Hutbe: Şehid ve şahid ümmet olabilmek “Nitekim insanlara şâhid olmanız ve rasulün de size şâhid olması için sizi vasat/âdil, dengeli, ölçülü, örnek bir ümmet kıldık…” (Bakara: 143) Kıymetli mü’minler bugün Hicri Rebiü’l-Evvel ayının 7’si 1447/Cuma Rabbimiz bizleri ömrünü Kur’an ilkelerinin belirlediği istikamette geçirme bahtiyarlığına erdirsin. Bazı insanlar vardır hayatı ve eserleri ile insanlığın kurtuluşu ve felahı için örnek hayat ve mücadele sergilemişlerdir. Müslümanlar açısından bu insanların ibretlik kıssaları Kur’an âyetlerinde tüm insanlığa rehberlik etmesi için beyan buyrulmuştur. Bu öncü şahsiyetlerin bir kısmı elçilerden oluşurken bazıları da nebi ve rasul olmaksızın ümmetlerden oluştuğunu söyleyebiliriz. En bilinenleri Ashab-ı Kehf gibi, Kasaba halkı gibi, Ashab-ı Uhdud gibi. Yakın tarihimizdeki öncü şahsiyetlerin bazılarını anmak gerekir ise Hasan el Benna, Seyyid Kutup, Ahmet Yasin, Rantisi, Şikaki, Halid el-İstanbulî, İsmail Heniye, Yahya Sinvar ve daha niceleri… Bu güzel insanlarda yakın tarihimizde Müslümanların hayatında olumlu örneklikler ve fedakârlıklar ortaya koymuş güzide şahsiyetlerdir. Rabbimiz onlardan ve diğerlerinden razı olsun bizleri de onlara yoldaş eylesin.Hutbemizde şehadetinin 59. yılı münasebetiyle öncü şahsiyetlerden Seyyid Kutub’u gündem yapacağız. Müslümanların ender yetişen şahsiyetlerinden olan ve inancı uğruna mücadele edip, çeşitli eziyetlere maruz kalan Mısırlı âlim ve mütefekkir Seyyid Kutub’un idam edilmesinin üzerinden 59 yıl geçti. Bugün Mısır’daki ahlâkî yozlaşma ve özellikle yönetimdeki Batılılaşmayı eleştiren, halkın İslâmî bilince ve kaybolan kimliğine yeniden kavuşması için çaba sarf eden, İslâmî anlayışın yeniden ihyâ edilmesi gerektiğini düşünen Seyyid Kutub, dönemin devlet başkanı Cemal Abdunnâsır tarafından 29 Ağustos 1966 yılında şehid edildi. 20’nci yüzyılın önemli düşünürlerinden biri olarak bilinen Kutub, davası uğruna bütün sıkıntı ve güçlüklere göğüs geren, hatta bu yolda canını vermekten dahi çekinmeyen, düşünce, fikir ve yaşantısıyla çevresine meşale tutan nadide önder şahsiyetlerden biridir. Bu muttaki şahsiyet, yazdığı eserler ve yaşantısı sebebiyle dönemin firavununca idama mahkûm edilmiştir. Hutbemizde şehidin yoldaki işaretler adlı eserinden bir bölümü paylaşalım. ÖRNEK BİR KUR’AN NESLİ Bu dava İslâm ve insanlık tarihi boyunca örnek olan bir nesli, sahabeler neslini ortaya çıkarmıştı. Fakat böyle örnek bir nesil bir daha ortaya çıkmadı. Gerçi Tarih boyunca bu nesli örnek edinen fertler görüle gelmiştir. Bu durumun sırrını çözebilmek için Kur’an ve Rasul (S)’in pratik kılavuzluğu, hepsi önümüzdedir. Ama benzer bir nesli göremedik. Nedeni sadece Peygamberimizin şahsının aramızda olmaması mıdır? Acaba sır bu noktada mıdır? Bu davetin yürütülüp etkili sonuçlar elde edebilmesi için Peygamberimiz (S)’in şahsının varlığı kesin bir zaruret olsaydı, Allah bu daveti insanlığın tümüne şamil kılmaz, onu, sonuncu ilâhî mesaj niteliğine kavuşturup yeryüzü durdukça bütün insanlığın akıbetini ona havale etmezdi. Tersine Allah zikri korumayı üzerine alarak bu davetin Peygamberimizden sonra da devam edebileceğini, verimli sonuçlar alabileceğini bildiği için onu, rasul oluşundan yirmi üç sene sonra vefat ettirdiği halde bu dini ondan sonra da kıyamet gününe kadar bâkî kılmıştır. O halde başarısızlığımızı Peygamberimizin (s) şahsının aramızda olmayışıyla açıklayamayız. O halde başka bir sebep aramalıyız. Söz konusu ilk dönem nesIini besleyen kaynağı araştırmalıyız, belki burada bir değişiklik vardır. Onların yetişmelerini sağlayan metodu inceleyelim, belki de farklılık buradadır. Bu nesli besleyen birinci kaynak sadece Kur’an idi. Nitekim Rasulullah (S)’in ahlâkı hakkında sorulan bir soruyu Hz. Aişe “Onun ahlâkı Kur’an idi.” diye cevaplandırmıştır. Buna göre, Kur’an, o neslin tek beslenme, davranış ve yetişme kaynağı idi. Bunun böyle oluşu, o