Bir kelime; ancak onu anlamaya elverişli bir kalpte gerçek değerine kavuşur. Bu kelimeyi, bütün boyutlarıyla düşünüp yakın bir ilgi gösteren bir akılda gerçek ifadesini bulur. Şurası kesindir ki bu Kur’an; mü’minlerden başka hiçbir kimseye hazinelerini açmaz, meyvelerini vermez. Hz. Peygamber (S)’in ashabının bazılarından şu haber gelmiştir:
“Bize, Kur’an verilmeden önce iman verilmişti.”
Kur’an-ı Kerim’den böylesine tat almalarının, anlam ve hedeflerini böylesine kavramalarının nedeni, işte bu imandı. Çok kısa denilebilecek bir süre içinde böylesine harikalar gerçekleştirmelerinin nedeni, işte bu imandı. Kur’an’ı, bu eşsiz neslin tattığı, nur ve furkanından yararlandığı kadar tadına varıp yararını görmek için, bu nesil gibi iman etmiş olmak gerekiyor. Nasıl ki Kur’an-ı Kerim onların ruhunu alıp iman sahiline götürmüşse, bu imanları da onlara Kur’an’ın kapılarını açmıştır. Zaten bu imandan başkası, kendilerine Kur’an-ı Kerim kapılarını açamazdı. Kısaca onlar, Kur’an’la yaşadılar ve Kur’an için yaşadılar. İşte bundan dolayı da bu nesil gibi bir nesil, tarih boyunca bir daha gelmedi. Bu çokluk ve bu yeterlilikte bir nesil bir daha çıkmadı. Bunun bir tek istisnası varsa o da; eşsiz sahabe neslinin yolunda yürüyüp Kur’an-ı Kerim’e halis bir kalple bağlanan bazı fertlerdir. Tarihin uzun denilebilecek bir dönemi boyunca Kur’an’a bağlı kalabilen fertlerdir.
Eşsiz sahabe neslinin üstlendiği görevi yüklenmeye çalışan kimseler için tek çare; onların yoluna girip Kur’an’la ve Kur’an için yaşamaktır. Öyle ki akıl ve kalplerine, Kur’an’dan başka hiçbir beşer kelamı karışmayacaktır. Başka şekilde sahabenin görevini yüklenmeye imkan yoktur. Bilmek zorundayız ki, Kur’an-ı Kerim; her nesil ve her ortamda yaşanmak üzere gönderilmiştir. Usul ilminin genel ilkesinin gereği budur. “Muteber olan, sebebin hususiyeti değil, lafzın umumiyet ifade edişidir” ilke budur. Bir insan grubuna –hangi dönemde yaşarsa yaşasın- hitap eden bu Kur’an’ın kendisidir. Herhangi bir ortamdaki insanları erişilmez doruklara basamak basamak tırmandıracak metod; sahabe neslini cahili bir ortamdan kapıp yücelten metodun ta kendisidir:
“Biz onu (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ve o da hak ile indi. Seni de ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Biz Kur’an’ı, insanlara dura dura okuyasın diye ayet ayet ayırdık ve onu peyderpey indirdik.” (İsra: 105,106)
Bu Kur’an, bir ümmeti eğitmek ve bir hayat düzenini kurmak için gelmiştir. Bu ümmetin görevi: Kur’an-ı Kerim’i, dünyanın dört bir bucağına taşımaktır. Ta ki böylece insanlık, kamil ve mükemmel bir metodun doğrultusunda Kur’an nizamını öğrenebilsin. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim, ümmetin günlük ihtiyaçlarına ve ilk eğitim döneminin şartlarına uygun olarak bölüm bölüm inmiştir. Eğitim; uzun zaman isteyen bir iştir. Uzun süreli pratik deneyimler isteyen bir iştir. Kur’an-ı Kerim, teoride kalan bir fıkıh veya güzel bir okuyuş ve zihinsel dinlenmeye yarayan soyutlanmış bir fikir olmak için değil, hazırlık döneminde bölüm bölüm uygulanacak bir hayat metodu olmak için gelmiştir. İlk İslam kuşağı, bu anlamıyla Kur’an’dan yararlanmıştır. Günlük hayatlarına uygulamak için öğrenmişlerdir. Kendilerine gelen emir veya yasakları, adap veya farzları derhal uygulamak için öğrenmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’i, şiir veya sanat eserlerinde yapıldığı gibi akli ve nefsi bir yararlanma konusu yapmadılar. Yahut Kur’an’ı, efsane ve masal dinler gibi bir eğlence ve teselli aracı olarak da öğrenmediler. Tam aksine onlar, günlük hayatlarını Kur’an’a göre biçimlendirdiler. Onu, his ve ruhlarında, faaliyet ve davranışlarında, ev ve hayatlarında yaşattılar. Kur’an, onların biricik hayat rehberiydi. Kur’an’la tanışmadan önce bildikleri bütün gelenek ve alışkanlıklarını bir kenara atan kimselerdi onlar.İbn-i Mes’ud (r.a) diyor ki:
“Bizden biri öğrendiği on ayeti, manalarını belleyip onlarla amel etmediği sürece atlayıp başka ayetlere geçmezdi.”
Kur’an-ı Kerim’i, Kur’an’ın indiği hareket ortamına girmeden ve aynı ortamın gereği olan tavrı takınmadan anlayıp tatmaya imkan yoktur. Kur’an’ın anlam ve muhtevasını, hareket ortamının dışında; evinde oturarak te’vili ve edebi incelemelere tabi tutan kimselerin, Kur’ani hakikatten bir şey anlamalarına imkan yoktur. Savaş ve hareket alanından uzak soğuk ve durağan bir oturuşla Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması mümkün değildir. Bu Kur’an’ın hakikati, hiçbir zaman yerinde çakılıp kalmış kimselere görünemez. Kur’an’ın hakikati, Allah’tan başkasına ubudiyet, itaat ve dindarlığın bulunduğu bir ortamda rahatlık ve selamet arayan kimselere açılmaz.
12.12.2014
Hazırlayan: Emrullah AYAN