8,2K
Kısa vadede kan dökülmesini ve acıları dindirmek suretiyle, mazlum halka bir miktar nefes aldırmak bakımından seküler sistem içi çözüm gerekli olmakla beraber, gerçek adil çözüm ancak İslam’la mümkündür.
İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV) tarafından düzenlenen “Kürt Sorununa Sistem İçi Çözüm Arayışları ve İslami Çözüm Önerileri” konulu ve iki oturum halinde tam gün süren panel, ağır kar şartları altında, Ankara Koca Tepe Kültür Merkezinde gerçekleştirildi. Program Yusuf Sertkaya’nın Kur’an’dan Rum 22, 23. ve Hucurat 13. ayetleri ve meallerini okumasıyla başladı. İLKAV Genel Sekreteri Abdullah Başaran’ın selamlama ve programı takdim konuşmasını müteakip, İLKAV Başkanı Mehmet Pamak panel gündemiyle bağlantılı bir açış konuşması yaptı.
Pamak: “Devlet kutsal değildir. Halkımızın ayağındaki pabuçtur, sıktığında atar, yenisini edinir.”
Pamak’ın açış konuşmasının özeti:
Türk ulus devletinin ömrü, İslami kimlik ve Kürt kimliğiyle savaşmakla geçmiştir
“Türk ulus devletin kuruluşunda gerçekleştirilen ve Kürt sorununa da yol açan temel reddiye öncelikle İslami kimlikle ilgili olandır. Yani ulusalcı seküler şirk sisteminin en temel düşmanı yüzyıllarca halkların arasında kardeşliği tesis etmiş olan İslami kimliktir, İslam şeriatıdır ve ümmet bilincidir.
Türk ulus devletinin kurucularının esas aldığı temel paradigma, Batının seküler ve ulusçu modern paradigması olunca, pozitivizm din gibi benimsenince doğal olarak vahye, İslam’a, ümmet bilincine ve İslami kimliğe savaş açılmıştır. İşte böylece bölge halklarını kardeşleştiren ortak İslami kimlik ve değerlerin düşmanlaştırılıp dışlanması sonucunda da, İslam’dan boşaltılan ortak üst kimlik alanını doldurmak amacıyla din gibi kurgulanan Kemalist resmi ideolojinin ve Türk ulusalcılığının bütün ülke halklarına şiddete dayalı politikalarla dayatılması söz konusu olmuştur. Bu sebeple de, Türk’lerden sonra en fazla nüfusu oluşturan Kürt halkının potansiyel bir tehdit olarak algılanmasına; inkâr, asimilasyon ve zulüm politikalarına muhatap kılınmasına ve sonuçta bu zulüm bataklığında Kürt sorunun doğmasına yol açmıştır. Öncelikli düşman İslami kimlikten sonra ikinci düşman Kürt kimliği olmuştur. Tüm Müslüman kesimler İslami kimliğe yönelik baskı, yasak ve zulümlerden etkilenirken, Müslüman Kürtler her iki kimliğe yönelik baskı, yasak, inkar ve asimilasyon zulümlerinden etkilenerek iki kat zulüm gömüşlerdir. Sistemin ömrü bu iki kimlikle savaşla geçmiştir.
Türk ulusalcılarının sekülerleştirme ptrojesine direnen Kürtlerin sekülerleştirilmesi Kürt ulusalcılarına ihale edildi
Böylece, Batılılar ve Batıcı Türkçüler Kürt halkını sekülerleştirecek, kendi içinden kimi Kürtçü Batıcı muhalif kesimlerin yolunu açtılar. Mağlubiyet psikolojisi içindeki ezilenlerin, ezenlerine öykünmesine, mazlumların, zalimlerini taklit etmesine dair sosyolojik tespite uygun bir biçimde,Abdullah Öcalan ve PKK, Türk halkını dönüştüren Kemalistlerin uyguladığı sekülerleştirme projesini, Kürt halkı için aynen taklide yöneldiler.PKK öncüleri ve Kürt halkının ulusalcı aydınları kendilerine bunca zulmü yapmış bulunan yerli ve küresel zalimlere, onların ideoloji ve batıl değerlerine doğru meylettiler. Sekülerizmin zulmüne sekülerleşerek cevap veriyorlar.
Kürt Ulusalcılarını, Kürt halkının kavmi kimlik hakları yanında, İslami kimlikle ilgili temel haklarını da savunmaya çağırıyoruz
Diğer taraftan, Kürt ulusalcıları, Kürt halkının sadece Kürt kimliğine dair haklarının savunuculuğunu yaparak, İslami kimlikle ilgili hak gasplarını görmeden gelmişler, temel haklar alanında ayrımcılığa kaymışlardır. Bizler ise, Müslüman kimliğimizin gerektirdiği adil şahidlik sorumluluğumuz ve Allah’ın hükümleri gereğince, Kürt halkının ve tüm diğer halkların hem kavmi kimlikleriyle hem de İslami kimlikleriyle ilgili tüm temel haklarının adil savunucuları olmaya çalışmışızdır.
AKP Hükümeti, Sistem İçi Özgürlük vadini ciddi boyutta yerine getiremeden devletleşme sürecine girdi
Bugüne kadar hiçbir hükümetin sahip olmadığı desteğe (ABD, AB, Liberal ve sol kesim aydınları, medya, geniş halk kitleleri, hatta tevhidi kesimin bile büyük kısmının desteğine) sahip olan AKP hükümeti, yaklaşık on yıl süren iktidarında kimi görece düzeltmelere, geçmişe göre kimi olumlu adımlara rağmen, sorunu sistem içinde çözmeye dair köklü hiçbir değişiklik gerçekleştirmiş değil. Başından beri süregelen, İslami kimliğe ve Kürt kimliğine yönelik zulümler, söz konusu mevzii iyileştirmelere rağmen, henüz büyük çapta devam ediyor.
Uludere’nin Roboski köyü halkından 35 masum insanı katleden TSK yetkililerine teşekkür ederken, halen mağdur ailelerden bir özrün bile esirgenmiş olması, eğer ibretlik bir kibrin ifadesi değilse, ancak devletleşmenin zirvedeki göstergesi olabilir. Üstelik AKP hükümetinin giderek devletle özdeşleşip “devlet biziz” konumuna gelmesi, İT’den bu yana devletin bütün zulümlerini katliamlarını da savunması ve oligarşik despotizmin, derin çetelerin bir kısmını tasfiye ederken, büyük kısmıyla uzlaşıp, bütünleşerek yine ulusalcı çizgide görece değiştirilmiş yeni statükoyu oluşturarak, Kemalist sistemin bir başka versiyonunu üretmesi sonucunu doğuruyor. Arada bir “Dersim özrü” misali çıkışlar yapması ise, daha çok CHP yönetimini köşeye sıkıştırmak ve yıpratmak amacıyla yapılmış politik çıkışlar olmaktan öte bir anlam kazanamıyor. Sonuçta, kendi döneminde yapılan açık katliamlardan “özür” dilememek için direnirken, Uludere katliamını gerçekleştiren TSK’ya ise, tam bir sahiplenme ile takdir ve teşekkürlerini sunması, bir yandan AKP hükümetinin devletleşmesinin önemli göstergeleri olarak tarihe geçerken, diğer yandan Devletin geçmişte ve bugün yaptığı zulümlere arka çıkması, savunması, mazur göstermeye çalışması, gelecekte yeni zulümlerin, hukuksuzlukların yapılmasına zemin hazırlıyor.
Devlet kutsal olmadığı gibi, saygı değer bile değildir. Esas olan hak ve halktır. Devlet ise, halkın ayağındaki pabuçtur, sıktığı zaman atar, yenisini edinir
Sistem içi görece özgürlük sağlamayı hedefleyenlerce de bilinmesi gerekir ki, esas olan fıtri olan haklar ve imtihan dünyasında kaderi üzerinde söz sahibi olması gereken halklardır. Bugün AKP’nin de devletleşmesine yol açan, devletin “ebed müddet” oluşuna ve kutsallığına dair düşünceler ise sapmadır. Devlet kutsal olmadığı gibi, saygıdeğer bile değildir. Tam tersine devlet, halka saygı duymak konumundadır ve ülke halklarının hizmetkârı olan bir hizmet aygıtıdır. Devlet halkın ayağındaki pabuç gibidir, sıktığı zaman atar ve yenisi edinir.”
Bu açış konuşmasını müteakip panele geçildi:
Pamak’ın bu açılış konuşmasını müteakip panele geçildi. İlk oturumun başkanlığını Serdar Bülent Yılmaz yaptı.
S. Bülent Yılmaz, hem oturum başkanı hem de ilk konuşmacı olarak yaptığı konuşmasında özetle şunları ifade etti:
Serdar Bülent Yılmaz’ın konuşmasının özeti:
Kürt sorunu Türkiye’nin küresel sisteme entegrasyonunun; Vesayet rejiminin kalkmasının ve demokratikleşmenin de önünde bir engel teşkil ederken;Öte yandan ekonomik ilerlemeyi ve toplum refahını engelleyecek düzeyde ülke kaynaklarının savaşa harcanmasına neden olan bir sorun olarak;Çözümü artık sistem için de, hükümetler için de hayati niteliktedir.
Açılım öncesi ve sonrası Kürt sorununa siyasi çözüm uğraşıları sonucunda yapılanlar:
OHAL kaldırıldı, Sistematik işkencenin önüne geçildi, Kürtçe yayın ve kurs serbest bırakıldı, TRT Şeş açıldı, Üniversitelerde Kürt enstitüleri ve Kürtçe bölümler açıldı, İfade özgürlüğünün alanı genişletildi, Yerel ve yerinden yönetim güçlendirildi, 5233 sayılı tazminat yasası çıkarılarak zararların bir kısmı tazmin edildi,Taş atan çocukları cezaevine dolduran yasa değiştirildi. Açılımın en olumlu yanı ağır dezenformasyonile toplumdan gizlenmiş olan bu sorun tüm acı yönleriyle toplumun gündemine girdi. Sorun tartışılmaya başlandı. Kürt sorununu tartışmak tabu olmaktan çıktı. Geçmişle yüzleşilmeye başlandı. Dersim gibi katliamlar tartışmaya açıldı. Ergenekon ve JİTEM davalarıyla birlikte bölgedeki yargısız infazlarla ilgili kısmi gelişmeler yaşandı.
Açılımın handikapları
Tüm bunlar yapılırken hem eksik yapıldı hem de pazarlık konusu haline getirildi. Bir yandan yapıcı bir dil kullanılırken diğer yandan da negatif ve minnetçi bir dil kullanıldı. Çocukları hapse dolduran yasa uzun zaman kaldırılmadı. KCK operasyonları adı altında belediye başkanları, dernek yöneticileri ve partililer tutuklandı. KCK operasyonları Kürtlere yönelik topyekun bir sindirme olarak algılanıyor. Operasyonun biçimi bu algıyı güçlendiriyor. Özellikle Kürtçe savunma sorunu da önemli bir handikap. Operasyonlar şiddetlenerek sürdü, ormanlar yakıldı, askeri yasak bölgeler ilan edildi ancak bu hususlarda hükümet askere müdahale etmedi. BDP’ye PKK muamelesi yapıldı ve görüşme yapılmadı. Ceylan Önkol hadisesi gibi olaylarda hükümet mazlumdan yana bir tavır sergilemedi, olayların üzerine gitmedi. Yargısız infazları ve cesetlere işkenceleri belgeleyen dosyayı görmezden geldi.
Kırmızıçizgiler
Kemalist ulus devletin Anayasanın ilk üç maddesi, Anadilde eğitim ve resmi dil, Üniter devlet,. Kolektif haklara karşı çıkmak, Bölünme korkusugibi konularda tabuları ve kutsalları hem Ak Parti hükümeti hem de ne yazık ki muhafazakâr dindar kesim tarafından benimsenmiş durumda. Bu tabulara dayanılarak açılım sürecinde kırmızıçizgiler çekiliyor ve temel hak ve özgürlükler pazarlık konusu yapılıyor.
Yapılmayanlar ve Yapılması gerekenler:
Anadilde eğitim konusunda adım atılmadı. İsmi değiştirilen yerlerin iadesi konusunda ciddi ilerleme sağlanamadı. Yerinden yönetim sorunu çözülemedi. Kürtçenin eğitim haricindeki alanlarda kullanılmasında da kısıtlamalar henüz aşılmış değil. Kürtçe savunma hakkı tanınmış değil. Kürtlere ayrımcılık içeren mevzuat hukuk sisteminden ve mevzuatından temizlenmiş değil. Dağlarda, kışlalarda, resmi kurumlarda yazılı ırkçı ifadeler duruyor. Askeri eğitimdeki ırkçılık duruyor. Milli Eğitim sistemindeki ırkçılık hala duruyor. Andımız kaldırılmadı. Milli güvenlik dersleri kaldırılmadı. Halkın uğradığı zarar için ne özür ne yeterli bir tazmin yoluna gidildi. Faili meçhuller çözülmedi. Kayıplarla ilgili etkin bir girişim yok. Adı katliamlara karışmış kişilerin isimleri hala bölgedeki resmi kurumlarda, statlarda, mahalle ve sokak isimlerinde duruyor.