günün insanlığının elinde yabancı kaynakların olmaması değildi. Bilakis Avrupa’nın yaşama tarzına yön veren Roma uygarlığı ile bu uygarlığı meydana getiren kültür, kitaplar ve yasalar vardı. Yine o dönemde eski Yunan medeniyetinin kalıntıları, bu medeniyetin mantığı, felsefesi ve sanatı vardı ki, bunlar bugün bile Batı düşüncesinin kaynağı olmak vasfını devam ettirmektedirler. Ayrıca eski İran uygarlığı, onun sanatı, şiiri, mitolojisi, inanç sistemi ve hikmet manzumeleri vardı. Yahudilik ve Hıristiyanlık, Arap yarımadasının kalbinde yaşarken eski Roma ve eski İran uygarlıkları yarımadayı kuzeyden ve güneyden sarmış bulunuyorlardı. Demek ki, o nesli, teşekkül döneminde sadece Allah’ın kitabına bağlayan faktör, dünya çapında bir uygarlık veya kültür kaynağından mahrum olmaları değildi. Onların bu tutumu bile bile verilmiş bir karara ve belirli bir amaca yönelmiş bir metoda dayanıyordu. Böylesine şuurlu bir kararın varlığını Hz. Ömer’in elinde Tevrat’ın sayfalarından birini görünce Peygamberimiz (S)’in öfkelenerek“Allah’a yemin ederim ki, eğer Musa sağ olup aranızda bulunsa, onun için tek meşru tutum, bana uymak olacaktı” diye buyurması göstermektedir.Beslenme kaynağının özelliği hakkında beliren ayrılığın dışında bir başka temel faktör daha vardır. O da söz konusu örnek neslinkinden farklı olan kaynaktan yararlanma metodudur. İlk dönemin örnek nesli Kur’an’a kültürü geliştirme, bilgi edinme, haz duyup tatmin olma gibi maksatlarla yanaşmazdı. Onların hiç birisi, sırf kültürlü olmak için, kültür hazinesini geliştirmek veya ilmî ve fıkhî konularda dağarcıklarını şişirmek için Kur’an’ı ele almazlardı. İbn-i Mes’ud tarafından rivayet edilen bir hadiste görüleceği üzere herkes öğrenip uygulamak üzere on âyetle yetinirdi. Bu şuur, uygulamak üzere öğrenme şuurudur. Çünkü o, aklı tatmin eden bir kitap veya edebiyat ve sanat eseri ya da hikâye ve tarih eseri olsun diye inmemiştir. Her ne kadar bu saydıklarımızın tümünü içeriyorsa da o bir yaşama metodu, katıksız bir ilâhî hayat kılavuzu olmak üzere indirilmiştir. Allah Kur’an’ı ard arda bölümler halinde göndererek onlara bu metot uyarınca muamele etmiştir. Nitekim“Kur’an’ı, onu zaman aralıklarıyla, üzerinde dura dura okuyasın diye parça parça indirdik” buyrulur. Bu arada üzerinde durulması gereken bir üçüncü faktör daha vardır. O zaman İslâm’a giren kişi, giriş kapısının eşiğinde cahiliye dönemindeki geçmişinin tümünden sıyrılmanın şuuru içinde olurdu. Kişi İslam’a girdiği anda cahiliye devrinde yaşadığı hayattan her yönüyle başka olan yeni bir hayata başladığının iyice farkında idi. Cahiliye dönemindeki bütün tutum ve davranışları karşısında kuşkulu, şikâyetçi, çekingen bir tavır takınır, bütün o davranış ve tutumları İslâm ile bağdaşmaz birer kirli çamaşır gözü ile görürdü. İslâm’ın yeni hidayetine, bu duyguyla kavuşurdu. Nefsinin arzusuna bir daha yenilince, eski bir alışkanlığı yeni baştan onu kendine çekince, İslâm’ın omuzlarına bindirdiği yükümlülüklerden her hangi birini yerine getiremeyince derhal günah ve kusurunun farkına varır üzerine bulaşan kötülükten arınması gerektiğini vicdanının derinliklerinde duyar ve yeni baştan Kur’an’ın kılavuzluğu uyarınca yaşamağa girişirdi. Demek ki, Müslümanın cahiliye dönemindeki geçmişi ile İslâm’a girdikten sonraki hayatı arasında şuur alanında gerçekleşen kesin bir kopukluk vardı. Bundan cahiliye cemiyetindeki ilişkilerinden ve kendisini kuşatan sosyal ilişkilerde de beliren kesin bir uzaklaşma ortaya çıkıyordu.” diyor Seyyid Kutub. Bugünlerde de benzer bir anlayışla tüm dünyaya direnen bir örnek nesil var Gazze’de… Rabbimiz onlara güç ve zafer ihsan eylesin.Şehid Seyyid Kutub 60 yıl öncesinden ümmet olamamanın tespitini böyle yapmıştı. Çok doğru bir tespit idi, rabbimiz en kısa zamanda bu duyarsızlıktan, ataletten sıyrılmayı ve dirilmeyi İslâm ümmetine lütfeylesin. 29.08.2025 Hazırlayan: Hayati İSAOĞLU