ŞEHADETİNİN 50. YILINDA SEYYİD KUTUBU ANLAMAK
“Hepinizin ilahı tek bir ilahtır. Ondan başka hiçbir ilah yoktur.”2/163
Değerli Müslümanlar,
Bugünkü hutbemiz şehadetinin 50. Yılında Üstad Seyyid Kutub’u ve mücadelesini anlamak üzerine olacaktır.
İçerisinden geçtiğimiz hassas günler de dikkate alındığında bugünlerde Üstadı ve mücadelesini yeniden ve doğru bir şekilde anlamaya daha fazla ihtiyaç olunduğu kanaatindeyim. Silah gücünü kullanarak halkı zorla sindirmeye çalışmak, maddi manevi tüm kaynaklarımızı dış güçlere peşkeş çekmek, halkın iradesini korkutarak susturmak elbette affedilmez bir insanlık suçudur. Halkımızın bu yapılmak istenilen darbe girişimine karşı bedenlerini dahi siper ederek karşı koyması anlamlı ve önemlidir. Ancak İslami konu ve kavramlardan uzak bu kitleleri bir başka gayri İslami cahiliye anlayışı olan demokrasiye davet etmek Allah’ın affedeceği bir suç olmasa gerektir. Çünkü hevaya dayalı olan insan aklının ürünü tüm hayat tarzları gibi demokraside şirktir ve Allah şirki asla bağışlamaz, bu konuları gayet iyi bilen öncü İslami şahsiyetlerin hali acınası bir haldir. Oysaki Kur’an, O’nun ilk takipçisi Muhammed (a) ve Seyyid Kutub gibi şahsiyetler mücadeleleri ile önümüzü aydınlatmaktadır.
Üstad bundan tam 50 yıl önce 29 ağustos 1966 günü dönemin firavnu Abdun Nasır tarafından şehid edilmiştir. Rabbim tüm İslam şehidlerinin makamlarını yüceltsin .
Seyyid Kutub mücadele dolu hayatında çok değerli ve derinlikli eserlerde kaleme aldı. Şimdi sizlerle Yoldaki İşaretler kitabından bir bölümün tahlilini özetleyerek paylaşmak istiyorum.
Kur’an Metodunun Özelliğibaşlığı bağlamında kendisi şu tesbitlerde bulunmuştur. “Kur'an’ın Mekke’de inen kısmı, Peygamberimize (S) tam 13 yıl boyunca tek bir davadan bahsetti. Kur'an’ın Mekke'de inen kısmında bu dinin başlıca davası, en büyük davası, temel davası olan inanç ile ilgilendi. Bu davanın temelinde uluhiyet, kulluk ve bu ikisi arasındaki ilişki yatıyordu. Kur'an bu gerçekle «insana» sesleniyordu.
«La ilahe illellah>> kelimesinin uluhiyet kavramının taşıdığı en önemli özelliği haksız yere el koyan yeryüzü kaynaklı otoriteye karşı bir baş kaldırma olduğunu, bu haksız el koymaya dayanan her çeşit oldu bittiye (tüm beşeri ideolojiler) karşı baş kaldırmak olduğunu, Allahın izni olmaksızın kendilerince uydurulan yasalar uyarınca cemiyeti yöneten otorite mihraklarına karşı çıkmak demek olduğunu Araplar biliyorlardı. Dillerinin inceliklerine vakıf oldukları için «la ilahe illellah» cümlesinin öz manasını iyi bilen insanlar olarak Arapların bu çağrının, kendi durumları açısından, başlarındaki reisler ve otorite temsilcileri açısından ne demek olduğunun farkında olmadıkları düşünülemez. Bu çağrıya ya da baş kaldırmaya bilindiği şekilde sert tepki göstererek ona karşı herkesin bildiği biçimde kesin bir ölüm-kalım savaşına girişmeleri bu yüzdendi. İslama davet hareketi niye bu konuyu başlama noktası olarak seçmiştir? İlahi hikmet, neden bu davetin bunca sıkıntıya katlanarak başlamasını gerekli görmüştür? Elbette bu konu hevalara bırakılacak (zamana göre değişebilecek) bir konu olmadığı için.