PKK/BDP (KCK) çizgisinin çözüm mantığı
1. Demokratik Özerk Kürdistan Modeli Nedir?
DTK çalıştayına sunulan ve “Demokratik Toplum Kongresi Bileşenlerince Hazırlanmış Olan, Demokratik Özerk Kürdistan Modelinin Taslak Sunumu – Demokratik Özerk Kürdistan Modeli Taslağı” başlıklı metin dikkate alınırsa; Demokratik Özerkliğin iki yanı olduğu görülür; Kürdistan’ın statü modeli ve Kürdistan halkı için bir toplum mühendisliği projesi.
Özerklik bir ulus devlet modeli mi?
Taslak metinde ısrarla, demokratik özerkliğin bir iktidar modeli olmadığı vurgulansa da açıkça bir konfederal devlet sistemi tasarlanıyor. Bir Kürt ulusu inşa etmeyi amaçlayan, yumuşak (ırkçı olmayan) bir ulus devlet modeli tasarlanıyor. Hemen her ulus devletin olmazsa olmazı olan lider kültü veya ulusal kahraman/önder anlayışı (“Kürt halk önderi” tanımlamasının teorik olarak karşı çıkılan “hiyerarşik” çağrışımına dikkat!); sanattan tarihe, aileden dine tüm toplumsal değerlerin, estetik ve hafızanın devlet eliyle inşa fikri; bayrak ve sembollere yapılan önemli atıflar; düpedüz bir ulus devlet paradigmasına işaret etmektedir.
Öte yandan her ne kadar etnik anlamda tekçi bir yapıda olmayacağını varsaysak da dil konusunda getirilen iki dilli model, bu hususta zihnimizde şüphelere neden oluyor. Resmi dilin Kürtçe ve Türkçe, hizmet dilinin Kürtçe olması gerektiğini savunan modelin, diğer dilleri bu iki alandan uzak tutması temel bir çelişkidir. Öte yandan Kürtçenin lehçelerinden hangisinin resmi dil olacağı da ayrı bir konudur. Sonuçta ulus devlet modelini tümden reddederek çok dilliği savunmak yerine iki dilliği savunmak etnik tekçi bir yapının oluşturulabileceği şüphesini artırmaktadır.
Modelin referansları:
Modelin tarihsel, hukuksal ve ideolojik referansları da var. Tarihsel referansı öncelikle birinci meclis konsepti, Mustafa Kemal’in Kürtlerle o dönemde girdiği ilişki biçimi, Mustafa Kemal’in 1924 İzmit konuşması, 10 Şubat 1922 tarihli BMM oturumunda onaylandığı söylenen Kürtlere Özerklik Yasası ve 1921 Anayasasıdır. Uluslar arası hukuk açısından referansları ise BM’nin ilgili sözleşmeleri, İrlanda, İskoçya, Bask ve Katalan gibi modellerdir.
Özerk Kürdistan taslak modelinin ideolojik referansı taslağın tam ifadesiyle “Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’ın cinsiyet özgürlükçü-demokratik-ekolojik paradigması”dır. Bu paradigmayı Öcalan çeşitli kitaplarında ortaya koymakta. Taslak bir Öcalan derlemesi olduğundan doğal olarak onun bu hususlardaki temel yaklaşımları esas alınmış. Toplumcu anarşizmin çevre, toplum ve yönetim anlayışından fazlasıyla etkilenilmiş. Taslak metinde ilerlemeci tarih anlayışının ve modern antropolojik yaklaşımınizleri oldukça belirgin.
Özerk Kürdistan modelinde dinin yeri
Taslakta din ahlaki boyutuyla önemsenen, fakat ulusal kültürün bir parçası, folklorik bir unsur olarak görülüyor. Din modern antropolojinin ve ilerlemeciliğin bildik yaklaşımları bağlamında değerlendiriliyor. Modelde dinin özerklik modeli içinde ve ulusallık bağlamında nasıl “kullanılacağı” ortaya konuyor. Kısaca din ve bölgenin Müslüman halkı bir dönüşüme tabi tutulacak, Apocu anlayış bağlamında ulusallaştırılacak ve Kürt egemenlik sistemine monte edilecektir; tıpkı Türkiye’nin ilk kuruluş yıllarında olduğu gibi.
Öz savunma; kurucu devletin vurucu gücü
Taslağa bütüncül bakıldığında öz savunmadan maksadın PKK’nin mevcut silahlı gücü olduğu ve hali hazırda da zaten bu işlevi yürüttüğü anlaşılıyor. Taslakta yer alan “gerici” kavramıyla kimlerin kastedildiği ise genel PKK konsepti içinde bellidir. Dolayısıyla öz savunma gücü diğer misyonlarının yanında bölgede kurucu devletin ideolojik arındırmada vurucu gücü olacaktır. Diğer değişle öz savunma gücü, bir bütün olarak seküler temelli bir ulus inşasında ordunun bilinen rolünü gerçekleştirecektir.
2. Özerklik mi Demokratik Özerklik mi?
Kuşkusuz ki Kürtlerin kendi ülkesinde 1900’lü yıllara kadar olduğu gibi, içeriği ayrıca tartışma konusu olmak üzere, kendilerini yönetmeleri doğru bir modeldir. Devletlerde ademi merkeziyetçi anlayış da aynı şekilde savunulması gereken bir model. Nitekim yerinden yönetimlerin güçlendirilmesi, federasyon veya daha farklı sistemler dünyada uygulana gelen sistemler. Bu sistemlerden Kürdistan’ın ve Türkiye’nin yapısına uygun olan alınabilir. Ancak tartışmaya açılan taslak model bunların ötesinde bir toplumsal mühendislik projesidir.
3. KCK Nedir?
KCK, (Kürdistan Topluluklar Birliği) PKK’ye bağlı silahlı, siyasi, kültürel ve sosyal tüm yapıların koordinasyonu amacıyla kurulmuş üst bir yapıdır. Başkanı Abdullah Öcalan’dır. Yürütmeyi ise fiilen Yürütme Konseyi başkanı olarak Murat Karayılan yapmaktadır. Dolayısıyla tüm bu yapılar sivil de olsa silahlı güce bağlıdır ve oradan talimat almaktadır. KCK bu özelliği ile tüm mevcut yapılar üzerinde ve vasi olarak vesayet görevi görmektedir.
4. PKK ve Kürt Ulusalcılığı
Bugün örgüt bölgede hem geniş halk tabanı olan bir hareket hem de güçlü bir yerel iktidar. Devletsi bir yapıdan bahsediyoruz. Klasik anlamda milliyetçilikle ilgili bir teori vardır: Ulusu ulus devlet üretir diye. Bugün PKK ulus üretecek bir düzeye gelmiş bulunuyor. Normal şartlarda klasik modern dönemde sadece devlette bulunan ulus üretici aygıtlara örgüt artık sahip durumda. Dolayısıyla yerel iktidar gücüyle bölgede ideolojik bir ulus inşası hızlı bir şekilde sürdürülüyor.
AK Parti Hükümetinin Çözüme Dair Vaatleri
a) Psikolojik ve İdeolojik Handikapları
Merkez – Çevre İlişkisinde AK Parti: AK Parti, çevrenin talepleri sonucu ve çevreyi temsilen muhalif bir kimlikle oturduğu iktidar koltuğunda zaman geçirdikçe devlet aklını ve mantığını kuşanmaya başladı. Merkezin bir parçası hatta kendisi haline geldi.
Özgürlük ve Adaletle Sınavı: AK Parti özgürlükleri dünyanın her halkı için isterken sıra kendi halkının özgürlük taleplerine gelince orada tökezliyor. İlk yıllardaki özgürlükçü söylem ve atılımlar giderek duruluyor ve AK Parti iktidar koltuğunda eskidikçe ANAP, DYP çizgisine yaklaşan sağ bir parti izlenimi veriyor. İktidarı temerküz eden her yapı tahakkümün dayanılmaz çekim gücüne kapılıyor. AK Parti de bunu yaşıyor.
Backgroundundaki milliyetçilik ve mukaddesatçılık:
Psikolojik handikap olarak PKK: Kürt sorununun merkezinde duran PKK olgusu AK Partinin kafasını karıştıran bir unsur. PKK sorunu ile Kürt sorununu, PKK’liler ile Kürt halkını ve bu halkın haklarını birbirine karıştıran hükümet bölge halkının desteğini giderek yitiriyor.
b) AK Parti’nin Çözüm Ufku.. Saydığımız bu handikaplar ile açılım için belirlenen kırmızıçizgiler dikkate alındığında hükümetin ne denli dar bir çözüm ufkuna sahip olduğu görülüyor. Bu ufuksuzluk kolay adım atmasını engelliyor, isteksiz hareket ediyor ve adeta adım atmaya zorlanıyor ya da böyle bir görüntü ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bu da ciddi bir samimiyet şüphesi doğuruyor.
Sistem içi Değişimin Muhtemel kapsama alanı, sınırları ne olabilir?
Sistem ne kadar değişirse değişsin sonuçta laik seküler liberal bir sistem kurulmuş olacak. Bu tür liberal sistemlerde genellikle etnik sorunlar belli bir özgürlük anlayışı çerçevesinde çözülebiliyor. Eşit yurttaşlık temelinde çözümler geliştiriliyor. Ancak sistemin kardeşlik ve adalet temelinde bir nihai çözüm üretmesi mümkün görünmüyor. Nihai çözüm üretmekten aciz olması, mevcut beşeri ideolojilerin kul – Allah ilişkisini dikkate almayışlarındandır.
Gidişatın Okunması ve Değerlendirilmesi. Gidişata Dair Öngörümüz
Gelinen noktada, artık geri dönüş mümkün değil. Hükümet arzulamasa da atılması gereken diğer adımları atacak ya da atmak zorunda kalacak. Çünkü artık bütün korku ve çekince duvarları yıkılmış, her türlü tabu tartışılır hale gelmiştir. Tabular ve korkular devlet korumasından çıkmış, dolayısıyla korumasız kalmıştır. PKK ile yapılan müzakerelerin neticesinde silah bırakmış ama siyaseten bölgenin en güçlü yapısı olarak PKK bölgede aktif ve legal bir güç olacak. Bu yeni durum elbette bölgedeki Müslümanları başta olmak üzere herkesi etkileyecek. Bu ortamda, zorlu aşamaları atlatmış olan Kürt milliyetçiliği yeni aşamaları daha hızlı geçecek gibi görünüyor. Yeni bir fıkıh gerektiren yeni döneme hazırlıklı olunmalı.”
S. Bülent Yılmaz, bu konuşmasını müteakiben, ikinci konuşmacı olan Doç, Dr. Ahmet Yıldız’a söz verdi. Ahmet yıldız, “Adalet arayışından ulusalcılığa, Kürt sorununun ulusalcılaştırılması. Ezilenlerin (milliyetçiliği) ulusalcılığının değerlendirilmesi. Türkiye özelinde ezen ve ezilen ulusalcılığın hangi ortak payda da buluştukları. Birbirlerini nasıl ürettikleri, etkiledikleri ya da dönüştürdükleri konularına dair tespit ve düşüncelerini anlattı.
Ahmet Yıldız’ın konuşmasının özeti:
Ulusal kimlik inşasının önünde engel olarak gördükleri için, Kürt ulusalcıları da, Türk Ulusalcıları da, İslam’ı ötekileştirmektedirler
Kürt “sorunu” ulusçuluğun beraberinde getirdiği bir sorundur; İslam’la ilişkili olarak doğmuş ya da oluşmuş bir sorun değildir. Böyle olmakla birlikte, Kemalizm’in yaptığı gibi, Kürt milliyetçileri de ulusal insan modelini hayata geçirmek için İslam’ı ötekileştirmiş ve ulusal kimliklerin üretilmesinde en önemli “evrensel” boyutlu engel olarak değerlendirmişlerdir.
Türk ve Kürt kavmiyetçilikleri, geçmiş tasavvurunda da, gelecek tasavvurunda da, lider kültü oluşturmakta da benzeşmektedirler
Birkaç açıdan Kemalizm’le Kürt milliyetçiliği ilişkisi “aynileşme yoluyla muhalefet etme” halinin tipik örneklerini sergiler. İkisinin de geçmiş tasavvuru aynı olduğu gibi, gelecek tasavvuru da benzer. İkisi de modernleşmeyi batılılaşma olarak anlar ve bunun otoriter seküler versiyonunu bir toplum ve siyaset projesi olarak uygular. Kemalizm “ebedi ve milli şef” unvanlarıyla lider kültünü tebcil ederken, PKK’nın ana omurgasını teşkil ettiği Kürt milliyetçiliği de, Abdullah Öcalan’ı “önder,” “önderlik,” ve nihayet “Kürt güneşi” olarak ulular. Lider kültünün bulunduğu yerde, hür düşünce barınamaz.
