“(Kur’an) ayetlerini, (hakkın ortaya çıkması) ve suçluların yolunun belirlenmesi için işte böyle ayrı ayrı açıklarız.” (En’am: 55)
Kur’an-ı Kerim, hakkı açıklayıp ortaya koymaktadır. Bundan maksat, sadece mü’min ve salih kimselerin yolunu belirlemek değildir. Çünkü Kur’an, bu metoduyla batılı da açıklayıp ortaya koymaktadır. Bu açıklama; sapık ve mücrimlerin de yolunu belirlemek içindir. Mücrimlerin yolunu belirlemek; mü’minlerin yolunu belirlemenin bir zorunluluğudur. Bu, tıpkı yol ayrımında bulunan ayırıcı bir çizgi gibidir:
“(Kur’an) ayetlerini, (hakkın ortaya çıkması) ve suçluların yolunun belirlenmesi için işte böyle ayrı ayrı açıklarız.”
Bu durum, Yüce Allah’ın tayin ettiği bir metottur. Maksat, beşer tabiatını tanıtmaktır. Allah Teala, hak ve hayra ilişkin kesinleşmiş bir inanç oluşturmanın, meselenin diğer yüzünü; yani batıl ve şerri tanımayı da gerektirdiğini elbette ki bilmektedir. Çünkü insanın “şu, tam anlamıyla şer ve batıldır, şu da tam anlamıyla hak ve hayırdır” diye kesin bir karara varmasının yolu budur. Şu da var: Hakla ortaya atılmanın güç kaynağı, hak sahibinin elindekinin hak olduğunu bilmesinden ibaret değildir. Çünkü karşıdaki düşmanın; davası uğrunda savaşan batıl ehli olduğunu ve bu kimselerin mücrimlerin/suçluların yolunu izlediğini bilmek de hak sahibine güç verir. Nitekim Allah Teala, her peygambere mücrimlerden bir düşman verdiğini bildirdiği başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
“Her peygambere mücrimlerden bir düşman da verdik.” (Furkan: 31)
Bundan da maksat, gerek Rasul (S) ve gerekse mü’minlerin; mücrim kimselerin düşmanlıklarıyla karşı karşıya olduklarını kuşkuya yer vermez bir kesinlik ve açıklıkla bilmeleridir.
Şerrin, mücrimliğin ve küfrün hakla savaşması kaçınılmazdır. İmanın, ıslahın ve hayrın belli olması, bir de mücrimlerin yolunun ortaya çıkması için bu mecburidir. Bu, Rabbanî ayetlerin açıkça ortaya koyduğu bir hedeftir. Mücrimlerin tutum ve yollarında sözkonusu olabilecek herhangi bir şüphe veya karışıklık; mü’minlerin tavır ve yolunda da bir karmaşa ve şüpheye neden olabilir. Çünkü bunlar iki zıt durum ve birbirinden ayrı iki yoldur. Bu bakımdan çizgi ve renklerin iyice ortaya çıkması gerekir. Şu halde her İslamî hareketin ilk görevi, mü’min ve mücrimlerin yollarını tayin etmektir. Önce mü’minlerin, daha sonra da mücrimlerin yolunu tayin etmek gerekir. Mü’minlerin ayırıcı özellikleri yanında, mücrimlerin de ayırıcı özelliklerini tanıtmak gerekir. Ayrıca bu tanımların pratik, yani teorik çerçeveyi aşan bir değeri olacaktır. Ta ki İslam davetçileri ve hareket adamları, etraflarında bulunan mü’minleri de mücrimleri de tanıyabilsinler. Bunun da çaresi, mü’minlerin metot, yol ve alametleri yanında, mücrimlerin de yol ve alametlerini hiçbir karışıklığa meydan vermeden belirlemektir. Mü’min ve mücrimlerin belli başlı alamet, özellik ve ünvanlarının birbirine karışmasına meydan vermemektir. Bu tayin ve tanıtma, İslam’ın Arabistan yarımadasındaki müşriklere hitap ettiği ilk günden itibaren yapılmaya başlamıştı. Öyle ki, salih Müslümanların yolu, Hz. Rasul (S) ve yanındaki mü’minlerin yoluydu. Mücrim-müşriklerin yolu ise, bu dini kabul etmeyen kimselerin yoluydu. İşte Kur’an-ı Kerim, böylesine bir açıklık ve belirlilik ortamında iniyordu. Yüce Allah, mücrimlerin yolunu da tanıtır nitelikte ayetlerini açıklıyordu.
İslam’ın şirk, putperetstlik, ateistlik ve değişikliğe uğramış veya beşerî zevklere göre değiştirilmiş semavî kökenli farklı dinlere hitap ettiği her ortamda mü’minlerin de kafir ve müşrik mücrimlerin de yolu belirtilip tanımlanmıştır. Birbirine karışmaya meydan verilmeyecek kadar netleştirilmiştir.
Ne var ki, gerçek bir İslamî hareketin bugün için karşılaştığı en büyük problem, bunların hiçbiri değildir. Çünkü günümüzdeki bu en büyük zorluğun nedeni, bir zamanların İslam yurdu olan ülkelerde yaşayıp Müslümanların soyundan gelen insanların varlığıdır. Öyle ki, günün birinde üzerinde Allah’ın dininin egemen olup şeriatının uygulandığı bu topraklarda, “Müslüman” adını kullanan; ama gerçekte İslam’dan kopmuş, İslam’ın hem itikadî hem de pratik değerlerinden uzaklaşmış bir takım insanların varlığıdır. Çünkü İslam, “ La ilahe illallah Muhammedü’r-Rasulullah” şahitliğine dayalı olarak kainatın yaratıcı ve mutasarrıfının ortaksız bir tek Allah olduğuna inanmaktır. Günlük ibadet ve hayat faaliyetlerini tek olan Allah’a ait kılmaktır. Allah’tan başka hiçbir kimseden hayat kanunlarının alınamayacağına ve tüm hayat işlerinde ilahî hükümden başkasına boyun eğilemeyeceğine inanmaktır. İşte şehadet kelimesinin anlamı budur. “La ilahe illallah”a bu anlamıyla şehadet etmeyen bir kimse, kim olursa olsun; adı, lakabı ve soyu ne olursa olsun, şehadet getirmemiş ve henüz İslam’a girmemiş demektir. Aynı şekilde üzerinde “La ilahe illallah” şahidliğinin bu anlamıyla egemen olmadığı bir ülke de Allah’ın dinine boyun eğip İslam dinine girmemiştir. Bu toprakların üstünde yaşayanlar, “Müslüman isimler” kullanıp Müslümanların soyundan gelse de bu hüküm değişmez. O ülkelerin bir zamanların “daru’l-İslam’ı” olması da bu durumu değiştirmez. Çünkü bu tür insanlar, gerçek anlamıyla şehadet getirmemişlerdir. İşte bugün gerçek bir İslam hareketinin sözkonusu yurt ve insanların içinde karşılaştığı en büyük problem budur. Bir yandan “La ilahe illallah” şehadeti ve İslam’ın gerçek anlamı, öbür yandan da şirk ve cahiliyenin gerçek anlamları etrafında varolan karmaşa, karışıklık ve şüpheler; İslamî hareketin başına gelebilecek değişik türdeki belalardan çok daha büyük bir problem durumundadır. Çünkü bunun sonucu olarak Salih mü’minlerin yoluyla, mücrim müşriklerin yolu belirlenmemekle beraber etiket ve ünvanlar karmaşası oluşmakta, isim ve sıfatlar da birbirine karıştırılmaktadır. Kısaca öyle bir boşluk ki bu, yol ayrımı bir türlü tesbit edilememektedir.
Bundan dolayı davete, mü’min ve mücrimlerin yolunu belirlemekle başlamak şarttır. Dava adamı, ayırıcı olan hak kelimeyi söylemek konusunda tavizkâr olamaz. İnsanlara yaranmaya çalışmaz. Bu konuda korkuya kapılmamak ve insanların kınamasından çekinmemek zorundadırlar. Çünkü İslam, aldanmış bazı insanların sandığı gibi bulanık bir din değildir. Çünkü İslam, besbelli ortadadır. Küfür de besbelli ortadadır. İslam, yukarıda belirttiğimiz anlam ve muhtevasıyla “La ilahe illallah” şehadetini getirmektir. Bu şehadeti bu anlamıyla getirmeyen ve hayatına buna göre yön vermeyen kimsenin hakkındaki Allah ve Rasulü’nün hükmü; küfür, zulüm, fısk ve mücrimliktir.
15.04.2016
Hazırlayan: Emrullah AYAN
Hutbe: Mü’minlerle Mücrimlerin Yolu Bellidir
4,5K
önceki yazı