşı küresel haçlı seferinin lideri” ilan etmişti. İstihbarattan sorumlu Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı General Boykin ise Evangeliklerin dini törenlerinde sıkça ABD’nin “Hıristiyan bir devlet olarak şeytan ile savaştığını” ve bu anlamda “kutsal bir savaş”ın içinde olduğunu açıkça ifade etmişti. Yine aynı general, “Şeytan bizi bir Hıristiyan ordusu olarak yok etmek istiyor. Eğer bizler Hz. İsa adına birleşirsek ancak o zaman yenilebilirler” diyerek Hıristiyanları birleşmeye çağırmıştı. İşte bu sapık kadro, ilahi emir olarak algıladıkları tüm aşırılıkları, katliamları, tecavüzleri, ahlaksız işkenceleri Müslüman halklar üzerinde bir ibadet anlayışı içinde rahatlıkla uygulayabilmenin ruh halini taşımaktadır. İşte Papa bu arka plana sahip Haçlı saldırısına destek vermeyi, emperyalist Batı dünyasını İslam düşmanlığında ve Hıristiyanlık ortak paydasında birleştirmeyi amaçlamıştır.
İslam’ın Cihad Anlayışı, İnsanları Özgürleştirme
ve Adaleti İkame Etme Amaçlıdır
Eğer İslam’ın, Papa’nın iftira ettiği gibi, şiddet, tehdit ve zorla Müslümanlaştırmaya yönelik bir emri olsaydı, İslam’ın yönetimine girmiş bölgelerde bir tek gayri Müslim kalır mıydı? Tam tersine Kitap ehli en rahat ve adalet içinde özgürce yaşama imkanını hep İslami yönetimlerde bulmuşlardır. Dillere destan komşuluk ilişkilerini, adalet ve iyilikle muamele görmeyi gayrimüslimlere hep İslam hediye etmiştir.
İslam’ın cihad anlayışı, Hıristiyanlığın katliamlara cevaz veren muharref anlayışının aksine, dinde zorlama ve haksız yere cana kıyma amacı gütmez. Tam tersine İslam’da cihad kavramı, insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, insanlık onuruna ve fıtratın erdemli yoluna kavuşturacak olan Kur’an mesajını insanlara ulaştırmak amacıyla gerçekleştirilecek, tebliğ, eğitim, emri bil maruf, vahyin şahidliği ve Allah yolunda savaş anlamındaki salih amellerin tümünü kuşatan bir muhteva ile barışı ve adaleti sağlamayı amaçlar. Bu geniş muhteva “Öyleyse kafirlere itaat etme ve onlara (Kur'an'la) büyük bir cihad ver” ayetinde “Kur’an’la cihad” olarak ifade edilmiştir. İslam, insanları ‘silm’e ‘barış’a girmeye çağırır. Amacı dünyada adaleti ikame ederek, evren, fıtrat ve hayat arasında barışı tesis etmektir. Bu amaçla beş temel zarureti (Can, Mal, Akıl, Nesil ve Din emniyetini) dokunulmaz kılar ve Allah’ın koyduğu güçlü müeyyidelerle bu temel hakları güvence altına alır. İşte uğrunda cihad edilmesi ve korunması istenen bu beş temel emniyetten birisi ‘akıl emniyeti’, birisi de ‘can emniyeti’dir. Son derece geniş kapsamlı olan cihad kavramı içindeki kıtal anlamındaki cihad ise, zorbalık ve tahakküm için değil, İslamı zorla kabul ettirmek için değil, haksız yere cana kıymak için hiç değil, tam tersine akıl, can ve din özgürlüğünü güvence altına almak için çaba sarf etmeyi ifade eder. İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi, haksız, hukuksuz, çıkar ve sömürü amaçlı, kör ve zalimane bir şiddete değil, hak, hukuk ve adaleti ikame etme, insanları özgürleştirme ve temel hakları güvence altına alma, zorbalıklara son verme amaçlı “meşru şiddet”e cevaz verir. İslam, haksız yere bir cana kıymayı, bütün insanları katletmek mesabesinde kötü bir amel olarak nitelerken, bir canı kurtarmanın da bütün insanları kurtarmak olacağına vurgu yapar. İslam’ın cevaz verdiği meşru şiddet, bu imtihan dünyasında, insanların kendilerini özgürce gerçekleştirebilmelerinin, bu bağlamda istedikleri dini özgürce seçip, özgürce yaşayabilmelerinin önündeki engelleri kaldırmayı hedefler. Bu vasatı ortadan kaldırıp Allah’ın kullarına zorla tahakküm eden, insanlara zorbalıkla din değiştirmeyi dayatan “fitne”nin ortadan kaldırılmasını amaçlar. İşte İslam’ın adaleti bu kadar muhteşemdir, cihadı bu kadar insanidir. Bu adaletin, insani ve akli duruşun ışığı Papa’nın gözlerini kamaştıracak boyutta olmasına rağmen, önyargıları ve cehaleti, kendisini bu çarpıcı hakikati göremez hale getirmiştir.
Bu bakımdan İslam’ın cihadı, öncelikle savunma ve insanları zulümden, adaletsizlikten kurtarma, temel hakları güvence altına alma amaçlıdır. Ayrıca, insanları, zorbaların zulmünden, baskısından kurtarıp, iradeler üzerindeki ipotekleri kaldırıp özgürleştirerek, vahyin mesajı karşısında özgürce karar verebilme vasatına kavuşturmayı amaçlar. Bundan sonra, ‘dinde zorlama yoktur’ , ‘dileyen iman etsin dileyen inkar etsin’ ayetlerinin hükümleri gereğince herkes istediği dini ve inancı tercih etme özgürlüğüne sahiptir. Kimseye din dayatılmaz, sadece tebliğ yapılır. Hıristiyan toplumlar açısından değerlendirildiğinde ise, Haçlı seferleri ile temsil edilen ‘kutsal savaş’, yüzyıllardır süregelen ve bugün halen devam ettirilen uygulamasıyla, hep, İslam’ın bütün insanlar için korumaya aldığı beş temel zarureti yok etmek amacını gütmüştür. Özellikle Hıristiyan olmayanlar, bazen ise kendi farklı mezhepleri için bu temel hakları yıkmak ve böylece barışı yok etmek, Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin süreklilik arz eden uğraşı alanını teşkil etmiştir. Kilise, Hz. İsa’ya (as) iftira ederek uydurulmuş bulunan, “onları içeriye girmeye zorla” sözüne dayanarak, insanları zor ve şiddet kullanarak Hıristiyanlaştırmayı asırlarca dinî bir politika olarak yürütmüş, üstelik bunu da Kilise’nin gelirlerini arttırmak gayesiyle yapmış bir kurumdur. Hıristiyan misyonerlerinin de, yüzyıllardır Kapitalizmin emperyal sömürü projeleri adına ve sömürgeci işgalcilerin öncü gücü olarak faaliyet gösterdiklerini artık bilmeyen yoktur.