Örgüt kültü de Kürt milliyetçiliğinin Kemalizm’le paylaştığı ortak bir paydadır. Tek parti nasıl CHP dışındaki tüm örgütlenmeler son vermişse, PKK de kendisine mutlak olarak itaat içinde hareket eden sözde örgütlerin varlığına izin vermektedir. PKK-Hizbullah çatışmasının en önemli boyutlarından biri de budur.
Kürt sorunu konusunda geç kalmışlık duygusu ile, ulusalcı bir savrulma yaşanmamalıdır
Kürt sorununa İslami bir perspektif üretilmesinde öne çıkan temel bazı maniaları aşmaya ihtiyaç bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, Kürt sorununda geç kalınmışlık duygusunu telafi etme kaygısıyla milliyetçi bir savrulma yaşamamaktır. “Geç kalmışlık” sendromunun objektif kaynakları iyi analiz edilmelidir. Müslümanların da ibnüz- zaman olmaları, onların da soğuk savaş atmosferi içinde anti-komünizmle kendisini ifade eden milliyetçilik içinde kendilerine legal bir hayat alanı açabilmiş olmaları, beraberinde bugün de etkisini sürdüren milliyetçi bir din algısını üretmiştir.
Kavmi kimlik ilahi iradece verilmiş tanıtıcı işlev gören bir kimlik olmaktan çıkarılıp, tanımlayıcı bir konuma getirilirse çözüm zordur
Şu noktanın da önemli olduğunu düşünüyorum. Kürt meselesi milliyetçilikten (ulusalcılıktan) arındırılarak, tanımlayıcı olmaktan çıkarılıp tanıtıcı/tearüfi bir bakış açısıyla ele alındığında, kimlik, dil ve siyasi statü konularına çözüm bulmak hiç de zor değildir. Bu kardeşlik hukukunun inşası dinamik bir süreçtir. “İslam her şeye çözümdür” demek kendi başına yeterli değildir; çünkü İslam’ın ne dediği kadar, bizim İslam’dan ne anladığımız da önemlidir. Öyleyse, ilahi rızaya istihdaf eden bir meşveret ortamının süreklileştirilmesi ve ortaya konan görüşlerin ve önerilen mutlaklaştırılmadan, müzakere ve istifadeye sunulması önemlidir. Bu yoldaki “yanlışlar da” sevaptan hali değildir. Kürt meselesinin çözümü ulusçu paradigma içinde zor ama “insaniyet-i Kübra” olan İslam’a duyarlı bir matris içinde, milliyetçi duyarlılıklardan uzak olmak şartıyla, mümkün ve uygulanabilir çözümler üretilebilecek bir meseledir.”
Ahmet Yıldız’ın konuşmasını müteakip, S. Bülent Yılmaz sözü Şefik Sevim’e verdi. Şefik Sevim, konuşmasında özetle şunları ifade etti:
Şefik Sevim’in konuşmasının özeti:
Kürt sorunu bağlamında Müslümanların eleştirisi
1.Kürt İslamcılar, Kürt Solu ve Liberal Çevrelerin Eleştirisi
Sistemin laik ve batıcı karakterinden dolayı yaptığı zulümlerin yanında ulusçu niteliğinden dolayı sürekli olarak Türk olmayan her ulusu yıldırmaya, asimile etmeye dayalı bir politika izlemiştir. Bu politikalar neticesinde bütün yakıcılığını hissettiğimiz Kürt sorununun da müsebbibidir. Bu sorunun gittikçe yakıcılığını hissettirmesine bağlı olarak bir çok sosyal ve kurumsal unsurun birbirlerini değişik değerlendirmelere tabi tutabilme gerçekliğini yaşıyoruz. Bu meyanda birçok çevrenin laik, liberal vs. Müslümanlarla ilgili değerlendirme ve yaklaşımları gündemleştirmemiz içinde taşıdığı hassasiyetler açısından aciliyet kesp etmektedir. Öncelikle bu çevreler Müslüman kavramını genelleştirerek ve çok geniş tutarak çaba sahibi birçok kesimi bu kavramın içinde eritip yok saymaktadır. Var olan az da olsa nitelikli çabaları “muhafazakar Müslüman” kavramı içinde görmezlikten gelmektedirler. Bu üç çevrenin de “ümmet” kavramından duydukları rahatsızlıkları bu kavrama getirdikleri haksız eleştiriler ile anlaşılmaktadır. Ümmet kavramının tüm halkların kültürel kodlarını kendi içinde yok ettiğini iddia ederek ümmet bilincini mahkum etmektedirler.
Liberaller ise, özellikle Kürt sorununun temsiliyet hakkını seküler paydada buluştukları PKK dışında kimseye vermemektedirler. Genel olarak Türkiye Müslümanlarının sağcı, devletçi, Türk İslamcı eğilimi bir vakıa iken bundan ayrışmaya çalışan tevhidi bilince sahip Müslümanlar da aynı eğilimin içindeymiş gibi kabul edilerek tüm Müslümanlar mahkum edilmektedir.
Müslümanların Kürt sorunu karşısındaki durumu
1-Kürt-İslamcı Eğiliminin Değerlendirilmesi:
-Öncelikle Kürt İslamcılarla ilgili masaya yatırılması gereken sorun özeleştiride ahlakilik sorunudur: Teslim edilmeli ki özeleştiri, kendinle yüzleşmek, mütavazilik ve doğru muhataba karşı hakkaniyetle yapıldığında ancak anlam dünyasını yakalayabilir. 28 Şubat sürecinde Müslümanlarla ilgili üçüncü şahıs zamiriyle konuşmalar, başta bir özeleştiri gibi başlayan söylem, giderek kendini soyutlamak suretiyle kurtarma ve ispiyonlama suretine dönüştüğü unutulmamalıdır
-Bu eğilimdeki Müslümanların laik Kürt ulusalcılarına karşı taşıdıkları komplekse bağlı olarak onların gündem ve söylemlerinden etkilendikleri gözlenmektedir.
-Bu soruna sahip çıkmaya yönelik gayretlerin, her an seküler Kürt hareketinden ve söyleminden etkilenebilme veyahut riskli bir zeminin içine çekilmelerine neden olabileceği unutulmamalı.
-Kürt İslamcıları Kürt sorununa yaklaşımlarıyla mevcut laik seküler hareketin yozlaştırıcı etkisine katkı mı sunuyorlar yoksa olumlu anlamda ıslah edici bir iradeye mi dönüşüyorlar?
İslami kesimin Kürt sorunu algısıyla hesaplaşması bir gereklilik iken bunun reddi miras mantığıyla yapılması ahlaken ve vicdanen uygun değildir. Tarihsel bir tecrübe olarak, Cumhuriyetin kuruluşunda İslamcılar (Kürt ve Türk bütün aydınlar) rol aldığı halde laik kurucu kadrolar eliyle ilk fırsatta tasfiye edildikleri gibi Kürt İslamcılar da seküler Kürt hareketinin inisiyatif kazanması durumunda kendilerinin de bu acı tecrübeyi yaşayacakları gerçeğini göz önünde bulundurmalıdırlar.
Türkiye’nin yakın siyasal ve düşünsel tarihi açısından saf ve sınıf değiştiren insanların ilk adımı maalesef kendini ispatlamak adına geçmişine sövmek olmaktadır. Müslümanların İslami kimlik ve kişiliği olgunlaştıramadan ve sosyal model oluşturmadan böyle sarsıcı bir kırılma ile yüzleşmeleri ciddi bir keyfiyet sorunu yaşattığı / yaşattıracağı bir vakıadır. Yakın tarihte Alevilerde görülen “Stockholm Sendromu”nu son dönemde Kürt İslamcı kesimde de görmekteyiz. Daha düne kadar bütün İslami kesimlere kendi egemenliklerini dayatmaya çalışan, onlara yaşam hakkı tanımayan BDP- PKK’ye bugün aşık olmaları tam olarak katiline aşık olma halidir.
2-Türk İslamcı Eğiliminin Değerlendirilmesi:
Batıdaki geleneksel cemaatler ve tarikatların kahir ekseriyetinin bölge sorunlarına yaklaşımlarında ciddi bir samimiyet sorunu yaşadılar. Bununla beraber medyanın bölgenin sorunlarını sistemin gözüyle yansıtması gerçeğini de göz ardı etmemek lazım. Dünyanın en ücra köşeleri ve en zorlu ülkelerinde dahi kurumsal anlamda bir disiplin oluşturup, yerel örf ve dinamikleri merkeze alan bir hassasiyete sahip muhafazakar organizasyonların neden yanı başındaki topluma giderken sistem eksenli politikalarla sadece gidebilmiş olmaları sorgulanması gereken bir durumdur.
Genel olarak 28 Şubat’tan sonra AK Parti süreciyle beraber ideallerini kaybetmiş geniş Müslüman kitlelerin birçok konuda olduğu gibi Kürt sorunu konusunda da AK Parti’nin çizdiği çerçevenin dışına çıkamadığı görülmektedir. Muhafazakar medyanın da bu eğilimden uzak olmadığı son yaşanan Uludere katliamında gösterdikleri duyarsızlıkları ile görülmüştür.
3-Tevhidi Çizgiye Sahip Müslümanların Değerlendirilmesi:
-Genel olarak tevhidi çizgiye sahip çevrelerin -doğusuyla batısıyla- içinde yaşadıkları toplumla tabii bir düzlemde ilişki kuramamaları, Kürt sorununa yaklaşımlarının şekillenmesinde de etkin olmuştur. örneğin; dil, örf, taziye ve düğün formu ,akrabalık ilişkileri gibi kültürel ve sosyal ögeler toplumsal şahitliğe dönüştürücü bir dinamik olarak algılanamamış ve dolayısıyla istifade edilememiştir. Kabul edilmeli ki İslami kesimin eskiden beri Kürt sorunu karşısında sağlıklı, adil ve vahye dayalı bir perspektifi geliştirmediği bir gerçek. Bu perspektifi geliştirememelerinde gerek İslami kesimin güçlü bir mücadele geleneğinden gelmemeleri, gerek Kürt sorununun bayraktarlığını yapan laik ulusalcı hareketin ideolojik iticiliği, gerek Türkiye’deki İslami reflekslerin kısmi olarak taşıdığı milliyetçi muhafazakâr damarın etkisi ve gerekse dinin sahih bir şekilde anlaşılmasına yönelik çabaların zaman alması etkili olmuştur.
Gerek ülke genelinde gerekse de bölgesel anlamda başta Kürt sorunu olmak üzere yakıcı tüm sorunlara çözüm üretebilecek İslami inisiyatifin kimilerine göre bilinçli bir projenin parçası olarak kimilerine göre de usuli ve ictihadi ciddi hatalar sonucu meşruiyetinin zedelenip devre dışı bırakılması da göz ardı edilmemesi gereken önemli bir husustur.
Modern Kürt hareketinin köklerinden bu yana (Xoybun Hareketi, Cemilpaşazade, Bedirxan aileleri vb.) seküler bir karaktere sahip olması, özellikle son Kürt hareketi olan PKK’nin kuruluş manifestosunda dahi Marksist-Leninist bir çizgiyi benimseyecek kadar dini karşısına almış olması, Müslümanlar nezdinde başından beri Kürt sorunuyla aralarında doğal bir mesafenin oluşmasına neden oldu. Ayrıca ilk yıllarında PKK’nın din yanlısı olmayan diğer Kürt gruplarını dahi tasfiye etmiş olması doğal olarak dindar-laik her kesimi devre dışı bırakmasını beraberinde getirmiştir.
Yüzyıllık yakın siyasi tarihimizde tüm toplumla beraber Müslüman kesim de büyük baskılar sonucu köklerinden kopartılarak düşünsel ve psikolojik anlamda ciddi bir kırılma yaşamıştır. Bunun doğal neticesi olarak da birçok sorunda olduğu gibi Kürt Sorununda da arzulanan düzeyde bir ilgi ve tavrın geliştirilememiş olması kaçınılmaz olmuştur.
Tevhidi kesimin onca olumsuzluğa rağmen Kürt sorununa temelden duyarsız kaldığı söylenemez.
