BOP adı verilen işgal projesini görüşmek ve emperyalizmin kanlı eli NATO’yu İslam’a ve İslam coğrafyasına yönelik küresel bir düşmanlık ekseninde yeniden tanımlayıp, bu yeni düşmana göre yeniden yapılandırmak amacıyla İstanbul’da toplanan NATO zirvesine, bu toplantıya katılan küresel korsanlara ve top yekun emperyalizme karşı, adaleti, insan haklarını, özgürlükleri ve insanlık onurunu savunarak karşı çıkan Müslümanlara ve erdemli insanlara yönelik baskılar, gözaltılar, biber gazlı, gaz bombalı, coplu ve panzerli saldırılar, zirve öncesinde başlatılıp zirve süresince sürdürüldü. Küresel emperyalizme itiraz, bu baskılarla önlenmeye, sindirilmeye ve tasfiye edilmeye çalışıldı. Bununla kalınmayarak bizzat Başbakanın ağzından küçümsenip aşağılanmak suretiyle, katılımın azalması temin edilmeye çalışıldı.
Başbakanın, emperyalizme “go home” diyenlere
tahammülsüzlüğü ibret verici bir sonuçtur
Tayyip Erdoğan grup toplantısında yaptığı konuşmada şunları söylemiştir: “İstanbul’da yapılacak olan NATO Zirvesi bir anlamda Türkiye’nin dünyada böyle büyük bir zirveye ev sahipliği yapmak suretiyle dünyadaki tanıtımına gayet büyük bir fırsatı sağlayacak böyle bir zemini hazırlayacaktır. Bu önemli organizasyonun ülkemizde gerçekleşmiş olması Türkiye’ye gerçekten her açıdan büyük prestijler kazandıracaktır…… Bazı marjinal gruplar demokratik haklarını kullanıyor….. Böyle bir organizasyonda Türkiye’nin itibarına gölge düşürecek adımı atmaları onlara bir şey kazandırmaz. Ülkeye kaybettirir. Çünkü bunları biz 25-30 yıl önce yapanları gördük, hatta biz de zaman zaman bu işlerin içinde bulunduk. Ama bunlardan bir netice alamadık, birşey çıkmadı. Hala 30 yıl öncesinde kalmayalım artık bunları aşalım. 30 yıl önceki ‘go home’ zihniyeti neyse bunların zihniyeti de aynıdır. Bunları artık aşmak gerekir….. Masaya oturacaksın ve masaya oturmaya namzetsen iş bitirirsin. Bazen kârla çıkarsın, bazen zararla çıkarsın. Ticaretin kâr yanı da var, zarar yanı da var. Siyaset de böyle….. İnşallah bu zirve de (Türkiye için) sıçrama noktalarından bir tanesi olacaktır…. ”
Başbakan bu talihsiz konuşmasında, kendisinin “elinde olmayan sebep ve zaruretlerle destek verdiği” zan edilen emperyalist güçlere karşı çıkan erdemli insanların itiraz ve eylemlerini küçümseyip, dışlamakta, toplusal muhalefeti yıpratarak statükonun bekçiliğini üstlenmektedir. Bu tür itiraz ve karşı çıkışların artık geçmişte kalması gerektiğini, kendisinin de geçmişte içinde yer aldığı bu tür davranışların ve “go home” söylemlerinin artık aşılması gereken marjinallikler olduğunu ifade etmektedir. Geçmişte kendilerinin de içinde yer aldıkları bu tür karşı çıkışlarla bir netice alamadıklarını, bunlardan bir şey çıkmayacağını belirterek, dünyada somut bir karşılık, ikbal ve iktidar sağlamayan çabaların, boş ve anlamsız olduğunu ortaya koymaktadır. Geçmişe ait tüm olumlulukların, temel ilkelerin siyasi hedeflere ulaşma uğruna feda edildiğini gösteren çok köklü bir değişimin yaşandığını ortaya koyan bu ifadeler gerçekten ibret vericidir.
Eğer, “NATO ve ABD ile, üstlendiği görevin ve şartların zorlaması sebebiyle işbirliği yapmak zorunda olduğu için mazur görülmesi gerekir” diyenler haklı olsalardı, Erdoğan’ın bu kadar tarafkir bir tutumla NATO ve ABD saflarında yer almaması gerekirdi. En azından sivil toplumun karşı çıkışından için için hoşnut olması, hatta o malum pazarlık masasında elini güçlendirip, halkımızın değerlerine aykırı talepleri geri çevirmede kendisini rahatlatacak bu tür toplumsal eylemlerin daha yaygın ve daha güçlü yapılmaları için el altından teşvikte bile bulunması gerekirdi. Tüm bunların tersine, bu tür karşı çıkışları, emperyalizme itiraz eylemlerini “ülkenin itibarına zarar verecek ve hiçbir sonuç getirmeyecek marjinallikler” olarak niteleyip aşağılaması, sivil toplumun kendiliğinden gelişen itiraz reflekslerini bile köreltmeye yönelik açıklamalar yapmaktan çekinmemesi, ancak, üstlendiği rolü, bunun dışında kalanları mutlak yanlışta görecek kadar, içselleştirmiş olduğu ve doğru bulduğu şeklinde yorumlanabilir. Nitekim, İslam’ın ve Müslüman halkların aleyhine bu kadar tehlikeli kararlar alınmış olmasına rağmen, NATO zirvesini en çok yüceltenin Erdoğan olması da ancak bu şekilde açıklanabilir. Bu hain kararların bölgeyi belki bir asır esir alıp kana bulayacak olmasına rağmen en büyük övgüyü Erdoğan’dan alması ve ona ''Alınan kararlar gelecek için, dünya barışı ve istikrar için tarihi bir dönüm noktası olacak'' dedirtmesi de, ancak bu rolü artık benimsiyor olmasıyla izah edilebilir.