Bugün de, Hıristiyan emperyalist devletler ve Yahudi devleti; Papalık ve Hahamların desteğiyle, İslam topraklarında, işgal, istila, sömürü, soykırım ve zorla dönüştürme amaçlı bir şiddeti, hem de en güçlü silahlarla ve yaygın bir biçimde sürdürürken, Müslüman halklar içindeki küçük direniş öbekleri, son derece sınırlı imkanlarla, bu işgallere, katliamlara, soygunlara karşı savunma, işgalcileri defetme, özgürlük ve bağımsızlıklarını elde etme amaçlı, meşru bir şiddete başvurmak zorunda kalmışlardır. Buna rağmen, Bush ve Papa, İslamı faşizmle suçlayabiliyor ve Müslümanları, şiddete dayalı yöntemlerle İslamı zorla kabul ettirmeye çalışmakla itham etmek gibi son derece tutarsız ve adaletsiz açıklamalar yapabiliyorlar.
Bush, Papa ve yandaşlarının bütün karalama çabalarına rağmen, Batılı kimi erdemli yazarlar bile, Kilisenin İslam’ın cihad anlayışı ile ilgili iddiasının asılsız bir iddia ve iftira olduğunu belgeleyen eserler yazmışlardır. Mesela bunlardan birisi olan Arnold Toynbee, yazdığı pek çok yazı ve kitabında, Hıristiyanların dini zorla kabul ettirmede müşriklerden geri kalmadıklarını, Müslümanların ise tebliğde hiçbir zaman insani ölçüleri aşmadıklarını ısrarla yazmayı sürdürmüştür. Yine bir başka Batılı L. Browne ise, “The Prospectes of İslam” adlı eserinde “Doğruluğundan kuşku duyulmayan gerçekler, Müslümanların gittikleri yerde halkı kılıç zoru ile İslam’a soktukları yolundaki Hıristiyan kaynaklı iddiaların kökten asılsız olduğunu belgelemektedir” ifadesine yer vermiştir.
İslam ve Cihad Anlayışı Karalanırken, Batı Kimliği
Hıristiyanlık Temelinde Yeniden İnşa Edilmek İsteniyor
İslam’ın cihad anlayışı bilinçli bir biçimde karalanmaya ve cihad kavramı başta olmak üzere, bir çok Kur’ani kavram, Batı güdümündeki ülkelerde İslami eğitim programlarından çıkarılmaya çalışılmakta yada bu kavramlar yıpratılmaya çalışlmaktadır. Çünkü bu kavramlar ve İslam’ın cihad ilkesi, arkasında Haçlı zihniyeti bulunan Batı Emperyalizmine karşı mücadelenin ve İslami direnişin en güçlü öğretisini, en büyük motivasyon kaynağını oluşturmaktadır. Güçlü silahlarıyla, yaptıkları küresel terör ve korsanlıkla İslami direnişi durduramayanlar, İslam’ın cihad anlayışını suçlayıp, ellerindeki geniş enformasyon ağı ve medyatik propaganda gücünü kullanarak karalamaya, mahkum etmeye, Müslüman halkları İslami cihattan ve Mücahid direnişçi Müslümanlardan soğutarak, direnişi zaafa uğratmaya, böylece Müslüman halkların direniş azmini kırmaya çalışmaktadırlar. Faşist Protestan Evanjelik tarikatının ve temsilcisi katil Bush’un, İslamı faşistlikle, teröristlikle suçlaması da, Papa’nın cihadı akıl dışı zorbalık olarak nitelemesi de aynı emperyalist amaca hizmet etmektedir.
Siyonist, neo-con Evanjelik tarikatının, İslam’a karşı yürüttükleri Haçlı saldırılarını ve zorla dönüştürme projelerini destekleyen Papa’da işte bu sebeple, cihad kavramına ve İslam’ın cihad anlayışına cepheden saldırıya geçmekte, “İslami cihad akla ve Tanrıya karşıdır” ve “insanları kılıç zoruyla Müslümanlaştırmak amacını gütmektedir” yalan ve iftirasını ortaya atmaktadır. Papa’ların seçim yada tayin süreçlerinde dönen entrikalar da bu makamlara gelenlerin belirlenmesinin küresel güçlerin tesirinden bağımsız olmadığını ve küresel emperyal politikalara uyumu dikkate alan bilinçli atamaların gerçekleştirildiğini ortaya koymaktadır. Bu sebeple soğuk savaş Papa’sı, daha çok Komünist sistemin tasfiyesinde rol oynamak üzere belirlenirken, soğuk savaş sonrasının Papa’sı olarak da, yeni “düşman” İslam’a saldırıları daha açıktan destekleyecek ve İslam’a karşı Haçlı kinini besleyecek birisi öne çıkarılmıştır. Bu yüzden ölen Papa, baba Bush’la birlikte komünizme karşı Müslüman halkları kullanmaya yönelik “yeşil kuşak” projesinin uygulanması sürecinin gereğince üstlendiği rolün üslubuyla konuşmaktaydı. İslam düşmanlığını ise, “Dinler arası Diyalog” kamuflajı altında sürdürmekteydi. Ancak komünizmin yıkılıp, İslam’a saldırıya geçilmesinden itibaren o da arka planda bu saldırıyı destekleyen bir tutum değişikliğine gitmiş ve oğul Bush’un Irak işgaline destek vermişti. Yeni Papa ise doğrudan yeni düşmana karşı konuşlandırıldı. İşte bu sebeple İslam düşmanlığını daha açıkça izhar edebilmekte, Müslüman halkları tahrik ve provake edecek kadar saldırgan bir üslubu bile kullanmaktan çekinmemektedir.
Bu sebeple Papa, yaptığı İslam düşmanlığına dayalı açıklamaları bilinçli ve belli amaçlara hizmet amacıyla yapmaktadır. Bu amaçları şöyle sıralayabiliriz; dünya kamu oyu nezdinde İslam küçük düşürülmek ve İslam’a yöneliş engellenmek, emperyalizme direnen Müslümanlara dünya kamu oyundaki ve Müslüman halklardaki destek kesilmek, direniş zaafa uğratılmak istenmektedir. Ayrıca, Kilise’den kaçanları yeniden kazanmaya çalışmak ve İslam’a hakaret üzerinden Hıristiyanlık bilincini yükseltmeye, Batılı toplumların, Avrupalıların kimliğini Hıristiyanlık temelinde yeniden inşa etmeye katkı sağlamak amaçlanmaktadır. Papa, öteden beri seslendirdiği “Avrupa’nın coğrafya temeli üzerine değil, ortak inanç temeli üzerinde kurulduğu” tezini hayata geçirmek ve Avrupalı kimliğini Hıristiyanlık temelinde inşa etmek istemektedir. Diğer taraftan, İslami direnişi besleyen tevhidi din anlayışını yozlaştırarak, Protestanlaştırarak Batı değerlerine uyumlu “ılımlı” bir İslam anlayışına yol açmak da hedeflenmekte ve bu amaca yönelik yerli desteğe de sahip reform ve dönüştürme projeleri desteklenmektedir. İslami değerler, kavramlar tartışmaya açılarak ve karalanarak yerli Batıcılar, reformcular, İslam coğrafyasındaki sekülerleşen kesimler cesaretlendirilmek istenmektedir. Nitekim, Papalık Dış Misyonlar Enstitüsü yetkililerinden Papaz Piero Gheddo Papa’nın açıklamasını izah sadedinde yaptığı açıklamada, bu amaçları ifşa edercesine şunları söylemiştir. “Papa büyük bir cesaret örneği sergilemiştir. Zira cihadın saçmalığına ilişkin sözleriyle ılımlı Müslümanların uyanmasını sağlamıştır.”
Papa’nın Açıklamalarının Ortaya Koyduğu Gerçek
Ve “Dinler Arası Diyalog”un anlamı
Bütün bunlara rağmen, tahrif edilmiş Tevrat’da, Yahudi olmayan bütün insanların kadın, çocuk ayırmadan katline cevaz verilirken, ‘Hahamlar Şûrası’ bu uyduruk hükme dayanarak Filistinli ve Lübnanlı Müslümanların, yine kadın çocuk ayırmadan katline fetva verirken, Irak, Afganistan, Filistin ve Lübnan’da, Hıristiyan Yahudi işbirliği ile Müslüman katliamı sürerken, hâlâ dinler arası diyalog adına, bütün bunlar yokmuş gibi davranılması ve hoşgörüden bahsedilmesi iki yüzlülükten başka neyle izah edilebilir? Üstelik, Bush ve Papa’nın kendi faşist, işgalci, zorba ve katliamcı tutumlarını ve yaptıklarını Müslümanlara ve İslam’a yamamamaya kalkmaları, tam bir ahlaksızlık örneği oluştururken, ‘dinler arası diyalog’cuların hala bu tür dönüştürme projelerine hizmeti sürdürmeleri ibret verici ve neye hizmet ettiklerini ifşa edici bir anlam taşımaktadır. Kitap ehlini, Hz. İbrahim’e (as) de iftira edip, “İbrahimi dinler” olarak nitelemek suretiyle ve onların akıdelerindeki sapmaları gündeme getirmekten kaçınarak, ortak bir akıde vurgusuyla mevcut sapkın inançlarına meşruiyet kazandıran ilkesiz tutumlar sergileyerek, tebliğ ve emri bil marufun terk edildiği, Kur’an’ın onaylamadığı ameller gerçekleştirilmektedir. Böylece bu projeyi gündem yapan Papa’lığın amacına hizmet edilmiş olmaktadır.
“Dinlerarası diyalog” ve “hoşgörü” kamuflajı altında yürütülen projeler ve yapılan toplantılar, aslında bir Papalık projesi olup, bütün insanları kiliseye döndürmeyi amaçlamaktadır. Ve bu amaç gizli de tutulmayıp, anlamak isteyenlerin anlayabileceği tarzda açıkça ifade de edilmektedir. Dinlerarası diyalog kavramıyla tanımlanan girişimin başlangıcı 1962-1965 yılları arasında gerçekleştirilen II. Vatikan Konsili’dir. Bu konsili başlatan ise, Papa 23. Jon’dur. Papa II. Paul ise, 1991 yılında ilan ettiği Redemptoris Missio (Kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde aynen şöyle diyordu: “Dinlerarası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır…. Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir.” Bu ifadelerden ve daha pek çok yayından da anlaşıldığı kadarıyla, büyük maddi güce ve dünya çapında büyük desteğe sahip kilise, “Dinler arası Diyalog ve Hoşgörü” adı altında, öncelikle Müslüman halkları İsa’ya davet ederek Hıristiyanlaştırmayı hedeflemekte, eğer bu sonucu elde edemeyecekse, hiç olmazsa İslam’ı sekülerleştirerek, hayata müdahale iddialarından koparıp içini boşaltarak, vicdanlara hapsedilmiş, Hıristiyanlık benzeri (Protestanlaştırılmış) bir İslam anlayışı oluşturmaya çalışmaktadır. Önce Hıristiyanlığa geçmiş ve Papaz yardımcılığı yaparken tekrar dönüş yapan birinin ifade ettikleri de, Papalığın projesinin içeriği ile örtüşmektedir: “Dinler arası diyalogun amacı, halkı İslam’dan koparmak, İslam’ı çürütmektir.” 1966 yılında oluşturulan II. Vatikan Konsili Hıristiyan olmayanlar sekreteryasında 1973 yılında sekreterlik görevine getirilen Pietro Rozano, sekreteryanın yayın organı olan bir dergide yayınlanan sözlerinde şunları ifade etmiştir: “Diyalogdan bahsettiğimizde açıktır ki; bu faaliyetleri, Kilise şartları çerçevesinde misyonerlik ve İncil’i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilisenin bütün faaliyetleri Mesih’in sevgisini ve sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog, Kilisenin İncil’i yayma amaçlı misyonunun bir parçasıdır.”