Peygamberimiz (S) bu din ile gönderildiği zaman en verimli ve zengin Arap yöreleri Arapların elinde değildi, başka milletlerin elindeydi.
Denebilir ki, Peygamber olmadan önce Kureyş kabilesinin ileri gelenleri tarafından hakem tayin edilen ve Allah Resülü olarak görevlendirilişinden 15 yıl önce verdiği hüküm hoşnutlukla karşılanan “güvenilir” ve “doğru” lakablı, Kureyş kabilesinin en soylu oymağı Haşimoğullarının bir koluna mensup olan Hz. Muhammed (S): Hiç şüphesiz, iç ayaklanmalarla didişmelerin yiyip bitirdiği Arap kabilelerini bir araya getirmeyi amaçlayan bir Arap milliyetçiliği şuuru uyandırabilir, bu kabileleri kavmiyetçi bir hedefe yönelterek güneyde Pers ve kuzeyde Bizans imparatorlukları tarafından sömürge olarak el konan topraklarını kurtarabilirdi. Bundan sonra da “Arapçılık” ve “Arap kavmiyetçiliği” bayrağını dalgalandırarak Arap yarımadasının tümü üzerinde ırka dayalı bir birlik kurabilirdi. Söylenebilir ki, Peygamber'imiz (S) böyle bir çağrı ile ortaya çıksa, on üç yıl boyunca yanında yetkililerinin keyfi arzularına karşı direnerek sıkıntı çekeceği yerde, her yöreden tüm Araplar çağrısına koşarlardı.
Yine ileri sürülebilir ki, bütün Araplar çağrısına uyarak O'nu yönetim ve önderlik mevkiine geçirince, her türlü devlet yetkisini elinde toplayınca prestijinin doruk noktasındayken, bütün bu imkanları, tevhid inancını yerleştirme uğrunda kullanması çok daha kolay olurdu, insanları önce beşeri hakimiyeti altına aldıktan sonra onlara Rabblerinin egemenliğinde kul olmayı daha rahat benimsetebilirdi. Fakat her şeyi bilen Allah, elçisini bu yöne yöneltmedi. O'nu «la ilahe illellah» diye haykırarak ortaya çıkmaya, böylece hem kendisini hem de çağrısına inanan bir avuç azınlığı türlü sıkıntılara katlanmaya yöneltti! Niçin? Hiç şüphesiz, Allah Elçisini ve yanındaki müminleri sıkıntıya sokmak istemez. Tersine kavmiyet çağrısı ile ortaya çıkmanın yararlı bir yol olmadığını Allah bildiği için elçisini böyle yönlendirdi. Toprağı Bizanslı zorbanın (tağut'un) veya Persli zorbanın elinden kurtarıp Arap bir zorbanın eline vermek çıkar yol değildi. Çünkü zorbanın her çeşidi zorba idi. Toprak Allah’ındı ve Allah için kurtarılması gerekirdi.
Peygamber'imiz (S) bu dinle gönderildiği zaman Arap toplumu adalet ve servet dağılımı açısından alabildiğince kötü bir durumda idi. Çok ufak bir azınlık, gelir kaynakları ile ticareti elinde tutuyor, faize dayalı işlemler yolu ile ticaret ve gelir kaynaklarını katmerli bir biçimde artırıyordu. Geride kalan ezici çoğunluk ise açlık ve sefaletten başka hiç bir şeye sahip değildi. Servet sahipleri, aynı zamanda, şeref ve itibarın da sahipleri idiler. Büyük çoğunluk ise gelir kaynağı ile itibarı birlikte yitirmişlerdi!
Peygamber'imizin (S) bu dini sosyalist bir bayrak diye dalgalandırarak varlıklı zümreye karşı savaş açabileceği, onu yerleşmiş düzeni değiştirmeyi gaye edinen bir çağrı olarak ifade edip zenginlerin malını yoksullara geri alabileceği yolunun daha müessir bir çözüm olduğu ileri sürülebilir! Denebilir ki, eğer Peygamber'imiz (S) o gün böyle bir çağrı ile ortaya çıksaydı, bir yanda varlık, itibar ve mevkiine dayanarak işi iyice azıtanlara karşı çıkan yeni çağrının yanındaki ezici çoğunluk, öbür tarafta da söz konusu dünyalıkları ellerinde bulunduranlardan ibaret iki cephe ile karşılaşırdı. Böylece seçkin bir cemaatin dışında toplumun tümü, “la ilahe illellah” sancağının karşısına tek cephe halinde dikilmezdi.
Yine denebilir ki, Peygamber'imiz (S) bu dini, ahlakı güçlendirecek, cemiyeti arıtacak ve vicdanları temizleyecek bir reform (ıslahat) çağrısı olarak açıklayabilirdi. İleri sürülebilir ki, Peygamberimiz (S) o takdirde, ahlak ıslahatçısının her cemiyette bulabileceği, içtimai kirlilikten rahatsızlık duyan, ıslah ve arıtma çağrılarına katılmaktan iftihar ve vicdan rahatlığı bulan temiz insanların desteğini yanında bulurdu.
Her hangi biri diyebilir ki, eğer Peygamber'imiz (S) böyle davranmış olsaydı, cemiyetin temiz ahlaklı, yüce ruhlu, inanç sistemini benimseyip taşımaya elverişli olan iyi insanlar grubu, daha ilk günden «La ilahe illellah» çağrısına karşı güçlü bir direnme ile karşı koyacaklarına, ilk adımda, hemen O'nun davetini kabul ederlerdi.
Eğer bu dava, ilk adımını kavmiyet çağrısı veya sosyalizm çağrısı, ya da ahlak çağrısı olarak atmış olsaydı, yahut da tek temel esası olan “la ilahe illallah”ın yanına başka bir ilave daha koysaydı, bu metod sırf Allah rızası için olma özelliğini yitirirdi. İşte “lailahe illallah” çağrısını kalplere ve akıllara yerleştirme konusunda görünüşteki zorluklara rağmen bu yolun seçilmesi konusunda başkaca yan yollara sapılmaması konusunda ve bu yolda ısrar edilmesi konusunda Kur’an’ın Mekke’de inen bölümünde tutumu budur.
Bu dinin bağlıları iyi bilmelidirler ki, bu din, aslında nasıl ilahi kaynaklı bir din ise, onun hareket metodu da özelliğine uygun olarak yine İlahidir. Bu dinin özünü, hareket metodundan ayırmak mümkün değildir.
İslamda metod öze eşittir, aralarında ayrılık yoktur. Hiç bir yabancı metod, sonunda İslamı gerçekleştiremez. Beşeri nizamlar kendi metodlarıyla hakimiyeti tesisi edebilirler, fakat bizim nizamımızı gerçekleştiremezler. Metod tutkunluğu, her İslami hareket hesabına, inanç ve düzen tutkunluğu kadar kaçınılmazdır. «Hiç şüphesiz, bu Kur'an en doğru olana ulaştrır.» İsra 17/9
Son olarak Üstad idamdan kurtulması için kendisine Abdün Nasırdan özür dilemesi ve şimdiye kadar yazdıklarından vazgeçtiğini belirtmesi sonucunda bağışlanacağı teklif edildiğinde Kur’an’ın bahşettiği şu istikamet dolu cevabı vermiştir : ”Eğer Allah kanunu ile mahkum edilmişsem ben Hakkın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkum olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah’a şükürler olsun ki 15 sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım ben Allah yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah’ın birliğine şehadet eden parmağım asla tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır”
Rabbimiz bu izzetli duruşa sahip olmayı her dönemde hepimize nasip eylesin. İçerisinde bulunduğumuz bu nazik dönemde Kur’an’ı, Onun takipçilerini gereği gibi anlamayı bizlere lütfeylesin. Rabbimiz Müslümanları her türlü hile ve tuzaklardan, fitne ve fesaddan uzak eylesin. Amin.. 05.08.2016 Hayati İsaoğlu