Tayyip Erdoğan, yerel ve küresel egemenleri “değiştiğine” ikna
edebilmek için, zalim statükoyla giderek daha fazla bütünleşiyor
Tayyip Erdoğan, birilerini değiştiğine ikna etmek meselesine kafasını fena halde takmış görünüyor. Olur olmaz her yerde, ülkede ya da uluslar arası platformlarda, geçmişi ile ilgili bir sorgulamayı mutlaka yapmaya çalışıyor ve geçmişte yaptığı bir işi yada söylediği bir sözü dışlayarak, hatta küçümseyerek, aşağılayarak reddetmeyi oldukça önemsiyor. Belki de böyle yaparak bazı çevrelere mesajlar vermeye çalışıyor. Ancak bunda o kadar aşırılığa kayıyor ki, o birilerini ikna edemese bile, bu süreçte kendisi söz konusu aşırılıklara ve statükoya doğru gerçek bir dönüşüme uğruyor. Ve giderek, bu geçmişini redde dair tutumunu daha samimi ve daha inanarak ortaya koymaya başlıyor. Değiştim diye diye gerçekten değişiyor. Yerel ve uluslar arası statüko ve egemenleri ile gerçekten iç içe geçerek bütünleşiyor ve başlangıçta zarureten söylediklerini giderek özümsüyor ve bir süre sonra samimiyetle öyle inanarak söylemeye başlıyor. Çünkü, “inandıkları gibi yaşamayanların, bir süre sonra yaşadıkları gibi inanmaya başlamaları” kaçınılmaz bir sonuçtur.
Aslında bu hal, tavize, uzlaşmaya, pragmatizme dayalı ilkesiz yöntemlerin de kaçınılmaz bir sonucudur. Bu yöntemleri tercih edenler, iktidar eksenli bir hayat tasavvuru içinde mutlaka dünyada bir sonuç almaya, bir şeyler elde etmeye endekslenmiş olanlar, pragmatizmin çürütücü, öğütücü ortamında kaçınılmaz olarak büyük dönüşümler geçirirler. Şahsiyetlerinden, daha önce savundukları çok temel değer ve ilkelerinden tavizler vere vere ilerledikleri süreçlerde, şüphesiz bir takım dünyevi karşılıklar elde ederler ancak bunun karşılığında çok şeylerini, daha önce kendilerini inşa etmiş olan ahlaki ilkelerini ve onurlarını bile feda edecek noktalara sürüklenebilirler.
İşte bu derecede geçmişi ile hesaplaşmaya ve reddetmeye zorlanan Tayyip Erdoğan da, çok yakınında duran dünyevileşmiş, sekülerleşmiş Amerikancı danışmanlarının kılavuzluğunda değişerek ve böylece dünyevi sonuçlar elde ederek ilerliyor. Tercih ettiği pragmatik, iktidar eksenli yöntemin öğütücü girdabında sürekli yeni konumlara savrularak gerçekten büyük değişime uğruyor. Kendi değerlerinden kopup egemen güçlerin değerlerini benimsedikçe iktidar ve ikbal kapıları açılıyor, iktidara yerleştikçe de yeni değişimler, yeni savrulmalar ve statüko ile bütünleşme kaçınılmaz bir sonuç olarak kendini dayatıyor. İşte bu sebeple her yeni aşamada geçmişine ait bir değeri, bir duruşu, bir ahlaki ya da akıdevi ilkeyi kıra kıra, yıka yıka ilerliyor. Çünkü ülkenin ve dünyanın İslam düşmanı ilahları her adımda bir başka değeri ya da ilkeyi kurban etmesini istiyor ve bekliyorlar. O da bir nevi “itirafçı” ya da “özür dileyici” mantıkla sürekli geçmişteki inanç ve amellerine dair bir şeyleri reddederek, tabi biraz da ipin ucunu kaçıran aşırılıklara kayarak, girdiği yanlış yolun gereğini yerine getiriyor.
Mesela gün geliyor, Oxford üniversitesinde yaptığı bir konuşmada; inandığını söylediği İslam’ın toplumsal boyutuna ve temel ilkelerine aykırı düşse de, Batının duymak istediğini ifade ederek, “dinin bireye ait” olduğunu açıklayabiliyor. Gün geliyor, MÜSİAD’ta yaptığı gibi; “Bir zamanlar, iktidara geldiğinde faizi kaldırabileceğini düşünenler vardı.. Buna aklınız yatıyor mu?.. Bu dünyanın gerçeği değil..” diyerek, İslam’ın en temel hükümlerinden birinin bu dünyanın gerçeği olmadığını söyleyebiliyor. Yine gün geliyor, birkaç ay önce Cidde’de söylediği gibi; “Paranın, ekonominin dini-imanı olmaz” diyerek, tevhid inancıyla, hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam’la bağdaşmayan başka sözler sarf edebiliyor. Ya da yine Cidde’de söylediği gibi “İslâm Birliği diye bir şey olmaz! Hangi çağda yaşıyoruz?” şeklinde sözler ederek İslam’ın ümmet anlayışını reddeden yaklaşımlar sergileyebiliyor. Aynı şekilde, “Geçmişte dini siyasette istismar yanlışına biz de düştük” misali daha pek çok itiraf ve reddetme açıklamaları, nereden nereye dedirtecek büyük bir değişimin, adım adım nasıl gerçekleştiğinin yol haritasını ortaya koyuyor.
Sürekli değişiyor, değiştikçe başkalarını da dönüştürüyor
Bütün bunlar karşı tarafa kendini kanıtlama, “değiştiğini” ispatlama endişesi ile yapılıyor olsa bile, sonuçta bu değişimin muhatabı olan Müslümanların zihinlerini de baskı altına alarak, çıkarcı pragmatizme alıştırarak yada özendirip dünyevileştirerek değişime yönlendiriyor. “Biz düşüncelerimizi değiştirerek, iktidar ve ikbale ulaştık, siz de artık 30 yıl geride kalması gereken bakış açılarınızı, iktidar, ikbal, kazanç gibi somut sonuçlara ulaştırmayan ilke, değer ve duruşlarınızı terk edip, zihninizdeki ahlaki, imani ölçü, değer ve ilkeleri değiştirirseniz hem riskten korunur hem de dünyevi çok boyutlu kazançlarla sonuç alırsınız” mesajı veriliyor.