Papalığın İslam’ı alternatif olmaktan çıkarmak ve insanları Hıristiyanlık merkezli bir inanç etrafında toplamak üzere uygulamaya koyduğu “Dinler Arası Diyalog” ve BOP benzeri İslam’ı ve Müslüman halkları dönüştürme projelerinin önemli ve gönüllü temsilcilerinden olan bir cemaatin liderinin Papa’ya yazdığı mektubun içeriği de bu anlamda son derece uyarıcı ve ibret vericidir:
“Pek muhterem Papa cenapları,
Üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen toprakların dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekan kılma yolundaki kutsal misyonumuzu tam manasıyla bilen halkından size en içten selamları getirdik. Yoğun gündeminizde bize zaman ayırarak sizinle müşerref olmayı bahşettiğiniz için zatıalilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız. Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinler Arası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik. İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır.… İnsanlar arasında anlayışı ve hoşgörüyü artırmaya yönelik dinler arası diyaloğa yönelik ortak gayretlerimiz çok iş görebilir… Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir.”
Papalık misyonu olarak ve Müslüman halkları Hıristiyanlaştırma amacıyla uygulamaya konan ‘dinler arası diyalog’ projesine katkı sunmak için Papa’yı ziyaret eden ve elini öpüp bağlılık bildirenler, Papa’lığın İslam düşmanlığına dayalı ve İslam’a ve Peygamber’ine hakaret ve iftiralarla dolu açıklaması karşısında, artık bu tür projelerin neyi amaçladığını anlamaları ve hatalarından dönmeleri gerekmiyor mu? Bu tür İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme projelerine katkı sunmaktan vazgeçtiklerini hâlâ neden açıklamıyorlar? Tam tersine önceki Papa’yı yücelterek aynı amaca hizmeti sürdürmede neden ısrar ediyorlar? Dinler arası diyalogçuların en ılımlılarından olan Hayrettin Karaman bile, bütün yaşananlara rağmen diyaloğun gerekliliğini ve devamını savunmakta, ölen Papa’nın diyalog yanlısı olduğuna vurgu yapmaktadır. Diyalogun Kur’ani temeli olarak Mümtehine 8. ayeti ileri sürüp, diyaloğu, Müslümanlara dinleri konusunda savaş açmayan ve onları yurtlarından çıkarmaya çalışmayan Barışçı “gayrimüslimlerle iyilik ve adalet çerçevesinde ilişki kurmak” olarak tanımlamaktadır. Ancak H. Karaman, yıllardır diyalog toplantılarına katılıp, destek verdiği ve halen bunların devamını savunduğu bu süreçte, gayrimüslimlerin bu ayetin tam tersini yaptıklarını ve Mümtehine 9. ayette zikredilen saldırgan konumda bulunduklarını ve “küfür tek millet” olduğu sözünü doğrularcasına, hep birlikte, Müslüman halklara, dinlerine ve topraklarına yönelik küresel bir savaşı sürdürdükleri, topraklarını işgal ederek onları ya ölüm ya esaret yada ülkelerini terk etmek zorunda bıraktıkları hakikatini (hem de bizzat kendisi “Mümtehine 9 şartlarında Müslümanların kendilerini korumaları farzdır” dediği halde) görmezden gelmektedir.
Yıllardır Kilisenin amaçlarına hizmet edenler, Kitap ehli ile ‘ortak akıde’ye sahip olduklarını iddia ederek, onları bu şirke bulaşmış halleriyle kabullenip, bilmeyenlerin gözünde, (Allah’ın Kur’an’daki, İbrahim (as)’ın Yahudi’de, Hıristiyan’da olmadığına dair açık uyarısına rağmen) “İbrahimî din” adı altında onlara meşruiyet kazandıranlar, eğer tüm bunları bilgisizlik ve iyi niyetle yapmışlarsa, bu yanlış tutumlarından dolayı artık tevbe edip, İslam’a ve Müslümanlara daha fazla zarar vermekten kaçınmaları gerekmiyor mu?. Aslında, Kitap ehlinin sapmalarını gündemleştirmeyerek, eleştirmeyerek ve onlara tevhidi tebliğ etmeyerek, hakikati bulmalarını engellemiş olmakla onlara da zulmettiklerini fark ederek bu yanlış yoldan bir an önce dönmelidirler.
Papa’ya Tepki Gösterenlerin,
Yerli Zulme Sessiz Kalma İki Yüzlülüğü
Papalığın desteğini alan emperyalist Batılı devletlerce, İslam’a ve Müslümanlara yönelik küresel saldırılara ve vahşi “haçlı” kuşatmasına ilaveten, yaklaşık 80 yıldan bu yana bir de kendi ülkemizde saldırıya uğruyoruz. Bu ülkenin Müslümanları olarak, on yıllardır laik sistemin modernleştirme, batılılaştırma projelerinin ürettiği baskı ve yasaklara muhatap kılınıyoruz. Yerli yönetimlerce dayatılan seküler Batı değerleri adına İslami kimliğimiz yok edilmeye çalışılıyor. Bize ait topraklarda, kendi ülkemizde Allah’ın ayetleriyle, İslami kimliğimizle savaşılıyor. Keyfi, ideolojik, kanunsuz ve adaletsiz kanun, karar ve uygulamalarla, İslami kimliğimiz ve Allah’ın tesettür ayeti saldırıya uğruyor, aşağılanıyor. Danimarka’da yayınlanan karikatürlerin ve Papa’nın hakaretlerinin benzerleri daha baskın versiyonlarıyla Türkiye’de gerçekleştiriliyor. İslami şiarlarımıza, mukaddeslerimize ve onurumuza saldırılıyor.
Nedense, İslami kimlik ve değerlere yönelik içerdeki daha şedit zulümlere sessiz kalanlar, dışardan gelen saldırılara ise çok büyük tepkiler veriyorlar. Papa’ya tepki gösteren, kimi parti ve STK yetkililerinin, kendi ülkelerindeki oligarşik yönetimlerin yaklaşık 80 yıldır gerçekleştirdikleri ve halen sürdürdükleri, İslam’a ve İslami kimliğe yönelik daha aşağılayıcı ve daha sert saldırılara, bu bağlamda başörtüsü ve İslami eğitim yasağına, 28 Şubat kararlarıyla gerçekleştirilen baskılara, hakaretlere, irtica suçlaması ve MGK kararlarıyla İslamı tehdit ve düşman ilan etme misali zulümlerine karşı sessiz kalışlarındaki iki yüzlülük ne ile izah edilebilir?
Dışarıdan gelen saldırılara gösterilen yaygın tepkilerin bir kısmı samimi olmakla beraber, bu kesimler korku ve sinmişlik psikolojisiyle yerli zulme karşı sessiz kalma konumuna sürüklenmektedirler. İçteki zulme sessiz kalıp, dıştaki zulme ise abartılı tepkiler verenlerin diğer bir kısmı ise, samimiyetten uzak ulusalcı reflekslere dayalı bu tepkilerle, İslami kimliği sahiplenmekten daha çok, ulusal bilinç ve birliği güçlendirme adına bir din istismarı gerçekleştirmektedirler.
Mesela 1999 Türkiye’sinde sistem yanlısı kartelci medyanın MGK’ya sunulan BÇG raporu iddiasıyla yayınladığı bir “rapor”da da aşağıdaki satırlara aynen yer verilmişti: “Türkiye ise, bugün hala, bundan 1400 yıl önce yaşamış olan Muhammed adlı Arap bir hikayecinin hikayeleri ile korkutulup maddi, manevi sömürülmektedir. Muhammed öldükten sonra, hikayeleri yandaşlarınca bir kitapta toplanmış ve insanlar bu kitaba bir de kutsallık vererek taptırılmıştır. (Bkz. Kur’an-Muhammed) Muhammed ısrarla Allah denilen kutsal bir varlıkla görüşüp konuştuğunu (Allah, mensubu olduğu kabilenin baş putuydu) ve kendisinin de bu Allah’ça peygamber yani elçi seçildiğini söylemiştir… Atatürk bir insanlık devrimi yaparak tüm direnmelere rağmen tarihte ilk defa bu “akıl hastası palavracıları” insanlıktan def etmiştir.” Bu satırlarda ortaya konan hakaret ve iftiralar, karikatürlerden ve Papa’nın konuşmasından daha ağır değil mi? Neden Papa’ya tepki gösterenler bunlara ve daha benzer pek çok saldırıya sessiz kalmışlardır? Hele Basın önünde Papa’ya İngiliz’ce Kur’an gönderme şovu gerçekleştirenler, önce, İslam’a saldırılarda Papa’yı geride bırakan yerli zalimleri neden kucaklamakta olduklarını, İslam’ı tehdit ilan eden laik ulus devleti neden kutsallaştırdıklarını, neden İslam düşmanlarıyla kol kola ulusalcı “kızıl elma”cı cephelerde yer aldıklarını sorgulamalıdırlar.
Türkiye’deki sistemin İslam’a saldırılarına, baskı ve hakaretlerine sessiz kalan, hatta, çoğu kez ulusalcı, ulus devletçi, “devlet-i ebed müddet”çi tutumla bu zulümleri onaylayan, savunan, hatta çoğu kez de bizzat bu zulümleri icra makamında yer alan CHP, MHP, DYP, ANAP, İP gibi partiler ve benzer istikametteki STK’lar, hatta Doğu Perinçek bile, Papa’nın konuşmasına tepki gösteriyorlar. Bütün bu tepkilerin, İslami bilinç ve duyarlılığın, İslami kimlik ve değerlere sahiplenmenin bir sonucu olmadığı, olamayacağı açıktır. Bu tür tepkiler, daha ziyade, ulusalcı refleksleri besleme ve dini hassasiyetleri ulusal birlik lehine kullanma arzusunun tezahürüdürler. Ayrıca, İslam’a yönelik içteki zulümlere karşı durarak dini duyarlılık mesajı veremeyenlerin, hiç değilse daha risksiz ve daha kolay olan dıştan saldırılara bu tür bir tepki göstererek halka şirin görünme arzuları da, bu konudaki tutumun belirlenmesinde bir başka etkendir. Bu kesimler, içteki zulme tepkisizliğin yol açtığı boşluğu, dıştan gelen saldırılara karşı seslerini yükselterek doldurmaya çalışıyorlar.
