وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ
لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا
مُّبِينًا
“Allah ve Rasulü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasulüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.” (Ahzab: 36)
Bu akidenin ilk İslam Cemaati tarafından yürekten benimsenen vazgeçilmez bir dayanağı vardır. Gerçekten gönüllerine yerleşen, duygularına keyfiyet ve kendilerine kanaat veren hayati bir dayanaktı bu.
Bu hayati dayanağın anlamı özetle şudur: Mü’minlerin nefisleri konusunda hiçbir yetkileri yoktur. İşleri konusunda bir tercih hakları da yoktur. Çünkü hem kendileri, hem de bütün varlıkları Allah’a aittir. Kendilerini dilediği yöne yönelten O’dur. O, mü’minler için dilediğini seçer. Sonra mü’minler, evrensel kanun doğrultusunda seyreden varlık aleminin bir parçasından başka nedir ki? O, bu varlık aleminin yaratıcısı ve müdebbiridir. Her şeye hareket veren, insanları da evrensel varlıkla beraber yönlendiren; varlığın büyük senaryosunda rolleri dağıtan O’dur. Varlığın büyük sahnesinde herkesin hareketini belirleyen de O’dur. Bu alandaki rollerini, bizzat seçme hakları bile yoktur. Çünkü onların hiçbiri senaryoyu tam olarak bilmiyor. Hatta insanların hoşa gidebilecek hareketleri seçme hakları bile yoktur. Çünkü onların hoşuna gidecek hareket, kendilerine ayrılmış rolle bağdaşmayabilir.
Ayrıca senaryo ve sahnenin sahipleri de kendileri değildir. Onlar sadece takdir edileni yapmakla görevli olanlardır. Yani netice itibariyle ne leh, ne de aleyhlerindeki bir durum söz konusudur. Bunu bilen mü’minler bu durumlarıyla Allah’a teslim olmuşlardır. Şahıslarına bir şey bırakmayan bir teslimiyettir bu. Kişilikleriyle evrensel fıtrat arasında ve hareketleriyle evrensel rolleri arasında uyum sağlanması, bu teslimiyetin bir sonucudur. Çünkü böylece onlar, kendilerine ayrılan yörüngede seyretmiş oluyorlar. Aynen diğer gezegen ve yıldızların kendi yörüngelerindeki seyirleri gibi. Yörüngeden ayrılmaya çalışmak yok. Evrensel varlıkla uyumu bozmamak için hızlanmak veya yavaşlamak da yok. Öyle ki nefisler, ilahi kaderin getireceği her şeye razı olmuştur. Çünkü onlar, Allah’a bağlanmış bilinçaltı yetenekleriyle anlamışlardır ki; her şeyi, herkesi, her olayı, her durumu yönetip yönlendiren, Allah’ın kaderidir. Kendilerini, kavrayıcı, rahatlatıcı, güven ve huzur verici bir bilgiyle ilahi kaderi karşılamaya hazırlamış kimselerdir bunlar. Eğitile eğitile başa gelen ilahi kaderi garipsemez ve bundan endişe duyup acılara gömülmez bir hale gelmiştir bu kimseler. Ayrı bir tavsiye ve sabır gerektiren söz konusu endişe ve acıları aşmıştır bu kimseler.
Çünkü onlar, Allah’ın kaderini, duygu ve ruhuna yabancı olmayan bir işi bekleyip gözetleyen arif kimseler edasıyla karşılamaya hazırlanmışlardır. Gafil avlanmadan, irkilmeden ve garipsemeden… Bundan dolayı kendilerinin bitirmek istediği bir konuda hükmetmek için yörüngenin devrini hızlandırmaya çalışmazlar. Hemen giderilmesini istedikleri bir ihtiyaçları var diye olayları yavaşlatmayı düşünmezler. Çünkü söz konusu olan davalarının zafer ve hükümranlığı bile olsa bu yollara başvurmazlar. Onlar sadece yollarında yürürler. İlahi kaderin getirdiği sonuç ne olursa olsun yollarında yürürler. Rıza göstermiş ve rahatlamış olarak, canlarını feda ederek…Mal ve emeklerini ortaya koyarak… Daralmadan ve acele etmeden… Minnet edip gururlanmadan… Ahlar çekip üzüntüye kapılmadan… Yani adımlarını yönlendirip hareketlerini yöneten kudrete tam bir güven duyarak… Emniyet, huzur ve inançla. Bunun yanında, kolaylık ve sadelikle yola devam ederek… Ve bütün bunların yanında güç yetirildiği kadar çalışmak, elde mevcut bütün serveti harcamak, zaman ve emek kaybına izin vermemek, başvurulmadık çare ve vesile bırakmamak… Ama güç yetirilmez işleri yüklenmemek, insanlıklarından ve insani özelliklerinden soyutlanmaya çalışmamak, yani insani yapıyı güç ve zaaf noktalarıyla korumak… Ayrıca yürekten benimsenmeyen samimiyetsiz duygu ve yetenekleri ortaya atmamak, yapılmayan bir şeyle övünmekten hoşlanmamak ve yapılandan fazlasını konuşmamak. İşte denge budur. Hem Allah’ın kaderine teslimiyet, hem de gönül huzuruyla karşı koymak batıla… Yani teslimiyet ve çabayı dengelemek… İşte ilk İslam cemaatinin hayat ve karakterine damgasını vuran işaret bu dengeydi.
Dağların yüklenemediği bu büyük akide emanetini taşımaya ehil kılan işaret buydu. Bu temel ve vazgeçilmez nitelikteki hayati dayanağın ruhun derinliklerine yerleşmiş olmasıydı ilk İslam Cemaatini başarıya götüren. Bu cemaatin kendi hayatında ve o zaman ki insan toplumunun hayatında böylesine harikalar gerçekleştirmesini sağlayan dayanak buydu. Adım ve hareketlerinin evrensel uyumunu sağlayan dayanak buydu.
17.01.2014
Emrullah AYAN