Diğer taraftan bu yönlendirmeyle, CIA raporlarında çok uzun zamandan beri yazıla gelen, “Müslümanları dönüştürmek için onlara kredi, ihale verin ticaret yapsınlar, demokratik zemine çekin siyaset yapsınlar” tavsiyelerinin amaçladığı dünyevileştirme, sekülerleştirme amacına da hizmet edilmiş oluyor.
Nitekim NATO da devreye sokularak BOP ile sağlanmak istenen sonuç da, İslam’ı tahrif edip sekülerleştirerek, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki tüm alanları düzenleyen hükümler vaz eden İslam’ı tüm bu iddialarından vaz geçmiş, vicdanlara ve camilere çekilmiş bir din haline getirerek, Müslüman halkları Batı değerleri istikametinde dönüştürmek değil midir? Tayyip Erdoğan ve ekibinin değişmekle ilgili tüm eylem ve söylemleri de, işte tam bu amaca hizmet eden bir çizgide ilerliyor. Sonuçta Tayyip Erdoğan ve kadrosu, sadece kendileri değişmekle kalmıyorlar, kendilerini izleyen Müslüman kitleleri de aynı istikamette dönüştürüp, Batının ve yerli batıcıların gerçekleştirmekte zorlandıkları, uğruna kan döktükleri “Müslüman halkları Batı değerleri istikametinde modernleştirip dönüştürme projelerine” de büyük katkılarda bulunuyor ve örneklik teşkil ediyorlar.Ve bu sebeple de hem yerli Batıcılar, hem de Batılı ülkeler tarafından alkışlanıp, teşvik ediliyorlar.
İşte bazı Müslümanların da etkilenip peşine takıldıkları yanlış yöntemin ortaya çıkardığı sonuç bu. Israrla ve ne pahasına olursa olsun iktidar olmak isteyenlerin bu hazin sonu, herkesi düşündürmeli ve ibret olmalı. Bu kadar çok şeyi, en temel ahlaki, akıdevi değer ve ilkeleri feda etmek suretiyle, her şeyimiz olan ve her şeyimizi uğrunda feda etmemiz gereken İslami kimliğe bu kadar zarar verdikten sonra elde edilen böyle bir iktidarın ne anlamı ve değeri olabilir ?
İşgal projesi BOP’a ve NATO’ya hayır eylemleri baskı altına alınmak,
emperyalizme muhalefet sindirilmek istendi
Giderek ve neredeyse gelenekselleşerek NATO zirvesi sürecinde de devam eden bu itiraf ve geçmişe ait bir şeyi reddetme alışkanlığı, bu sefer emperyalizme ve NATO’ya hayır diyenleri küçümseme şeklinde nüksetti. Tayyip Erdoğan’a göre; geçmişte kendisinin de katıldığı bu tür duruşlar, marjinal kalmaya sebep oluyor, herhangi bir sonuca ve başarıya da ulaştırmıyordu. “Marjinal grupların” yaptıkları bu tür eylemler, üstelik ülkemize itibar da kaybettiriyordu. O halde 30 yıl geride kalması gereken bu söylem ve eylemler terk edilmeli, somut sonuç veren uzlaşmacı yaklaşımlar geliştirilmeli ve emperyalistlerle masaya oturulmalıydı. Masada ya kazanır ya da kaybederdiniz, bu da “ticaretin” (pardon “siyasetin” olacaktı) doğal sonucu olarak kabul edilmeliydi.
İşte bu söylemle, aslında o günlerde yaygınlaşma eğilimi gösteren emperyalizme ve NATO’ya yönelik itirazların, karşı duruşların ya psikolojik bir baskı ile kırılması hedeflenmişti, ya da sonuç bu oldu.
Ayrıca bu açıklamalardan sonra, güvenlik sağlamakla görevli güçlerin, bizzat güvenliği yok edici bir tutum içine girmeleri ve daha çok sertleşmeleri de, bu konuşmanın yol açtığı bir başka sonuç olmuştur. Basın açıklaması yapan, şiddet kullanmayan eylemcilere bile, biber gazlı, gaz bombalı, coplu ve panzerli saldırlar yapıldı. Yakalanmış, “etkisiz hale” getirilmiş olan eylemcilerin yüzlerine bile yakın mesafeden biber gazları sıkılmasına, gerçekten büyük bir düşmanlık ve kinle hareket edilmesine, hem de basın önünde alenen işkence yapmak anlamında bir cüretkârlığın sergilenmesine de Başbakanın bir tür hedef gösterici konuşmalarının cesaret kazandırdığını söylemek abartılı olmayacaktır.
Bu anlamda pek çok masum insan daha zirve öncesinden itibaren göz altına alınmaya başlandı. Sebebi sorulduğunda, “Bush tedbiri” diye cevap verilmesi bile başlı başına bir zulmü ifade ediyordu. İnsanlar, hiçbir delil olmaksızın keyfi bir biçimde göz altına alınıp birkaç gün içinde bırakılıyorlardı. Amaç muhalefeti sindirmek ve muhalif eylemlere katılımı azaltmak üzere psikolojik baskı oluşturmaktan başka ne olabilir? İşte ancak bu amaçla, şiddetten uzak basın açıklaması yapanlar bile gruplar halinde göz altına alınarak, insan hakları ihlal ediliyordu. Tüm bunları Başbakanın açıklamalarından bağımsız düşünmenin mümkün olmadığı kanaatindeyim. Başbakanın aşağılayıcı, dışlayıcı, hedef gösterici bir üslupla konuşması, ya bu mizansenin bir parçasıdır ya da sert müdahalelere cesaret kazandıran bir tesir meydana getirmiştir.
Halkın, muhalefet ve direniş azmini kırmak
kimseye hayır getirmez ?
Seksen yıllık ömrünün yarıdan fazlası, “darbe”ler, “sıkıyönetim”ler ve “olağanüstü hal”lerle geçmiş bu sistemde, halka yönelik ırkçı, ideolojik, ekonomik, sosyal ve siyasi zulümler onu canından bezdirmiştir. Bu sebeple zaten meydanlara çıkma, itiraz edip hesap sorma yeteneği dumura uğratılmış, hak ve özgürlüklerini talep etmekten aciz konumlara sürüklenmiş, korkutulmuş, ürkütülmüş, ezilmiş, niteliksizleştirilmiş ve edilgen hale getirilmiş bir toplum söz konusudur.