Özelde Tevhidi kesim genelde de tüm Müslümanların zayıf bir noktası olarak görülen farklı coğrafyalardaki sorunlara Kürt sorunundan daha fazla ilgi duyulması şeklindeki suçlayıcı ithamın çok da adil bir yaklaşım olmadığını düşünüyoruz. Filistin, Çeçenistan, Bosna gibi coğrafyalardaki direniş hareketlerinin kısmi kavmi ve siyasi zafiyetlerine rağmen ana damarın İslami sembol ve şiarları taşıması buna mukabil Kürt hareketinin önce de belirttiğimiz gibi dine karşı bir tutum içerisinde olması bu ayrımı etkileyici temel unsurdur. Netice olarak müslümanların Kürt sorununa karşı temkinliliklerinin arka planında gittikçe barizleşen ürkütücü karşı milliyetçilik anlayışı ve bu milliyetçiliğin oluşturduğu hırçın ve gerginlik üzerine kurulu şovinizme kadar götürebilecek bir ruh halinin olmuş olmasıdır.
Sonuç ve Öneriler
Müslümanlar olarak, PKK’nın “ silaha dayalı haklılığı” karşısında komplekse girmek ve milliyetçi söylemlerin duygusal atmosferine kapılıp savrulmaya yol açacak bir yol tutturmak yerine yarınımızı İslami kimlikle inşa etmek, İslami ilkeler çerçevesinde bir dil, üslup ve model oluşturmak bir gerekliliktir. Çağımızda her kesim için tehdit unsuru olan Liberal dalganın, birçok değer ve dinamikleri buharlaştırması gerçeğinin Kürt sorunu algımızda da kendisini hissettirdiği bir gerçektir. Liberal düşüncenin, hakikat algımızı bozacağı, ideallerimizi anlamsızlaştıracağı ve motivasyon kaybına neden olduğu unutulmamalıdır. Evrensel bir İslami bilince sahip olmamız yerel sorunlar ile ilgilenmemizi engellemiyorsa yerel sorunlar da bizleri evrensel İslami hassasiyetlerimizden alıkoymamalıdır. Irak vb. bölgelerdeki Mezhep ve Irk çatışmalarından duyduğumuz rahatsızlık kadar kendi coğrafyamızdaki Kürt-Türk ayrışmasından da aynı oranda rahatsız olmalıyız. Kürt sorunu konuşurken ezik, edilgen, duygusal ve sığınmacı tavır ve davranışlardan kaçınmak, İslami mücadeleyi güçlendirmek ve sorunu kendi kavram ve çözüm önerilerimizle tartışmak geleceğimiz için hayati önemi haizdir.”
Bu konuşmayı müteakiben, ilk oturumun son konuşmacısı olan Fırat Toprak’a söz verildi. Fırat Toprak ise, “mütekamil ümmet nazariyesi” başlığını verdiği konuşmasında özetle şunları ifade etti:
Fırat Toprak’ın konuşmasının özeti:
Boş bir özgüven ile geç kalmışlık kompleksi arasındaki vasatta sorumluluklarımızı yüklenmeliyiz
Coğrafyamızın on yıllardır en önemli sorunu olduğu açık olan Kürt sorunu yakıcılığını artırarak devam etmekte, kitlesel bir trajedi hüviyetini sürdürmektedir. İslam ve Müslümanların bu toprakların en yalın ve yadsınamaz realitesi olması bizlere arkası boş bir özgüven yerine ağır bir sorumluluk yüklemektedir. Yine Müslümanların geç kalmışlığı kompleksi ile yersiz bir özgüven uçları arasında serinkanlı bir düşünüş ve pratiğin ertelenemez görevlerimizden olduğu tekrar edilmelidir. Kürt sorununu sistem kaynaklı bir etnik var oluş, sosyo-kültürel haklar ve siyasal haklar-siyasal statü ile Kürtlerin sekülerleştirilmesi şeklinde dört temel unsurdan müteşekkil bir sorun olarak tarif edebiliriz. Hep akla gelen şiddet boyutunu sorunu teşkil eden temel unsurlardan biri olarak değil bir sonuç olarak kabul etmek daha doğru olacaktır. Lakin süreç içerisinde şiddetin de başlı başına önemli bir soruna dönüştüğü hakikati de teslim edilmelidir.
Anadilde eğitim ve siyasal haklar konusu, bu sorunun ana eksenini teşkil etmektedir
İlkin var oluş bağlamında inkâr ve imha düzleminde şekillenen Kürt sorunu geçirdiği evrelerden sonra bugün itibariyle varlık mücadelesi boyutunu aşmış bulunmaktadır. Sosyo-kültürel haklar bağlamında çekilen sancılar lokal iyileştirmelerin rağmına elan devam etmektedir. Anadilin hayatın bütününde –hassaten eğitim dili olarak- kullanılabilmesi ekseni bu hattın en belirgin boyutunu teşkil etmektedir. Yerleşim birimlerinin gerçek isimlerinin iadesi vb. sosyal ve kültürel haklar bu kabilden zikredilmesi gereken hususlardandır. Siyasal haklar ve siyasal statü birçoklarının aklında Kürt sorunu denilince tebellür eden meselenin mühim bir boyutudur. Gerçekten de bugün itibariyle Sistem ve Kürt Ulusal Hareketi açısından bu başlık hayat-memat meselesi olarak algılanmaktadır.
Kürtlerin sekülerleştirilmesi sorunu da, Kürt sorunu zemininde ortaya çıkan bir başka sorundur
Bütün bu unsurların dışında gözlerden uzak kalan ama kanımca Müslümanların asıl Kürt meselesi olarak anlamaları gereken boyutu Kürtlerin ulusal bir proje kapsamında sekülerleştirilmesi/İslam’ın Kürtlerin hayatında azaltılması gerçeğidir. Sosyo-kültürel ve siyasal hakların bir şekilde formüle edilmesi sonrası veya bu süreçle birlikte Kürt sorunu asli hüviyetini kazanacaktır. Oluşacak siyasal yapının ve siyasi aktörlerin Kürt sorununda çözümden öte sorunun parçası olacaklarını tahmin kehanet olmasa gerektir. Sorun bitti denen yerde yeni bir evrilme ile başlayacak ve pek de yabancısı olmadığımız süreçlerle- Türk Modernleşme sürecini hatırlatarak- tarih tekerrür edecek gibi görünmektedir.
TC ve KCK’nın ürettiği modeller, cahiliyenin farklı tonlarından ibarettir
Bir diğer sistem içi çözüm arayışı ise Kürt Ulusalcılarının seslendirdiği daha doğrusu dayattıkları “Demokratik Özerk Kürdistan” modelidir. KCK sisteminin ürettiği bu modelin teorik çelişki ve belirsizlikleri bir yana pratik emareler 1930’ların Kemalist modelinin komünal sentezi olarak geç kalmış bir faşizmin ötesine gidilemeyeceğini göstermektedir. Zaten ulusalcı Stalinizm/ Kürt Kemalizm’inden başka bir şey hâsıl olmayacağı açıktır. Yine de bu modelin yeterince tahlil/tenkit edilmemesi bizim mahallenin yetersizlikleri hanesine not edilmiştir. Yine son dönem itibariyle sistemin otoriteyi Kürt Ulusalcılarına terk ettiği bölgesel bir iktidarın şekillendiği görülmektedir. Bu süreçte bölge Müslümanlarının Kürt ulusal otoritesine karşı merkezinde “İzzet”in yer aldığı bir birlikte yaşam fıkhı üretmeleri gerekmektedir. İzzet Fıkhından kasıt ise ötekileştirilen/düşmanlaştırılan Ulusalcılığın İslami tonda yeniden üretilmesi olmadığı gibi özgüven yitiminin yol açtığı her türlü kompleks ve sığınmacılık da değildir. Elbette Müslümanların TC ve KCK sistemlerinin ürettikleri modelleri dini meşruiyet kılıflı argümanlara kanmayacak bir bilinç ve her birinin Cahiliyenin ton farkları olduklarını ifade edecek bir irade ile reddetmeleri elzemdir.
İslami çözümün parametreleri
Evvela belirtmek gerekir ki Müslümanların İslami Çözüme/Ümmetçiliğe olan inanç zayıflığı, üzerinde durmayı gerektirecek boyuttadır. Açık ve net belirtilmeli ve altı kalınca çizilmelidir ki bütün sorunlarda olduğu gibi Kürt sorununda da İslami değerler amasız, fakatsız mutlak çözümün adresidir ve başka adreslerde çözüm olacağına inanmak/çözüm aramak inanç sorunudur. İtikada taalluk eden böylesi durumlarda çatışmaların getirdiği duygusallık, Müslümanların yetersizlikleri vb. açmazlar hiçbir şekilde mazeret teşkil etmez. Çift yönlü sağcı/muhafazakâr savrulmanın beslediği bu zaafın giderilmesi köktenci Ümmetçilik ile mümkündür ancak. Bu köktenci ümmetçilik ise seküler paradigmanın ürünü olan modern ulus inşasına yönelik her düşünce ve davranışı bir sapma olarak görecek ve tavır geliştirecektir.
Kavmiyetçi cahiliyeye karşı, “Mütekâmil Ümmet Nazariyesi”
Saniyen çözüme yönelik yaklaşımımızın seküler, sol ve liberal bir literatür ile değil Vahyin dili ve hududullah çerçevesinde şekillenmesi olmazsa olmazdır. Bu amaçla önerilecek model Kavmiyetçi körlüğe daha doğrusu kavmiyetçi cahiliyeye karşı “Mütekâmil Ümmet Nazariyesi”nin pratiği ile oluşturulabilir. Burada konuşulması gereken Ümmet kavramının içeriğinin yakına uzak/uzakta olana risksiz sempati olarak mı anlaşılacağı yoksa buradan tüm dünyaya ulaşan adil bir kardeşlik ve bunun en üst seviyeden icrası olarak mı doldurulacağıdır. Ümmetçiliğin sorunları öteleme/oyalama aracına dönüştüğü bir zeminde aslına ircası anlamındaki Mütekâmillik vasfının çerçevesi “Kendin için istediğini kardeşin için de iste” Nebevi düsturu ile “İnsanlar ya dinde kardeş ya da insanlıkta eşindir” şeklinde gelen hikmetli prensiplerce çizilmiştir.
Salisen asal unsuru “Ümmet ve İslam Kardeşliği” olmayan hiçbir denklem İslami vasfını hak etmeyecek ve geçici ara merhale olabilirliği tartışmalı ve nihai çözüm planında sorunun bir parçasını teşkil edecektir belki de. Ümmet kavramını öteleyen, flulaştıran ve sentezleyen her türlü Milli Dindarlık, Ezilen Ulus Milliyetçiliği, Mazlum Milliyetçiliği gibi yaklaşımların sorunun bir parçası olup olmadığı üzerinde düşünülmelidir. Hangi adlarla olursa olsun, hangi boya ile süslenmiş olursa olsun tersinden üretilen kavmiyetçilikler akıl ve kalplerde Ümmetin inşası önündeki engeller olup tedavi/mücadele edilmesi gereken hastalıklar kabilindendir. Ümmetçiliğin uzak bir nihai hedef olup öncesinde uluslaşmak gerektiği iddiası keza bu kabildendir.
Eyalet/ Muhtariyet/ Özerklik modelini tartışabiliriz
Rabiyen İslami çözüm tabi ki Ümmetin asal bir parçası olarak Kürt halkının kavmi var oluşunu, sosyo-kültürel haklarını ve siyasal haklar ve siyasal statüsünü Nas (Kuran ve sahih sünnet) bağlamında açıklamaktadır. Bu bağlamda Kürt kavmine ait sosyal ve kültürel haklar kabullenilmelidir/kabullenilmektedir. Siyaset yapma ve siyasal statü planındaki tartışmalar ise Yerel Yönetimler Reformunun genişletilmesi/gözden geçirilmesi veya Özerk Kürdistan modelinin budanması/ yeniden içeriklendirilmesi şeklinde aklıselimin sahili selametine ulaşmalıdır/ulaşacaktır. Tam da burada açıkça soracak olursak Ümmet yapılanmasının bir parçası olarak bir Eyalet/ Muhtariyet/ Özerklik modelini önermemizi/tartışmamızı yasaklayan bir şeri prensip var mıdır? Bu bağlamda Osmanlı dönemi Kürdistan Eyalet modeli ufuk açıcı bir pratik olarak incelenmeli/tartışılmalıdır.
Kürt sekülerleşmesi sorunu, İslami davette topyekun bir seferberliği gerektirmektedir
Son olarak ve kanaatimce asıl konuşulması gereken sorun dördüncü unsur olarak süreçle birlikte Kürtlerin sekülerleşmesi hususudur. Bir boyutuyla sistem tarafından 12 Eylül sonrası uygulanan depolitizasyon politikaları, internet vb. yozlaştırıcı unsurların, bir diğer boyutuyla da yükselen Kürt Ulusalcılığının seküler karakterinin yol açtığı hayatın İslamsız yaşanması sorunun asli boyutu ve evrileceği nihai mecraıdır. Genel olarak tüm Müslüman halklarımız için özelde ise Kürt sorununun siyasal ve sosyal boyutlarının sonunda İslam’ın terk edilmesi/minimize edilmesi şeklinde somutlaşacağını değerlendirmekteyiz. Kürt sekülerleşmesi bağlamındaki sorunun asli vechesi topyekun bir davet seferberliğini zorunlu kılmaktadır.”
Panelin ikinci oturumu:
Birinci oturumdan sonra verilen öğlen arasını müteakip ikinci oturuma geçildi. İkinci oturumu yöneten Mehmet Pamak, kısa bir girişten sonra ilk sözü Sabiha Ünlü’ye verdi. Sabiha Ünlü, yaptığı konuşmada özetle şunları ifade etti:
Sabiha Ünlü’nün konuşmasının özeti:
“Kirli bir savaş, yaklaşık otuz senedir gözümüzün önünde devam ediyor. Bu savaştan hiçbir sağlıklı haber alamıyorsunuz. Muhabiri yok, gözlemcisi yok, rapor vereni yok, sorumluluk yükleneni yok. TSK ne derse, resmi açıklama ne yönde gelirse, medya onu yazıyor. Haberler onu söylüyor, programlar onu tartışıyor, insanlar onu dinliyor.
PKK’yı Kürt kökenli vatandaşlardan ayırıp, bireysel hakların verilmesi noktasına gelmek,
Kürt sorunu konusunda mesafe katetmenin önemli bir göstergesi gibi görülüyor
Kürt Sorunu ve PKK Sorunu denince, bugün gelinen noktada, batıdakiler genelde, “Aman artık bunları birbirine karıştırmayalım, PKK Terörünü, Kürt kökenli vatandaşlarımızdan ayrı tutalım, Devlet, PKK ile mücadeleyi sonuna kadar sürdürsün. Ama, teröre bulaşmamış Kürt kökenli vatandaşlara da, bireysel hakları artık verilmeli” yaklaşımındadır. Hatta, bu ayrımı yapıyor olmak, Kürt Sorunu konusunda mesafe kat etmiş olmak olarak değerlendirilir. Çünkü, daha evvelinde dillendirilen potansiyel yaklaşımdan, toptan yok edilsinler noktasından, bir kısmına hayat hakkı tanınsın aşamasına gelinmiştir. Kürt Sorunu, bir güvenlik bir asayiş sorunudur demekten, işin insani tarafı da var deme durumuna gelinmiştir.
Kürt sorunu ve PKK, Türk ulus devletinin, Kürt kimliğine ve İslami kimliğe yönelik faşizan uygulamalarının ürettiği bir sonuç
PKK, ne zaman, nasıl ortaya çıktı? Örgüt elemanları kimlerden oluşur? Kürtlerin genelinin bu örgüte bakışı nasıldır? Pek sorulmuyor. Bu yüzden, Kürt Sorunu’nun PKK Sorunu ile bağlantısı da, batıda pek bilinmiyor. Malum, Kürt Sorunu, tarihsel geçmişi olan bir sorun. Yeni Ulus Devlet’in, faşizan zihniyetinin ürettiği bir sorun. Kemalist Sistem’in doğurduğu, yıl yıl besleyip büyüttüğü, bugünlere getirdiği bir sorun.
Kemalizm, laiklik adı altında İslâm’la, Ulus Devlet adı altında Kürtlerle yollarını ayırdığından beri, irtica ve bölücülük fobisiyle, halkının değerlerine fiilen savaş açtı. Evet; Türklerle Kürtler ayrı kavimlerdi. Fakat inanç bağı, onları yüzyıllardır birbirine bağlıyor, birlikte kardeşçe yaşıyorlardı. Cumhuriyet bu bağı, cehalet kılıcını çekip kesti. İşte, Şeyh Said’in itirazı tam da bu noktaya oldu. Yeni kurulan Kemalist Sistem’in, “dinin işlevi bitmiştir” diyerek, İslâm’la bağını kopardığını, “Türkiye Türklerindir” diyerek de, Kürtleri yok saydığını hatırlattı. Kürtlerin, hem varlığını, hem inancını dışlayan bu devletin, Kürtler nezdinde meşruiyetinin tartışılır hale geldiğini ifade etti. Bundan dolayı, kendisinin, ailesinin, aşiretinin başına getirilmedik problem kalmadı.
Piran’da, Dersim’de, Ağrı’da, Zilan’da tekrarlanan katliamlar ve Sürgünler, tehcirler hiç unutulmadı
İzmit de M. Kemal Özerk Kürdistan dan bahsediyor. Kurtuluş savaşı sonrası verilen sözler unutuluyor. Türkten başka unsur kabul edilmiyor. Şeyh Said buna itiraz ediyor. Aramızdaki bağ olan İslam Şeriatı ortadan kalkınca birlikteliğimiz zarar görür diyor ama idam ediliyor.
Benzer itirazlar, en acımasız yöntemlerle cezalandırıldı. Piran’da, Dersim’de, Ağrı’da, Zilan’da tekrarlanan katliamlar hiç unutul(a)madı. Sürgünler, tehcirler daha dün gibi, hafızalardaki yerini koruyor. Kimse, Şeyh Said gibi düşünmeyi aklından dahi geçirmesin diye, kimse, zalimlere karşı Hakkı söylemeye asla cesaret edemesin diye, sel gibi akıtılan kanlar, İstiklâl Mahkemeleri’nin zulüm urganlarında sallandırılan binlerce bîgünah canlar nasıl unutulur?… Ve, kesintisiz devam eden, yasaklar, yasaklar, yasaklar…Cezalar, cezalar, cezalar… “Kürdüm” demek yasak. Kürtçe konuşmak yasak. Kürtçe okumak, Kürtçe yazmak yasak. Kürtçe şarkı söylemek, Kürtçe ağıt yakmak yasak. Kürtten, Kürtçeden, inkar etmek için bile bahsetmek yasak. Kürt diye bir kavim yok. Kürtçe diye bir dil yok. Kürtler diye bir halk yok. Öyle bir örf, âdet, kültür yok…Olmayan bir şeyden ne diye bahsedeceksiniz?! Seksenli yıllara gelindiğinde, Diyarbakır Cezaevi, bu yasakları çiğnediği iddia edilen Kürtlerle doldurulmuştu. Ya cezaevi şartları? Dışkı yedirme, banyo adı altında pislikte yüzdürme bunların en sıradan olanı.
PKK işte bu zulümlerin oluşturduğu zeminde doğup gelişiyor
İşte, PKK bu dönemde sahneye çıkıyor. Bu insanlık dışı ortam, besliyor geliştiriyor PKK’yi. Canım, arkasında da şu güç vardı, önünde de bu güç var diyebilirsiniz tabi. Fakat, PKK’nin çıkış söylemlerini, itiraz gerekçelerini, Kürt halkına insanca bir gelecek vaadini yabana atamazsınız.
Ortaya attığı iddiaları hafife alamazsınız. Büyük oranda gerçeği yansıtıyor çünkü. Diyarbakır Cezaevi’nde, Asker Devlet’i bir kez daha yakından tanıyan Kürt gençleri, çıkar çıkmaz soluğu dağda aldılar.
Şimdi bölgeye gidelim. Kürtlerin geneli, batıdakiler gibi bakmaz PKK’ye. “Bu devlet, her fırsatta, silaha davranıyor. Bize sürekli şiddet uyguluyor. Bu devlet terörüne, kimse dur demiyor. PKK de olmasaydı, bugünkü biraz rahatlama da olmazdı’’ diye düşünür ve içten içe minnet de duyar. Doğudaki PKK’li olmayan dindar Kürtler bile; “Bu örgüt de nereden çıktı? Bu gençlerin ne işi var dağda?” diye sormaz. Zira, tercihi o doğrultuda olmasa da, gençleri dağa gönderen sebepleri bilir.
Katliamlar ve zulümler her aileden birlerine zarar verdikçe, PKK halk desteği kazandı
Kısacası PKK, bu devlet terörünün ürünüdür. Halk desteklidir. Ve bu destek, meydanlarda görülen kitlelerden, alınan oylardan da ibaret değildir. Kürtler dağlara bakarken, oğlunu, kızını, eşini, kardeşini, yeğenini, arkadaşını görür. Teröristi değil, gerillayı görür. Karşısında da savaşa sürüklenen erleri… Üzerinden hışımla uçan her bir F16, içinden bir parçayı da alıp götürür. Kürt anaların; “Êdî bes e-Artık yeter, barış olsun” diye haykırmaları ondandır. Bu destek anlaşıl(a)maz batıda. Hatta, bölgeye batıdan görevli olarak gelen mülki amirler de anlayamaz bu gerçeği. Veya anlamak istemez. Kısacası, Kürt Sorunu ile PKK Sorununu birbirinden ayrı düşünmek sağlıklı değildir.
Kürt Ulusalcılığına kaymadan, Kürt Sorunu ile ilgilenmenin yolu var mı ki?
Kürt Ulusalcılığına yani Kürt Irkçılığına kaymadan, bu hayati sorunla ilgilenmenin bir yolu var mı? Öncelikle, ulusalcılığa-Irkçılığa kaymayı kimler tehlike sayar? Bunu çirkin bir ideoloji olarak tanımlayanlar elbette. Özelde de, inananlar, inandığı gibi yaşama gayretinde olanlar tabi. Bir de, şahıslar ne yaparlarsa, olaylara nasıl yaklaşırlarsa ırkçılığa kaymış sayılırlar? Bu net tanımlanmalı. Birilerine göre, ‘’Kürt’’ demek bile, ırkçılığı kaymak demektir. Birileri, Kürtlerin hak arayışlarını Irkçılık, onların eylemlerini savunmayı da, ırkçılığa kaymak olarak tanımlayabilir. O zaman Kürt Irkçılığı nedir? Tanımını yapmak elzemdir.
Yakından tanıdığımız Türk Irkçılığından yola çıkarsak, benzer bir Kürt Irkçılığına şahit olduğumuz söylenemez. Siz, Kürtlerin, kendilerini diğer kavimlerden üstün gördüklerini, onların ancak bizim kölemiz, hizmetçimiz olma hakkı olabilir, dediklerini duydunuz mu? “Ne mutlu Kürdüm diyene”, diyerek gururlandığını.. Kürtler, kendilerini ezen ulus devletlerin (İran, Suriye, ırak, Türkiye) baskısından kurtulma mücadelesi veriyor.
Kürt Sorunuyla, kendi ilgilendiği kadar ve ancak kendi ilgilendiği şekilde ilgilenmeyi Tevhidi yaklaşım sayma, diğerlerini ulusalcılığa kaymakla suçlama, büyük bir yanılgı olsa gerektir. Aynı zamanda büyük bir vebal tabi…”
Pamak, daha sonra sözü ikinci konuşmacı Ramazan Kayan’a verdi. Ramazan kayan, yaptığı konuşmada özetle şunları ifade etti:
Ramazan Kayan’ın konuşmasının özeti:
Musa (as)ın Firavundan İsrail oğullarının özgürlüğünü istemesi benzeri çağrılar yapabiliriz
Kürt sorununun çözümü konusunda bir Müslüman duyarlılığı ile bakış açımızı İslami bir temele dayandırıp şu çerçevede hareket edebiliriz. Sorunu tanımlama ve çözümleme yoluna giderken Kur’an-ı Kerim’de zikredilen Hz. Musa (as) ve İsrailoğullarının kıssası üzerinden bir temellendirmeye gidilebilir. İsrailoğullarının özgürlük mücadelesi bağlamında bir paradigma oluşturulabilir. Mustazaf ve müstekbir kavramları üzerinden sorun gündemleştirilebilir. Yasin suresinde “Şehrin en uzak ucundan koşarak gelen adam” olmak bilinci ile bu yakıcı sorunu yakın takibe almak durumundayız… Rasulullah (sav) döneminde Medine’de imzalanan “Medine Vesikası” kapsamında bir “Toplumsal sözleşme” mutabakatını tartışmaya açabiliriz… “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisa-75) ayetinden hareketle mazlum halkların yanında olmak için duyarlılık ve sorumluluk vurgusu yapabiliriz…“Ve diri diri toprağa gömülen kızcağıza sorulduğu zaman; “Hangi suçtan dolayı öldürüldü?” (Tekvir 8-9) ayetlerini göz önüne alarak maşeri vicdana çağrıda bulunabiliriz…
Bu perspektiften hareketle sorunun çözümü için pratikler ve projeler üretebiliriz. Ancak hayatın içinden sürdürülebilir, pratikte karşılığı olan tespitlere ve tercihlere gitmemiz gerekiyor. Bir de fotoğrafın bütününü görmeden parçacı yaklaşımlarla sağlıklı değerlendirmelerde bulunabilmenin mümkün olmadığını bilmek lazım… Kürt sorunu sorunlardan bir sorundur, bütünü değildir… Bu bakımdan resmi ideolojinin ve statükonun topyekûn sorgulanması gibi, ulusal ve uluslar arası tüm odakların, dinamiklerin, hesapların ve servislerin tahlil ve tespit edilmesi zorunluluk kazanıyor…
Bu konu bizim için, imani, ibadi ve insani bir sorumluluktur, kulluğumuzun gereğidir
Bunu yaparken yüreğimize su serpmek için değil… Günah çıkarmak için değil… Tribünlere oynamak için hiç değil… Çünkü bu konu bizim için politik, ideolojik, sosyal, kültürel bir sorun olmanın çok ötesinde imani, ibadi ve insani bir sorumluluktur… Yani bu konuya eğilmek kulluğumuzun gereğidir… Bu bakımdan “Bu sorun bizi aşar” diyemeyiz… Veya “Bu sorun sistemin sorunudur” deme kolaycılığına da kaçamayız.
