}
Bismillahirrahmanirrahim
“Müslüman olduğunu” söylediği hâlde, bazı hayat alanlarında Allah’a ibadet/itaat ederken bazı alanlarda da hevaya ya da tağutlara uyanlar, hayat tarzı ve ameller alanında müslüman olmayanlardan ayırt edilmez bir hâle gelmişlerdir. Hâlbuki Rasûlün (s) önderliğindeki ilk Kur’an neslinin örnekliğinde, tevhidî imanın, İslami şahsiyetin ve İslamî toplumun inşası sürecinde, imanî, amelî ve toplumsal/yapısal planda üç hicret gerçekleştirilmişti. Cahiliye inancından, cahiliye hayat tarzı ve amellerinden ve cahiliye toplumundan, akıdevî, amelî ve cemaat planında tam bir ayrışma yaşanmıştı. Çünkü özgün ve bağımsız bir İslamî kimliğin, İslamî hayat tarzının, İslamî toplumun ve İslami sistemin inşa edilmesi de, sürekli ve istikrarlı biçimde istikametini koruyarak gelişip korunması da ancak böylesine kapsamlı bir ayrışma ve uzlaşmazlık ile mümkündür. Aksi takdirde vakıada yaygın biçimde yaşanmakta olduğu gibi derin ve büyük bir yozlaşma kaçınılmazdır.
Kur’an’da Kâfirlerle Mü’minler Arasındaki Ayrışma Vurgulanırken İnançtan Ziyade Hayat Tarzı ve Ameller Öne Çıkarılmıştır
Bu sebeple Kur’an’da, kâfirlerle mü’minler arası ayrışma konusundaki vurgu bile, hep ibadetler ve ameller alanında yapılmış ve öyle yönlendirilmiştir. Kur’an ayetlerindeki beyanlara göre, hayatı kuşatan ibadetin/itaatin sadece Allah’a mı, yoksa başkalarına da mı yapılacağı konusunda müminlerle, mümin olmayanlar arasında ayrışma yaşanır. Rasûle (s) ve mü’minlere, “sadece Allah’a ibadet/itaat edeceklerine, O’ndan gayrısına asla ibadet/itaat etmeyeceklerine ve mü’min olmayanlardan bu konuda ayrıştıklarına, sonuçta müminlerin amellerinin/ibadetlerinin kendilerine, diğerlerinin de kendilerine ait olacağına” dair ifadeler farklı surelerde defalarca ve te’kiden söylettirilir.
Mekke’de müşrikler ve onların yönetimindeki şirk sistemi, kendilerini Hz. İbrahim’e (as) nispet edip İbrahim’den (as) gelen dinin “namaz, umre, hac, kurban kesmek vb.” bazı bireysel ibadetlerini de bozarak sürdürdükleri ve başta putlara tapmak olmak üzere birçok şirk unsurunu da içine kattıkları bu dine “Atamız İbrahim’in Dini” dedikleri bilinmektedir. Bugün de benzer bir durum yaşanmakta ve kendilerini Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in yolunda müslümanlar olarak nitelendirdikleri hâlde büyük çoğunluk, Kur’an’ı terk etmiş, “namaz, oruç, hac, kurban vb.” bazı ibadetleri de tahrif edip içlerini boşaltarak sürdürmektedirler. Üstelik birçok bid’at ve hurafeyi de içine kattıkları bu “geleneksel cahiliye” din algısını İslam olarak adlandırmaktadırlar.
Mekke müşriklerinin Rasûlullah’ı (s), “Atalar Dini”ne, atalardan devraldıkları ve Hz. İbrahim’e (as) nispet ettikleri bu “geleneğe” karşı çıkmakla suçladıkları ve din konusunda ortaklaşıp uzlaşmayı teklif ettikleri de bilinmektedir. Dinleri karıştırıp uzlaştırarak birlik olmayı, böylece her iki dinin “faydalı” olan yönlerinden iki tarafın da istifade edebilmesi yaklaşımıyla dinler konusunda ortaklık yapmayı teklif etmişlerdir: “Bir gün Peygamberimiz Kâbe’yi tavaf ederken Velid bin Muğîre, Ümeyye bin Halef, As bin Vâil ile karşılaştı. Bunlar, kabileleri arasında çok önemli kimselerdi. Dediler ki: “Yâ Muhammed! Gel, biz senin ibâdet ettiğine ibâdet edelim, sen de bizim ibadet/itaat ettiğimize ibadet et. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin ibâdet ettiğin bizimkinden hayırlıysa böylece ondan nasibimizi alırız. Yok, eğer bizim taptığımız seninkinden hayırlıysa o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun.”
