Çarşamba, Aralık 11, 2024
Ana sayfa HABERLER 301 Mahkeme: Mehmet Pamak Yusuf Tanrıverdi

301 Mahkeme: Mehmet Pamak Yusuf Tanrıverdi

by İlkav Editor
2,8K 👁
A+A-
Reset

PAMAK ve TANRIVERDİ’nin 301’den Yargılanmasının 2. Duruşması yapıldı.
3 Aralık 2006’da İLKAV’ın düzenlediği “Resmi İdeoloji Kıskacında Eğitim Sistemi ve Din Eğitimi” konulu panelden sonra İLKAV için kapatma davası ve bunun ardından İLKAV Başkanı Mehmet PAMAK ile Öğretmen-Sen Genel Başkanı Yusuf TANRIVERDİ hakkında TCK 301’den dava açılmıştı. Bu davanın ikinci duruşması bugün (28. 01. 2008) saat 09.00 da yapıldı. 3. Asliye Cezadaki duruşmaya Mehmet Pamak, vekili Hüseyin Yılmaz ve Yusuf Tanrıverdi katıldılar. Mehmet Pamak savunmasını şifahen özetledi ve yazılı olarak verdi.


Mehmet Pamak’ın, 301. maddeden yargılandığı Ankara 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nde bugün yaptığı savunmadan bazı alıntılar:

“Bu davanın iddianamesinin üzerinde fazla düşünülmeden, devletçi ve ideolojik bir mantıkla ve objektiflikten uzak bir anlayışla hazırlandığına inanıyorum. Çünkü iddia edilen suçlamayı delillendirmekten uzak ve hukuki mesnetten yoksun böyle bir iddianamenin, “devletin çıkarı ile adaletin çeliştiğine ve devleti koruma refleksiyle adaleti feda etmenin mübahlığına” inanan, ideolojik önyargıyla malül bir zihniyetle hazırlanmış olması dışında başka makul bir sebep bulamıyorum. Belki bir de, “oligarşinin ve kartel medyasının ideolojik baskısı ve şirretliğinden çekinilerek dava açmak zorunluluğunun hissedilmiş olması” dışında bu iddianameyi izah etmek mümkün değildir.

“Konuşmalarımda, araştırmalar, raporlar ve anketlerle ortaya konan çürümeye ve gençler arasında giderek yaygınlaşan uyuşturucu, şiddet ve tecavüz eğilimlerine; şahsiyetleri öğütme, dönüştürme ve tek tipleştirmeyi hedefleyen militarist resmi ideoloji dayatmasının ve dini dışlayan seküler-pozitivist eğitim programlarının sebep olduğuna dikkat çekmeye çalıştım. Bu tür zaaflar taşıyan eğitim sisteminde, kimlik ve şahsiyet alanında bunalımlı, değerler alanında yozlaşmış, kültür seviyesi düşük ve niteliksiz nesiller yetiştirildiği vakıasını tespit edip, sistemi eleştirdim. İşte bu büyük çürümenin ve niteliksizleşmenin önüne geçebilmek için, eğitim sisteminin bütün din ve ideolojilerden soyutlanarak, din ve ideolojilerle ilgili derslerin, talep edenler için seçmeli hale getirilmesi ve bu seçmeli dersler dışında kalan alanda fıtri-insani erdemler ortak paydasını öne çıkarıp iyi insan yetiştirmeyi esas alan ve insan hakları zeminine oturan nötr eğitim programları uygulamasına geçilmesi teklifinde bulundum. İdeolojilerden arındırılması istenen kamu okulları dışında, her din ya da ideolojinin kendi eğitim kurumunu açmasına da fırsat verilmesi ve bu bağlamda laik devlet eğitiminden bağımsız dini eğitim kurumlarının da, tıpkı AB ülkelerinde olduğu gibi açılabilmesi gerektiğini ifade ettim.