Şimdiye kadar gecikmiş, başarısız olmuş, yetersiz kalmış, ihmal etmiş, eksik bırakmış olabiliriz… Ancak sınavımız devam ediyor… Mutlaka müdahil olmalı ve inisiyatif almalıyız. Kaldı ki bu konuda somut başarılar elde edemesek de, ciddi mesafeler alamasak da samimi gayretlerimizle yarın Rabbimize vereceğimiz hesabı kolaylaştırmış oluruz… Daha aktif, daha üretken, daha kuşatıcı açılım ve atılımlara kafa yormalıyız… Ardı arkası gelmeyen bunaltıcı eleştirilere ara verip, ortak aklın ve ortak iradenin tecellisi için harekete geçmeliyiz…
Hiç değilse bu sorunun çözümüne katkı için birlik olmayı başarmalıyız. Ödünç özgürlük, ödünç kavram ve ödünç kafalarla yol alamayız.
İktidar bizi neden muhatap almıyor, hesaba katmıyor. Sızlanma, alınma ve şikayetlenmelerden kurtulup, dağınık gücümüzü, parçalanmış bütünlüğümüzü en azından bu sorunun çözümü için bir araya getirip ağırlığımızı ortaya koymamız gerekiyor… Biz birbirimize değer verir, itibar edersek, başkasına da söz geçirebilir, sonuç alabiliriz… Evet, toparlanırsak, örgütlenirsek özgürlük alanımız genişler, önümüz açılır…
Ancak ödünç özgürlüklerle, ödünç kavramlarla, ödünç kafalarla yol almak mümkün değil, sadece havanda su döveriz… İslami çevreler olarak statükonun dayattığı kırmızıçizgiler çerçevesinde Kürt sorununa yönelik yaklaşım ve yorumlardan sarf-ı nazar etmeliyiz… Resmi, seküler, liberal bir dil yerine adalet, özgürlük, onur, kardeşlik, vahdet temelinde özgün bir dil oluşturmalıyız.
Siyasi iradeyi tehdit eden askeri vesayet gibi, sivil iradeyi tehdit eden siyasi vesayete de hassaten dikkat etmeliyiz
Ne “sistem bizi bozar” tedirginliği, ne de “sistem her şeyi çözer” hayalciliği… İlkeli, onurlu, mesafeli duruşumuzla, sisteme eklemlenmeden sistem içi çözüm arayışlarında sistemi zorlayabiliriz… Bunu yapmaya çalışırken siyasi iradeyi tehdit eden askeri vesayet gibi, sivil iradeyi tehdit eden siyasi vesayete de hassaten dikkat etmek durumundayız. Ayrıca sistem içi çözüm arayışları, Müslümanlar arası bir iç soruna, iç çatışmaya dönüşmemesi gerekiyor… Maksadı, niyeti tam anlamadan yapılan “devletçi”, “düzenci” veya “hayalci”, “mükemmeliyetçi” suçlamaların önüne geçmek gerekiyor…
Ya vahyin emrettiği doğrultuda kardeşleşeceğiz ya da resmi ideoloji Türkleri kurtlaştırmaya, Kürtleri mankurtlaştırmaya devam edecek
Evet, kardeşliğe dudak bükerek, ümmet gerçeğini ıskalayarak bu sorunun üstesinden gelemeyiz. Bir an için düşünelim, kardeşliği ve ümmeti tedavülden çektik yerine neyi koyacağız? Kimin ekmeğine yağ sürmüş oluruz? Tabii ki, kardeşlik hamaseti ve edebiyatı ile bu iş yürümez. Öncelikle kardeşlik hukuku fıkhını hayata geçirmeliyiz… Ya vahyin emrettiği doğrultuda kardeşleşeceğiz ya da resmi ideoloji Türkleri kurtlaştırmaya, Kürtleri mankurtlaştırmaya devam edecek… Çözüm Türk kurtlaşmasına, Kürt kurtlaşması ile karşı çıkmak değildir… Evrensel İslam kardeşliği bilinci ile bu fitneyi bertaraf edip, bu yangını söndürebiliriz… Yoksa bu ateş hepimizi yakar… Suçlu mu? Susan herkestir… Çözüm sesimizi yükseltmek, safımızı belirlemek, sahada olmak ve sefere yoğunlaşmaktır…”
Oturum başkanı Pamak, daha sonra sözü üçüncü konuşmacı olan Mehmet Göktaş’a verdi. Mehmet Göktaş, yaptığı konuşmada özetle şunları ifade etti:
Mehmet Göktaş’ın konuşmasının özeti:
Rejimin amacı Kürtleri Türkleştirmek, Türkleri de dinsizleştirmektir
Bu sorun her ne kadar Osmanlı'nın son yüz yılında başlamış ise de aslında Kemalizm'in başlamasıyla mühürlenmiş ve resmiyet kazanmıştır. Kemalizm'in bu ülkeye maliyeti, komünizmin Rusya'ya maliyetinden az değildir. Kemalizm ve öncülerinin heykellerinin dikilmesi için camilerden para toplandı. Bu düzen seksen doksan yıldır Kürdü Türkleştirmek ve daha sonra Türklerle Kürtleri topyekun dinsizleştirmek için uğraşmıştır. Kürtler iki yumruk yedi. Birinci yumruk dindar olmalarından, ikinci yumruk ise Türk olmamalarından.
PKK diye başlayan süreç, inşallah İslam diye bitecektir
Kemalizm ırkçı bir dayatmadır. Kurtuluş İslam’da diyerek bu yüce kavramı yıpratmamalı, bu sebeple kurtuluş Müslümanlardadır demeli. PKK nereden çıktı diye soranlara cevaben, çare Müslümanlardadır dememiz lazım. Kürt insanı dindardır diye geçiştiriliyor. Bizler bir milyon insanı peygamber sevdası için meydanlarda topladık. FKÖ diye başlayan Sosyalist Filistin Hareketi HAMAS diye bitmiştir. Kürt sorununda da PKK diye başlayan sorun İslam diye bitecektir inşallah.
İslami kavram ve değerlerin, şirk sisteminin stepnesi olarak kullanılmasına müsaade edilemez
Oluşturduğu zulüm ve şiddet ortamında devlete düşman hale gelen Kürt halkını yanına çekmek, muhalif olmaktan, hakkını aramaktan vazgeçirmek için Allah ile aldatmaya teşebbüs eden TC’nin işi İslam’ı tutkal ya da stepne gibi kullanmak olmuştur. İslam düşmanı laiklik anlayışına rağmen, camileri, hutbe ve vaazları, zulüm politikalarını topluma kabul ettirmek için kullanmaya teşebbüs etmek Türk ulus devletinin bir başka zulmü olmuştur. Camilerde, TV ve programlarda 'Ancak müminler kardeştir.', 'Allah'ın ipine sımsıkı sarılın.' Ayetlerini dillendirenlerin arkasına baktığımızda sarkıtılan ipin Allah'ın ipi olmayıp aslında TC'nin ipinin olduğunu ve bunun içindir ki "Kurtuluş İslam'dadır." sözünün yalama yaptığını, bunun yerine 'Kurtuluş Müslümanlardadır.' Sözünün kullanılması daha doğrudur. İslam Kızılay, Yeşilay değildir. İslami kimlik, kavram ve değerler, İslam düşmanı bir devletin kendini ve laik politikalarını kabul ettirmek için kullanacağı bir stepne ya da payanda değildir. Böyle politik bir amaçla din istismarı yapan devlet utanmalıdır. Diğer taraftan, takip edilecek yöntemin belirlenmesine yönelik zaman zaman dile getirilen Mekke ve Medine dönemine dair çıkarımları birebir Türkiye’ye teşmil edemeyiz. Türkiye’deki sürecimizin Mekke ile mi yoksa Medine ile mi daha çok örtüştüğünü yada her ikisinden de izler mi taşıması gerektiği konusunu oturup tartışmalıyız. Tevhidi düşünceye sahip Müslümanlar olarak her ortamda düşüncelerimizi ifade edip, ilkelerimizi koruyarak kendimiz olarak bulunmalıyız.
Türkler rehabilite edilmeli, Kürt Dili İçin Sübvanse Uygulanmalıdır
Çözümün birinci maddesi Türklerin rehabilite edilmesidir. Kürt düşmanlığı ciğerimize işlemiştir. Bu Müslüman muhafazakar kesimde de yaygındır. Bu işin çözümü için öncelikle Türklerden başlanmalıdır. Öncelikle Türklerin ciğerlerine kadar işlenen ırkçılık silinmelidir. Kürt dili için sübvanse uygulanmalıdır. Türk dilinin dünyada yaygınlaşması için ne harcanıyorsa Kürt Dili içinde bu uğraş verilmelidir. Kürt Dili takviye edilmelidir. Buna engel teşkil eden ne kadar kanun ve yönetmelik varsa hepsi çıkarılmalıdır.."
Göktaş’ın konuşmasını müteakip son konuşmacı olan Mehmet Pamak, konuşmasında özetle aşağıdaki hususları ifade etti:
Mehmet Pamak’ın konuşmasının özeti:
Sistem içi taleplerle sınırlı siyasi söylem, savrulmaya, eklemlenmeye yol açıyor
“Sistem içi taleplerle sınırlı siyasi söylem, zamanla bunlarda görece bir iyileşme yapılırsa bununla yetinmekte ve tür görece kazanımlar üzerinden sisteme eklemlenme, sistem içi değişime aktif destek verip o kulvarda rol üstlenmeye başlama zaafına sürüklenmektedir.
Halbuki, sistemi aşan, sistemi kökten değiştirmeyi ya da sistemin vermesi asla mümkün olmayan köklü talepleriyle kendi gündemini oluşturup diğerlerini bu tartışmalara çekenler, bu temel strateji istikametinde ilkeli bir mücadeleyi sürdürürken, sistem içi değişimle bir takım haklar verildiğinde de bundan fazla etkilenmeden, köklü değişim talepleri istikametinde devam ederler. Bu tür devrimci kesimleri sistem verdiği tavizlerle kendi alanına çekme imkanını yakalayamaz. Çünkü talepler köklü ve tamamının verilmesi sistemin kökten değişimini gerektirecek taleplerdir.
Sürekli sistem içi görece hak ve özgürlük taleplerine dayalı sistem içi siyasi söylem ve eylemlerle oyalananlar, giderek sistem içi düşünmeye ve artık “ehveni şer”i bile kabul etmeye, demokrasiyi ödünç ve geçici olarak ya da despotizme alternatif olarak kabul etmenin faydasını ve gereğini gündem yapmaya başlamışlardır.
Yeterince Özgürleşememiş ve Bağımsız Düşünemeyen Zihinler, Özgün Düşünceler Üretemezler ve Karşıtına Sığınırlar
Küresel ve yerel seküler sistemin, fiziki kuşatmasından, bedenimizi çevreleyen zindanından daha önemli ve daha etkili olan kuşatması ve zindanı, zihinlerimizde gerçekleştirdiği kuşatması ve zihinlerimizin onun ideolojik paradigmasının zindanına hapsolması halidir. Zihnen özgürleşmemiş olan ezilenler, ezenlerine öykünüp, onların kavram ve modellerinden başka çıkış olmadığı zannına kapılıp, daha fazlasına, özgün modeller oluşturmaya güçlerinin yetmeyeceğine inanırlar. İlkeli ve tavizsiz bir tevhidi duruşla Allah’ın yardımını hak ettiklerinde, normal şartlar altında olamayacak gelişmelerin Allah’ın yardımıyla gerçekleşebileceğine dair ilahi taahhüdü bile unutup, zihinlerini kuşatan seküler mantıkla verili sistem içi düşünmeye, sistem içi alternatifler aramaya daha yatkın hale gelirler. Zihinlerini kuşatan seküler paradigmanın düşünce kodlarını, kalıplarını taklitten kurtulup, özgün düşünce ve modeller üretme performansı gösteremezler. İşte bu yenilgi/mağlubiyet psikolojisidir.
