Hutbe: Birbirinizle Çekişmeyin! Gücünüz Gider. “Allah’a ve Rasul’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal: 46) Bugün, İslam Dünyasının gelmiş olduğu konum gerçekten içler acısı bir durumu ifade ediyor. Bunun sebeplerinin neler olduğuna dair tesbitlerin yapıldığında birçok hususun altını çizeriz. Bunların başında Kur’an’dan ve Kur’an’ın ete, kemiğe bürünmüş şekli olan Rasul (A.S)’ın güzel örnekliğinden yani sünnetinden uzaklaşmanın temel hususları oluşturduğunu müşahede ederiz. Bu durum cahiliyenin yeniden üretilmesini beraberinde getirdiği için birçok sapmayı da bünyesinde barındırmıştır. Bunlardan biri de mezhepçiliktir. Mezheb konusuna eğildiğimizde şu hususun temel olduğunu net bir şekilde tesbit edebiliyoruz ki o da şudur; mezheb imamı diye ifade edilen o alim şahsiyetlerin hiçbiri “biz bir mezheb kuruyoruz, gelin bize katılın” diye bir davette veya çalışmada bulunmamışlardır. Fakat onlardan sonrakiler onların ortaya koydukları sistematiği ekol haline getirerek mezhepleştirmişlerdir. Mesele bununla kalsa ve yetinilse idi problem olmazdı. Ne ki bununla kalınmadı ve üzerinden fazla geçmeden ayrılık ve fitne unsuru olarak kullanılır oldu. Mezheb konusundaki ifrat tavrının ayırıcı özelliği mezhebtaşlığı dindaşlıktan önde tutması, mezheb taassubunun dine galebe çalmasıdır. Kişinin mezheb taassubunun meşru sınırları zorlamasıyla “ben haktayım” yerine “hak benim” deme cür’etkârlığını göstermesidir. Bu ifrat tavrın uç noktası hoşlanmadığımız bir isimle mezhebçilik yapmaktır ki, bu durumda mezheb takip edilen bir ekol olmaktan çıkıp tezgahta pazarlanan, tüketime elverişli bir metaya dönüşmüştür. Kişinin mensup olduğu mezhebe bundan daha büyük bir hakaret yapabileceğini düşünemeyiz. Bu elverişli durumu elbette İslam’ın amansız düşmanları olan emperyalistler de çok iyi analiz ve tahlil ederek geçmişte çok güzel bir şekilde kullandılar ve hali hazırda da kullanmaya devam etmektedirler. Tabii burada asıl tefrikaya sebep olan ve emperyalistlerce de kullanılan mezheb anlayışının itikadî diye ifade edilen mezheb çeşidi olduğunu özellikle belirtmemiz ve altını çizmemiz lazım. Zira fıkhî mezhebler diye ifade edilen mezheb çeşidinin o kadar da belirleyici ve tefrikayı tutuşturucu özelliğinin olduğunu söylemek istemiyoruz. Çünkü tarih boyunca da bu konuda ihtilafa yönelik problemler sözkonusu olsa da asıl ihtilafın itikâdî mezhebler diye ifade edilen çeşidinin alanında gerçekleştiğini vurgulamamız yerinde olacaktır.
Akaidde ihtilaf, çok büyük bir fitnedir. Akaidde ihtilaf, bid’at ve sapıklığa götürür. Sapıklık da büyüdüğü zaman küfre kadar iletir. Akaidde ihtilaf, İslam Ümmetinin birliğini bozar, dinde tefrika doğurur. Bu sebeple, sahabe ve bunlara güzellikle tâbi olan selef alimleri Usul-i Dinde yani akaidde ihtilafı haram saymışlar ve buna asla cevaz vermemişlerdir. Çünkü ümmetin birlik ve dayanışmasını aynı iman esasları etrafında ittifak etmek sağlar. Kamil imanın mü’minleri birbirleriyle birleştirdiği kadar başka hiçbir şey birleştiremez: “Şayet yeryüzündeki şeyleri tümüyle harcasaydın, sen onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat, Allah onların arasını uzlaştırdı. Şüphesiz O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfal: 63)
Rasulullah (S)’in Allah tarafından getirmiş olduğu kesin delillerle sabit olan bir hükmün kendisi ihtilaf konusu yapılamaz. Dinden olduğu kesin delillerle bilinen esaslardan birini veya birkaçını inkar eden bir mezhebin İslam ile alakası kesilir. Ve bunun Şiası da sünnîsi de olmaz. Hangi anlayış, hangi mezheb böyle bir yanlışı yaparsa aynı hükümle karşı karşıya kalır. İslam mezhepleri arasında tarihî akış içerisinde kurulmuş doğal dengeler ve ilişkiler, yakın siyasî dönemde ağır bir hasara uğrayarak gayet olumsuz bir tabloya evrildi. Karşılıklı korku ve önyargılardan beslenen, küresel aktörlerin yönlendirmesiyle sürekli yoğunlaşan mezhebî gerilim ve çatışmalar, Müslüman coğrafyanın temel sorunları listesinde ilk sıralara yükseldi. Özellikle de Arap toprakları ile Anadolu’yu tek çatı altında toplayan Osmanlı Devleti’nin 20. Yüzyıl başında dağılmasıyla, Suriye, Lübnan ve Irak gibi ülkelerde doruğa ulaşan karmaşık mezheb dokusu tam anlamıyla yırtıldı. Beş yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’nin sınırları dahilinde bütüncül bir yapı arz eden Arap bölgeleri, Birinci Dünya Savaşından sonra parçalanıp İngiltere ve Fransa’nın kontrolünde ulus devlet formunda şekillendi. Bu ulus devletlerde mezhebî fay hatları üzerinde yükselen otoriter yönetimler, cemaatler arasındaki doğal mesafelerin genişlemesine yol açtı. Suriye, Irak ve Bahreyn gibi Orta Doğu ülkelerinde, azınlık konumundaki cemaatler, nüfuslarıyla orantısız ölçüde iktidarı kontrol altına aldı. Bir ülkede azınlık olan mezhebin başka bir ülkede çoğunluğu teşkil etmesi tabloyu daha da karmaşıklaştırdı. Bu sorunlu kompozisyon, İslam dünyasının kalbi sayılan Orta Doğu’nun, yaşadığı yakıcı sorunlar karşısında ortak duruş sergilemesini de ciddi ölçüde engelledi. Böylece zayıf düştük ve gücümüz gitti. Edilgen ve üzerinde oynanılan, istenildiği gibi yönlendirilen bir kalabalıklar topluluğu konumuna düştük. Sonuç olarak; içine düşülen bu durumdan kurtuluş ancak İslam dünyasının bütününde vahyin belirleyiciliğinde hoşgörü ortamının yeniden sağlanması siyasî ve toplumsal barışın başlıca şartıdır. Herhangi bir fırka; mutlak doğru olduğunu öne sürmedikçe, kendini İslam’ın yegane temsilcisi olarak görmedikçe ve diğer fırkaları ötekileştirmedikçe, mezhebî farklılıklar çatışma unsuru olmaktan çıkarılamayacaktır. Dahası, birbirimizi kırmaya, birbirimizin kanını dökmeye, emperyalistlerin oyuncağı olmaya, onların çıkarlarının doğrultusunda kullanılmaya mahkum olacağız.
|