“Zalim sultana itaat” kültürünün, kötü bir gelenek olarak “modern” dönemde de sürmesi ve bu sapmanın yeni sistem tarafından da sürekli beslenmesi, halkı edilgenleştiren, zalimlere itaate sevk eden sebeplerden birini teşkil etmiştir. Yine bu tahrif edilmiş din anlayışlarından kaynaklanan yanlış bir gelenek de, bazı hayırlı gelişmelerin kendiliğinden meydana geleceğine yönelik sahte iyimserlik anlayışı ve ertelemeci yaklaşımdır. Bu anlayış da halkların mücadele azmini köreltmiş, pasif ve edilgen tutumu beslemiştir. Direniş ruhunu ve hak arama eğilimlerini yok eden bir başka saptırılmış gelenek de, tahrif edilmiş “sabır” ve “tevekkül” anlayışı ile her ne olursa olsun başa gelenin, yazılmış, düzeltilmesi mümkün olamayan ve rıza gösterilmesi, katlanılması gereken bir kader olduğunu ve zulme rıza göstermeyi telkin eden yanlış kader anlayışından kaynaklanmıştır.
Söz konusu gelenekten de beslenen “Devlet-i ebed müddet” anlayışı ile devleti baba kabul eden ataerkil geleneksel yaklaşımın yanında, giderek devleti ilahlaştıran, bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarında devleti belirleyici kılan, bireyin ve cemaatin hak ve özgürlüklerini “ilah devlet” (ulus devlet)e kurban eden ve bu sapkın baskıcı hali normal karşılayıp kanıksayan “modern” düşüncenin ürettiği modern sapmalar da, halkı teslimiyetçiliğe ve tepkisizliğe sevk eden, halkın devlet tarafından kuşatılıp teslim alınmasını sağlayarak güçsüzleştiren bir başka önemli unsuru teşkil etmiştir.
“Cumhuriyet” ve “demokrasi” olarak yutturulmaya çalışılsa da, halkı dışlayan, aşağılayan, halkın iradesini basit görüp ciddiye almayan, halkı kendisinin hayrına olanı bilmekten aciz görüp “halka rağmen halk adına harekete” kendini yetkili gören seçkinci anlayışın oligarşik egemenliğinde; halkın nasıl bir dine ve ne kadar inanacağı, nasıl, neyi ve ne kadar düşüneceği, neye ve ne kadar tavır koyabileceği, her konuda neyi yapıp neyi yapmaması gerektiği ve hatta halkın nasıl bir kıyafet giyebileceği bile hep yönetenler tarafından belirlenmiş, halka ise körü körüne itaat layık görülmüştür. İtaat etmeme potansiyeli taşıdığına inanılan kesimler ise hep “marjinal” ve düşman olarak ilan edilerek, “toplum mühendisliği” ve “sopa” politikaları ile hizaya sokulmaya, sonuçta halk, seçkinlerin dayatmalarına uyması için terbiye edilmeye çalışılmıştır. İşte bütün bu politikalar halkın edilgen duruşunu pekiştiren bir rol oynamıştır.
Sonuçta bugün, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek gerekir”, “ite dalanmaktansa, çalıyı dolanmak yeğdir” ve “yiğitliğin onda dokuzu kaçmaktır” benzeri atasözleri eşliğinde, geçmişten gelen kaderci ve teslimiyetçi kültürle direniş azmini ve dinamizmini kaybetmiş bir topluma sahibiz. İşte böyle süreçlerden sindirilerek çıkmış, “neme lazım”cı kültüre sahip bir toplumda, muhalefeti, emperyalizme itirazı, adalet ve özgürlük talebiyle meydanlara çıkışı hor gören, “marjinalleşmek” ve “sonuç vermeyecek” işler yapmakla nitelendirip terk etmeyi öneren sözlerin Başbakan tarafından söylenmesi, hele bu Başbakanın geçmişi dikkate alındığında, şüphesiz eylemlere halkın katılımını azaltıcı bir fonksiyon ifa etmiştir.
Aslında bu ülkenin edilgenleştirilmiş halkı, henüz yeni yeni itirazı, muhalefeti öğreniyor, meydanların gücünü fark ediyordu. Çekingen bir tutum ve korkuyu tam atamamış olmanın tedirginliği ile de olsa yavaş yavaş meydanları dolduruyor, hak ve özgürlüklerini talep etme, hesap sorma niteliğini kazanıyordu. Emperyalist büyük güçlere itiraz etmeyi, karşı durmayı, kendi değerlerini ve haklarını savunma anlamında direnmeyi, onurlu duruşlar sergilemeyi öğreniyordu. Aslında bu bir eğitimdi, halkın kendini yeniden inşa çabasıydı. Halkın, zorla koparıldığı köklerine, kaybettirilen değerlerine ve kimliğine, gasp edilen haklarına ve özgürlüklerine yeniden dönüş yolunda şahsiyetleri yeniden inşa etme çabalarının, özgüven kazanmanın, korku krallığını yıkmanın önemli bir alanıydı meydanlar. Özellikle de özgürlüklerin gerçek anlamda kazanılmasının yolu meydanlardan geçmektedir. Yani özgürlükler, masa başında hediye edilmemekte, meydanlarda yükselen itiraz ve direnişlerle gerçek anlamda kazanılabilmektedirler. Yahut da bir takım hesaplarla masa başında verilen özgürlükler, eğer arkasında meydanların desteğini taşımıyorsa, yine masa başında kolaylıkla geri alınırlar.
Hak, özgürlük talepli itiraz ve muhalefet eylemleri, Erdoğan’ı
da iktidara taşımıştı. Erdoğan bindiği dalı mı kesiyor ?