Diyanet İşleri Başkanının tepkileri de, aynı şekilde değerlendirilmek durumundadır. Yıllardır “Dinler Arası Diyalog”un resmi boyutunu yürüten bu laik kurumun, laik sistemin bu ülkenin Müslüman halkına yönelik baskı ve yasaklarına karşı bir tek itirazı olmamışken, başörtüsü ve İslami eğitim yasaklarını kaldırmaya yönelik hiçbir çabası söz konusu değilken, tam tersine hutbe ve vaazlarıyla laik devletin politikalarını meşrulaştırma görevini ifa ederken, Papa’ya itirazda ön alması neyle izah edilebilir? Yoksa, Diyanet Başkanının medyada geniş yer verilen çıkışıyla, halktan gelebilecek muhtemel daha büyük tepkilerin havası mı alınmak istenmiştir? Papa’nın çıkışı, neden ona özgü arızi ve önceki Papalarda olmayan kişisel bir tutum olarak yansıtılmaya ve sanki “özür dilemesiyle” de sorunun aşılacağına dair bir imaj oluşturulmaya, top yekun Batı ile İslam dünyası arasındaki temel çatışmaların tartışılması ise engellenmeye çalışılmıştır? Böyle yapılarak muhtemel tepkiler yönlendirilip, kontrol altına mı alınmak istenmiştir? Yoksa, Türkiye’nin stratejik ortağı ABD ve AB’nin Papa’lık ile işbirliği halinde İslam’a yönelik Haçlı saldırısının toplum tarafından anlaşılması engellenmek mi istenmiştir? Bunun için mi, Papa’ya itirazın öncülüğü, yıllardır Papalıkla içli dışlı olan ve İslamı tehdit olarak algılayan laik devletin emrine tabi bulunan resmi bir kuruma bırakılmıştır?
Bütün bu kurumlar ve kimi STK’lar neden Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’in ağır eleştirilerine tepki göstermemişlerdir. Laik devletin Diyaneti halkın nabzına göre Papa’ya itiraz rolünü üstlenip, Papa’nın ziyaretinin uygun olmayacağını açıklarken, aynı devletin Cumhurbaşkanı devletin laik olduğuna vurgu yaparak ziyaretin gerçekleşmesine yeşil ışık yakmaktadır. Böylece, halkın dinine yönelik saldırıların, aynı dini kendisi de tehdit olarak algılayan laik devleti bağlamayacağı imajı oluşturulmaktadır. Yani herkes rolünü oynamaktadır.
Sezer ve Papa, Paralel Bakış Açısıyla
İslam’ı Hedef Almışlardır
Papa’yı misafir edecek olan A. Necdet Sezer, misafirinin henüz gelmeden Avrupa’da yaptığı, İslam’a hakaret içeren konuşmasına hiç tepki göstermeyerek, içteki zulme sessiz yada destekçi olurken dışa tepki gösteren kimi laik ve ulusalcı çevrelere nazaran daha tutarlı ve ikiyüzlülükten uzak bir tutum sergilemiştir. Öteden beri yapa geldiği açıklamalardaki İslam’a mesafeli, hatta karşı olarak algılamaya müsait tutumunu, dinin bireysel hayata yansımasını bile laiklik anlayışına aykırı bulan ve MGK kararlarında sürekli irtica yakıştırmasıyla İslam’a tavır koyan yaklaşımını sürdürmüştür. Bu tutumunun doğal bir sonucu olarak da, Papa’yı eleştirmek bir yana, aynı süreçte yaptığı, İslam’ı ve Kur’an Kurslarını, “dogmatik ve boş inanç” öğretimi olarak niteleyen konuşmalarla, Papa’nın İslam’ı “zorba ve akıl dışı” ilan eden yaklaşımına destek gibi algılanabilecek ifadeler kullanmıştır. Vatikan’ın İstanbul Temsilcisi Başrahip George Marovitch’de işte bu sebeple, Papa’nın hakaretlerini eleştirmemesinden dolayı Sezer için, “Ona minnettarız. Pazar ayininde Sezer için de dua ettik” açıklamasını yapmıştır.
Küresel 28 Şubat’ın, İslam’a yönelik saldırısının siyasi ve manevi liderliğini üstlenen Bush ve Papa’nın İslam karşıtı açıklamalarıyla, yerel 28 Şubat sürecinin ürünü olan ve gerek MGK’daki rolü, gerekse YÖK’e verdiği destekle, bu sürecin dayatmalarının, yasaklarının ve baskıcı politikalarının yılmaz savunucusu ve sürdürücüsü olan bir zatın İslam’a yönelik aşağılayıcı ifadelerinin örtüşmesi, Batı kültürü ortak paydasında buluşmalarının doğal bir sonucudur.
Necdet Sezer yeni eğitim ve öğretim yılının başlaması sebebiyle yaptığı açıklamada; “Eğitim, kesinlikle devlet denetiminde ve gözetiminde, Atatürkçü düşünceden ve laiklik temelinden ödün verilmeden yürütülmelidir. Bu bağlamda, dogmalarla ve boş inançlarla çocukları ve gençleri etkileme amacı güden okulların ve kursların varlıklarını sürdürmeleri engellenmeli, çocuk ve gençlerimizin çağdaş bir eğitim alarak geleceğe hazırlanmaları konusunda toplum doğru bilgilerle yönlendirilmelidir” ifadesine yer vermiştir. Aynı şekilde, ODTÜ’nün açılışında yaptığı konuşmada da öğrencileri, dogma ve boş inançları terk ederek Atatürkçülüğü benimsemeye çağırmıştır. Eğitimin “kesinlikle” yani tartışmaya bile kapalı bir biçimde, mutlaka devlet denetim ve gözetiminde olmasını dayatmak dogmanın ta kendisi değil midir? Hele eğitim gibi aklın, düşüncenin, bilimin ve doğru bilginin egemen olması gereken bir alanda, bugün insanlığa ve halkımıza ıstıraptan başka bir şey getirmemiş Atatürkçülük ve laikliğin ödün vermeden dayatılmasını istemek, dogma ve boş inancı savunmak ve bu istikamette gençlerin niteliksiz yığınlar haline gelmesini istemek değil midir?