Bunun üzerine Kâfirun Suresini inzal eden Rabbimiz, Müslümanlar çok ağır ve zor şartlar altında bulundukları hâlde, bu uzlaşma teklifini, “ibadet ve amellerin ayrışması gerektiği ve birlikte yönetimde aynı otoriteye itaatin asla mümkün olamayacağı” içerikli onurlu bir duruş ve beyanla reddettiriyor. Bu Sureyle, ibadet, itaat ve ameller konusunda tam bir uzlaşmazlık, ayrışma ve beraatın ilanı yapılırken ibadet/itaat edilecek merci konusundaki temel ayrışma te’kiden vurgulanıyor: “De ki: “Ey Kâfirler!” “Ben sizin kulluk/ibadet ettiklerinize kulluk/ibadet etmem.” “Siz de benim kulluk/ibadet ettiğime kulluk/ibadet edici değilsiniz.” “Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim.” “Siz de benim kulluk/ibadet ettiğime kulluk/ibadet edecek değilsiniz.” “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”
Şura Suresi 15. âyette de; Rasûlullah’a (s) ve mü’minlere hitaben, hayat tarzı, yönetim biçimi, itaat, ibadet ve ameller konusundaki uzlaşma tekliflerine ve onlarla birlikteliğe karşı tavize yanaşmamaları, onların hevasına uymamaları, sadece tevhide davette, Kur’anî bir hayat ve yönetimde ısrar etmeleri emredilmiştir; “İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevalarına uyma ve de ki: Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir.Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır”.
Bakara Suresi 139. âyette ise, aynı ayrışma şöyle ifade edilir; “De ki: ‘Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, O’nun hakkında bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size. Biz O’na gönülden bağlanmış kimseleriz.”
Yunus Suresi 41. âyette de bu husus şu şekilde ifade edilmektedir: “Eğer seni inkâr etmeyi sürdürürlerse, de ki; ‘Benim amelim bana, sizin ameliniz de size aittir. Siz benim yaptıklarımdan berîsiniz/uzaksınız ve ben de sizin yaptıklarınızdan berîyim/uzağım’…”.
Bütün bu ayetlerden de anlaşıldığı üzere, imanın gereğini yaşamak ve Kitaba göre amel etmek o kadar önemli ve belirleyicidir ki, mü’minlerle inkâr edenlerin ayrışması vurgulanırken bile inanca vurgudan daha çok hayat tarzı ve ameller arasındaki farklılaşma, Allah’a kulluk/ibadet edenler ile başkalarına da kulluk/ibadet/itaat edenler arasında ayrışma öne çıkarılmaktadır. Böylece hem onlardan hayat tarzı, ibadet ve ameller alanındaki ayrışma gündeme getirilmekte, hem de kimin ibadete layık olduğuna ve ibadetin/itaatin kime yapılması gerektiğine dair bir uyarı ve örneklik de ortaya konulmuş olmaktadır. Ancak maalesef Müslüman olduğunu ve iman ettiğini söyleyenlerin büyük çoğunluğu yüzyıllardır öylesine büyük bir yozlaşma yaşamışlardır ki, sürdürdükleri hayat tarzı, yönetim biçimi ve itaat ettikleri otoriteler ile yaptıkları amellerin çoğunluğu bakımından Müslüman olmayanlardan pek farkları kalmamış bulunmaktadır.