Müslümanlar, sistem içi araçları kullanmada, farklı kesimlerle ve sistem içi siyasetle ilişkide gözetilmesi gereken ilke ve ölçüleri ciddiye almayınca, ölçüsüz ve ilkesiz bir biçimde sistem içine dalıyor, farklı kesimlerle pragmatik ilişkiler kurup eklektik anlayışlara kayıyorlar. Sonuçta istikametleri giderek küresel ve yerel boyutta sistem içi siyasete eklenmeye doğru dönüyor. Tam anlamıyla bir eksen kayması yaşanıyor. Kimisi sistem içi demokratikleşmenin ardında sürüklenirken, kimisi liberallerle, kimileri de sol kesimlerle aynı sendika ya da derneklerde birlikte oluyorlar, hak ve özgürlük mücadelesi yaptıklarını söylüyorlar. Halbuki bu mümkün değildir. Hak nedir, ölçüsü ve sınırı nedir? Bunları kim belirleyecektir? Müslüman için bunları belirleyen ilahi vahiy iken, diğerlerinde heva ve hevestir.
İşte bu tür ilkesiz ilişkiler içinde, Müslümanların Kur’ani kavram ve hedeften koparak sekülerleşmesinde, batı kavram ve değerlerini içselleştirerek dönüşmesinde, Müslümanların yaygın dünyevileşme, modernleşme eğilim ve zaaflarını kullanan bir çok yerel ve küresel proje yanında, ilkesiz insan hakları mücadelesinin ve Kürt sorununun da rolü göz ardı edilemez. Kürt halkına yapılan büyük zulme karşı mücadelede, liberal, sol ve Kürt ulusalcısı çevrelerle ilkesiz birlikteliklerde, bu sorunun hatırına onlara taviz verme ihtiyacını duymaları da, giderek onların kavramlarıyla kendilerini tanımlamalarına, onların dayandığı Batılı insan hakları anlayışını içselleştirmelerine yol açan bir başka önemli neden oldu.
Sistem içi değişim kanatlarına savrularak sekülerleşme yaşanıyor
Sistem içi değişimin çatışan iki kanadı var. Birinci kanat, gerek silahlı gücü, gerekse siyasi etkisi bakımından Kürt bölgesinde etkin olan PKK-BDP çizgisidir. Diğeri de, genelde bütün ülkede, özelde ise Kürt bölgesi dışında etkisi ve yönlendirmesi daha belirleyici olan AKP-Gülen koalisyonu ve bunu temsil eden AKP hükümeti. İşte genel olarak halklar ve özel olarak bazı Müslüman kesimler bu iki gücün etki alanına girerek sekülerleşme süreci yaşıyorlar. Bu iki taraf ekseninde politik tutum belirleme eğilimine kapılıyorlar.
Seküler sistem içi değişimin iki tarafın etkisinde kalarak, taraflardan birine yanaşarak, liberal, sol, ulusalcı ve demokrat çözüme destekçi konuma kayan kimi Müslüman kesimler, hem İslam algılarında değişim ve dönüşüm yaşamakta, hem de İslami alternatifi oluşturma konusunda acze düşerek, esas sorumluluklarından uzaklaşmaktadırlar.
Bazı Müslümanlar, AKP’nin ağırlıkla psikolojik rahatlatma, çok az da reform sonucunda sağladığı görece özgürlükçü ortamı abartarak, maddi ve manevi iki tür duygusallıkla AKP politikalarına doğru eklemlenmektedirler. Bu sebeple muhalif kimlikleri giderek zayıflamakta, AKP hükümeti döneminde yapılan zulümler ya görülmemekte, ya da çok zayıf ve ikircikli ifadelerle geçiştirilmektedir. Sonuçta daha edilgen bir konuma sürüklenilmekte, daha önce var olan kimi duyarlılıklar da törpülenmektedir.
Bazı Kürt Müslümanların Kürt ulusu oluşturma çağrısı yapmaları, Ümmetten Önce Ulusal Birlik Oluşturma arzusuna kapılmaları
Alternatif ulusalcılıklara, ırk bazında birlik arayış ve özlemlerine savrulmaktan Allah’a sığınmalıyız. Bazı Kürt Müslümanların bile, akıde ortak paydasında diğer kavimlere müntesip Müslümanlarla kardeş olduğunu unutarak ve bu kardeşliğin önüne ırk, dil ve vatan ortak paydasını çıkarıp, din ve ideoloji farkı gözetmeden ırk temelinde bir ulusal kimlik ve bu kimlik altında bir ulusal birlik inşa etme eğilimi, özlemi içine girdikleri dikkat çekmektedir.
Evet bazı Müslüman Kürtler, bölgede esen güçlü Kürt ulusalcılığı rüzgarının etkisiyle, Kürt ulusalcısı söylemlere doğru savrularak demokratik seküler bir anlayışa doğru savrulmaktadırlar. Bu sebeple öncelikle Kürt ulusu (yanlış tanımlamayla milleti) oluşturmaları ve bunun için, PKK ve ulusalcı laik Kürt gruplarıyla Müslüman Kürtlerin birleşip Kürt ulusu çatısı altında özgürlük mücadelesi vermeleri gerektiğini ifade edebilmektedirler. Bu çağrılarını kamuya açık internet sitlerinde ilan ettikleri halde PKK cenahınca ciddiye, üzerinde konuşulmaya bile layık bulunmamakta, eğer bunda samimiyseniz, gelin en güçlü Kürt örgütü olan PKK çatısı altında birleşin denilmektedir. İman/akıde birliği yerine ırk birliğini koyarak bu tür ırk temelli birlik, özlem ve arayışları içine girmek, İslami olmadığı gibi, bunun pratikte de karşılığı yoktur.
Nitekim PKK ve BDP öncüleri yaptıkları açıklamalar ve aldıkları tavırlarla İslami kimlik ve Kur’an şeriatını düşman ilan ederek, Kürt Müslümanları asimile edip sekülerleştirmeyi hedefleyerek bunun imkânsız olduğunu açıkça ortaya koymaktadırlar. Sözde Kürt halkının haklarını savunma iddiasıyla ortaya çıktıkları halde, Kürt halkının İslami kimliğini, tıpkı Türk Kemalistlerin tüm ülke halklarının ortak paydası olan İslami kimliği ve İslam şeriatını tehdit ve düşman ilan etmeleri ve yok etmeye çalışmaları gibi tehdit ve düşman olarak görüp hedef almaktadırlar.
Nitekim böyle davranan laik Kürt ulusalcı muhalefetinin kimi öncü ve sözcüleriyle, sözde savaştıkları laik TSK’nın kimi komutanları, Kemalist Türk ulusalcıları, laiklik ortak paydasında kolayca buluşup, Müslüman Kürd’ün, Türk’ün, Arap’ın ortak imanı olan Kur’ani akıdeye ve İslam şeriatına karşı açıkça düşmanlıkta ittifak edebilmektedirler. Yani bu tutumlarıyla iki taraf da, aslında akıde ve inanç birlikteliğinin daha belirleyici olduğunu ortaya koymaktadırlar. Kemalist laik Türk ulusalcıları, aynı inanca sahip bir Kürdü Müslüman bir Türk’e, PKK-BDP öncüleri de laik batıcı İslam karşıtı bir Türk ulusalcısını Müslüman bir Kürde tercih ederek, küfrün tek “millet” İslam’ın da tek “millet” olduğu hakikatini bir daha ispatlamışlardır.
O halde iyi bilinmelidir ki, ırk temelinde Kürt ulusal kimliği ve birliği inşa etme düşüncesi, hem gayri İslami ve ahrette hesabı verilemeyecek bir sapma, hem pratikte karşılığı olmayan aldatıcı bir oyalanma, hem de yeni asimilasyonların, yeni acıların kapısını açacak ve yıllarca ısırılan delikten tekrar ısırılmaya sebep olacak bir ahmaklıktan başka bir şey değildir.
Resulullah (s) Mekke Örnekliğinde Arap Ulusal Birliği oluşturmaya yönelmedi
Resulullah (s)’in Mekke şirk sisteminin zulmü altında tevhidi daveti yaymaya çalıştığı süreçte, Arap kabileleri arasında güç mücadeleleri, kabileler arsı çatışmalar, kan davaları çok ileri boyutlarda idi. Ama o bu kabileler arasında birliği sağlamaya, onları tek Arap ulusu çatısı altında bütünleştirmeye ve sonra da, yakınlarında tehlike oluşturmaya başlamış olan Sasanilere ve Bizansa karşı güçlü bir Arap ulusu olarak çıkmayı öncelikli hedef haline getirmeye yönelmemiş, hatta böyle bir hedefi hiçbir zaman gündemine almamış ve batıl olarak görerek bundan sakındırmıştır. Hatta tam tersine, mevcut kabilelerin bile ayrışıp bölünmesine sebep olacak tevhidi davetle, hak ile batılın müntesiplerinin, İslam milleti ve Küfür milleti olarak ayrışmasına sebep olarak, sonuçta her kabileden iman edenlerin biz bilinciyle bütünleşip ilk Kur’an toplumu nüvesini oluşturmalarına ve bu zeminde ümmeti vahiyle inşa edecek kadronun yetişmesine zemin hazırlamıştır. Üstelik, Habeşli Bilal, Farisi Selman, Rumi Süheyp ile ulusalcı bakışa göre yabancı olan Medine’deki Evs ve Hazreç kabilelerine müntesip mü’minlerle “biz” bilinciyle bütünleşip, Mekke’deki kendi müşrik kabilelerine yönelik saldırı başlatıyorlar. Bütün bunlar, kabile ve kavim asabiyetinin, her türlü ulusalcılığın ve ulusal birlik inşası misali çabaların İslami kimlik ve ilkelerle ve akıdevi öçlülerle bağdaştırılması mümkün değildir.
Mazlumların Takip Etmesi Gereken Onurlu Yol, İslami Köklere Dönüşle, İslam Birliğine Giden Yol Olmalı
Bölgenin tüm mazlum halkları ve bunların en önemlilerinden olan Kürt halkı adına takip edilmesi gereken onurlu yol, bu halkların kendi özgün kimlik ve değerlerini gündemleştiren, onlarla yeniden bir inşayı esas alan ve emperyalizme karşı bu kimlik ve değerlerin bayrağını açan yoldur. Kürt, Türk, Arap tüm Müslüman halklardan gerek emperyalist zalimlerin, gerekse onların işbirlikçisi yerli ulus devletlerin istediği şey neydi? Sekülerleşmeleri, İslam’dan uzaklaşmaları ve batıya entegre olmalarıydı. Yapılan bunca zulüm de bunun için ve bu seküler değer ve amaçlar adına yapılmıştı. O halde, Kürt, Türk, Arap gibi tüm bölge halklarının esas almaları gereken onurlu, şahsiyetli, tutarlı ve ilkeli tutum; bu amaca hizmet etmekten uzak durmak, zalimlerce kendilerinden isteneni asla yapmamaktır. Tam tersine kendilerinden alınmak istenen özgün değerlerine, İslami kimliğine, ümmet anlayışına, özetle Kur’an’a sarılarak, kendini özgün paradigması üzerinde yeniden inşa ederek bu zulme ve Müslüman halkları kan ve gözyaşına boğmuş emperyalist projelere itiraz etmek, hesap sormak, direnmektir.
Kürt Sorununun Çözümünde Sistem İçi Çabalar ve İnkılabi İslami Yöntem Neyi Hedefliyor?
Bu sorunun çözümü ve kanın durması için neler yapılmalı sorusunun cevabı iki boyutta ele alınabilir. Birincisi, Batılı kodlara göre inşa edilmiş mevcut sistemin, kurulduğu konjonktürün etkisiyle oluşan faşist yapılanmasının çağdaş Batının görece özgürlükçü kodlarına göre reforme edilmesi, yani batıcılığın güncelleştirilmesi suretiyle yapılabilecek, sistem içi görece ve nispi bir iyileştirmedir. Zulmün azalması ve insanlarımızın kanlarının akmasının bir an önce durması şüphesiz ki ertelenemeyecek bir aciliyetle kısa vadeli çözümleri de gerekli kılmaktadır. Bu bakımdan birinci çözüm, mevcut sistemin içinde bir alternatif olarak, zalime zulmü durdurma ya da azaltma çağrısı yapmayı öne çıkarmaktadır. Bu konudaki çabalar, sistemin, hiç olmazsa ait olduğu Batı dünyasının ulaştığı, görece olumlu hak ve özgürlük anlayışı çerçevesinde de olsa bu sorunun yol açtığı ıstırapları kısa vadede durdurmasını, bir an önce zulüm politikalarına son verme eğilimine girmesini ya da azaltmasını sağlayabilir.
İkincisi ise, gerçek, kalıcı ve adil çözümü ihtiva eden İslami alternatifin gerçekleştirilmesidir. Bu ise, zulmün doğumuna yataklık yapan seküler paradigmaya dayalı sistemin toptan reddedilip, yerine bölge halklarının öz kimliğine ve köklerine de ait olan ve hepsini adaletle kucaklayıp kardeşleştiren, Mekke’deki ilk Kur’an neslinin oluşturduğu özgün tevhidi modele dayalı olarak yeni bir toplumsal inşayı, vahyin belirleyiciliğinde gerçekleştirmektir. Böylece sahici ve bütüncül adaleti sağlayacak olan sistemi vahyin ölçülerini hâkim kılarak kurmaktır. İslami ölçülerle toplumsal bir inkılabın yaşanmasına dayalı bu çözüm, uzun vadeli gibi görünse de, aslında en sahici, en kesin ve en adil tek çözüm olmak bakımından, zulmün kesin ve köklü bir biçimde sona erdirilmesine giden en emin ve bundan dolayı da en kısa yoldur. Bu inkılabi çözüm yolunda, egemenleri ikna ve razı etmek gerekmemekte, toplumu teşkil eden halklar kaderlerine el koymaktadırlar. Zalim egemenlere rağmen, halklar kaderleri üzerinde söz sahibi ve belirleyici olmaktadırlar. Edilgen olmaktan çıkıp iradeleriyle kaderlerini belirleyici hale gelmektedirler. Halklar, özlerindekini vahiyle değiştirmek suretiyle layık olacakları adalet sisteminin yaratıcı tarafından takdir edilmesinin sebebini hazırlamakta, bugün egemen olan güçlerin ise, Allah’ın takdiriyle kurulacak bu adalet sitemini engellemeye güçleri yetmemektedir. Yapılması gereken, bir kısmı yukarıda ifade edilen Kur’an ayetleri ve Resulün sünneti istikametinde, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerinin zulümlerine karşı topluca itiraz edip direnmek ve İslami davet, şahidlik ve Kur’an’la büyük cihadın sonucunda toplumsal bir inkılabı sağlayarak İslami adalet sistemini birlikte kurmaktır.”
Sabah ve öğleden sonra olmak üzere iki oturum şeklinde oldukça uzun sürmesine rağmen dikkatle dinlenen panel, dinleyicilerden gelen sorulara cevaplarla son buldu.
Panel sırasında bahsi geçen ve tamamının aktarımına fırsat bulunamadığı için, bazı dinleyicilerin ısrarlı talebi üzerine internette yayınlamaya söz verdiğimiz, Mehmet Pamak’ın İslami modelde çözüme dair tespit ve düşüncelerini ihtiva eden metni aşağıda yayınlıyoruz:
İslami Adalet Sistemine Dair Somut Bir Model Önerisi
İslami ölçüler içinde, kavimler kavmiyetçilik hastalığından kurtulup adaletle yerli yerine oturtulunca, İslam toplumu, vahyi ölçülerin belirleyiciliğinde şu temel esaslar üzerinde yapısını kurup işletebilecektir:
1– Kavmi kimlik ve dil farklılıklarını Allah’ın ayeti olarak gören, birbiriyle eşdeğer, saygıdeğer konumda bulunan ve her bakımdan eşit haklara sahip olan ve iman ortak paydasında ümmetleşen farklı kavimlerin, halkların İslam kardeşliği hukuku içinde gönüllü katılımına açık bir yapı oluşacaktır.
2– Kur’ani davet, şahidlik, İslami eğitim sorumluluğunu ve Kur’an’la büyük cihadı yerine getirmek suretiyle gerçekleşecek tevhidi dönüşüm ve inşa sürecinde yaşanacak toplumsal inkılap sonucunda, adaletle yöneten, yani bütün insanların ve kavimlerin Rabbi olan Allah’ın hükmüyle hükmeden ve bu sebeple hiç kimseye zulmedilmesine izin vermeyen bir İslami sistem teşkil edilecektir.
3– İşte bu İslami adalet sisteminde, şura prensibine işlerlik kazandırılacak, toplumu yönetirken vahyi hudutlar içinde kalınarak alınacak kararlar, ayrım yapılmaksızın İslami kardeşlik hukukuyla bütünleşen tüm mü’minlerin istişâri katılımına açılacaktır. Hakimiyet, egemen insanların, oligarşilerin ya da halkın çoğunluğu adına temsilcilerinin hevasına bırakılmayacak, hâkimiyetin, nihai anlamda teşriin, yasa yapmanın kaynağında bütün halkların ve insanların Rabbi olan Allah’ın vahyi yer alacaktır. Bu sebeple de, bütün insanların hukukunu gözeterek mutlak adil hükümler, nasslar vazeden Allah’ın hükümleri nihai belirleyici olunca, hududullah yasa yapmada sınırları ve adaletin ölçülerini belirleyince bir kesimin diğerine ya da yönetenlerin yönetilenlere zulmetmesi ancak yoldan sapmanın sonucu gerçekleşebilecek arızi bir durum olacak, o da ümmetin müdahalesiyle değiştirilebilecektir.
4– Toplumsal hayatın işleyişinde, merkezde ve itibar mevkiinde devlet ve yönetenler değil insan ve ümmet yer alacak, devlet insanın ve ümmetin hizmetkârı olarak görev yapan bir hizmet aygıtı olacaktır. Devlet ve yönetenler ise, ancak insana, ümmete vahyin ölçüleri istikametindeki hizmetkârlık görevlerindeki başarılarıyla, adil ve haktan yana yönetimleriyle orantılı biçimde anlamlı ve değerli sayılacaklardır. Bu bağlamda, İslami adalet sisteminde yöneticileri belirleme, hesap sorma ve görevden alma yetkisi, tüm halkların eşit ve saygıdeğer unsurlar olarak içinde yer aldığı ümmetin olacaktır.
5– İslami adalet sisteminde, emanet ehline verilecek ve yönetimde hiçbir ırka üstünlük tanınmayacaktır. Ehil ve adil yöneticileri seçmek, denetlemek ve değiştirmek ırk ayrımı söz konusu olmaksızın bütün ümmetin sorumluluğunda olacaktır. Emaneti yüklenen yöneticilerin asgari sorumlulukları şunlar olacaktır:
a- İslami sistemde ümmetin emaneti verdiği bu yöneticiler, Allah’ın, mü’min ya da gayrimüslim bütün kullarının bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri adalet ve özgürlük vasatını sağlamak ve bu bağlamda Allah’ın bütün kullarına lütfettiği temel hakları kullanabilme imkanı sunmak ve bu hakları güvence altına almak. Bu bağlamda farklı dini kesimlerin kendi eğitim ve kültür müesseselerini oluşturup, kendi mensuplarını kendi dinlerine, kendi kavmi ana dil ve kültürlerine göre eğitme haklarının güvencesi olmak. Bu bağlamda farklı din ve inançlara müntesip sosyal kesimlerin, kendi aralarında cemaatleşip, kendi dini, kültürel faaliyetlerine dair temel hak ve özgürlüklerini kullanmalarına, hatta medeni ve şahsi hukuk bazında özerk mahkemelerini kurup, bu alandaki sorunlarını kendi mahkemelerinde çözmelerine müsait adalet vasatını oluşturmak ve korumak.
b- Ekonomide her türlü sömürüyü ve emeğin hakkının gasp edilmesini önleyici, emeğe değil de spekülasyona, rüşvet, yolsuzluk, karaborsa ve ihtikâra dayalı haksız kazancı ve sömürü aracı olan faizi gayri meşru sayıp yasaklayıcı, meşru kazanç kapısı alışverişte ise ölçü ve tartının tam yapılmasını, insanların aldatılmamasını, birbirlerinin mallarını haksızlıkla yememesini sağlayıcı, zenginin malında fakirin, yoksulun, yetimin, yolda kalmışın hakkının takdir edilmiş olduğu hakikatinden hareketle bu emanetin sahiplerine ulaştırılmasını temin edici, servetin belli ellerde toplanmasını, bölgeler ve sosyal kesimler arasında ayrımcılığı, gelir dağılımı adaletsizliğini önleyip sosyal adaleti tesis edici… vb tedbirleri almak, toplumun ihtiyacı olan alt yapı yatırımlarını, eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim vb hizmetleri finanse etmek üzere adil bir usulle vergi toplamak ve amaca uygun olarak harcamak.
c-Medeni ve şahsi hukuk bazında her dini sosyal kesime kendi alanında özerklik tanımanın yanında, temel hakların güvencesi olan hadleri uygulamak, ceza hukuku alanındaki ihtilafları çözmek ve temel hakları korumak amacıyla bütün toplumu ilgilendiren adaleti ayrımsız biçimde sağlayıcı yargısal hizmet sunacak adalet mekanizmasını kurmak ve işletmek.
d- Toplumdaki sosyal dengenin korunması, yoksulluğun, gelir dağılımı adaletsizliklerinin giderilmesi ve toplumda sosyal adaletin temini konusunda tedbirler almak, bu amaca uygun politikalar oluşturmak, infak ve zekatı toplayıp vahyin öngördüğü hedeflere dağıtmak.
e-Toplumsal kültürel, sosyal, ahlaki yozlaşmayı, evren ve çevredeki doğal dengenin bozulup kirletilmesini engellemeye ve fesadı giderip ıslahı sağlamaya yönelik tedbirleri almak, ekini ve nesli koruyucu politikalar üretip uygulamak.
f- “Emri bi’l maruf ve nehyi an’il münker” konusunda vahyin yönetime yüklediği sorumluluğun gereğini yerine getirmek üzere gerekli mekanizmayı oluşturmak ve bu sorumluluğun yerine getirilmesini sağlamak.
g-Uluslar arası ilişkilerde Müslümanların, İslam’ın ve tüm insanlığın maslahatına uygun insani ve İslami politikalar üretip uygulamak, uluslararası alanda da adaletin tesisi, barışın sağlanması, dış ve iç güvenliğin sağlanması, mustazafların korunması ve zulümden kurtarılması için silahlı güç oluşturmak, gerektiğinde savaş ve barış yapmak.
6– Yüklendiği bu emanete riayet etmeyip, bu önemli sorumluluklarını ihmal ya da ihlal edip zulme sapan, haksızlık, hukuksuzluk yapan, adaletle hükmetmeyen yöneticileri “emri bi’l maruf ve nehyi ani’l münker” sorumluluğu gereğince denetlemek, hesap sorup yargılamak ve gerektiğinde azletmek de yine ırk ayrımı gözetmeksizin bütün ümmetin yetkisi dâhilindedir.
7– Irk ve din ayrımı gözetmeksizin Allah’ın bütün kullarına lütfettiği ve bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilmeleri için gerekli olan tüm temel haklar öncelikle Allah’ın ve O’na itaatle mükellef İslami devletin, adil yöneticilerin ve ümmetin güvencesi altında olacaktır.
8– Yönetimde mahalli inisiyatiflere imkân verilecek, kavim ekseninde değil ama bölge bazında mahalli yönetimler güçlendirilecek, merkezi otoritenin yetkileri sınırlanarak, yerel halkın kendisini doğrudan yönetmede söz sahibi olmasına imkân verecek yöntemler geliştirilebilecektir. Bu bağlamda bazı açılardan özerkliğe de sahip bölgesel eyaletler kurulabilecek ve her bölge halkı kendi dilinde eğitim başta olmak üzere bütün kavmi, coğrafi, sosyal, kültürel haklara da sahip olacaktır.
9– Hiçbir kavmi kimlik üst kimlik haline getirilmeyerek, bütün halkların Müslümanları için ortak ve şerefli kimlikleri olan İslami kimlik, Müslüman olmayanlarla ortak payda olan insan kimliği de tüm insanlar için üst kimlik olarak esas alınınca, diğer bütün kavmi kimlikler de alt kimlikler olarak eşdeğer ve saygıdeğer kabul edilip eşit hak ve özgürlüklere sahip kılınınca, adaleti esas alan köklü bir çözümle bütün etnik sorun ve çatışmalar Allah’ın izniyle ortadan kalkacaktır.
İşte gerçek ve kalıcı barış (silm) ancak o zaman tevhid bayrağı altında tesis edilecektir. Çünkü İslam, Kürt’ü de, Türk’ü de yaratan Allah’ın dinidir. Ve Allah, kavim ayrımı gözetmeksizin bütün kulları için İslam’ı din olarak seçmiş ve tüm kavimlerin müntesiplerini eşit haklarla donatmıştır. Kavim ayrımı gözetmeden bütün insanlara, hepsinin yaratıcısı, sahibi, maliki olan ve hepsinin hukukunu gözeterek adil hükümler vazeden Allah’ın hükümleriyle hükmedilecektir. İşte bütün kavimleri, eşit haklara sahip, eşdeğer, saygıdeğer bir konuma oturtan, tevhid ve adaleti ikame ederek insanlık onurunu yücelten bu İslami sisteme geçilmeden de Kürt sorununa gerçek anlamda adil bir çözüm asla üretilemez.”