Bir tarafta, Sezer de dahil bütün insanları ve evreni yaratan Allah’ın, tüm insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere indirilmiş vahyi, diğer tarafta ise, bir insanın Batı’dan devşirdiği kültüre dayalı ve 80 yıl önceki siyasal tercihleri yer alıyor. Yine bir tarafta, Allah’ın, kullarını, Kur’an’daki evrensel hükümlerini bile kör bir taklitle ezberlemeye değil, aklederek, düşünerek anlamaya çağırması, eğer ellerinde daha iyisi olduğunu iddia edenler varsa, onları bu iddialarını ispata ve delilleriyle, belgeleriyle ortaya koymaya davet etmesi, diğer tarafta ise egemen laik sistem ve oligarşi adına Sezer’in, bir beşerin 80 yıl önce ifade ettiği ve bugün artık tükenmiş, bizzat savunucuları tarafından bile terk edilmiş ilkelerini, kör bir taklitle ezberlemeye, toplumun gerisinde kalmış bir ideolojiyi, üzerinde tartışma bile yapmadan, akla ve ilme uygunluğunu bile araştırmadan ve “ödün vermeden” taassupla sürdürmeye çağırması var. Akıl kabiliyetini ve insani erdemlerini tam anlamıyla yitirmemiş olanlar adaletle söylesin, hangisi “dogmatik ve boş inanç” olarak nitelendirmeyi hak ediyor? “Atatürkçülük” ya da “Kemalizm”, topluma tartışılmaz, değiştirilmez tam bir doğma olarak dayatılmıyor mu? Anayasaya konan bu bağlamdaki “değiştirilemez”, hatta “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” putlaştırılan maddeler neyin ifadesidir? Ülkemizdeki ikinci büyük kesimi oluşturan Kürt halkını yok sayan ve üstelik zorla Türkleştirmeye çalışan ve bu sebeple yıllardır acımasız zulümler yapıp, kan döken resmi ideoloji mi dogmatik ve boş inanç nitelemesini hak etmektedir, yoksa bütün kavimleri eşdeğer, saygıdeğer Allah’ın ayetleri sayıp, yüzyıllarca eşit haklarla ve adaletle barış içinde bir arada yaşatan İslam mı? Eğitim kurumlarını resmi ideolojinin kışlaları yada seküler hurafelerin tapınakları haline döndürüp, hak, adalet ve özgürlükleri yok ederek, aklı, ilmi ve özgür düşünceyi kapı dışına atan Kemalizm mi dogmacı boş inançtır, yoksa sürekli akletmeye, düşünmeye, tefekküre, ilme ve insanlık onurunu yüceltmeye, insani erdemleri, temel hakları korumaya çağıran İslam mı? Sezer’in istediği gibi dogma ve boş inancından taviz vermeyen resmi ideolojinin eğitim siteminde tam bir bunalım yaşanmakta, şiddet ve çeteleşme, uyuşturucu ve fuhuş, laikliğin ve Kemalizmin hazırladığı müsait ortamı değerlendirerek, ilk okullara kadar yaygınlaşmış bulunmaktadır.
Bush ve Papa, İslam’a karşı küresel 28 Şubatı temsil ederek saldırıya geçtikleri bir süreçte kendileri için geçerli pek çok hususu İslam ve Müslümanları suçlamak üzere ifade etmektedirler. Aynı şekilde Sezer ve ülkemize egemen oligarşi de yerel 28 Şubat’la İslam’a ve Müslümanlara yönelik bunca haksızlığı gerçekleştirmekte oldukları ve dogmacı bir tutumla farklılıklara tahammülsüz davrandıkları halde, kendilerine ait pek çok vasıfla İslam’ı nitelendirmeye kalkışmaktadırlar.
Papa, Bush ve İşbirlikçilerine Rağmen, Kur’an’ın Mesajı,
Karanlıktaki İnsanlığın Ufkunu Aydınlatmayı Sürdürecektir
Bunca açık saldırı ve hakaretten sonra özür dilemek bile bir anlam ifade etmeyeceği halde, üstelik Papa, özür dilememekte ısrar etmekte ve söylenen sözlerin diyalog çağrısı anlamına geldiğini ifade ederek, diyalogdan ne anladıklarını da cüretkârca ortaya koymaktadır. Vatikan Dışişleri Bakanı Başpiskopos Dominique Mambert, “Papa, incitici bir şey yapmadı. Sadece diyalog talebinde bulundu” demiştir. Papa’da yaptığı ilave açıklamada, özür dilemeye yanaşmadığı gibi, “Benim konuşmam, genel itibariyle, karşılıklı tam bir saygı içerisinde, sakin ve samimi bir diyalog çağrısıydı” diyebilmiştir. Böylece, hem diyalog’un ne anlama geldiğine bir daha açıklık getirmiş, hem de bu hakaret ağırlıklı, aşağılayıcı konuşmanın, Müslümanlarla “karşılıklı tam bir saygı içerisinde”, üstelik hem de “sakin ve samimimi” bir konuşma olduğunu iddia ederek, adeta alay etmiştir. Ayrıca bir de yalan söyleyerek, konuşmasında yer verdiği, Bizans İmparatorundan aktardığı alıntılara kendisinin katılmadığını ifade etmiştir. Halbuki, söz konusu konuşması tetkik edildiğinde, bu alıntılar hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “bu (alıntılar) beni çok etkiledi ve de bunu konuya ilişkin düşüncelerim için bir kalkış noktası olarak kullanacağım”. İşte bu ifadeler, Papa’nın söz konusu alıntıları çok benimsediğini ve düşüncelerine dayanak yaptığını ortaya koymaktadır. Papa İslam ve Peygamberine yönelik iftira ve saldırısını, yukarıda izah edildiği üzere, bilinçli bir biçimde ve emperyalist amaçlara hizmet etmek için gerçekleştirmiş, faşist Neo-Con’larla bütünleşmiştir.