Mekke’de, İslam ve Cahiliye Arasında, Sosyal ve Siyasal Yapılanma ve İtaat Alanında da Tam Bir Ayrışma ve Uzlaşmazlık Yaşanmıştır
Bilindiği üzere, Mekke şirk sisteminin liderleri, Rasûlullah (s) ve ilk nesil Müslümanlara, Hak ile bâtılı karıştıran çoğulcu bir yönetimle toplumu birlikte yönetmeyi ve devlet başkanlığını da Rasûlullah’ın yapmasını teklif ederek şunları söylemişlerdi: “Eğer sen, bu getirdiğin dini kullanarak mal edinmek istiyorsan, senin için mal toplarız ve aramızda en çok mala sahip olanımız olursun. Eğer bu yaptıklarınla şeref elde etmek istiyorsan seni başımıza lider tâyin ederiz ve sensiz hiç bir şey yapmayız. Eğer hükümdar/(devlet başkanı) olmak istiyorsan seni kral/hükümdar yaparız.” Bu teklifleriyle müşrikler, “bizim sistemimize dokunma, ama istersen onu gel sen yönet” önerisini getiriyorlardı. Hatta sen dininden vazgeç bile demiyorlardı, “senin dininle bizimkini uzlaştıralım devletin başkanı/hükümdarı da sen ol” diyorlardı.
Rabbimiz Mekke’de inzal ettiği Surelerde, mesela Âraf Suresinin 54. âyette; “Yaratmak da emretmek de Allah’a aittir.”, Casiye Suresi 18. âyette; “Sonra seni de emrimizden bir şeriat üzere kıldık o halde sen ona uy ve bilmeyenlerin hevasına (arzularına) uyma.”, Yusuf Suresi 40. âyette, “Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk/ibadet/itaat etmemenizi emretmiştir”, Şura Suresi 21. âyette ise; “Yoksa onların Allah’ın dinde izin vermediği şeyleri kendilerine şeriat kılan/yasalaştıran/meşrulaştıran (Allah’a eş koştukları) ortakları mı var?” gibi açık hükümler vazetmek suretiyle Rasûllulah’ı (s) ve beraberindeki mü’minleri bu istikamette yönlendirmiştir.
Böylece, yönetimde, hükümet etmede, hayata düzen verecek kuralları koymada tek nihaî merciin Allah olduğu, yaratma nasıl O’nun tekelinde ise yaratıklarına emretme yetkisinin de O’nun tekelinde olması gerektiği ifade edilmiştir. Allah’ın hükmüyle hükmedilmeyen, nihaî anlamda Allah’ın emrinden oluşan şeriatının belirleyici ve hâkim olmadığı hiçbir yönetimin meşru olmayacağı ve böyle şirke bulaşmış yönetimlerden müslümanların razı olamayacağı, içinde ya da başında görev alamayacağı veya ona destek olamayacağı son derece açık biçimde ifade edilerek, mü’minler şirk sistemi ve yönetiminden berî olmaya yönlendirilmişlerdir. İşte bu sebeple, Ebû Tâlib, müşriklerin uzlaşma taleplerini Rasûlullah’a (s) anlatınca onun asla uzlaşma kabul etmeyen şu meşhur cevabı verdiğini biliyoruz: “Amca, vallahi, bu dâvâdan vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücâdeleden geri kalmam.” (İbn İshak, Siyer, Akabe Y. s. 257-263).
Rabbimiz Kalem Suresi 8-9. âyetlerde de bâtıl sistem, yönetim ve ideolojilerle uzlaşmaktan ve onlara itaat etmekten sakındıran uyarılar yapmıştır: “Şu halde yalanlayanlara itaat etme. Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp uzlaşacaklardı.” Necm Suresi 29. âyette ise; “Öyle ise bizim zikrimizden (Kur’an’dan) yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden yüz çevir.” buyurulmuştur. En’am Suresi 153. âyette de ayrışma ve uzlaşmazlık, sırat-ı müstakime uyma ve ondan ayıracak başka yollara uymama çağrısı biçiminde gündeme getirilir; “İşte bu, benim dosdoğru yolum. . Şu halde ona uyun. Sizi O’nun yolundan ayıracak (başka) yollara uymayın. İşte sakınasınız diye Allah size bunları emretti.” Şuara Suresi 150-152. âyetlerde ise şöyle emredilmiştir; “Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” “Yeryüzünde ıslaha çalışmayıp fesat çıkaran haddi aşmışların emrine itaat etmeyin.”
