Salı, Ekim 8, 2024
Ana sayfa CUMA HUTBELERİ Hutbe: Mü’minler, Âilelerinizi Koruyun!

Hutbe: Mü’minler, Âilelerinizi Koruyun!

by İlkav Editor
1,K 👁
A+A-
Reset
Hutbe: Mü’minler, Âilelerinizi Koruyun! 
“Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!…” (Tahrim: 6) 
İslâm’da âile birliğine büyük önem verilmiş ve insanların âile kurmaları çeşitli âyet ve hadislerle teşvik edilmiştir. Çünkü âile, hem kişinin huzur bulduğu bir ortam hem neslin devamı için bir vesîle hem de kişiyi dince günah sayılan çeşitli kötülüklerden alıkoyan bir vasıtadır. 
Âyet-i kerîmede Rabbimiz; “İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi O’nun varlığının belgelerindendir. Bunda düşünen insanlar için dersler vardır.” (Rum: 21) buyurmaktadır. (Ayrıca bkz. Nahl: 72, Nur: 32)
Bir hadisinde de Rasûlullah (S); “Nikâh benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir…” (İbn Mâce; Nikâh, 1)
Başka bir hadisinde de Rasûlullah (S) “Kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Çünkü siz, onları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve Allah’ın adıyla (nikah kıyıp) onları kendinize helal kıldınız.” (Müslim; Hacc, 147) diyerek uyarmıştır.
Konuyla alâkalı olarak Rasûlullah (S)’in şu hadisini de emanet bağlamında değerlendirdiğimizde çok daha önemli bir husus ortaya çıkmaktadır: “Emanet zayi olduğunda kıyameti bekle!” (Buhârî, İlim, 2)
Hadiste hangi türden olursa olsun emanete hıyanetin yaygınlaşması ve güvenin ortadan kalkmasının toplumsal bir felaket olduğu anlatılmak istenmiştir. Şimdi buna göre bu toplumda, konumuz bağlamında emanet yani kadın zayi olmuş mudur olmamış mıdır?  
İslâm’da âile kurumuna göz attığımızda ilk bakışta erkek âile reisi olarak görünse de, bu reisliğin mutlak ve efendi-köle ilişkisini andıran bir ilişki olmadığı kesindir. İslâm’daki karı-koca ilişkisinin, hiyerarşik bir ilişki olmaktan ziyade, karşılıklı saygı ve sevgi ilişkisi olduğunu, ama hepsinden önemlisi Allah’ın kulları arasında tesis etmiş olduğu “İslâm kardeşliği” temelinde bir ilişki olduğunu bilhassa vurgulamakta yarar vardır. Bu sebeple eşlerin birbirine, özellikle de erkeğin hanımına herhangi bir türden şiddet uygulaması İslâm’a uygun değildir. Zira Rasûlullah (S) eşlerine hiçbir çeşidiyle şiddet uygulamadığı gibi, şiddet uygulanmasını da tasvip etmemiştir. Bu tesbitin en açık şahidi ise, Hz. Peygamber ve eşleri arasındaki ilişkilerde görülebilir.                         
İslâmî toplumların çekirdeği mesabesinde olan Müslüman âile modelinin eksenini “ana”nın oluşturduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Müslüman toplumlarda en çok ihmal edilenler listesinin başında Müslüman kadının geldiği de bir o kadar gerçektir. 
Peki, Kur’an kadının ihmal edilmesine elverişli bir takım hükümler mi içermektedir? İşte bunu kimse iddia edemez. Aksine Kur’an, Müslüman kadına İslâm toplumunda mutenâ bir yer seçmiş ve onu layık olduğu konuma, yani “sevgili” ve “ana” olmak gibi yüce bir konuma oturtmuştur. 
Kadın, Kur’an’da da sünnette de en çok “analık” boyutuyla öne çıkarılmaktadır. Nasıl çıkarılmasın ki? Onun tabiatı, fizyolojisi ve psikolojisi hep bu ulvî görevi eksiksiz yerine getirebilmesi için gerekli olan şeylerle donatılmıştır. 
Eğer kadın bir takım dış etkilerle bu yüce konumundan uzaklaştırılıyor ya da uzaklaşıyorsa, o fıtratından ve aslî görevinden yani Allah’ın kendisini yerleştirdiği cepheden kaçıyor, savunması için kendisine verilen siperi terkediyor demektir. Kendi vazifesini ihmal ediyor, işinden kaytarıyor demektir. Herkesin bildiği bir gerçek: Üstüne lazım olmayan işlerle uğraşanlar üstüne lazım olan işleri aksatırlar. Kadın kendisine verilen ilâhî alanı terkedip kendisinin olmayan alanlara tecavüz ederse o toplumda elbette dengeler bozulacak, iş bölümü alt-üst olacak, görevler aksayacaktır.
İlâhî nizamın en büyük özelliği her şeyi yerli yerinde kılmak esastır. Yani hikmetli davranmak esastır. İlâhî nizam; atın önüne etin, itin önüne otun konulmadığı bir nizamdır. Beşerî sistemler gelmişler, her bir şeyin tabiatına ve fıtratına aykırı davranarak “ata et, ite ot vermek” biçiminde özetleyebileceğimiz bir yanılgıya düşmüşlerdir. Hatta tüm imkânlarını seferber ederek atı et yemeye iti ot yemeye basın yayın ve iletişim organlarını da kullanarak ikna etmişlerdir. 
Çağdaş kadın-erkek ilişkileri de bundan farksız. Kadınların erkekleştiği bir dünyada elbette erkekler de kadınlaşacaktı. Fakat ne kadar erkekleşirse erkekleşsin ya da erkekleştirilsin fiziğiyle, tabiatıyla, psikolojisiyle kadın kadındı ve onu başka bir şey olmaya zorlamak hem ona hem erkeğe hem âilenin diğer fertlerine ve hem de topluma bir zulümdü. Bu zulmün pençesine düşmekten şimdilerde Müslüman âileler dahi korunamaz oldu. İslâmî duyarlılık sahibi idealist genç kızlarımız “analıktan” başka her şeye pek hevesliler. 
Bunun böyle olmasında vazifesini yapmayan Müslüman erkeğin hiç mi rolü yok? Ne münasebet, elbette çok ve vebâlin büyük ağırlığı Müslüman erkeğin omuzlarında. Velâyet görevini yerine getirmekten âciz erkekler diyarında herkesin başının telaşına düşmesinden, eylemleri bilgi ve basiretin değil his ve heyecanın yönlendirmesinden daha doğal ne olabilir ki?
İslâmî toplumun oluşturulmasında en büyük rol hiç şüphesiz Müslüman kadınındır. Hele basın-yayın ve iletişim organlarının çocuklarımızı manevî bir katliâma tâbi tuttuğu bir dönemde Müslüman kadın nasıl onları bir dakika boş bırakabilir? Nasıl kendisini ve terbiyesiyle yükümlü olduğu yavrularını göz göre göre televizyon, bilgisayar ve cep telefonlarının hoyrat kollarına teslim eder? 
Eğer Müslüman kadın, bir âilede; “Eşime ve çocuğuma karşı görevimi tam yapayım” derse 24 saat ona ancak yeter. Bu nedenle Müslüman kadının ek bir işe kalkışması bizce aslî görevini ve işini aksatması anlamına gelir. Değilse sorun Müslüman kadının çalışıp çalışamayacağı sorunu değildir. Sorunun adı yanlış konuyor. Hem Müslüman kadın “aylak”mıymış, boş mu kalmış ki birileri onun çalışıp çalışamayacağını kendilerine dert ediniyorlar? Müslüman kadın eğer vazifesini bilir, sorumluluğunun şuurunda olursa, bir dakikasının dahi boş olmadığını hayretle görecektir. Kendisine herkes “iş” arayabilir ama Allah’ın “ana” ve “sevgili” olmak gibi bir görev yüklediği Müslüman kadın asla. Onun işi başından aşkındır, eğer kaytarmıyorsa… Hem, Müslüman âile; yemeklerin lokantadan yendiği, çocukların kreşlerde büyütüldüğü, evin çift kişilik bir otel, ya da pansiyon gibi kullanıldığı bir –sözümona- âile değildir ki.. 
26.11.2021
Hazırlayan: Emrullah AYAN  
 

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

Hutbe: Mü’minler, Âilelerinizi Koruyun!

by İlkav Editor
2,1K 👁
A+A-
Reset

Hutbe: Mü’minler, Âilelerinizi Koruyun!
“Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!…” (Tahrim: 6)

İslâm’da âile birliğine büyük önem verilmiş ve insanların âile kurmaları çeşitli âyet ve hadislerle teşvik edilmiştir. Çünkü âile, hem kişinin huzur bulduğu bir ortam hem neslin devamı için bir vesîle hem de kişiyi dince günah sayılan çeşitli kötülüklerden alıkoyan bir vasıtadır.
Âyet-i kerîmede Rabbimiz;“İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi O’nun varlığının belgelerindendir. Bunda düşünen insanlar için dersler vardır.” (Rum: 21) buyurmaktadır. (Ayrıca bkz. Nahl: 72, Nur: 32)
Bir hadisinde de Rasûlullah (S); “Nikâh benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir…” (İbn Mâce; Nikâh, 1)
Başka bir hadisinde de Rasûlullah (S)“Kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Çünkü siz, onları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve Allah’ın adıyla (nikah kıyıp) onları kendinize helal kıldınız.” (Müslim; Hacc, 147) diyerek uyarmıştır.
Konuyla alâkalı olarak Rasûlullah (S)’in şu hadisini de emanet bağlamında değerlendirdiğimizde çok daha önemli bir husus ortaya çıkmaktadır: “Emanet zayi olduğunda kıyameti bekle!” (Buhârî, İlim, 2)
Hadiste hangi türden olursa olsun emanete hıyanetin yaygınlaşması ve güvenin ortadan kalkmasının toplumsal bir felaket olduğu anlatılmak istenmiştir. Şimdi buna göre bu toplumda, konumuz bağlamında emanet yani kadın zayi olmuş mudur olmamış mıdır?  
İslâm’da âile kurumuna göz attığımızda ilk bakışta erkek âile reisi olarak görünse de, bu reisliğin mutlak ve efendi-köle ilişkisini andıran bir ilişki olmadığı kesindir. İslâm’daki karı-koca ilişkisinin, hiyerarşik bir ilişki olmaktan ziyade, karşılıklı saygı ve sevgi ilişkisi olduğunu, ama hepsinden önemlisi Allah’ın kulları arasında tesis etmiş olduğu “İslâm kardeşliği” temelinde bir ilişki olduğunu bilhassa vurgulamakta yarar vardır. Bu sebeple eşlerin birbirine, özellikle de erkeğin hanımına herhangi bir türden şiddet uygulaması İslâm’a uygun değildir. Zira Rasûlullah (S) eşlerine hiçbir çeşidiyle şiddet uygulamadığı gibi, şiddet uygulanmasını da tasvip etmemiştir. Bu tesbitin en açık şahidi ise, Hz. Peygamber ve eşleri arasındaki ilişkilerde görülebilir.                        
İslâmî toplumların çekirdeği mesabesinde olan Müslüman âile modelinin eksenini “ana”nın oluşturduğu inkar edilemez bir gerçektir. Müslüman toplumlarda en çok ihmal edilenler listesinin başında Müslüman kadının geldiği de bir o kadar gerçektir.
Peki Kur’an, kadının ihmal edilmesine elverişli bir takım hükümler mi içermektedir? İşte bunu kimse iddia edemez. Aksine Kur’an, Müslüman kadına İslâm toplumunda mutenâ bir yer seçmiş ve onu layık olduğu konuma, yani “sevgili” ve “ana” olmak gibi yüce bir konuma oturtmuştur.
Kadın, Kur’an’da da sünnette de en çok “analık” boyutuyla öne çıkarılmaktadır. Nasıl çıkarılmasın ki? Onun tabiatı, fizyolojisi ve psikolojisi hep bu ulvî görevi eksiksiz yerine getirebilmesi için gerekli olan şeylerle donatılmıştır.