Emperyalist Batılı devletler ve silahlı güçleri NATO ile destekçileri Papa ve yerli işbirlikçileri hoşlanmasalar da, Allah nurunu tamamlayacaktır. Kur’an, Allah’ın izniyle dünya insanlığını, şirke bulaşmış Hıristiyanlığın ve sekülerizmin oluşturduğu karanlıklardan aydınlığa, zulümden adalete çıkaracaktır. Kur’an, Papa’ya ve desteklediği emperyalistlere rağmen, insanlık onurunu yüceltecek aydınlık mesajıyla insanlık ufkunu aydınlatmaya devam edecektir. NATO’ya, Papa’ya ve işbirlikçilerine rağmen, Allah’ın izniyle dünya insanlığı, Kur’an’a ve Hz. Muhammed’in (s) sahih sünnetine, örnekliğine sarılarak izzet ve onur kazanacak, ‘zuluma’tın (Hıristiyanlığın, Yahudiliğin, Kapitalizmin, Komünizmin, ulusalcılığın, laikliğin, sekülerliğin, sağcılığın, solculuğun) karanlıklarından ‘nur’un (İslam’ın) aydınlığına çıkacaktır. ‘Muhammed-ül Emin’ kimliği ve onun ahlakı olan Kur’an ahlakı yaygınlaştıkça, Papa ve takipçileri gibi cahiller, insanlığa daha fazla zarar veremeyeceklerdir. İşte temel korkuları da budur. İslam’a ve Peygamberine yönelik bu iflah olmaz düşmanlıklarının kaynağında da hep bu korku yatmaktadır. Ama bu çırpınışları boşunadır, Allah’ın izniyle korktukları başlarına gelecek ve sömürü düzenleri ile batıl inançları bir gün mutlaka yıkılacaktır. Tevhidi ve adaleti temsil eden mü’minler için izzet ve mükâfât, zulumatı (karanlıkları) temsil eden Kâfirler ve zalimler için ise zillet ve azab kaçınılmaz bir sondur.
Bize düşen sorumluluk; artık herkesin anlayacağı biçimde foyası aşığa çıkmış bulunan “Dinler Arası Diyalog” oyununu ifşa edip, Müslüman olmayanlara, İslam’ın kurtarıcı, aydınlatıcı mesajını merhamet ve adaletle, güzel ve hikmetli bir üslupla taşımakta ısrar etmektir. Evet büyük sorumluluğumuz; Al-i İmran Suresinin 64. ayetinde zikredilen ve Peygamberimizin (s) davet mektuplarında da yer verilen çağrıyı açıkça ve kamufle etmeden Kitap ehline yöneltmektir. “Diyalog”çuların yaptığı gibi onları mevcut inançlarıyla kabullenmenin, temel akıdevi ihtilafları gündem dışında tutarak “ortak akıdeye” sahip olduğumuzu vurgulamanın, şirki dikkate almadan sadece Allah’ın varlığına inanmayı yeterli sayarak ve onları halleri üzere “İbrahimi” dinler kategorisinde meşrulaştırarak ilişki kurmanın, ortak toplantılar düzenlemenin yanlışlığını müdrik bir tutumla hareket etmektir. Bu sebeple yapılması gereken görev, ilk temastan itibaren onları, akıdevi yanlışlıklarını ortaya koyarak, kitaplarının tahrifi ve sürüklendikleri şirk konusunda uyarmak ve onların da köklerinde var olan ortak kelimeye/tevhide çağrıyı tıpkı Resulullah’ın (s) yaptığı gibi önlerine koymaktır. Bu Kur’ani ve Peygamber’i çağrıdan, tevhide/ortak kelimeye davetten yüz çevirdiklerinde ise, İslami kimliğimizi ve onların dininden beri olduğumuzu açıkça vurgulayıp ayrışmak, din konusunda her hangi bir uzlaşmaya da yanaşmamaktır. Tabii ki, bu duruş, her yeni vesileyle daveti tekrarlamaya ve onların da kurtuluşuna vesile olacak tebliğ ilişkilerini sürdürmeye engel değildir. Onlar bize ve dinimize savaş açmadıkça, yurtlarımıza yönelik işgal ve saldırılara girişmedikçe ve bizi dinimizden vazgeçirmeye, yurtlarımızdan çıkarmaya çalışmadıkça, barışçı gayrimüslimlere iyilik ve adaletle muamele etmek, iyi komşuluk ilişkileri kurmak, bizim hem Kur’an’la emredilen görevimiz, hem de tarihe görkemli örnekleri sunulmuş bulunan ahlakımızdır.
Biz Müslümanlar, zor zamanlarda değil, İslam’ın güçlendiği zaman olan Medine’de inmiş, “dinde zorlama yoktur” ve “dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin” ayetleri gereğince, hiç kimseye dinimizi zorla kabul ettirmeye çalışmadık, çalışmayız, bundan sonra da böyle yapmamız mümkün değildir. Çünkü bu tutum bize Kur’an’la emredilmiştir. Ancak hiç kimsenin de bize, kendi din, ideoloji yada kültürel değerlerini dayatmasını asla kabul etmeyiz/etmeyeceğiz. Bu amaçla, Bush’a, Papa’ya, Sezer’e ve yandaşlarına rağmen İslami kimliğimize ve tüm insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere Allah tarafından indirilmiş Kitabımıza topluca sarılmak zorundayız. Bu adil ve kurtarıcı mesajı tüm insanlığa ulaştırmak, Allah’ın hükmünü hayata hakim kılmak, İslami kimlik ve değerlerimizi savunmak, hak, özgürlük ve yurtlarımızı emperyalist saldırılardan korumak için Rabbimizin emri olan “Kur’an’la cihad”a sonuna kadar sahip çıkmak ve bu görevimizi hiçbir sebeple aksatmamak mü’min olmamızın en temel gereklerinden biridir. İnsanlığın ve kendimizin gerçek anlamda “dogma ve boş inanç”ların tasallutundan azade kalarak kurtuluşumuzun, ancak tevhid ve cihadla mümkün olduğunun bilinciyle, bu temel kavramlarımızı karalamaya kalkanların karanlık suratlarına, “hayatın iman ve iman edilen değerlerin hayata hakim kılınması uğrunda cihat etmekten ibaret olduğu” aydınlık mesajını haykırmalıyız. İslam’ı ve cihadı karalamak isteyen, Müslüman halkları Batıya eklemlemek üzere dönüştürmek isteyen yerli zalimlere ve emperyalistlere, İslami kimliğe, tevhidi imana, İslami direnişe, cihada sahip çıkarak ve dönüştürme projelerine itiraz ederek cevap vermeliyiz.