Ekitap için tıklayın

“Eğitimin ideolojik öğütüm mekanizması olmaktan kurtarılarak özgürleştirilmesini, okulların çocuklarımız için özgürlük adacıkları haline getirilmesini, askeri vesayet sisteminin sona erdirilmesini ve eğitim alanındaki militarist kuşatmanın kaldırılmasını talep ettiğim konuşmamda, sistemin model aldığı Batı'da da olduğu gibi, çocuğun nasıl bir eğitim alması konusunda devletin değil ailelerin söz sahibi kılınması gerektiğini ifade ettim. Devletin, Batıdaki laiklik ilkesine de aykırı bizantinist bir tutumla din ve diyanet üzerinde vesayet ve hâkimiyet oluşturmasını da eleştirerek, Batıyı model alma tercihine sadakat göstererek tutarlı olması, hiç değilse batılı anlamda laikliğe uyması gerektiğinin altını çizdim. Ayrıca, toplumu teşkil eden bütün kesimler için özgürlük ve adalet talep ederek, insanların hangi dini ya da ideolojiyi tercih edeceklerinin kendi özgür iradelerine bırakılması gerektiğini ifade ettim. Bu bağlamda, eğitim, din ve düşünce özgürlüklerinin önündeki tüm engellerin, yasakların ve okullardaki, fıtratları bozan militarist ve ideolojik dayatmaların kaldırılması gerektiğini söyledim. Ayrıca, veliler olarak özgürlükleri yok eden dayatmalara karşı sivil itirazlar gerçekleştirmenin, hak ve özgürlüklerimizi elde etmek amacıyla, şiddete bulaşmadan insani erdemlere dayalı özgürlük mücadelesi vermenin gerekliliğinden bahsettim. Bu hak ve özgürlüklerimizi güvence altına alan uluslar arası sözleşmelere de atıflarda bulundum.
“Bütün bu eleştirilerimi, aslında bütün bu sorunların müsebbibi konumunda gördüğüm Kemalist sisteme ve halk üzerinde tahakküm oluşturan elit bürokratik oligarşiye ve yönetici kadroya yönelttim. Toplumu bu kadar kuşatan ve bunaltan resmi ideolojinin, Kemalizm ve Atatürkçülüğün de, Mustafa Kemal’in arkasından gelen bu kadrolarca zoraki bir doktrinleştirme çabası ile üretilip, dayatıldığına dikkat çektim.
“Konuşmam bütünüyle ele alındığında, bırakın “Cumhuriyeti aşağılama”ya yönelik ifadeler kullanmayı, düşünce özgürlüğü çerçevesindeki eleştirilerimin bile Cumhuriyete, TC devletinin tüzel kişiliğine ve Devletin askeri teşkilatının tüzel kişiliğine değil, ideolojik sisteme ve elit bürokratik kadroya yönelik olduğu görülecektir. Tüm eleştirilerimin hedefinde, ülkeye resmi ideoloji dayatan Kemalist sistem ve kendilerini ülkenin sahibi konumuna oturtup halkı ezen, sömüren ve halka zorla dönüştürme projeleri uygulayan, kendi tercihleri olan Batılı-kapitalist-seküler hayat tarzını bütün halka dayatan, on yıllardır İslami hayat tarzımıza çok boyutlu müdahalelerde bulunup yok eden elit oligarşik kadro yer almaktadır. Konuşmamın pek çok yerinde açıkça ifade edildiği üzere, eleştirilerimin hedefinde “egemen kadrolar”, “oligarşi” vurgusu ve “devlete egemen olan oligarşi (asker-sivil bürokratlar ve TÜSİAD’cı büyük sermayedarlar)” tanımlamaları açıkça yer almışken, haksızlıkları yapan bu kadroların eleştirilmesi, nasıl oluyor da “TC Devletinin ve askeri teşkilatının” tüzel kişiliklerine yönelik aşağılama olarak sunulabiliyor?

“Resmen saltanatın kaldırılmasına rağmen, Kemalist kadrolar bir süre sonra “halka rağmen halk için” sloganıyla, modern bir saltanat oluşturmuşlar, halkı/cumhuru ve halkın değerlerini, kültürünü aşağılayarak kendi tercihleri olan Batılı emperyalist devletlerin seküler kültürünü bütün halka dayatan bir politika izlemişlerdir. Batının seküler hayat tarzını, kültürünü, kıyafetini ve düşüncesini esas alan resmi ideoloji, zamanla bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarını kuşatıp dönüştürmesi gereken bir “din” haline getirilmiştir. İşte bu uygulama “Cumhuriyet”i rafa kaldırmış, oligarşiyi ülkenin efendisi modern sultanlar, halkı da köle haline dönüştürmüştür. İlkokuldan üniversiteye kadar, emperyalist Batının paganist seküler kültürünün ulaşılması gereken çağdaş kültür olarak empoze edilmesi, pozitivist Batı düşüncesinin eğitimi, kültürü ve insani olan her alanı kuşatması, özgün kültür alanında yozlaşmaya, batılı da, kendisi de olamayan niteliksiz ve kimliksiz nesillerin ortaya çıkmasına ve sonuçta toplumsal çürümeye yol açmıştır. İnsanın hayvandan geldiğini iddia eden Darwinizm’in “yaratılış inancı” yerine ikame edilmesiyle gerçekleştirilen, insanın tanımı ve konumu hakkındaki büyük sapma sonucunda insani ve fıtri erdemlerde kirlenme ve çürüme yaşanmış, insanlık onuru ayağa düşürülmüştür. Akıl ve ilim devre dışı bırakılıp, batının seküler paradigmasının ve ideolojik önyargılarla kuşatılıp kirletilerek selim olma vasfını kaybetmiş aklının ürünü olan basit ve sapkın anlayışlar dogmalaştırılarak dayatılınca, tıpkı Batıdaki gibi “insan insanın kurdu” haline dönüştürülmüş ve sonuçta bizim konuşmamızda eleştirdiğimiz büyük yozlaşma kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır.

“Kökteki aydınlığın kaynağı ‘vahiy’den uzaklaşan pozitivist kadrolar, aydınlar, halkın dini olan İslam’la ve İslami kimliğiyle savaşarak, modern paradigmanın “ilerlemeci” tarih anlayışından kaynaklanan çağdaş olanın mutlaka ileriyi temsil edeceği gibi bir yanlış anlayışla, kaçınılmaz olarak, aydınlanma sandıkları yeni karanlıklara doğru savrulmaktan kurtulamamışlardır. Muharref geleneğin ürettiği hurafelere karşı olduklarını iddia etmelerine rağmen, aslında vahyin aydınlık saçan değerlerine karşı olanlar, sonuçta kendi ürettikleri Batı kaynaklı yeni hurafelerin esiri olmuşlardır. Üstelik bu modern hurafelerini resmi ideoloji haline dönüştürüp bütün topluma dayatma vahşetinin altına da imza atmışlardır. Aklı ve ilmi rehber edinme iddiası ile yola çıkmalarına rağmen, vahye düşmanlıkla kirlenmiş seküler akıllarıyla ürettikleri dogmalarla, basit ve geri ilkelerle selim aklı ve ilmi baskı altına alarak, esir edip kuşatarak, akla ve ilme bizzat kendileri ihanet etmişlerdir. Böylece, akletmenin, düşünmenin, tefekkür etmenin ve fikir ve düşünceleri özgürce açıklamanın önünü keserek, olumlu tüm gelişmeleri engellemişler, toplumun giderek gerilemesine, niteliksizleşmesine, sığlaşmasına yol açmışlardır. Sözüm ona geleneğin hurafelerinden kurtardıklarını iddia ettikleri toplumu, Batının seküler paradigmasına dayanarak, hatta onu bile saptırarak ürettikleri modern hurafelerin karanlıklarında boğmuşlardır.” (Ek konuşma metni sh. 4-5)

“Konuşmamda açıkça ifade ettiğim üzere, eleştirdiğim resmi ideolojiyi dayatarak, kendilerine iktidar ve rant sağlayan statükoyu korumaya çalışan ve eğitim sistemini de bu sınıfsal çıkarlarını korumada payandalık yapacak nesiller ve egemen sömürü düzenine itaatkâr vatandaşlar yetiştirmek için kullanan oligarşi, sivil-asker bürokratlar ile halkın kaynaklarını talan ederek semirtilmiş büyük sermayedarlar tarafından oluşturulmaktadır. İşte “Cumhuriyet” adı altında sürdürülen bu despotizme itiraz edip, Devletin çürütülmesine ve bir elit kadronun çıkarları için kullanılmasına, halkın ise köleleştirilmesine yol açan bu modern saltanata karşı çıkıp, tüm halk kesimlerinin hak ve özgürlüklerini savunarak, ilk kuruluş safhasındaki, halkı önceleyen, halkın değerlerine saygılı Devlet yapısına ve gerçek anlamda “Cumhuriyet” anlayışına en uygun davranışta bulunduğuma inanıyorum. Konuşmamda, Türkiye’de egemen kılınan bu askeri vesayet sisteminin kalkmasını, Devlete sahip çıkan, onu halkın elinden alan oligarşinin halka efendilik, sahiplik taslayamayacağını ifade etmiştim. Bürokratların da, bu ülkenin sahibinin halk olduğunu ve kendilerinin ise maaşlarını halkın ödediği hizmet kadroları olduklarını kabul etmeleri gerektiğini vurgulayarak, gerçek anlamda Cumhuriyet anlayışını savunmuştum. Egemen bürokratik oligarşinin, “devlet iktidarı” ve “siyasi iktidar” ayrımı yaparak, halkın seçtiği yetkisiz “siyasi iktidar”ları vesayet altında tutmak suretiyle etkisizleştirmelerini, “devlet iktidarı”nı halktan korumak için darbeler yapmalarını ve baskı politikaları uygulamalarını eleştirmiştim. Son 80 yılın neredeyse 2/3’ü darbeler, müdahaleler, muhtıralar, sıkıyönetim ve olağanüstü hallerle geçmiş bulunmaktadır. İşte bu şekilde ve diğer zamanlarda da MGK eliyle, halk ve ülke üzerinde vesayetini sürdürmüş oligarşinin halk üzerindeki tahakkümüne karşı çıkıp, halkın/cumhurun özgürlüğünü ve kaderi üzerinde söz sahibi olmasını ve Devletin de, oligarşinin çıkarlarını koruma vasıtası ve halka tahakküm etmelerinin bir aracı olmaktan kurtarılarak halka hizmetkâr kılınmasını savunan bir konuşma nasıl olur da “Cumhuriyeti aşağılama” olarak nitelenebilir?

“Sonuç olarak, sivilleşme, özgürleşme, 301’i değiştirme konularının tartışıldığı bu süreçte suçlanan konuşmamda, hayatım boyunca yaptığım ve bütün baskılara rağmen bundan sonra da ömrüm yettiğince inşallah yapmaya devam edeceğim gibi, ayrım yapmadan bütün insanlar için hak, hukuk, adalet ve özgürlük istiyorum. Barışçı adil önerilerde bulunuyorum. Devlet, çocuklarımızı ailelere rağmen alıp kışla tipi okullara kapatıp, eğitim psikolojisi ve pedagoji ile bağdaşmayan baskıcı, militarist programlarla ideoloji dayatmamalı, körpe zihinlere yönelik zulüm anlamına gelen beyin yıkama, tektipleştirme projeleri uygulamaktan vazgeçmelidir diyorum. Çünkü bu en temel hukuk ve insan hakları prensiplerine aykırı bir uygulama, insanlık onurunu aşağılayan bir insanlık suçudur. Bu zorbalık son bulmalı, çocuklarımız ideolojik dayatmalardan soyutlanmış özgür ortamlarda, şahsiyet ve fıtratları korunarak, onurlu nesiller olarak yetişmelerine, kedileri olmalarına fırsat veren adalet zeminine kavuşturulmalıdır diyorum. Benim, kardeşlerimin, arkadaşlarımın ve çocuklarımızın muhatap kılındığımız bu büyük ideolojik kuşatmadan kaynaklanan zulmü, yarınlarımız, torunlarımız, içinde yaşadığımız topluma karşı sorumluluğum gereği de bütün toplumun çocukları yaşamasınlar diye itiraz ediyorum, eleştiriyorum, özgürlükçü ve adil önerilerde bulunuyorum. İnancım ve tercihlerim gereği, kimseye zulmetmiyorum, haksızlık ve adaletsizlik yapmıyorum, asla hakaret etmiyorum. Sadece on yıllardır muhatap kılındığımız büyük ve yaygın zulme itiraz ediyorum, düşünce özgürlüğü çerçevesinde kalarak eleştiriyorum.

“Ağırlıkla, resmi ideoloji dayatması altında militarize edilmiş eğitim sistemine ve yol açtığı büyük çürüme ve yozlaşmaya yönelik adalet-özgürlük eksenli eleştiri ve öneriler içeren konuşmamın, yerel ve uluslararası hukukun hükümleri çerçevesinde, objektif bir bakış açısıyla değerlendirilmesi halinde, düşünceyi ifade özgürlüğü sınırları içinde kaldığı ve eleştiri hakkının kullanılmasından ibaret olduğu görülecektir. Yapılan eleştirilerin ise, iddianamede de zikredildiği üzere, uluslararası hukuk tarafından düşünce özgürlüğü kapsamında kabul edilen “devleti yada bazı kesimleri şok edici, incitici, rahatsız edici” bir içeriği bile bulunmamaktadır. Konuşmam, bazı kesimleri ve devleti şok edici ve incitici bir içerik taşısaydı dahi, yine de düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerekirken, nasıl oluyor da herkesin bildiği, ilmi araştırma, resmi rapor ve anketlerin ortaya koyduğu bir vakıaya vurgu yapıp eleştirmek suç sayılmaya kalkılıyor?”

Mahkeme hakimi, Pamak’ın savunmasını özetleyip katibe yazdırırken ilginç bir diyalog yaşandı. Hakim, belki de Pamak’ın lehinde olması için, “Ben konuşmamda sistemin lehinde de görüşler beyan ettim.” dediğini yazdırdı. Pamak’ın derhal müdahale edip, bunun doğru olmadığını, böyle bir şey söylemediğini ifade etmesi üzerine, Hakim’in “Sistem lehinde hiçbir şey söylemediniz mi?” sorusu üzerine, Pamak “Hayır söylemedim ve söylemem de, çünkü ben sistemin bir bütün halinde toplumu çürüttüğü, yozlaştırdı kanaatindeyim, olumlu hiçbir yan bulamıyorum.” dedi. Bunun üzerine hakim yazdırdığı cümleyi değiştirdi.

Pamak’ın vekili Av. Hüseyin Yılmaz da atılı suçla ilgili olarak, yapılan konuşmanın eleştiri kapsamında kaldığı ve suç işlemek kastıyla hareket edilmediğini, müvekkilinin belirttiği üzere, kazai ve ilmi içtihatların sunulması yönünde süre verilmesini talep etti.

Aynı davadan yargılanan Öğretmensen Gn. Bşk. Yusuf Tanrıverdi ise şunları söyledi:

“Doğrusu bu mahkemeye adapte olabilmiş değilim. Savcılık tarafından yapılan suçlama abes ve anlamsız bir suçlamadır. Ortada hiçbir suç unsuru yokken yargılanmamı içime sindirebilmiş değilim. Bir TV enkırmeni olayla ilgili bir dizayn yaptı. Öne çıkardığı iki unsur vardı. Birincisi; panelin Kuran okunarak açılmış olması, ikincisi; erkek ve bayanların ayrı ayrı oturmuş olmalarıdır. Eğer bu iki unsur panelde olmasaydı bugün biz bu mahkemede yargılanıyor olmayacaktık. Ortada 301. Maddeye ilişkin hiçbir suç unsuru olmamasına rağmen yargılanıyor olmamız, aslında örtülü olarak belirttiğim iki unsurun yargılanmasıdır.
Enkırmenin tahriklerine kapılıp dönemin Devlet Bakanı şimdiki adalet bakanı, maalesef ki Adalet Bakanı oldu, TV den duyduğu iki cümleyle ve enkırmenin dizaynı neticesi yargısız infaz yaparak “hakaret var, saldırı var, gereği yapılacaktır” diyerek suç duyurusunda bulundu.. Suç unsuru içermeyen konuşma neticesinde yargılanıyor olmamı anlayabilmiş değilim. Ben bir sivil toplum lideriyim ve bir eğitim sendikasının başkanıyım. Ülkemin; hukukun üstünlüğü yönünde özgür bir ülke olması için çaba sarf etmem, tespitlerimi kamuoyuyla paylaşmam benim sorumluluğumdur.

Sivil bir anayasanın sivil bir eğitim sisteminden geçtiğini düşüyorum. Sosyal Bilgiler kitabını açıyorsunuz, kitap çocuğu yönlendirerek şu soruyu soruyor; “bir toplumda farklı dillerde konuşulursa ne olur?” cevaplar tâbi ki “çatışma çıkar, kargaşa olur” yönünde. Bu eğitim sistemiyle biz daha çok “OGÜNLER”, “YASİNLER” yetiştiririz ve ülkenin aydınları sokak ortasında enselerine sıkılan kurşunlarla öldürülür. Biz insan haklarını esas alan, barışı, sevgiyi, paylaşmayı öğreten bunun eğitimini veren bir eğitim sisteminden yanayız.

Panelde yaptığımız konuşmaların içeriği de bu yönde olup ne bir şahsa ne bir kuruma yönelik hakaretimiz, hedef göstermemiz, şiddet çağrımız olmamıştır. Biz düşüncelerimizi ortaya koyduk ve eleştirdik. Yaptığımız şeyi eleştiri ve düşünce ifadesi olarak biliyoruz. Ama savcılık böyle düşünmüyor. O zaman yasa 'hakaret' nedir, tanımlasın. Biz de bilelim neyin hakaret neyin eleştiri olduğunu."

Hâkimin; Tanrıverdi'ye “Mahkemeye sunacağın başka delilin var mı?” sorusuna, Tanrıverdi; “Delilim panelde yaptığım konuşmamdır” cevabını verdi.

Yapılan savunmaların ardından 3. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmanın 10.03.2008 günü saat 9:30’a bırakılmasına karar verildi.

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon