İslam alemine yönelik küresel saldırı ve işgal sürüyor
11 Eylül eylemini bahane ederek, daha 1990’lı yıllarda hazırladıkları, ABD-İsrail çetesini dünyaya hakim kılma projesini uygulamaya koyan “neo-faşist” kadronun önderliğinde, bağnaz Hristiyan-Yahudi çevrelerinin oluşturduğu siyonist ittifakın, Afganistan, Irak ve Filistin’deki işgalleri ve vahşetleri sürüyor.
“Teröre karşı mücadele” adı altında, dünya çapında en kanlı terörü estiren ve Irak’ın kitle imha silahlarıyla potansiyel bir tehdit oluşturduğu yalanının arkasına sığınarak ve bölge halkına “demokrasi” ve “özgürlük” va’d ederek en büyük kitle katliamlarını gerçekleştirmekten utanmayan bu azgın güç, dünyayı kana bulamaya devam ediyor. Üstelik, ABD-İsrail çetesinin dünya diktatörlüğünü gerçekleştirmeyi hedefleyen bu küresel korsanların, aslında en büyük, en güçlü ve insanlık için en zararlı terör örgütü olduğunu ve en fazla kitle imha silahlarına da bunların sahip olduklarını bütün dünya biliyor. Ayrıca, onların ellerindeki bu korkunç silahlar, dünya insanlığı için sadece bir potansiyel tehlike olarak da durmamakta, bizzat kullanılarak milyonlarca insanın katledilmesine yol açmış yaşanan bir tehlike olma konumuna geçmiş bulunmaktadır.
Bu süreçte, kendi ülkelerindeki kazanılmış hak ve özgürlükleri, görece demokratik sistemi bile askıya alanların, işgal ettikleri ve halkını katlettikleri ülkelere götüreceklerinin, gayet tabii ki, sömürü, soykırım ve vahşetten başka bir şey olması mümkün değildi. Ve öyle de olmaktadır. Zaten gerçek amaçlarının da, sömürü ve hegemonya olduğu, yıllardır, dünyanın tüm erdemli insanlarınca yazılıp söylenmektedir. Bizzat kendileri de, amaçlarının dünyada “Amerikan imparatorluğu” kurmak olduğunu cüretkarca açıklamaktadırlar. “Çağdaş Roma İmparatorluğu” hayali ile “küresel korsanlığa” yönelenler, işgal sürecinde on binlerce sivili katletmişler, işgal sonrasında da binlerce masum insanı katletmeyi sürdürmektedirler.
Başından beri sömürgecilikle, emperyalizmle fakir halkların kan ve gözyaşı pahasına dünyanın kaynaklarını sömürerek güç oluşturan Batı medeniyeti, Komünizmin çökmesinden sonra, artık önlerinde sahici tek engel olarak gördükleri İslam’ı alternatif olmaktan çıkarmak, İslam aleminin uyanıp yeniden ümmetleşmesinin önünü kesmek, İslam alemindeki, sömürüye itiraz eden, emperyalizme karşı çıkan onurlu kesimleri ise “terörist” diye damgalayarak susturmak, yok etmek istemektedir. ABD Savunma Bakanlığı İstihbarat Dairesinde görevli Korgeneral William Boykin’in; Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’e yakın şahin kadronun bir elemanı olarak söyledikleri, Bush’un “Haçlı Seferi” nitelemesine uygun bir muhtevada olup bu niyeti açıkça ortaya koymaktadır. General Boykin; ABD’nin savaşının İslam’la olduğunu ifade ederek, “Ancak İsa adına savaşırsak onları yeneriz”, “Benim tanrım gerçek, onların ki ise put” diyebilmiştir. Bunlara benzer bir çok açıklama ve raporda cüretkarca ifade edildiği üzere bu küresel saldırının esas hedefi, küresel korsanların dünya hegemonyası önündeki en büyük engel olarak gördükleri İslam’ı alternatif olmaktan çıkaracak bir tasfiyeyi gerçekleştirmektir. Bu arada işbirlikçi entelektüelleri, akademisyenleri, aydınları da kullanarak, İslam’ı değişime zorlamak, emperyalizme, küresel sömürgeci kapitalizme uyumlu, hayata, topluma ve tarihe müdahale edip dönüştürme iddialarından vazgeçmiş işbirlikçi bir “İslam” anlayışı geliştirmek, Allah’ın evrensel tevhid dinini bozup “protestanlaştırmak” da hedeflenmekte ve bu amacı gerçekleştirmeye yönelik projeler uygulamaya konulmaktadır.
ABD-İsrail-İngiltere çetesi, dünyanın enerji haritasını, enerji nakil yollarını ele geçirmek, kontrol ve denetim altına almak istemektedirler. Bu sebeple, enerji haritasının yayıldığı bütün bölgelere ABD üsleri kurulmaya ve askerleri konuşlandırılmaya çalışılmaktadır. Bu güce rakip olma potansiyeli taşıyan, Rusya, Çin, Japonya ve AB de enerji haritası üzerinde kurulacak hegemonyanın sağlayacağı imkanlarla terbiye edilmek, denetim altına alınmak istenmektedir.
Önemli hedeflerden biri de, Filistin sorununu İsrail’in istediği gibi bir sonuca bağlamak ve İsrail’i tam güvence altına alıp, bölgeye hakim kılmaktır. Bu amaçla, başından beri kanla kurulmuş ve kanla beslenerek hayatlarını sürdüren iki “vampir devlet” olan ABD ve İsrail, iyice iç içe geçmiş olarak birlikte hareket etmekte, Orta Doğuyu da birlikte kana bulamaktadırlar.
“Demokrasi” ve “özgürlük” adına katliam,
kaos ve güvensizlik
Küresel zalimler, işgal ettikleri Afganistan, Irak ve Filistin’e işbirlikçi yönetimler atayarak, yeni sömürgeciliğin temellerini attılar. Bölge halklarının direnişlerini kırabilmek ve işgallerine uluslar arası meşruiyet zemini oluşturmak amacıyla, işgal sürecinde ciddiye almadıkları BM’i de, kimini rüşvet ve kimini de tehditle hizaya sokmaya çalıştıkları diğer ülkeleri de, bu emperyalist amaçları uğruna rahatlıkla kullanabildiler. Yani bütün dünya ülkeleri, kimi direkt, kimi dolaylı da olsa, bu küresel utancı paylaştılar ve “ulusal çıkar” putu adına, bu paylaşmayı sürdürüyorlar.
BM’in, gerçeği tam yansıtmayan ve yansız olması da mümkün olmayan raporlarında bile, Afganistan’da barış, güvenlik ve istikrardan söz edilemeyeceği, son iki yılda türeyen çetelerin yüzlerce kadın ve çocuğu kaçırdıkları, aynı çetelerle-iktidarı ele geçirmiş bazı askeri ve siyasi güçlerin işbirliği sonucunda afyon ve eroin kaçakçılığının zirveye tırmandığı, iktidar grupları arasındaki, siyasi ve ekonomik çıkar amaçlı çatışmaların ileri boyutlara ulaştığı, ABD’nin atadığı Karzai yönetiminin başkent Kabil ve bir-iki kent dışında kontrol sağlayamadığı, Karzai hükümeti ve yandaşı çetelerin keyfiliklerinden, zulüm ve soygunlarından, oluşturdukları güvensiz ortamdan bıkan halkın, bu günle mukayese bile edilemeyecek derecede adil ve güvenli bir dönem olan “Taliban” yönetimini arar duruma geldiği açıkça ifade edilmektedir. Sonuç olarak, Afganistan’ı, “demokrasi” ve “özgürlük” getireceklerini iddia ederek işgal edenlerin sağladıkları; zulüm, haksızlık, keyfilik, soygun, uyuşturucu ve ahlaksızlığın zirveye tırmandığı, var olan güvenlik ve özgürlüklerin de tamamen yok edildiği kaos ve kargaşa düzeni olmuştur. Irak’ta da aynı şey olmuş, Irak’a da “demokrasi” ve “özgürlük” adına, keyfilik, haksızlık, zulüm, katliam, sömürü, talan, açlık, sefalet, kaos, kargaşa, güvensizlik ve adaletsizlik hakim kılınmıştır. Sonuçta Irak halkı, yıllarca kendilerine kan kusturmuş azgın bir diktatörün dönemini bile arayacak hale gelmiştir.