Kur’an’da Hak ile bâtılın uzlaşmazlığı, ayrışması ve Hakk’ın bâtıla üstünlüğü ısrarla vurgulanır. Bu konuda şu birkaç âyet bile meseleyi açıklığa kavuşturacak bir netlik arz etmektedir. Mesela İsra Suresi 81. âyette; “De ki: “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkûmdur.” buyurulur. Enbiya Suresi 18. âyette ise; “Hayır, biz hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın (batıl) o anda yok olup gitmiştir…” hükmü yer alır. Tevbe Suresi 33. âyette de Allah’ın, Rasûllerini Hak dinini bütün bâtıl dinlere üstün kılmaları amacıyla gönderdiği beyan edilmiştir: “O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir.” Bu hüküm Fetih Suresi 28. âyette de tekrarlanmıştır.
Bu âyetlerden de anlaşıldığı üzere, Hak, bâtıl ile uzlaşıp çoğulcu bir anlayışla birlikte yönetmek ve ortaklık kurmak ya da bâtıl ile hükmedenlere iştirak edip destek vermek, onlara itaat etmek için değil, bizatihi bâtılı yok etmek, insanları bâtılın karanlıklarından ve sömürücü pençesinden kurtarıp aydınlığa ve adalete ulaştırmak üzere gönderilmiştir. Bu sebeple Hak ile bâtıl asla uzlaşamayacak ve asla koalisyon kurup topluma birlikte hükmedemeyecektir. Âyetlerde açıkça ifade edildiği üzere Rasûller de, Hak dinle hükmedip bâtıl dinlerin hâkimiyetine son vermek ve Hak dini onlara üstün kılmak için gönderilmişlerdir.
Müslümanların Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen bâtıl sistem, devlet ve hükümetlere, laik, seküler yönetimlere itaat etmeleri, onları desteklemeleri, onları sevip benimsemeleri ve hele de içlerinde görev almaları, İslam’ın temel akıdevi ölçülerine aykırı tercihlerdir. Hak dinin hâkimiyetinde bâtıl dinlerin müntesipleri fert ve cemaat bazında özgürce yaşama imkânına sahiptirler, ancak onların toplumu yönetme, hele de müslümanları şirk hükümleriyle yönetme hak ve yetkileri asla yoktur. Müslümanların da buna rıza göstermemeleri, bâtılın hükmetmesine destek vermemeleri imanî sorumluluklarıdır. Müslümanların bâtıl siyaset içinde yer almaları, bâtıl ile hükmetmeye tâlip olmaları ise, doğrudan akıdevî bir sapmayı teşkil eder. Böyle bir tercih, imana şirk bulaştırmak anlamına gelir.
Yukarıda zikredilen bütün âyetlerde, mü’minlerle diğerlerinin ayrışması gündeme getirilirken, inançla ilgili farklılıktan daha ziyade hayat tarzı, ameller ve itaat konusundaki ayrışma vurgulanmıştır. Yahut da sadece inanç farklılığı değil de daha çok imanın tezahürü olarak neye veya kime itaat/ibadet ettikleriyle ilgili ayrışma öne çıkarılmıştır. Bu ayrışma ve uzlaşmazlık gereğince, Rasûlün önderliğindeki mü’minler müşriklerle ortak yönetimlerden, onların yasama meclislerinde ve hükümet mekanizmalarında yer almaktan uzak durmuşlar, onlardan berî olduklarını ilan etmişlerdir. Mekke şirk sisteminin parlamentosu olan “Dar’un-Nedve”ye girmek için çalışmayı bırakın, iman etmeden önce “Daru’n-Nedve”de çok önemli görevlerde yer alan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (ra) gibi şahsiyetler, müslüman olunca tevhidî imanın kaçınılmaz bir gereği olarak o görevlerinden ayrılmışlardır. Hatta onların meclisleri olan Daru’n-Nedve’ye katılmadıkları gibi tam tersine kendi özgün meclisleri olan Daru’l-Erkam’ı oluşturmuşlardır. İşlerini kendi meclislerinde “şûra” ile aldıkları kararlarla yürütmüşlerdir. (Şûra, 42/38). Bu iki meclisin mukayese edildiğine dair bilgiler bile Kur’an’da bildirilir: “Kendilerine âyetlerimiz ayan beyan okunduğu zaman inkâr edenler, iman edenlere: İki topluluktan hangisinin (hangimizin) mevki ve makamı daha iyi, NADİYE/MECLİS ve topluluğu daha güzeldir? dediler.” (Meryem, 19/73).
Bütün bunlar göstermektedir ki, müşriklerin siyasal, hukukî ve sosyal planda birlikte olma tekliflerinden, üstelik devlet başkanlığı da Rasûlullah’a verildiği halde uzak durulduğu gibi, vahiy gelmezden önce var olan birliktelikler de sona erdirilmiştir.
Görüldüğü üzere vahyin yönlendirmesiyle gerçekleşen Mekke’deki güzel örneğimizde; “-cahiliye inancına karşı tevhidî iman, -cahiliye amellerine karşı İslami salih ameller, -cahiliye toplumuna karşı ilk İslam ve Kur’an toplumu nüvesi, -cahiliye meclisine karşı İslamî şûra meclisi” oluşturularak, bütün bu alanlarda cahiliye ile İslam, müşriklerle müslümanlar arasında tam bir ayrışma yaşanmıştır. Bütün bu alanlarda bâtıl olanla ayrışma ve uzlaşmazlık ekseninde vahye dayalı özgün bir inşa gerçekleştirilip sürekli kılınamazsa, davetin muhatabı olan toplumun tevhidî istikamette dönüştürülmesi mümkün olmayacağı gibi, yeni oluşan örnek Kur’an toplumu nüvesini ve İslami hareketi muhafaza edip sürekli kılmak dahi imkânsız hâle gelir.
İşte böyle bir örneklikle, Kur’an’da ve Rasûlün önderliğindeki ilk Kur’an neslinin pratiğinde Hak ile bâtıl arasında, farklı akıdelerin hayata yansıması olarak, hayat tarzı, ameller ile sosyal ve siyasal yapılanma ve itaat/ibadet edilecek merci bakımından tam bir uzlaşmazlık ve ayrışma ortaya konulmuştur. Ancak daha sonraki yüzyıllarda ve günümüzde bu netlikte bir uzlaşmazlık ve ayrışma sürdürülememiş, Hak müntesiplerinin bâtıla benzemesi sonucu tam bir kargaşaya sürüklenilmiştir.
Bugün “müslümanım” diyenlerde, hayat tarzı ve ameller ile otoriteye itaat alanında yaygın biçimde tam bir kargaşa ve yozlaşma yaşanmakta ve süreklilik arz eden bu durum akıdevî alana da sirayet edip imana şirk bulaştırılmasına yol açmaktadır. İmansız salih amel olmaz, ama salih amel olmadan da iman yaşayamaz. Tabiri caizse, salih amel imanın gıdası gibidir. İmanın gereği, hayatın bütününde Allah’ın hükümlerini hâkim kılarak hayatı ibadet kılmaya çalışmaktır. İmanın varlığı ya da yokluğu, bütün hayat alanlarında yapılan amellerde tezahür eden yansımasıyla belli olur. Bu sebeple, kalplerdeki iman ya da inkâr bilinemeyeceği için, mü’min/müslim olanlarla olmayanlar, hayat tarzları, amelleri ve yönetim konusundaki tercihleri ve itaatleriyle ayırt edilirler. İşte imanî ayrışmanın kaçınılmaz gereği olan bu hayat tarzı ve ameller ile yönetimde esas aldıkları hükümler ve yöneticilere itaat gibi alanlarda; şirk sistemi, şirk amelleri ve hayat tarzı ile uzlaşmazlık ve ayrışma İslami kimlik ve İslami toplumun oluşmasının ve korunmasının temel şartıdır.