Tayyip Erdoğan’ı iktidara taşıyan da işte bu meydanlardaki, egemen oligarşiye ve 28 Şubat darbecilerine itirazların oluşturduğu rüzgârdı. Bu bakımdan, AKP muhalif olma bilincine saldırıp, aşağılayarak, statükolaşıyor, statükoyu besleyerek kendi kuyusunu kazıyor. Halkın meydanlardaki muhalefetini, hak, adalet ve özgürlük taleplerini yükselten itirazlarını ve hesap sormasını, direniş azmini yıpratıcı, caydırıcı ve küçümseyici her tavır, aslında Erdoğan’ın kendi bindiği dalı kesmesi anlamını da taşıyor. Yoksa meydanları dolduran ve darbecilere tavır koyan halkın bu desteği olmasaydı, masa başında iktidarı Erdoğan’a teslim ederler miydi? Nitekim bugün masa başında hep kaybediyorlar. Anayasayı değiştirebilecek büyük bir parlamento çoğunluğuna rağmen, henüz halkın bir tek talebini kanunlaştıramamış, hatta bir yönetmelik değişikliğini bile geri çekmek zorunda bırakılmışlardır. Biraz da kendi yüreksizliklerinden ve kendi ifadeleriyle risk almaya, bedel ödemeye cesaret edememelerinden de kaynaklansa, sonuçta masa başında hiçbir şey yapamadıklarını kendileri de itiraf ederek, büyük bir çelişkiyle yine halktan yardım istiyorlar. Masa başında sonuç alamadıkları için halkın meydanlara çıkıp yasakçılara cevap vermesini bekliyorlar.
Nitekim, Tayyip Erdoğan, Birlik Vakfının 3 Temmuz 2004 tarihli, “Meseleler ve Çareler” konulu toplantısında; YÖK yasa tasarısı başta olmak üzere, halkın talep ettiği her konuda önce atılan adımların bilahare geri çekilmesiyle ilgili eleştirilere cevap verirken, NATO zirvesine karşı çıkanları “marjinallik”le suçlayıp, artık bu tür sokak eylemlerini terk etmeye çağıran sözleriyle büyük bir çelişkiye düştüğünün farkına bile varmadan şu ibretlik sözleri söyleyebilmiştir: “Meslek liseleri olayında, özellikle meslek liselerinde yavrularını okutanlar, çocuklarının durumuna sahip çıkmamışlardır. Bunun karşısına dikilenlere toplum gereken cevabı vermemiştir.” Bir yandan birkaç gün önce söyledikleriyle çelişkiye düşerek, halkın meydanlara çıkıp yasakçılara itiraz etmediğini ve YÖK tasarısına destek vermesi gerektiği halde bunu yapmadığını söylüyor, diğer yandan konuşmasının hemen devamında da yeni bir çelişkiye düşerek, hak talebiyle itiraz edecek kitleleri ürkütüp sinmeye sevk edecek ve bir Başbakana, bir lidere yakışmayacak sözler sarf ederek; “Ama bunun bedelini ödemeye siz hazır mısınız? Bunun bedeli var. Biz hükümet olarak bu bedeli ödemeye hazır değiliz” diyebiliyor.
Bir taraftan, kendisine de lazım olan ve kendisini iktidara da taşımış bulunan halkın muhalefet etme, itiraz etme, direnme hakkını kullanma azmini kırıcı, bastırıcı, sindirici, caydırıcı, öğütücü tutumlar ve söylemler sergileyerek statükoya savruluyorlar, diğer yandan halkın verdiği iradeyi kullanmak azim, irade ve cesareti gösterememelerinin faturasını da yine halkın tepkisizliğine keserek sıyrılmaya çalışıyorlar. Bir yandan, sık sık “gerilim çıkarmayın” uyarıları yaparak, Yargı Bakanının ağzından “devletin sopası”nın varlığını hatırlatarak, “bedel ödemekten” bahsederek, meydanlarda tepki göstermeyi “sonuç vermeyen marjinallikler” olarak damgalayarak, yani sürekli korku üreterek, polislerini biber gazları ve gaz bombaları ile sivil toplumun üzerine sürerek, halkı ürkütüp, edilgen ve pasif bir konuma sevk ediyorlar, diğer yandan da “neden çocuklarınızın haklarını gasp edenlere gerekli cevabı vermediniz” şikâyetinde bulunuyorlar. Halbuki, İslamı düşman ilan etmiş NATO’nun bütün üyelerini temsil eden AİHM’nin yine İslam düşmanlığına dayalı son kararıyla da desteklenen yasakları eleştirip, halkı bu tür yasaklara karşı tepki vermeye çağırmak, ancak İslama ve Müslümanlara yönelik yerel ve küresel bütün bu zulümlerin arkasındaki Batı emperyalizmine ve NATO’ya hayır eylemlerini anlamsız ve boş şeyler olarak nitelendirtmek gerçekten ibret verici büyük bir çelişkidir.
Bir başka çelişki de Başbakanla Dışişleri Bakanının açıklamaları arasında yaşanıyor. Birisi, Amerika ve NATO’ya hayır eylemlerini, sonuç vermeyen ve terk edilmesi gereken marjinal bir tutum olarak nitelendirip dışlarken, diğeri ABD’nin protesto edilmesini gerçekleştiren grupların gösterdikleri bu tepkilerini, Iraklı direniş gruplarının elindeki 3 işçinin serbest bırakılmasına sebep olan hayırlı bir çaba olarak nitelendirip, takdir ediyor.
Türkiye’yi yönetenler şunu akıllarından çıkarmamalıdırlar; halkımızda yeni yeni gelişen bu direniş azmi kırılır ve haksızlığa, zulme karşı çıkma dinamizmi yok edilirse, bir gün Türkiye’yi de kuşatması kaçınılmaz olan BOP ve NATO kararları istikametindeki emperyal projelerin uygulamasında sıra Türkiye’ye geldiğinde, emperyalist orduların karşısında Saddam gibi yalnız kalmaktan kurtulamazlar.
Bir fikrin, bir duruşun marjinal olması,
o fikrin ya da duruşun yanlışlığının delili olabilir mi?
Bir fikir, düşünce ve duruşun taraftarlarının marjinal olması, azınlığı teşkil etmesi, onun yanlışlığının ve terk edilmesi gerektiğinin delili olarak ileri sürülemez. Aslında toplumlarda büyük değişim ve dönüşümlere sebep olan fikir ve çabalar başlangıçta hep marjinal konumda bulunmuşlardır. Toplumlara hamle yaptıran, ileriye taşıyan köklü fikir ve düşüncelerin sahipleri de hep tek kişi olarak başlamışlar ve bu büyük dönüşümün yolundaki ilk adımları da ya tek başlarına yada birkaç kişiyle atmışlardır. Marjinallikten kurtulup bir an önce kitleleşmek ve aceleyle dünyevi sonuçlar elde etmek isteyenler; dönüştürmek istedikleri toplumdan farklarını oluşturan temel ilkelerini terk ederek, değiştirmek için yola çıktıkları statükoya ve toplumun cahili değerlerine savrulmaktan kurtulamazlar.
Hak ve adalet çizgisinde ısrarlı olmaktan kaynaklanan marjinallik şüphesiz ki şereftir. İnsanlığa hayırlı büyük değişim ve dönüşümlere sebep olan çabalar başlangıçta hep marjinal olmuşlardır. Önemli olan azınlıkta olup olmamak değil doğru konumda bulunup bulunmamaktır. Kur’an bir çok ayetinde “insanların çoğunun bilmeme” noktasında bulunduğunu, hakikate kendilerini kapatan konumları tercih ettiklerini vurguluyor. İblis ilk isyanı gerçekleştirip şeytanlık, saptırıcılık fonksiyonunu üstlendikten sonra, Rabb’imize hitaben, “onların çoğunu şükredici bulamayacaksın” diyor. Bir başka ayette ise, “iman edip salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır” hükmü yer alıyor.
O halde anlamlı, değerli, itibarlı ya da doğru olmanın ölçüsü çoğunlukta olmak veya dünyada somut sonuçlar elde etmek değildir. Tek kişi bile kalınsa, hak, adalet ve tevhid çizgisinde bulunan kişilerin durduğu yer doğru, isabetli, değerli ve anlamlıdır. Hak istikametteki büyük değişimlerin yolunu açanlar da, hep marjinal kalma pahasına temel ilke ve değerlerinden taviz vermeden istikrarlı ve süreklilik arz eden onurlu ve şahsiyetli duruş ve çabaları ortaya koyanlar olmuştur. Bu anlamda bütün Peygamberler de marjinaldiler. Hatta toplumlarının çoğunluğunun, yani marjinal olmayanların yanlışta direnmesi, yalanlaması sebebiyle pek çokları da marjinal olmaktan hiç kurtulamadan ömürlerini ve görevlerini tamamladılar. Mesela NUH (s), 950 yıllık; tebliği, fesada karşı ıslah edici çabayı ve marufu emredip münkere karşı durmayı içeren tevhid ve adalet mücadelesinde, toplumun batılda direnmesi sonucu bir gemi dolduracak kadar insana bile ulaşamamış ve Erdoğan’ın ifadesiyle dünyada bir sonuç ya da başarı da elde edememiş, iktidar da olamamıştı. O halde, Erdoğan ve destekçilerinin mantığı ile Nuh (as) yanlış yolda, manasız ve terk edilmesi gereken şeylerin peşinde boşuna bir uğraş mı vermişti? Allah’a sığınarak haddimizi bilmek kadar değerli ve önemli bir şey olamaz. Bize yakışan, istikameti kaybetmeden dosdoğru yolda ısrarlı ve istikrarlı bir yürüyüşü gerçekleştirmek, her şart altında tavizsiz bir biçimde ve Allah rızası için doğru olanı yapmaktır, Hz. Nuh’un örnekliğinde olduğu gibi kınamacıların kınamalarına aldırmadan tevhid gemimizi inşa etmeyi ısrarla sürdürmektir, sonuçları taktir etmek ise sadece Allah’a aittir.
Sonuç almak, başarılı olmak tamamen Allah’ın takdir alanına giren hususlardır. Bizim irademize bırakılmış olan ise, ne pahasına ve hangi şartlar altında olursa olsun, mutlaka yaratılış amacımız istikametinde üzerimize düşen kulluk görevimizi yerine getirmekten, Hakikatin mesajını hayatımızda örnekleyerek ısrarla insanlara ulaştırmaktan, tevhidin ve adaletin ikamesi için hayırlı, olumlu adımlar atmaktan, bu çabalarımızı ısrarla ve Allah rızası için sürdürmekten ibarettir. Bize düşen, siyasi ve dünyevi çıkarlarımız uğruna, bizi biz yapan bize şahsiyet ve şeref kazandıran temel ilkelerimizi, imani ve ahlaki değerlerimizi terk etmemektir. Niteliksiz kalabalıkların, küresel ve yerel zalimlerin istekleri yerine getirilerek, ilkeler feda edilerek belki marjinallikten kurtulmak mümkün olabilir, ancak bunun itibar kazandıran onurlu bir tutum olduğu söylenemez. Çünkü Kur’an “izzetin, onurun, şerefin tamamının Allah’ın yanında olduğunu” açıkça beyan etmiş bulunmaktadır. O halde izzeti ve itibarı yanlış yerlerde aramaktan Allah’a sığınmak lâzımdır.
Diğer taraftan, marjinal eylemlerin Türkiye’nin itibarına zarar verdiği iddiası seküler bakışla bile doğru bir sonuç değildir. Nitekim, AKP grubunun büyük çoğunluğu birinci tezkere için “evet” oyu vererek ABD saflarında Irak işgalinin içinde yer almayı onaylarken, Başbakanın marjinallikle suçladığı gösterilerden etkilenerek vicdanının sesini dinleyen bir avuç “marjinal” AKP milletvekilinin hayır oyu vermesi, işkenceci, tecavüzcü ABD askerleri ile birlikte doğrudan bu pis işgalin içine girilmesi ve katil ABD askerlerinden yaklaşık 80 bininin ülkemize yerleşmesi engellenmiş ve böylece Türkiye’nin hem İslam dünyasındaki hem de Batıdaki itibarında bariz bir yükselme yaşanmıştı. Başlangıçta Erdoğan’ın çok kızıp, hatta hakaret ettiği söylenen o “marjinal” milletvekilleri olmasaydı bugün kendisi başta olmak üzere herkes çok daha fazla utanıyor olacaktı.
Tayyip Erdoğan’ın küresel zulme itiraz eylemlerini
mahkûm eden söylemi tehlikeli bir biçimde yaygınlaştırılıyor
Tayyip Erdoğan’ın, emperyalizme ve zulme karşı eylemleri anlamsız, sonuç vermeyen ve artık geçmişe gömülmesi gereken marjinal davranışlar olarak niteleyip mahkum etmeye yönelik tutumu, dil sürçmesi sonucu ortaya çıkmış geçiştirilmesi gereken bir durum, yada meramını aşan bir üslup yanlışlığı olarak da algılanamaz. Çünkü bu söylem Başbakanın grup konuşmasında geçtiği için, üzerinde çalışılmış bilinçli bir tercih olarak algılanmak durumundadır. Ayrıca AKP milletvekilleri ve bazı yazarlarca da desteklenerek yaygınlaştırılmış ve halkımızın özgürlükleri açısından tehlike arz edecek boyutlara ulaştırılmıştır. Bu bakımdan da üzerinde uzun uzun durup, karşı eleştiriler yapmayı hak etmektedir. Mesela, AKP milletvekili Nevzat Yalçıntaş da liderinin yolunda yürüyerek, NATO karşıtı eylemler için aynı talihsiz sözlere destek vermiştir; “NATO nümayişçilerine gelince: Ne kadar mânâdan yoksun bir şeyler yaptığınızın farkında mısınız?” diyebilmiştir. Vakit gazetesi yazarı Yavuz Bahadıroğlu’da Tayyip Erdoğan’a destek vererek, neredeyse ABD’yi kadiri mutlak yenilmez bir ilah konumuna oturtmuş, ABD ve NATO’ya yönelik direnişlerin kendince anlamsızlığını ortaya koymaya ve halkımızın direniş azmini yok edici çabalara katkıda bulunmaya çalışmıştır. Geçmişte kalan Amerika ve 6. Filo karşıtı eylemlerin anlamsızlığını ifade ederek, artık bunların terk edilmesi gerektiğini yazdığı köşesinde, “…en az şimdikiler kadar saftık: Bildiri dağıtmakla, havaya yumruk sıkmakla, bilemediniz iki slogan arası bağırıp çağırmalarla ve nihayet kendimizi coplatmakla dünyayı değiştirebileceğimizi zannederdik!” “Artık biliyoruz ki, tüm Altıncı Filo’yu yok etme kudretine sahip bulunsak ve bunu gerçekleştirsek bile, Amerika’nın eline kıymık batmış kadar bir etki bile yapmış olmazdık…” ifadelerine yer vermiştir. Gerçekten ibret verici söylemler bunlar. Halkın direniş azmini yok etmeye yönelik ve küresel zalimlere yenilmezlik imajı kazandırarak emperyalizme teslimiyete razı olmaya çağıran söylemler yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Üstelik itiraz edip, onurlu davranışlar sergileyenler de, aşağılanıp, küçümseniyor.
Katillere, zalimlere, işkencecilere, İslam düşmanı emperyalistlere, arzda fesad çıkaranlara işbirlikçilik yaparak, yardım ve yataklık ederek itibar kazanılacağına inanmak, zalimlere karşı hakkı haykırmayı, adaleti savunmayı ise “mânâsız bir şey” olarak nitelendirmek iman mantığı ile bağdaşmayacak bir büyük sapmayı oluşturmaktadır. Kur’an baştan sona zalimlere karşı mücadele ve direnişle adaleti ikame etmeye çağırırken, Peygamber, “en büyük cihadın zalimlerin yüzüne hak sözü haykırmak olduğunu” söylerken, Müslüman olduğunu söyleyen birileri, “zalimlere ve zulme karşı susan dilsiz şeytan” olmayı yaygınlaştıracak propagandalar yapmaktan utanmıyorlar. İşgalcilere, sömürgecilere, emperyalistlere, katillere, işkencecilere karşı çıkmak, itiraz etmek, ahlaki tavırlar koymak, insan hak ve onurunu savunmak ne zamandan beri olumsuz, anlamsız ve terk edilmesi gereken bir tutum olarak nitelendirilir oldu?
Şu iyi bilinmelidir ki; insani ve İslami değer ve sorumluluklarını müdrik insanlar ve Müslümanlar var oldukça, emperyalist saldırı, işgal, sömürü, katliam ve insan hakları ihlalleri sürdükçe, tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesi ve bu çerçevede zulme karşı itirazlar ve fesad çıkaranlara karşı ıslah edici çabalar da sürecektir. Yaratılış gayesinin bilincinde olanlar için bu, terk edilemeyecek bir ibadet, fıtratını koruyan insanlar için de erdemli, onurlu olmanın kaçınılmaz bir gereğidir.
Marjinallikten rahatsız olmadan itirazımızı yükseltmeli,
hak ve adalet arayışımızı sürdürmeliyiz !
Emperyal amaçlarla sık sık bölgemize müdahale ederek, “Haçlı seferleri” düzenleyerek Müslüman halklarımıza, kan ve gözyaşına bulanmış ıstıraplı dönemler yaşatan emperyalist devletlerin ve en çok da terörist katil İsrail’in hamisi, teşvikçisi katil ABD’nin bizim kaderimiz üzerine tek söz söyleme hakkı olamaz. Bedeli neyse ödemeliyiz, ancak buna asla müsaade etmemeliyiz. Bu bölge bizim bölgemizdir. İslama ve Müslümanlara ait bu coğrafyaya kimse yeni projeler dayatmaya kalkamaz. Bölgemizin ve kendimizin kaderini biz Müslüman halklar özgür iradelerimizle belirlemeliyiz. Kaderimiz üzerine söz söyleme ve proje üretme hakkı sadece bize ait olmalıdır. Emperyalist devletler, ABD ve Avrupa, yerli işbirlikçilerini de alıp bölgemizi terk etmelidirler. Gölge etmesinler başka ihsan istemiyoruz.
Bizi ve canımızdan aziz olan İslamı düşman sayıp, yıllarca ve halen bize zulmeden despot yönetimlere ve darbecilere destek verenler mi, Afganistan, Irak ve Filistin’de bunca katliam, işkence ve tecavüzleri halen yapmakta olanlar mı bizi özgürleştirecekler? İslamı açıkça düşman ilan etmiş bulunan NATO’nun ve emperyalist müttefiklerinin bölgemizde ve ülkemizde ne işleri var? Bunlara asla sessiz kalamayız. Marjinal bile kalsak, ibadet bilincine dayalı itirazımızı mutlaka yükseltmeliyiz. Böylece, bir yandan kulluk görevimizi ifa ederek Rabb’imize mazeret hazırlarken, diğer yandan da tarihe onurlu bir not düşmeliyiz. Yıllardır uyutulup oyalanan halkımızın emperyalistleri tanıması için örneklik oluşturmalı, muhalefet bilincini ayağa kaldırmalıyız.
Bu tür itirazlarımız, zalimlere karşı hakkı haykırma çabalarımız, şüphesiz ki öncelikle bizim ruhumuzun ihtiyacı olan ibadetlerimizden bir kısmını teşkil etmektedirler. Diğer taraftan yeniden oluşturmak durumunda olduğumuz ümmet bilincinin yeşermesine yol açan dayanışma alanlarımızı oluşturmaktadırlar. İçinde yaşadığımız toplumlara karşı sorumluluğumuzun da bir gereğidirler. Halkımızı bilinçlendirip yeniden inşa etmeye, niteliğini ve muhalefet bilincini yükseltmeye, hak ve özgürlükleri için mücadele etme vasfını arttırmaya yönelik büyük dönüşümün de temel bir gereği durumundadırlar. Ayrıca bu tür tavır alışlar, Allah’ın emrinin ve Resulullah’ın sünnetinin de bir gereğidirler. Gelecek nesillere sahih bir din anlayışı ve doğru bir mücadele geleneğinin bırakılmasına da vesiledirler. Nihayet, insanlık onuru ve fıtri erdemler de böyle onurlu direniş ve duruşların sergilenmesini gerekli kılmaktadır.
Bizler, bu bölgenin Müslüman halkları ve erdemli insanları olarak; emperyalizme ve işgal, sömürü, katliam projelerine karşı onurlu tavırlar koymalıyız. İlkeli ve nitelikli itirazlarımızı Allah razı olsun diye yükseltmeliyiz. Hem de geçmişinden utanarak demokratik tevbe yapanların, siyasi çıkarları uğruna ahlaki ilkelerini feda edenlerin, yaşadıkları çürütücü pragmatizmin etkisiyle, bu onurlu duruş ve itirazları marjinallikle nitelendirip aşağılamalarına aldırmadan, ısrarlı, ilkeli duruş ve direnişler gerçekleştirmeliyiz. Çünkü biz biliyor ve inanıyoruz ki, utanılacak, pişman olunacak şey emperyalistlere yardım ve yataklık yapmaktır. İnsani erdemlerle, insanlık onuruyla ve imanımızla bağdaşmayan şey, küresel korsanlara, küresel katillere, işkencecilere işbirlikçilik konumuna sürüklenmek ya da zulme karşı sessiz kalmaktır. Emperyalizme “go home” demek, işgal, katliam ve sömürüye karşı çıkmak, modası geçen bir söylem değil, insani erdemler ve insanlık onuru var oldukça devam edecek şahsiyetli ve şerefli bir duruştur.
Bugün bize düşen, emperyalistlerin yok etmek ve dönüştürmek için sürekli yeni projeler hazırladıkları İslami kimliğimize, bize şahsiyet ve onur kazandıran değerlerimize ısrarla ve ihlasla sarılmaktır. Bireyden ümmete Kur’an merkezli yeniden inşa hareketini ısrarla ve tavize yanaşmadan sürdürmektir. Her şeye ve her şarta rağmen Kur’an neslini inşa çabalarımızı, istikrarlı, sürekli, planlı, disiplinli ve ilkeli projeler çerçevesinde yaygınlaştırmaktır. Kısa sürede sonuç almaya değil, zorluklardan yılmayan, bıkmayan, yorulmayan bir mücadele azmine endeksli uzun soluklu yürüyüşlere hazır olmaktır.
Ne pahasına olursa olsun: Bizim ömrümüz içinde ciddi sonuçlar alınamasa da, hiç olmazsa gelecek nesillere sahih bir din anlayışını ve doğru, ihlaslı, ilkeli bir mücadele ve direniş geleneğini, samimi bir imanın sorumluluk bilincini, kulluk eksenli bir hayat tasavvuru çerçevesinde ümmeti yeniden inşa etme sürecini miras olarak bırakabilmenin sorumluluğunu mutlaka yerine getirmeliyiz. Bir yandan konjonktürel zulümlere karşı itirazımızı yükseltip direniş hatları oluştururken, diğer taraftan stratejik hedefimize yönelik eğitim, tebliğ ve ümmeti yeniden inşa çabalarımıza süreklilik kazandırmalıyız.
Bu küresel saldırıyı, küresel kuşatmayı, küresel bir itirazı yükselterek, küresel bir sorumluluğu omuzlayarak, küresel ittifakları üreterek aşabiliriz. Bu amaca yönelik sahici projeleri, tevhid, adalet ve özgürlük ekseninde üretmeyi mutlaka başarmalı ve muhtaç olan tüm insanlığa Kur’an’ın kurtarıcı, diriltici ve karanlıktan aydınlığa çıkarıcı mesajını ihlasla taşımalıyız. Peygamberimizin bize şahitliğini örnek alarak, karanlıktaki tüm insanlara vahyin şahitliğini yapacak güzel örneklerin sayısını arttırmalıyız. Biz bu sorumluluklarımızın gereğini, marjinal suçlamalarına aldırmadan ihlasla yerine getirerek, Rabb’imizin vadettiği yardımına müstehak olabilirsek, işte o zaman Rabb’imizin Kur’an’da beyan ettiği müjdesi gerçekleşecek ve “ o zalimler nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini göreceklerdir”.