Bu azgın işgalcilere karşı yerli halkların onurlu direnişleri ise ivme kazanarak artmakta ve küresel terörist devletleri telaşa düşürecek eylemlere imza atılmaktadır. Orta Doğu sorununun merkezinde yer alan Filistin’de büyük bedellere mal olan şerefli bir mücadele, çok büyük imkansızlıklar içinde yarım asrı aşkın bir zamandan bu yana sürdürülmekte, insanlık tarihinin en acılı, en uzun ve en onurlu direnişi olma hüviyetini kazanmış bulunmaktadır. Afganistan halkı büyük kayıplara, sıkıntılara ve imkansızlıklara rağmen hala teslim olmadan direnişini sürdürmektedir. Irak halkı da, işgale ve işgalci zalim güçlere karşı giderek itiraz ve direnişini arttırmakta, teslim olmayı kabul etmemektedir.
Küresel teröristlerin İslam alemine yönelik saldırılarında
Türkiye’nin üstlendiği rol: işbirlikçilik
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan beri hep emperyalistlerin safında yer almış, hep mazlum halklara karşı işgalcilerin işbirlikçisi rolünü oynamayı geleneksel politikası halinde sürdüre gelmiştir. “Esir ulusların kurtuluş mücadelelerine öncülük ve örneklik teşkil edildiği” iddiası, resmi ideolojinin gerçeği örtmek amacıyla sahtekarca yaptığı bir propagandadan öte gidememiştir. Bizzat kendilerinin verdiklerini iddia ettikleri sözde “kurtuluş savaşında” bile emperyalistlerle işbirliği yapıp, nasıl bir kurtuluşsa, savaş sonrasında emperyalistlerin kültür ve ideolojilerini resmi ideoloji hailine getirip şiddet ve terör estirerek, kendi halklarına dayatıp, kendi halklarının dinine ve kültürüne karşı savaş açarak, bizzat kendi ifadeleriyle “kanla kurduk”ları sistemde “kelleler kopartarak” emperyalizme hizmet edenlerin, başka ulusların esaretten kurtuluşlarına öncülük ve örneklik teşkil ettikleri iddiası koca bir yalan olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Yeni laik, Kemalist ve Batı taklitçisi rejimin kuruluşundan bu güne, Kore, Filistin, Cezayir, Somali, Afganistan ve Irak’a yönelik emperyalist işgal ve saldırıların hepsinde emperyalistlerin safında yer alınmıştır. “Ulus”a rağmen tespit edilen “ulusal çıkarlar” putu adına emperyalizme payandalık ve tetikçilik yapılmış, emperyalistlere tetikçilik yaparak ellerini mazlum halkların kanlarına bulaştıranlar, bir de utanmadan emperyalizme karşı mazlum halkların kurtuluş umudu olduklarının propagandası ile sahtekârlık ve ikiyüzlülük yapmışlardır. Dışişleri bakanı Abdullah Gül ise, ABD Dışişleri bakanı Powell ile yaptığı görüşmede, bu utanılacak geçmişi, hep ABD dostu olduklarını anlatmak amacıyla Amerikan yanlısı politikaların sürekliliğine örnek gösterip, övünülecek bir geçmiş olarak takdim edebilmiştir. On binlerce mazlum Kore’linin kendi topraklarında boğazlanmasına yol açan bir işgale katılarak, böyle bir vahşete katkıda bulunarak, TSK’nın ellerini masum halkların kanına bulayan bu zulüm politikaları olumlu referanslar olarak gösterilebiliyorsa, bu durum, egemen oligarşinin dayatmalarının, siyasi çıkarı ahlaki ilkelerin ve adalet anlayışının önüne geçiren iktidar hırslı ilkesizleri nasıl dönüştürdüğünün çarpıcı bir göstergesi olarak algılanmalıdır.
Hülasa, sistem böyle bir zihniyetle kurulup, hep bu işbirlikçi geleneği ısrarla sürdürürken, küresel korsanlar, bir de, küresel 28 Şubat’tan önce, yerel “28 Şubat”larla bölgeyi İslam’a karşı saldırıya hazırlamışlar, bölgedeki yönetimleri, başta Türkiye olmak üzere, bu küresel saldırılarına payandalık yapmaya razı edecek ilave tedbirler de almışlardır. Bu sebeple Pakistan ve Türkiye’de İslam’ı ve Müslümanları düşman konumuna oturtup, top yekun saldırıya geçen darbeler gerçekleştirilmiştir. İMF politikaları ve borç kıskacında bu ülkeler daha da teslim alınarak bağımsız karar alamayacak baskılarla kuşatılmış, onurlu ve bağımsız politikalar takip etmeyi engelleyecek derecede zihinler ve şahsiyetler iğdiş edilerek, siyasi çıkarcılığın, ahlaki ilkeler ve adalet anlayışının yerine geçirilmesini sağlayacak dejenerasyonla yerel yönetimler teslim alınmıştır. Bölgenin diğer ülkelerindeki işbirlikçi yönetimler ise Müslümanlara karşı daha sert politikalara ve baskılarını arttırmaya yönlendirilmişlerdir. Yani bu küresel “haçlı seferi”nin başarısı için Ortadoğu’da ve dünya çapında bir “küresel balans ayarı” na gidilmiştir. ABD-İsrail-İngiltere çetesi açısından, İslam alemi ve dünyanın enerji haritası; direnme kabiliyetini ve özgüvenini yitirmiş, emperyalizme teslim olmaktan başka çözüm üretemeyen, yüreksiz, ilkesiz, beceriksiz ve çıkarcı kadroların yönetimine teslim edilmiştir. Direngen, sorgulayan ve itiraz eden onurlu seslerin ise “terörist” olarak damgalanıp yok edilmesi, bastırılması ya da dağıtılması hedeflenerek, bölge emperyalist saldırganlar için, dikensiz bir gül bahçesi haline getirilmeye çalışılmıştır.
İşte böyle bir sürecin iğdiş edici kuşatması altında ve böyle vazgeçilmez zelil gelenekleri olan, despot ve emperyalizmin güdümündeki bir rejimde, farklı parti ve kadroların hükümeti kurmalarının, temel konularda çok önemli değişikliklerin yapılmasına yol açmadığı bilinmektedir. Çünkü bütün partilerin anayasanın değişmez hükümleri haline getirilen CHP’nin ilkelerini benimsemek zorunda bırakıldığı “çok CHP’li sitem”in “çok partili sistem” diye yutturulduğu, hükümeti kuran partiler değişse de egemen “silahlı bürokrat-büyük sermaye oligarşisi”nin iktidarı elinde tutmayı sürdürdüğü; hatta siyasi partilerin oligarşinin elinde rehine konumunda olduğu görülmektedir.
Bütün partiler gibi AKP de işbirlikçilikten kurtulamadı
Yukarıda ifade edilen sebeplerle, anayasayı bile değiştirebilecek bir çoğunlukla mecliste temsil edilen AKP yönetimi de, yerel ve küresel derin güçlerin ve emperyalistlerin elinde oyuncak olmaktan kurtulamamıştır. Türkiye, AKP döneminde de; emperyalist ülkelerin payandası ve bölgesel tetikçisi olmaktan kurtulamamış, tıpkı Erbakan hükümetinin Filistin halkını bombalayan katil İsrail uçaklarının eğitimi için Türkiye hava sahasını tahsis ettiği gibi, Müslüman komşu ve kardeş Irak halkının katledilmesine yönelik füzelerin Türkiye hava sahasından ateşlenmesine izin vermekten ve bu halkın ülkesini işgal eden terörist Amerikan güçlerine, savaş malzemesi dahil her türlü lojistik desteği vererek yardımcı olmaktan utanmamıştır. Türkiye topraklarına on binlerce katil Amerikan askerinin konuşlandırılması ise, ancak Allah’ın lûtfuyla bir hesap hatası yüzünden engellenebilmiştir. Hatta bu engellemeden dolayı hükümet kadroları büyük bir üzüntüyle “hayır” oyu verenlere büyük tepkiler göstermişlerdir. “Hayır” oyu veren milletvekillerinin bile çok ilkeli oldukları için değil de, “nasıl olsa tezkere geçer, hiç olmazsa ben halkın karşısında zorda kalmayayım” mantığı ile “hayır” oyu kullandıklarının ortaya çıkması için çok uzun bir zaman gerekmemiştir. Oylamadan hemen sonra, ABD ve yerli işbirlikçilerinin hükümete ağır eleştiriler yöneltmeleri ve AKP lider kadrosunun ağır tepkileri, hayır oyu kullananları pişman etmeye yetmiş, hükümetlerinin yıpratılması ve iktidarlarının tehlikeye girmesi sebebiyle neredeyse “tövbekâr olduklarını” ve “tezkere bir daha gelirse evet oyu vereceklerini” ifade eden açıklamalar yapmaktan utanmamışlardır. Nitekim bu, sözüm ona “hayır”cılar, tesadüfen reddedilen tezkereden sonra önlerine gelen ve işgalci saldırgan güçlere Türkiye hava sahasını tahsis eden ve lojistik destek verilmesini öngören ilk tezkereyi büyük çoğunlukla desteklemişlerdir. Müslüman bir halkın katledilmesine yardım ve yataklık yapmaya destek verirken Allah’tan korkmamışlar, Amerika’dan ve derin güçlerden korkuyu ve siyasi çıkarlarını, ahlaki ilkelerinin ve varsa akıdelerinin önüne geçirebilmişlerdir. 1 Mart’taki tezkereyi onaylatmak için ileri sürülen, ekonomik, siyasi ve askeri bütün gerekçelerin asılsızlığı ortaya çıktıktan, bu iddiaların, Amerika yandaşlarının uydurduklarından ya da resmi ideolojinin paranoyalarından ibaret olduğu anlaşıldıktan sonra, Amerika-İsrail-İngiltere çetesinin de bütün saldırı gerekçelerinin ahlaksızca üretilmiş yalanlardan ibaret olduğu bu kadar açık olarak ortaya çıktığı halde, ABD’ye destek olmak üzere Irak’a asker göndermeye yönelik 7 Ekim tezkeresi AKP’li milletvekillerinin tamamının oylarıyla onaylanıvermiştir. 1 Mart tezkeresine karşı çıkanların bile, Irak’a yönelik saldırının bu gün artık haksız ve ahlaksız bir işgal olduğu, körelmiş idraklerin bile fark edebileceği bir açıklıkta iyice ortaya çıktıktan sonra son tezkereyi onaylamaları, ancak; hak, adalet ölçülerini, fıtri insani erdemlerini, en temel akıdevi ve ahlaki ilkelerini bile feda etmekten çekinmeyen, iktidar ve çıkar eksenli, pragmatizme teslim olmuş şahsiyetlerin ve sekülerleşmiş bir hayat tasavvurunun yol açtığı büyük bir zillet olarak izah edilebilir. Bu tür bir hayat tasavvuru o kadar bulaşıcıdır ki, AKP ile çıkar ilişkileri içine girmiş bir çok İslami çevrenin de dünyevileşip, pragmatizme teslim olmalarına yol açmıştır. Ve bu çevreler de son tezkere sürecinde, AKP paralelinde gerekçeler ileri sürerek, çıkar eksenli ya da ulusçu kirliliklerle malûl bakış açısıyla Irak’a asker göndermenin gerekliliğini savunan ilkesizliklere savrulmuşlardır.
Bu gün artık, ABD eski Dışişleri Bakanı Medeleine Albright’ın dahi, Irak’a saldırıyı, AKP’lilerden daha sağlıklı değerlendirebiliyor olması, AKP’liler açısından, iktidar hırsının ve çürütücü pragmatizmin sürüklediği zillet, çıkarcılığın sağladığı körlük ve teslimiyet dışında izah edilebilir mi? Albright şunları söylemektedir; “ Irak savaşı kasıtlı bir savaştı…Yeni muhafazakârların 11 Eylül’den önce bile müdahale programı hazırdı, 11 Eylül saldırılarını, programlarını hayata geçirmek için kullandılar. Bu nedenle şimdi bir dizi savaş nedeni gösteriliyor ve bunların çoğu birbiriyle uyuşmuyor”.
AKP’nin işbirlikçiliğini meşrulaştırmak amacıyla
kullandığı bahaneler
Türkiye’yi yönettiklerini zannedenlerin Irak’a asker göndermek için öne sürdükleri bahaneler şunlardır:
1 – Irak’ı istikrara kavuşturmak, komşumuzda çıkan yangına müdahale etmek amacıyla gidilmektedir. Amerika önderliğindeki işgalci güçlerin 200.000 askerle temin edemedikleri istikrarı, aynı işgalci güçlere ilave edilecek 10.000 TC askerinin temin edeceği iddiası gülünç olmanın yanında, işbirlikçiliğin ve resmi ideolojiye dayalı paranoyaların idrakleri nasıl körelttiğini ve basiretleri nasıl yok ettiğini de ortaya koyan büyük bir tutarsızlık örneği teşkil etmektedir. Bu çelişkiyi aşmak üzere üretilen tez ise, ancak “özrü kabahatinden büyük” sözünü hatırlatan bir aymazlığın ürünü olarak değerlendirilebilir ki, o da şudur; “ TC askeri Müslüman Irak halkına dini ve kültürel kimliği bakımından daha yakın olması hasebiyle, Müslüman Irak halkını daha iyi anlayıp daha iyi ilişkiler kurabilecek, halkı kazanarak istikrarı sağlamada daha başarılı olabilecektir.” Bu iddia, gerçekten ibret verici bir akılsızlık ve aymazlık örneği oluşturmaktadır. TC Silahlı Kuvvetlerinin yönetimini oluşturanların seksen yıldır kendi ülkelerinin Müslüman halklarını bile anlama becerisi gösteremediği, anlamak da istemediği, tam tersine kendi halklarının dini ve kültürel kimliğine karşı savaş açıp, şiddete de baş vurarak, Türkiye halklarını din, kültür, kimlik ve medeniyet değiştirmeye zorlayan jakoben, despot politikaların üreticisi ve tatbikçisi oldukları nasıl unutulabilir ve nasıl kendi halklarından esirgedikleri anlayış ve hoşgörülü yaklaşımı Müslüman Irak halkına gösterecekleri iddiası, hem de ortak din ve kültürün müntesipleri olma gerekçesi ile ileri sürülebilir ? Gerçekten de bu hususu, akıl, mantık ölçüleri içinde kalarak izah etmek mümkün değildir. Kendi başörtülü ya da sakallı Müslüman halklarını garnizon kapılarından kovanların, hanımı tesettürlü olan subayları yargısız infazlarla ordudan atanların, İmam Hatip Lisesi mezunlarının ve tesettürlü kızlarımızın üniversitede okumasına bile tahammül edemeyip, sürekli Türkiye’de kriz çıkarıp, darbe yapıp, istikrarı bozanların, Müslüman Irak halkına, hem de ABD ve İsrail’in stratejik müttefiki olarak, istikrar, güvenlik ve barış götüreceklerini sanmak, tutarsızlığın da ötesinde düpedüz bir ahmaklık değilse nedir? Bir batı ordusundan çok daha fazla İslam şeriatına düşman olan TSK Irak halkının kıyafetine karışmaya kalkarsa, devlet dairelerinin önünde nöbet tutup, sakallı ve tesettürlü olan halkı kapılardan kovarsa, okullara giden tesettürlü kızların önünü kesip Türkiye’deki gibi coplamaya kalkarsa ne olacaktır ? Bu sefer Irak halkı ABD askerlerini aramaya başlamayacak mıdır? Belki de esas amaç budur, Irak halkının, ABD askerlerinin kıymetini anlayıp, işgale razı olmalarını temin etmek üzere, bir süre TSK’nın, Türkiye örneğindeki “adil ve insan haklarına saygılı” (!) yönetiminden geçirilmeleri sağlanmak isteniyor olabilir. Nitekim Irak halkı da, TSK ile ilgili olumsuz kanaatlerini açıklamaktadır: TC askerlerinin gönderileceği iddia edilen bölgenin önemli şehri Ramadi’de en fazla sözü geçen aşiret reisi olarak tanıtılan Şeyh Mecid Ali Süleyman’ın Financial Times’da yer verilen açıklaması düşündürücüdür; “ Türk halkı bizim kardeşimiz. Ama ordusu ateist……dinsiz… Irak’ın komşularının asker göndermelerini istemiyoruz.”
Komşudaki yangına müdahale etmeye gelince; yangını çıkartanların ve sürekli yeni ateşlemeler yaparak yangına süreklilik ve kalıcılık kazandırıp, hatta bütün bölgeye yaymak isteyenlerin talebi üzerine ve onların yedeğinde bir tetikçi ve payanda olarak asker göndermek, iyi niyetle ve samimi bir komşuluk anlayışı ile bağdaştırılabilir mi? Komşumuzdaki yangına sessiz kalamayız diyenlerin, yakınlığı ve komşuluğu iyi niyetli bir gerekçe olarak kullanabilmesi, ancak işgalci katillere karşı Müslüman Irak halkının yanında yer alıp savaşmaları halinde makul, mantıklı ve anlamlı olabilirdi. O halde, komşuluk ilişkisi, ancak ABD ye karşı tavır koymanın gerekçesi olabilecekken, tam tersine ABD’ye destek olmanın gerekçesi olarak ileri sürülebiliyorsa, esas gayesini gizlemek isteyen istismarcı bir mantığın bahane üretmesiyle karşı karşıyayız demektir. Daha önce aynı devlet içinde, birlikte ve kardeşçe yaşanan bir halkın toprağına, burayı işgal eden küresel zalimlerin isteği üzerine, sözüm ona istikrar ve barış adına, halkın direnişini, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini kırarak, Amerikan işgaline istikrar kazandırmak üzere gitmek isteyenlerin ruh hali ibret verici bir iki yüzlülüğü ortaya koymaktadır. İşgalcilerin ve işbirlikçilerin dilden düşürmedikleri “Irak’ın istikrarı”ndan kasıtları; şüphesiz, işgale ve sömürgeciliğe karşı kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesi veren direnişin kırılması ve ABD-İsrail çetesinin öncülüğündeki işgal ve hegemonyanın pekişmesi ve ardından bu “emperyal proje”nin diğer safhalarını teşkil eden, Suriye, Lübnan, İran ve tüm Ortadoğu’nun, hatta “Arz-ı Mev’ud” içerisinde kalan Türkiye’nin işgaline yönelik kısımlarının daha cüretkarca uygulamaya konulması demektir. Yani yangının giderek yaygınlaşması ve tüm Ortadoğu ile birlikte Türkiye’yi de kuşatması anlamındaki bir emperyal yangın projesine hem de “yangını söndürme” adı altında destek verilmektedir ki, bu ihanetten başka bir şey değildir. Üstelik Irak halkı bütün kesimleriyle, komşu ülke askerlerinin ABD destekçisi olarak ve işgali meşrulaştırmak, Amerikancı sistemi oturtarak bu anlamda “istikrarı”(!) sağlamak üzere Irak’a gelmelerine şiddetle karşı çıkıp, bu şekilde gelen TC askerini de düşman sayacaklarını açıkça ifade etmelerine rağmen, “yok sen istemesen de ben sana yardım etmeye geleceğim ve seni istikrara kavuşturacağım ve bütün bunları sırf komşuma yardım etmek, iyilik yapmak için yapacağım” diye ısrar edip asker gönderme kararı almak, ancak Türkiye’ye yakışan ve samimiyetten uzak art niyetli hesaplarla izah edilebilecek bir tutarsızlıktır. Bu tutum TC rejiminin temel felsefesini teşkil eden “halka rağmen halk için” ifadesiyle örtüşen, “Irak halkına rağmen Irak halkı için” mantığının üretildiğini göstermektedir. Aslında emperyalizmin yardakçılığı, ancak böyle absürd izahlarla kamufle edilmek istenmektedir. İnsani yardım iddiası ise, yine Türkiye’ye yakışan bir çarpıtmadan ibarettir, tıpkı Kıbrıs savaşını, “barış harekatı” olarak takdimde yapıldığı gibi. Nitekim, Irak’ta ABD-İngiliz işgaline direnen ve kurtuluş mücadelesi veren onurlu insanlara, “terörist” suçlaması, daha şimdiden siyasetçi, bürokrat ve gazetecilerin diline yerleşmiş bulunmaktadır. Yapılan, aslında iğrenç bir iki yüzlülükten ibaret olup, halka yardım etmek, barış ve istikrarı sağlamak için oraya gideceklerini iddia edenler, daha gitmeden kurtuluş savaşçılarını terörist ilan eden işgalci jargonlarını büyük bir istekle kullanmaya başlamışlardır.
2 – Kullanılan ikinci bir gerekçe de, “Türkiye’nin Irak’a giderek Kuzey Irak’ın yeniden yapılandırılmasında söz sahibi olarak kendi ‘ulusal çıkar’larına aykırı oluşumları engelleyebilir” düşüncesidir. Yani Kuzey Irak’ta bağımsız ya da federatif bir Kürt Devletinin oluşumundan korkulmakta ve buna engel olabilmek amacıyla asker göndermenin gerekliliği öne sürülmektedir. Bu da TC resmi ideolojisinin ürettiği paranoyaların tesiri altında politika üretmenin Türkiye’yi yönetenlerin düşüncelerini nasıl kısırlaştırdığını, ufukları daraltarak, zihinleri paranoyakça ön yargılarla körelterek nasıl dumura uğrattığını ortaya koymaktadır. Bütün dünya bilmektedir ki, böyle en azından federatif bir oluşum ihtimali, çok yüksek bir ihtimal olarak Irak’la ilgili Amerikan projesinin en temel ayaklarından birini oluşturmaktadır. Türkiye asker gönderse de göndermese de Amerikan politikalarında, Türkiye’nin hatırına bir değişiklik olması mümkün görünmemektedir.
ABD’yi iyi tanıyan ve geçmişteki uygulamalarını, politikalarını iyi takip ve tahlil edebilen bütün stratejistlerin mutabık olduğu husus, ABD’nin hiçbir halde Türkiye’yi karar masasına oturtmayacağı ve Irak’ı yeniden yapılandırmada söz sahibi bir konuma yaklaştırmayacağı hususudur. Ayrıca Kürt liderlerinin ve diğer muhaliflerin de defalarca açıkladığı üzere bağımsız bir Kürt devletinin kurulması da söz konusu değildir. Bu da Türkiye istemiyor diye değil, diğer Ortadoğu dengelerinden ve muhalif grupların Irak’ın toprak bütünlüğünden taviz vermeyen tutumlarından kaynaklanan bir sonuçtur. Türkiye’nin, Amerika’nın istemesine rağmen böyle bir oluşumu engellemesi mümkün de değildir. Yıllardır, engellemek bir yana tam tersine ABD’nin dayatmaları ile böyle bir oluşuma bizzat destekçi konuma düştüğü, “Çekiç Güç”ü bu oluşumu desteklemek üzere topraklarında on iki yıldır barındırdığı unutulmamalıdır. Diğer taraftan her hal ve taktirde Türkiye’ye rağmen ve Amerika’nın çıkarları doğrultusunda oluşacak, bağımsız ya da federe Kürt devleti Türkiye toprakları dışında oluştuktan sonra Türkiye’nin karışma hakkı da yoktur. Böyle bir oluşumu engellemeye, ABD’ye rağmen, gücü de yetmeyeceği gibi, kendi topraklarına tecavüz etmediği sürece müdahale etmesi, uluslararası siyasi, hukuki ve ahlaki meşruiyete de aykırıdır. Bu gün gelinen noktada bağımsız Kürt devleti söz konusu olmamakla beraber, üç federe devletten oluşan birleşik Irak devleti kurma projesi, Türkiye istese de istemese de, ABD’ye destek verse de vermese de Amerika tarafından gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.Türkiye’nin korkusu, petrolle zenginleşip özgürleşecek bir Kürt bölgesinin Türkiye’deki, aç, sefil ve özgürlükten yoksun Kürtleri imrendirebileceği ihtimalidir. Kendi Kürtlerini ayartabileceği endişesiyle, Kuzey Irak Kürtlerinin de özgür ve müreffeh imkanlara kavuşmadan, baskı altında sürünmelerini sağlayacak politikalar desteklenmektedir. Kimileri de kurulacak Kürt devletinin ABD ve İsrail güdümünde kukla bir devlet olacağını ve söz konusu devletlerce kullanılacağını ileri sürerek karşı çıkarken, tam da bu konumda bulunan Türkiye’nin konumunu ise göremeyen bir basiretsizlik örneği sergilediklerini bile fark etmemektedirler. Yani Türk devleti için mübah sayıp kanıksadıkları bu zelil “kukla devlet” konumu, muhtemel Kürt devleti için eleştiri konusu yapılabilmektedir. Bizim gibi, ABD-İsrail ekseninde kullanılan “Türk ulus devleti”nin konumunu da kabul etmeyip eleştirenlerin, ümmetçi bir bakış açısıyla aynı şekilde “ABD-İsrail ekseninde kukla bir Kürt ulus devleti”ne de karşı olmaları ise tabi ki tutarlı bir yaklaşımı ortaya koymaktadır.
Diğer taraftan, Türkiye’nin ürettiği korku, bir gün kendi topraklarının da bölüneceği paranoyasından kaynaklanıyorsa, bunu önlemenin yolu kendi yönetimi altındaki Kürt halkına yaptığı ve seksen yıldır sürdürdüğü büyük zulmü durdurup, insan hak ve özgürlüklerine riayet etmesinden ve özgürlüklerden yoksun ve fakir bırakılmış bu bölgeyi diğer bölgelere eşit hale getirecek, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki adil projeleri uygulamaya koymaktan geçmektedir. Ancak nedense, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulması halinde, kendi ülkesindeki Kürtlere zulmettikleri için onların da yeni Kürt devletiyle birleşmek isteyebilecekleri endişesini taşıyan ve TC topraklarının bölünmesinden korkanlar, nedense İsrail’in, “arz-ı mev’ud” iddiasıyla öteden beri Fırat’a kadarki TC topraklarını kendi toprağı olarak gösterme çabasından hiç rahatsız olmamakta ve onunla İslam düşmanlığı ortak paydasında “stratejik ortaklık” yapabilecek bir onursuzluğu yaşamaktadırlar. Bu tutum büyük bir tutarsızlığı, iki yüzlülüğü ve TC topraklarının bölünmesi endişesinde bile samimi olunmadığını, İsrail söz konusu olunca “ülke topraklarının bölünmemesi” tabusunun bile kolayca terk edildiğini ortaya koymaktadır. Üstelik Kürtlerin Türkiye’yi bölecek bir güce ulaşmaları en azından bu gün çok uzak bir hayal olarak dururken, İsrail’in hem kendi ileri teknolojili büyük silah gücü hem de ABD’nin ve Batının sağladığı büyük destekle Arz-ı Mev’ud’u gerçekleştirmeye doğru hızla ilerlediği bu kadar aşikar bir biçimde ortada durmaktadır. Böyle olduğu halde ve ayrıca Kürtler de aynı ülkelerin Türkiye’den daha fazla stratejik ortağı konumuna yükseltilmişken ve Kürler ne yapacaklarsa ancak ABD ve İsrail’in desteği ile yapacakken, Kürtleri tehlike olarak niteleyip, İsrail ve ABD’yle stratejik ortaklık yapmak büyük gaflet ve ahmaklık değilse İslam düşmanlığının yol açtığı büyük bir çelişki ve ihanettir.
3 – “Asker gönderirsek Amerika’nın PKK/Kadek’i tasfiye etmesini de sağlarız” gerekçesi de diğerleri gibi, işbirlikçilik ruh halinin sürekli beslediği ahmaklığın, dar görüşlülüğün, ufuksuzluğun, politik kısırlığın ürünü olup, özgür ve bağımsız düşünme kabiliyetini yitirmiş zelil teslimiyetçiliğin basiretleri nasıl körelttiğini ortaya koymaktadır. ABD, sadece kendisine ve çıkarlarına zarar veren örgütleri “terörist” saymakta ve sözde “terörle mücadele”sini de sadece bu tür antiamerikancı örgütlere karşı sürdürmektedir. “Halkın Mücahitleri” ve PKK gibi örgütleri mecbur kalıp terörist ilan etse de, bunlarla sık sık görüşmeler ve anlaşmalar yaparak bölge ülkelerine karşı kullanmak üzere yedeğinde ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bu sebeple, ABD nin bu örgüte fiili bir müdahalede bulunması, tasfiye etmesi mümkün değildir. Diğer taraftan, zaten Irak’ta yeteri kadar başı belada olan ABD’nin, PKK’ya müdahale ederek, kendi çıkarları açısından görece sükunet alanı olan Kuzey Irak’ı da kargaşaya sürükleyecek ve kendisini, yeni bir cephe açmak zorunda bırakacak bu tür olumsuz gelişmelerden uzak tutmaya çalışacaktır.
4 – Irak’ın yeniden yapılandırılmasında pay kapmak, ihale kapmak, ticaret hacmini arttırmak gibi maddi çıkar eksenli beklentilerle, on binlerce mazlumu katlederek Irak’ı işgal etmiş olan ve her ay binlerce sivil insanı katlederek tahakküm etmeye çalışan ahlaksız çetenin saflarında yer alarak, tetikçilik rolü üstlenerek, mazlum halkın kanını dökme karşılığında menfaat umarak, paralı askerliğe soyunmak ise gerekçelerin en aşağılık olanını oluşturmaktadır.
5 – Irak’a asker göndermenin pek öne çıkarılmayan en önemli gerekçesi ise, çıkar ve menfaat karşılığında sırf Amerika öyle istediği için Irak’a asker gönderme kararı alınmış olmasıdır. Ulusal çıkar iddialarının bile yalan olduğunu ortaya koyacak şekildeki açıklamalar, bu kararın sadece ABD istediği için ve onu razı etmek amacıyla alındığını ortaya koymaktadır. Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Genel Kurmay Başkanının, karar sonrasında ABD’nin gösterdiği kararsızlık üzerine yaptıkları açıklamalarda, “Biz zaten ABD istediği için bu kararı almıştık, eğer ABD istemiyorsa biz çok hevesli değiliz, risk almaya çok arzulu değiliz” mealinde sözler sarf etmeleri, bu kararı alma aşamasında, milletvekillerini ve kamu oyunu ikna etmek üzere öne sürdükleri, “Ulusal çıkar”, “Irak halkına yardım, yangını söndürme ve istikrar sağlama” gibi bütün gerekçelerin bir aldatmacadan ibaret olduğunu ortaya çıkarmıştır. Eğer bu gerekçeler bu büyük riske girme kararını aldıracak kadar önemli olsalardı, ABD’nin biraz nazlanması sebebiyle hemen geri çekilinmezdi ve “biz zaten ABD istediği için gidecektik, çok da hevesli değildik” gibi açıklamalar yapılmazdı. Tüm bunlardan anlaşılmaktadır ki, ABD işbirlikçisi bu ülke, stratejik teslimiyetin doğal sonucu olarak ABD’ye rağmen politikalar üretememekte, ona rağmen kararlar alamamaktadır. Aslında, elde olmayan nedenlerle reddedilmiş olan ikinci tezkerenin ilişkilerde açtığı yarayı tamir etmek ve Poul Wolfowitz, Richard Perle gibi Amerikalı şahin yöneticilerin sert uyarılarına karşı özür dilemek üzere bu karar alınmıştır. İMF politikaları ile borç kıskacına alınmış ve sürekli sıcak dış paraya ihtiyaç duyan Türkiye, Amerika’nın bütün isteklerini yerine getirerek bu ihtiyacını gidermek istemektedir. Komşu bir halkın katledilmesi ve topraklarının işgal edilip sömürülmesi pahasına da olsa, Türkiye yönetimi ekonomisini rahatlatacak sıcak paralar elde etmek istemektedir. Bu paraların komşu bir halkın kanlarına bulanmış olması, belki de paraların sıcaklık derecesini arttıracak bir unsur olarak görülmektedir. Bu yaklaşımla alınan karar, şüphesiz, ABD’li bankacı Soros’un “ sizin en büyük ihraç ürününüz askeriniz” sözü ile New York Times’ın ABD yönetimine yakın yazarı William Safire’nin “İMF, bizim için Türkiye’yi satın aldı” şeklindeki ifadelerinin doğrulanması anlamını da içermektedir. Bilindiği üzere, Wolfowitz’in TSK yöneticisi komutanlara da ağır eleştirileri söz konusuydu, komutanlar beklenen liderlik görevlerini iyi yapamamışlardı. ABD bütçesinden ayrılan fonlarla bu ülkenin çıkarlarını gözetmek üzere eğitildikleri halde, Amerikan çıkarlarını koruma ve kollama görevlerini istenen ölçüde yerine getirmemekle suçlanmışlardı. İşte artık komutanlar da, onların baskısı altındaki siyasiler de daha sorumlu davranarak görevlerini yerine getiriyorlardı. Özellikle siyasi yönetim, ABD’ye rağmen ayakta kalamayacağının bilinciyle, iktidarsız iktidarını koruma refleksi ile teslimiyetçi politikalara boyun eğmekte, ABD’nin “bizim çocuklar” diye tanımladığı ve bu günler için eğittiğini açıkça ifade ettiği darbeci kadroların harekete geçip “durumdan vazife çıkarma”ya kalkışmamaları için, ABD ve TSK’nın isteklerine ram olmaktadır. Böylece, darbeci kadroların yerel baskı ve tehditlerini, “bizim çocuklar”ın eğiticisi ve yönlendiricisi ABD’nin küresel desteğini alarak dengelemeye ve ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya çalışmaktadır. Olaylar şunu göstermektedir ki; muhtemelen, AKP lider kadrosu, ABD ve İsrail’in stratejik müttefiki olan asker bürokratları dengeleyebilmek, Türkiye’de yönetime gelebilmek ve orada kalabilmek amacıyla kendileri de bu iki güçle stratejik ortaklık tesis eden ve bir takım taahhütlerde bulunmalarına yol açan anlaşmalar yapmışlar ve bu sebeple, İslam’a ve İslam alemine yönelik küresel savaşın işbirlikçiliğine sürüklenmişlerdir. İşte, çıkar ve iktidar eksenli bu ilkesiz tutumlar, ahlaki ve adil olmaktan çok uzak olan seküler siyaset, işte böyle, temel insani değerlere ihanet anlamına gelen kararların rahatlıkla alınmasına yol açabilmektedir.
Bu arada, egemen oligarşi de, hem ABD’nin isteklerini yerine getirmek hem de hoşlanmadığı AKP iktidarını yıpratmak üzere, bir taşla birkaç kuş vurmayı hedefleyen, oyun içinde oyunlar oynamaktadır. Her konuda olduğu gibi, savaş konusundaki nihai sözü de askerler söylemesine rağmen, halkı aldatmaya yönelik mesajlar verilerek büyük çelişkiler ortaya konmakta ve askerin bu konuda tamamen hükümetin isteklerini yerine getirdiği imajı oluşturularak, asker yerine AKP’nin yıpranması temin edilmeye çalışılmaktadır. Kendileri ve görev alanları ile hiçbir ilgisi olmadığı halde, başörtüsü, İmam hatip ve YÖK konularında bile son sözü söyleyen açıklamalar yaparak, bunları dahi hükümetin inisiyatifine bırakmayan askerler, basın brifinginde Genel Kurmay Harekat Başkanı Korg. Metin Yavuz’un ağzından, Irak’a asker gönderme ve askerlerin konuşlanacağı yeri belirleme konusunda “Bu konudaki kararı hükümet verecek” diyerek büyük bir çelişki sergileyebilmektedirler.
Wolfowitz de,Türkiye’nin ABD politikalarını tam bir
itaatle desteklemesini istemişti
Poul Wolfovitz, ikinci tezkerenin reddinden sonraki süreçte şunları söylemişti: “hayal kırıklığı yaşıyoruz…”, “Türk ABD ilişkilerinde yeni bir sayfa açılması için hata yaptık demelisiniz…”, Türkiye, Irak’ta neyin mücadelesinin yapıldığını ABD’nin belirlediği gibi tanımlamalıdır… Suriye ve İran’la ilişkileriniz tamamen bizim politikamız çizgisinde olmalı…” “Her şeye, Kuzey Irak’ta olan her şeye şüpheyle yaklaşmayan, ‘ Amerikalıların ne istediğini umursamıyoruz demeyen, ‘ İran ve Suriye ile ne problem olursa olsun onlar bizim komşumuz” demeyen bir Türkiye olmalı. “ Evet biz bir hata yaptık demeli… Irak’taki olaylara daha duyarlı davranmalıydık. Bilmedik. Ama artık biliyoruz. Nerede ne kadar yardımcı olabiliyorsak o kadar yardımcı olmalıyız Amerikalılara” demelisiniz…. “Farklı bir tavır görmek istiyorum, bugüne kadar gördüğümden daha farklı bir tavra ihtiyacım var…” “Ama sanırım artık önümüzde hatayı düzeltme fırsatı var. İşbirliği fırsatı var. Dünyanın, çağın en büyük projesinde işbirliği içinde olabiliriz. Sizin güneyinizde bulunan bir Arap ülkesini (Suriye’yi kast ediyor) özgürleştirip demokratikleştirme projesini sizinle birlikte çalışarak başarırsak, sizi temin ederim ki hasar görmüş ilişkilerimizi tamir etmenin ötesinde, oluşan bütün hasarın tamamen ortadan kaldırılacağını söylüyorum…”
Görüldüğü üzere, Türkiye’den istenen destek artık Irak’tan ziyade, Suriye ve İran’ı da içine alan yeni saldırılarla ilgilidir. Nitekim Türkiye’nin, asker gönderme ile ilgili kararı, kamu oyunda tartışılmasına bile fırsat vermeden tabiri caizse apar topar alması da, Suriye’ye yönelik Amerika-İsrail projesinin uygulamaya konulma işaretlerini veren bir dizi tedbirin yürürlüğe konduğu sürece rastlaması, şüphesiz üzerinde durulması gereken bir diğer husus olarak dikkati çekmiştir. Söz konusu kararın alındığı 7 Ekim öncesi süreçte, George W. Bush’un Afganistan ve Irak’a saldırmak için kullandığı ve kendi adıyla anılan “pre-emtive strike” (önleyici saldırı) doktrinini kullanan İsrail, 5 Ekim’de, Suriye’nin başkentine yönelik bir hava saldırısı düzenlemiş, George Bush yönetimi, bu saldırının akabinde 6 Ekim’de İsrail Başbakanı Ariel Şaron’u arayarak Suriye saldırısı konusunda desteğini bildirmiş, ABD de “Lübnan’ı özgürleştirmeyi” ve “Suriye’yi kuşatma altına almayı” öngören yasa tasarısını gündemine almış bulunmaktaydı. İşte böyle bir süreçte, Ankara’nın Suriye’ye yönelik saldırı karşısında utanılacak bir sessizlik içine gömülüp, üstelik Amerika’nın talebi üzerine alelacele yurt dışına asker gönderme kararı alması dikkat çekici olmuştur. Türk-İsrail ekseninin oluşumunu sağlayan, Amerika’yı İslam alemine yönelik küresel saldırıya zorlayan siyonist neo-faşist kadroların daha 4 yıl önce Suriye’nin Amerika için tehdit oluşturduğuna ve vurulması gerektiğine dair rapor hazırladıkları biliniyor. Yani her şey Amerika-İsrail yapımı “emperyal proje”ye göre adım adım uygulamaya konurken, özgün politikalar üretmekten aciz işbirlikçi ülkelere düşen, kendilerine biçilen rolü oynamak olmaktadır. Emperyalist ABD-İsrail çetesinin “dünya diktatörlüğü projesini” destekleyen Türkiye’nin ABD yanlısı asker gönderme kararı ABD’nin en etkili Yahudi kuruluşlarından “Ulusal Güvenlik İşleri İçin Musevi Enstitüsü” (JINSA) nü çok memnun etmiştir. Bölgedeki bütün Müslüman halklar tepki gösterirken, JINSA, TBMM’nin kararını takdirle karşılayan bir açıklama yaparak, “Türkiye’nin ABD’nin güvenini elde etmede önemli bir adım attığını, imajının gayet iyi olduğunu ve Irak’taki ihalelerde öncelik alabileceğini” ifade etmiştir. ABD kongresinden bir grup milletvekili de TC Başbakanına yazdıkları mektupta, “ Türkiye’nin bu cesur kararının, Türk-Amerikan ilişkilerini güçlendirme ve bölgede yeni bir işbirliği devri getirmeye yönelik olumlu bir adım olduğu ve Türkiye’nin terörizmle (sömürüye karşı çıkıp, emperyalizme karşı itirazı yükseltip bağımsızlık mücadelesi verenlerle, İslam ve Müslümanlarla demek istendiğini artık herkes biliyor) savaşta önemli bir ortak olduğu” belirtiliyor. Sonuç olarak TC’nin bu kararından Irak başta olmak üzere bütün bölge halkları rahatsız ve tepkili, yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere, sadece ABD-İngiltere-İsrail çetesi memnun görünüyor. Nitekim bu kararın ABD için neyi ifade ettiğini ve Türkiye’nin de bu kararı hangi amaçla aldığını, AKP milletvekili Turhan Çömez de şu satırlarıyla açıkça ortaya koymaktadır: “Türkiye tarihi bir sorumluluk aldı ve neredeyse dünyanın yalnız bıraktığı bir zamanda, ABD’ye en büyük desteğini verdi. Bu destek aslında ABD’nin içine düştüğü çıkmazda oldukça önemli ve anlamlıydı. Bu adımla Türkiye, ABD’ye dost ve müttefik olduğunu, bundan sonra da masaya hep bu anlayışla oturacağını göstermiştir.”
Temel ilke ve ahlaki değerlerini çıkar eksenli pragmatizme feda
etmenin sonu zillettir
Vahyin belirlediği ilke, ölçü ve değerlerini ve Rabb’leriyle olan ahidlerini, iktidar, ikbal uğruna bu kadar kolay feda edenlerin, bu tür kararlara imza atarak, fıtri insani erdemleri, ahlaki değerleri ve adalet duygu ve anlayışlarını da aynı pragmatizmle yine çıkarlar ve hırslar uğruna feda etmeleri kaçınılmaz bir son, üstelik belli bir süre yaşanınca da giderek kanıksanan ve saçma mazeretler üretilerek savunulan büyük bir zillettir. Gayri İslami’liğin dayatıldığı, İslam’ın akıdevi ve toplumsal hayatı düzenleyen ilkelerinden beraatin ve laikliğe, pozitivizme teslimiyetin şart koşulduğu laik partilerin saflarında cüretkarca ve hırsla yer alanlar; milletvekili olurken ve iktidar yolunda tırmanırken, dünyevileşerek, pragmatik tercihlerle pek çok ilke ve değerlerini yitirmekte ve bu yolda ilerlerken, giderek eski konum ve kimlikleriyle alakasız hallere doğru büyük değişimler yaşamaktadırlar. Meclise girdikten sonra ya da iktidar olduktan sonraki hallerinde, artık pragmatizm, oportunizm, çıkarcılık ve top yekun dünyevileşme, sekülerleşme, şahsiyetlerini belirleyen temel bir nitelik haline gelmiş olmaktadır. Hatta bir imkanı olsa da bu kişilere, önceki halleri ile sonraki hallerinin mukayesesi film olarak gösterilebilse, kendileri de şaşkına dönecek ve kendilerini tanımakta güçlük çekeceklerdir. O halde böylesine büyük savrulma ve değişimlerle kimlik ve ilke değiştirenlerin, geldikleri noktada, terk ettikleri ilkeleri istikametinde onurlu tavırlar koymalarını, ahlaki değerleri ve insani erdemleri siyasi çıkarların önüne geçirerek belirleyici kılmalarını beklemek, aslında çok da tutarlı olmayacaktır. Bu bakımdan, Allah’la ahidlerini de içeren en temel ilkelerini, değerlerini ve İslami kimliklerini, iktidar, ikbal, kredi, ihale uğruna feda edenlere, bu süreci yaşarken ses çıkarmayıp eleştiri yöneltmeyenlerin, suskun ya da destekçi olup alkış tutanların, iktidar, ikbal ve zenginliğe ulaştıktan sonraki davranışlarda da aynı pragmatizmi sürdürerek, bu sefer de elde ettiklerini kaybetmemek uğruna daha alt düzeyde başka ilke ve değerleri feda ettikleri için ağır eleştiriler yöneltmeleri de bu eleştirileri yapanlar adına büyük bir tutarsızlığı oluşturmaktadır.
Ayrıca, iktidar eksenli hayat tasavvuruyla peşinde sürüklenilen ve pek çok değerin uğrunda harcandığı laik partilerin her biri, egemen oligarşinin elinde rehine konumundadırlar. Hangi parti hükümeti kurarsa kursun, görece cüz’i ve teferruata dair farklılıklar dışında sonuç değişmemekte, zulüm ve zillet derin güçlerin süreklilik arz eden iktidarında değişmez bir kader gibi yaşanmaktadır. O halde artık akledilmeli ve bu gayri İslami yanlış yöntem terk edilmeli, umutları yanlış istikametlerde heba etmekten vazgeçilmelidir. Sivil toplumsal alanlarda, davet ve eğitimin yaygınlaştırılması suretiyle, halkımıza nitelik kazandırıcı, düşünmeyi, sorgulamayı, hesap sormayı, hak ve özgürlükleri talep etmeyi öğreten, muhalefet bilincini uyandırıp yaygınlaştıran, küresel ve yerel zalimlere ve zulüm ve sömürülerine itirazı yükselten, müspet yönde değişim ve dönüşüme zemin hazırlayan çabalar öne çıkarılmalıdır.
Asker gönderme kararı sonrasında oynanan oyun, Türkiye’yi
ucuza kapatmaya ve istenilen yönde yönlendirmeye matuftur
ABD ve İsrail, istedikleri kararı alelacele çıkarttırdıktan sonra Türkiye’yi ortada, bölgeden yükselen itirazlarla baş başa bırakıvermişlerdir. Amaç, Türkiye’nin asker gönderme karşılığındaki taleplerini asgariye indirmek, “ne yapalım bölge halkı sizi istemiyor” diyerek, Türkiye’yi ABD korumasına muhtaç hale sokarak, sadece tetikçi konumunda kullanıp, yeniden yapılanmaya müdahale ve pastadan pay kapma gibi taleplerinden vazgeçmeye zorlamaktır. Başbakan Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve hatta Genel Kurmay Başkanı Özkök’ün Amerika’nın bu isteksiz ve kararsız görüntüsü karşısında söyledikleri ise, bu kararın hangi gerekçeyle alındığını ortaya koyan içeriktedir. “ABD istemiyorsa, biz de çok hevesli değiliz böyle bir riski almaya” mealindeki açıklamalar, “Irak halkına yadım” ve “Türkiye’nin ulusal çıkarları” için asker gönderme kararının alındığı iddiasının gerçek olmadığını, sadece ABD istediği için ve onu razı etmek üzere bu kararın alındığını, istemediği taktirde de hemen vazgeçilebildiğini ortaya koymaktadır.
Zaten bu son tezkere, sanıldığı gibi Irak’la değil, doğrudan Suriye ile ilgili olup, Suriye, doğudan ve kuzeyden işbirlikçi TC askeri ile kuşatılmak istenmekte ve ABD-İsrail politikalarına teslim olmaya zorlanmaktadır. Türkiye bu emperyalist politikaların sadece bir piyonu olarak kullanılmaktadır. Suriye’ye saldırı ve işgal projesinin uygulamaya konulması ile ilgili olarak Amerikan yönetimi içindeki tartışmaların sona erip, kararın verilmesine kadar Türkiye elindeki kararla beklemeye alınmış bulunmaktadır. Bu sebeple ve oyalamak üzere, Türkiye ABD kuklası işbirlikçi Irak yönetimiyle karşı karşıya bırakılmakta, Amerika’nın emrinden çıkmaları mümkün olamayan Konsey üyelerinin, sözde Amerika’ya rağmen şiddetli tepkiler vermeleri sağlanmaktadır. ABD’nin planı gereği istenilen vasata ulaşıldığında, Türkiye iyice örselenip, her şeye razı hale sokulduğunda ve Suriye’ye yönelik işgal kararı da verildiğinde, bu itirazlar susturulacak ve TC askeri ABD’nin istediği alanda ve istediği tarzda kullanılacaktır.
Ayrıca, asker gönderme kararı verdirilen Türkiye, sadece bu kararı almakla bile, Amerikanın istediği katkıyı sağlamış olmakta, aslında bir “haçlı seferi”olarak ortaya çıkan küresel ABD saldırısının, “terörle mücadele” olarak algılanmasına ve uluslar arası meşruiyet kazanmasına çok büyük bir destek vermiş bulunmaktadır. Almanya, Fransa ve Rusya’nın, daha önce kabule yanaşmadıkları “takvimsiz” BM kararı konusunda yumuşamalarına da Türkiye’nin ABD yanlısı bu kararı sebep olmuş ve ABD’yi uluslar arası platformda rahatlatan ve belki TC askerine de eskisi kadar ihtiyaç bırakmayan söz konusu BM kararı, Türkiye’nin kararı sonrasında alınabilmiştir. Yani Türkiye’nin asker göndermesi BM Güvenlik Konseyindeki diğer ülkeleri ikna için bir şantaj olarak kullanılmıştır. Nitekim, New York Times gazetesi köşe yazarı William Safire bu hususu açıkça ifade ederek şunları yazmıştır; “ Türklerin cömert önerileri, dünyaya Irak’a yardım edin mesajı vermiş ve TBMM’deki oylama sonucu, ABD ve İngiltere’nin BM’de destek arama çabalarına ivme kazandırmıştır.” Aynı hususu Başbakan Tayyip Erdoğan’da şöyle ifade etmiştir; “BM Güvenlik Konseyinden, meşruiyet diye tanımlanan o kararın çıkmasında anahtar Türkiye olmuştur.”
Diğer taraftan, Türkiye’nin bu kararı ve çıkmasına sebep olduğu BM kararı, halklarının ve Arap ülkelerinin tepkilerinden korkarak asker gönderme kararı vermekte zorlanan Pakistan gibi bazı ülkelerin kolay karar vermelerini sağlayacak katkılarda bulunmuştur. Üstelik Türkiye yönetimi, Pakistan’ı asker göndermeye ikna etmek üzere Amerika’nın ajanı gibi bir rol üstlenmekten de utanmamış, işbirlikçiliğini “kraldan fazla kralcılığa” kadar götürebilmiştir. Aslında uzun zamandır, Türkiye, uluslar arası ilişkilerde ve pek çok uluslar arası örgütte ( AB, İKO, NATO, BM vb) ABD’nin “Truva Atı” rolünü oynamakta ve kendi halkının çıkarlarına da aykırı bu rolde ısrardan da, egemenlerin maalesef artık kaşarlanmış olan onurları incinmemektedir.
Bu kararın alınmasıyla, hem İslam dinine ve İslam alemine yönelik saldırının “haçlı seferi” niteliğinin, sözüm ona halkı Müslüman bir ülkenin işgalcilere katılımı suretiyle kamufle edilmesi temin edilmiş, hem de İslam’a karşı kullanılan Türkiye’nin İslam alemine yabancılaşması, giderek daha fazla oranda ABD-İsrail eksenine mahkum hale gelmesi sağlanmıştır. Türkiye’nin bu kararı bölge ülkeleri arasına uzun yıllar istismar edip kullanabilecekleri kin ve husumet tohumları ekmek ve Müslüman halkların yeniden ümmetleşmelerinin önüne engeller koymak isteyen emperyalistlerin bu amacına da fazlasıyla hizmet etmiştir.
Türkiye’nin söz konusu asker gönderme kararı ile hizmet ettiği ABD planı, Türkiye’ye şimdiden pek çok şey kaybettirmiş bulunmaktadır. Başta Irak olmak üzere bölge halklarının Türkiye’ye yönelik kin ve düşmanlıkları tahrik edilmiştir. Türkiye bölgede istenmeyen ülke konumuna sürüklenmiştir. AB ülkeleri nezdinde kazandığı prestiji yok edilen Türkiye, onlara karşı bir şantaj aracı olarak kullanılmış ve daha önceki itibarı örselenerek, ABD-İsrail eksenine daha mahkum hale getirilmiştir.
“Vicdani red” imkanı tanınmalı ve gitmek istemeyenler bu zulme zorla
iştirak ettirilmemelidir
Madem ki, halka ve Hakk’a rağmen ABD-İngiltere-İsrail çetesinin emrinde, Müslüman ve mazlum bir halka yönelik haksız ve emperyalist bir saldırıya iştirak edilmektedir, o halde gitmek istemeyenleri zorlamayan bir yöntem geliştirilmelidir. Bir kere bu savaş, küresel küfrün, “medeniyetler çatışması” tezleriyle yönlendirilen, İslam’a ve Müslümanlara yönelik emperyalist ve sömürgeci bir “haçlı seferi” hüviyetinde olup, haksız, ahlaksız ve alçakça planlanmış bir saldırı ve işgalden ibarettir. Bu kadar büyük bir zulme destek olmak Müslümanlar için akıdevi bir sapmayı ifade etmektedir. Rabb’imiz “zalimlere meyletmeyin size ateş dokunur ve cehennemlik olursunuz” diyerek böyle bir desteği verenleri cehennemle tehdit etmektedir. Bir başka ayetinde ise “bir Mü’mini kasten öldürenin ebedi cehennemlik olduğunu” açıklamaktadır. Bir rivayete göre de, Müslüman olduklarını gizleyen bazı kimselerin, Bedir savaşında müşrik ordusu içinde yer almaları ve Müslümanların oklarıyla ölmeleri üzerine, Rasulullah (s) bunların cehennem ehli olduklarını açıklamıştır. Ayrıca böyle bir savaşta ve İslam düşmanlarının emrinde, İslam’a ve Müslümanlara karşı savaşırken ölenlerin “şehid” olmaları mümkün olmadığı gibi, tam tersine azaba düçar olmaları da kaçınılmazdır. Buna benzer sebeplerle, İslam’la savaşanların içinde yer almak istemeyen ve bu haksız emperyalist savaşı, inancına ya da insani erdemlere aykırı bulan Müslümanlar ya da diğer erdemli insanlar savaşa zorlanmamalıdırlar. Aksi taktirde böyle bir zorlama en büyük zulüm ve en temel insan haklarının ihlali olarak tarihe geçecek, buna sebep olanlar da en şedit zalimler olarak anılacaklardır.