Eğer kadın bir takım dış etkilerle bu yüce konumundan uzaklaştırılıyor ya da uzaklaşıyorsa, o fıtratından ve aslî görevinden yani Allah’ın kendisini yerleştirdiği cepheden kaçıyor, savunması için kendisine verilen siperi terkediyor demektir. Kendi vazifesini ihmal ediyor, işinden kaytarıyor demektir. Herkesin bildiği bir gerçek: Üstüne lazım olmayan işlerle uğraşanlar üstüne lazım olan işleri aksatırlar. Kadın kendisine verilen ilâhî alanı terkedip kendisinin olmayan alanlara tecavüz ederse o toplumda elbette dengeler bozulacak, iş bölümü alt-üst olacak, görevler aksayacaktır.
İlâhî nizamın en büyük özelliği herşeyi yerli yerinde kılmak hikmettir. İlâhî nizam atın önüne etin, itin önüne otun konulmadığı bir nizamdır. Beşerî sistemler gelmişler, her bir şeyin tabiatına ve fıtratına aykırı davranakak “ata et, ite ot vermek” biçiminde özetleyebileceğimiz bir yanılgıya düşmüşlerdir. Hatta tüm imkanlarını seferber ederek atı et yemeye iti ot yemeye basın yayın ve iletişim organlarını da kullanarak ikna etmişlerdir.
Çağdaş kadın-erkek ilişkileri de bundan farksız. Kadınların erkekleştiği bir dünyada elbette erkekler de kadınlaşacaktı. Fakat ne kadar erkekleşirse erkekleşsin ya da erkekleştirilsin fiziğiyle, tabiatıyla, psikolojisiyle kadın kadındı ve onu başka bir şey olmaya zorlamak hem ona hem erkeğe hem âilenin diğer fertlerine ve hem de topluma bir zulümdü. Bu zulmün pençesine düşmekten şimdilerde Müslüman âileler dahi korunamaz oldu. İslâmî duyarlılık sahibi idealist genç kızlarımız “analıktan” başka her şeye pek hevesliler.
Bunun böyle olmasında vazifesini yapmayan Müslüman erkeğin hiç mi rolü yok? Ne münasebet, elbette çok ve vebâlin büyük ağırlığı Müslüman erkeğin omuzlarında. Velâyet görevini yerine getirmekten âciz erkekler diyarında herkesin başının telaşına düşmesinden, eylemleri bilgi ve basiretin değil his ve heyecanın yönlendirmesinden daha doğal ne olabilir ki?
İslâmî toplumun oluşturulmasında en büyük rol hiç şüphesiz Müslüman kadınındır. Hele basın-yayın ve iletişim organlarının çocuklarımızı manevî bir katlâma tabi tuttuğu bir dönemde Müslüman kadın nasıl onları bir dakika boş bırakabilir? Nasıl kendisini ve terbiyesiyle yükümlü olduğu yavrularını göz göre göre televizyon, bilgisayar ve cep telefonlarının hoyrat kollarına teslim eder?
Eğer Müslüman kadın, bir âilede; “Eşime ve çocuğuma karşı görevimi tam yapayım” derse 24 saat ona ancak yeter. Bu nedenle Müslüman kadının ek bir işe kalkışması bizce aslî görevini ve işini aksatması anlamına gelir. Değilse sorun Müslüman kadının çalışıp çalışamayacağı sorunu değildir. Sorunun adı yanlış konuyor. Hem Müslüman kadın “aylak”mıymış, boş mu kalmış ki birileri onun çalışıp çalışamayacağını kendilerine dert ediniyorlar? Müslüman kadın eğer vazifesini bilir, sorumluluğunun şuurunda olursa, bir dakikasının dahi boş olmadığını hayretle görecektir. Kendisine herkes “iş” arayabilir ama Allah’ın “ana” ve “sevgili” olmak gibi bir görev yüklediği Müslüman kadın asla. Onun işi başından aşkındır, eğer kaytarmıyorsa… Hem, Müslüman âile; yemeklerin lokantadan yendiği, çocukların kreşlerde büyütüldüğü, evin çift kişilik bir otel, ya da pansiyon gibi kullanıldığı bir -sözümona- âile değildir ki…
20.09.2019
Hazırlayan: Emrullah AYAN
 
 

“Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!…” (Tahrim: 6)

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon