Table of Contents
Toplumda Yaygın Bir İfsad Yaşandığında, Mûsâ (as)’ın Önce Hârun (as)’ı Hesaba Çektiği Gibi, İlk Sorgulanacak Olan İslamî Daveti Temsil Eden Tevhidî Kesimdir
Yaklaşık 8 aydan bu yana 10’un üzerinde konferans verip bir o kadar da makale yayınlayarak, özellikle son on beş yılda önceki 30 yıllık tevhidî uyanış süreci birikimini, laik bir siyasi partiye ve şirkle hükmeden iktidarına destek uğruna harcayıp istikamet krizine giren tevhidî uyanış süreci öncülerinin durumunu ele almaya çalışmakta ve hallerini sorgulamaya çağırmaktayım. Tabii ki bu yanlışlarını kamuya açık biçimde yaymaya çalıştıkları için de isimlerini zikrederek, sürüklendikleri ilkesizlikler sonucunda topluma açık biçimde yaptıkları ifsad edici yönlendirme ve çağrılarla yaydıkları batıl fikirleri de açık biçimde ilmî ölçülerle eleştirerek emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker sorumluluğumu yerine getirmeye gayret ediyorum.
Üstelik çoğuyla geçmişte birlikte olduğumuz bu kesimlerin ve rehber edindikleri “saray âlimleri”nin, girdikleri bu batıl yolu ve destekledikleri batıl iktidarı meşrulaştırmak amacıyla Allah’ın ayetlerini “te’vil ya da ictihad” adı altında nasıl tahrif ettiklerini ve böylece nasıl bir toplumsal yozlaşmanın müsebbibi olduklarını ilmî delilleriyle ortaya koymaya çalışmaktayım. Bütün yazı ve konuşmalarıma www.mehmetpamak.com adresinden ulaşabilirsiniz.
İşte bilinçli ve yeterliliği olan her müslümanın üzerine farz olan bu sorumluluğu, böyle kapsamlı biçimde yapan neredeyse yok gibidir. Hiç değilse yapana destek olup ya da yazılıp konuşulanları önce kendisi okuyup izleyerek, sonra da başkasıyla da paylaşarak hiç değilse ahirette Rabbine vereceği hesap için hazırlanan da son derece azdır. Bu sebeple, ben de destekledim ve ifsadın ıslahı için ben de böyle çaba gösterdim ya da yapana katkıda bulundum diyeceği bir mazereti hazırlamak amacıyla bu görevi yapmaya dolaylı katkı vermeyi bile belki ancak birkaç yüz adedi geçmeyecek kadar az kişi yerine getirmektedir.
Sonuçta da ifsad edici mesaj medyatik büyük imkânlarla milyonlara ulaşırken, bu ifsada karşı ıslah çabamız ve emr-i bi’il maruf mesajımız, toplamda bin adedin altında kalan sayıdaki kişiye ulaşabilmektedir. Makale ve konferansların altındaki izleme sayıları ibretlik biçimde bu konuda ne kadar büyük bir duyarsızlığın yaşanmakta olduğunu ortaya koymaktadır.
Bazıları ise, bunca ilkesizliği cüretkârca yaparak ve bağımsız kalması gereken İslami kimliği şirk ideoloji ve modelleriyle uzlaştırıp şirkle hükmeden iktidarların aktif destekçisi haline getirerek İslam’a ve tevhidî mücadeleye bu kadar büyük bir zarar verenlerin, açıktan yazıp söyleyerek yaptıklarını biz de aynı yöntemle yani isimlerini ve yazıp söylediklerini yine açıktan zikrederek ilmî ölçülerle eleştiriyoruz diye bize karşı çıkıyorlar. Onlara göre, bu kadar büyük bir ifsada ve yaygın yozlaşmaya sebep olsalar da, medyada yayınladıkları yazı ve konuşmalarıyla, gazetelerde yayınladıkları açık ilanlarda yer alan çağrılarıyla Allah’ın dinine ve İslâmî mücadeleye büyük zarar verseler de, hem davetin muhataplarını hem de tevhidî kesimleri şirkle hükmeden laik demokratik bir iktidara aktif destekçi ve taraf olmaya çağırsalar da bu kişilerin isimlerini zikrederek eleştiri yapmamız doğru değilmiş.
İşte biz de bu yazımızda, bu kadar büyük bir geriye gidişe ve ifsada yol açanların isimlerini zikrederek eleştirmemizin neden gerekli olduğunu ve hatta başka biçimde yapılmasının neden mümkün ve doğru olmadığını açıklamaya çalışacağız inşaAllah.
23 Aralık 2022 tarihinde İLKAV’da gerçekleşen Cuma konferansında “Bütün Rasûller, Toplumlarını Tuğyana Sürükleyip En Fazla Yozlaştıran İfsad Sebebini Islah Etme Çabası Üzerinden Tevhide Davet etmişlerdir” konusunu işlemiştim. Bu konferans videosu ve metni www.ilkav.org ve www.mehmetpamak.com internet sitelerinde yayınlanmış bulunmaktadır.
İşte bu yazımızda zikrettiğimiz Tâhâ Sûresi, 20/86-98 ve A’raf Sûresi, 7/148-154 arasındaki ayetlerden anlaşıldığı üzere, Mûsâ (a.s.) çok kısa süre aralarından ayrılıp Rabbi ile görüşmek ve vahiy almak üzere Tur-u Sina’ya gittiğinde, kavmi içinden çıkan bir saptırıcı zaten alışageldikleri Firavun kültüründe var olan puta tapmayı tekrar gündemlerine getiriyor. Kavmi Hârun’un (a.s.) uyarılarını da dinlemeyerek, hemen Samirî’nin, daha sonra Hz. Mûsâ’ya “nefsime uyarak yaptım” diyeceği buzağı heykeline tapmaya başlıyorlar.
Samirî’nin ayartmasıyla altın ziynetlerin eritilmesi suretiyle yapılan buzağı putuna tapmaya yöneliyorlar. Üstelik, Samirî de tevhid dinine karşı üretilen bütün statüko dinlerinin taktiğine başvurup diyor ki: “İşte sizin ve Mûsâ’nın ilahı budur.” “İlahı burada yanımızda olmasına rağmen Mûsâ gitmiş onu dağ başında arıyor. Mûsâ, Rabb’ine giden yolu şaşırdı ve nereden ona ulaşacağını unuttu.” Böylece kendi batıl dinini de Allah’ın dini ve dolayısıyla Musa’nın da diniymiş gibi sunan bir iftiraya başvurup kavmini bu dine tâbi olmaya ikna etmek için, şeytanın en etkili kandırma yolu olan “Allah ile aldatma” fitnesini kullanıyor.
Mûsâ (as) Tevhidî İstikametten Sapmış Olan Kavmine Döndüğünde, Kavmine Yönelik Genel Bir Sorgulama ve Eleştiriyi Müteakip Hesap Sormaya Öncelikle Kendisi de Peygamber Olan Kardeşi Hârun’dan Başlıyor
Mûsâ (a.s.) Tur-u Sina’dan döner dönmez bu büyük tevhidden sapmaya karşı hepsini hesaba çekiyor. Yanında getirdiği Tevrat levhalarını dahi bir kenara atıp önce yeniden tevhîdî bilinci ve imanı inşâ etme hareketine girişiyor. Çünkü istikametini kaybetmiş bir toplumun önüne Tevrat’ın içindeki şeriatı getirmenin bir anlamı olmayacaktı.
“Bunun üzerine Mûsâ, öfke dolu ve üzgün bir hâlde halkına döndü. “Ey kavmim! Rabbiniz, size güzel bir vaadde bulunmadı mı? (Ayrılışımdan sonra) çok zaman mı geçti, yoksa üzerinize Rabbinizden bir gazap inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz söze uymadınız (ve buzağıya taptınız)?” dedi. (Tâhâ, 20/86)
Musa (as), bu genel sorgulamada, bir bakıma kavmini hali üzerine düşündürecek sorular yöneltiyor; “Ey kavmim! Rabb’iniz size güzel bir vaatte bulunmadı mı? Rabb’iniz benim vasıtamla size hem dünyada, hem de âhirette her türlü güzel âkıbetleri vaat etmedi mi? Rabb’iniz size bu dünyada özgürlük, zafer, kurtuluş, hidâyet sözü vermedi mi? Âhirette de cennet vaadinde bulunmadı mı? Rabb’inizin bu dünyada size açık desteğini gözlerinizle görmediniz mi? Firavun’un önünden kaçarken denizi yarıp sizi geçirmedi mi? Size Rabb’inizin yağdırdığı nimetlerin üzerinden çok bir zaman mı geçti ki hemen unuttunuz? Daha kısa süre önce, Firavunun elinde inim, inim inleyen sizler değil miydiniz?
Yoksa size Rabb’inizden bir gazabın inmesini mi istediniz? Rabbinizin gazabını celp edecek bir yola mı girmek istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız? Hani bir ahitleşmede bulunmuştuk. Hani benim getirdiğim hidayete tabi olacaktınız. Hani Allah’a kul olacaktınız. Hani sadece Allah’ı dinleyecektiniz. Hani benim örnekliğimde Allah’ın istediği bir hayatı yaşayacaktınız. Hani putlara tapınmayacaktınız. Hani Mısırdaki tüm pis alışkanlıklarınızı terk edecektiniz. Hani size egemen olan, size zulmeden güçlerin tanrılarını, yollarını bırakıp sadece Allah’a kul olacaktınız. Ne oldu? Nereye gitti o vaatler, o sözler?”[1]
Böylece Mûsâ (as), önce Samiri’ye kanarak istikametten sapan kavmine yönelik genel bir sorgulama ve onları halleri üzerinde düşündürmeye yönelik sorularla uyarmayı müteakip fiili hesap sorma işine önce kardeşi Hârun’dan başlıyor. Hiddetli bir uslûpla “Ey Hârun! Onların saptıklarını gördüğün zaman seni ne engelledi de, benim ardım sıra gelmedin. Emrime isyan mı ettin?” diyor. (Tâhâ, 20/92-93).
Levhaları attı ve kardeşi Hârun’un başından tutup kendisine doğru çekerek “bana böyle mi halef oldun? Ben seni yerime niye bırakmıştım? Tur’a giderken sen onlara göz kulak olasın diye, onlara nasihat ederek küfre ve isyana düşmelerini engelleyesin diye seni arkamda halef bırakmıştım. Sen ise benim yerime ne kötü halef oldun. Bu kavmimin buzağıya tapınmalarına, şirke düşmelerine göz yumup müsaade ettin” diyerek kardeşi Hârun’a çıkışmaya başladı.
Üstelik Sorgulamayı Hem Toplum Önünde Hem de Kafasından Tutup Sarsarak, Yani Fiziki Güç de Kullanarak Yapıyor
Bu hesap sorma sırasında onun kafasını tutup çekmeye başlıyor. Hz. Hârun bu sorgulamaya şu şekilde cevap veriyor: “Sakalımı, başımı tutma! Ben senin şöyle diyeceğinden korkmuştum: Isrâiloğulları’nın arasına ayrılık soktun, sözüme bağlı kalmadın!” (Tâhâ, 20/94). Mûsâ (as), İsrailoğullarının buzağıya tapmalarına engel olmadığı, ona ibadet edilmesini ortadan kaldırmadığı ve kendisinin ardından yanlış bir şeyin ortaya çıkıp yaygınlaşmasına müsaade etmiş olabileceği zannıyla onu azarlıyor. Vekili olarak bu konudaki emrine bağlılık gösterip uygulamadığı için ona kızıyor. Hârun ise şu cevabı veriyor: “Ey anamın oğlu! Bu topluluk beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!” (A’râf, 7/150).
Hârun (a.s); “Ey anamın oğlu! Bu millet beni küçümsedi. Kavmim beni zayıflattı. Az kalsın neredeyse beni öldürüyorlardı. Düşmanlarımın gözleri önünde beni rezil etme. Bana düşmanları sevindirecek şekilde davranma. Ve sakın beni bu zâlim toplumla bir sayma dedi. Beni bu zâlimlerle beraber kabul etme. Beni bu zâlimlerle aynı kefeye koyma! Benin bunlarla da yaptıkları bu şirkleriyle de uzaktan ve yakından bir ilgim, alâkam yoktur” diyordu.[2]
Anlaşılan odur ki, bu sorgulama ve tartaklama topluluk huzurunda gerçekleşiyor. Hz. Hârun, “bu zalim toplumu bana güldürme” diyerek şirk koşanları zâlim olarak nitelemiştir. Çünkü şirk büyük zulümdür;[3] zulmü işleyen de zâlimdir. Onun içindir ki “bu zâlim toplum karşısında beni azarlama ey annemin oğlu. Bu zâlimler karşısında beni küçük düşürme. Ve sakın beni bu zâlimlerle bir tutma!” diyordu.
Sonuçta Hârun (as)’ın Masumiyetini Anlayıp Allah’tan Mağfiret Dileyerek İfsadın Asıl Faili Konumundaki Samirî’ye Yöneliyor
Hârun’un masumiyetini anlayan Mûsâ (as), ikisi için de Allah’tan bağışlanma diliyor. A’râf, 7/151. “Mûsâ” Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, bize acı Sen merhametlilerin merhametlisisin” dedi.”
Hz Mûsâ’nın bu duasından da anlaşılıyor ki artık o kavim içinde onları şirke düşmekten engelleme konusunda elinden geleni yapan Hz. Hârun’un suçsuzluğu Mûsâ (a.s) tarafından da anlaşılmıştır. Onun içindir ki Mûsâ (a.s) sadece kendisi için değil aynı zamanda kardeşi Hârun için de dua ediyordu. Kendisi için de af diliyordu Allah’tan. Çünkü onu kendi yerine vekil tayin eden bizzat kendisiydi.
Hârun (as)’dan sonra Mûsâ (as) öfkesini ve tepkisini bu tuzağın asıl sahibi olan Samirî’ye yöneltiyor. İlk etapta ona yönelmeyip, onu sorumlu tutmamasının sebebi şudur: Çünkü bu olayda birinci derecede sorumlu olan kendi toplumuydu. Yapılan menfi propagandaya ve ifsada çağıranlara uymamaları gerekirdi. Sonra ikinci derecede sorumlu olan Hz. Hârun’du. Kavmi böyle bir işe kalkıştığında engel olmalıydı. Zira O, onların lideri ve işlerinden sorumlu olan kişiydi. Üstelik tevhidî inancı yaymak ve korumakla mükellefti. Samirî’ye gelince, onun suçu daha sonra gelirdi. Zira İsrailoğulları’nı zorla bu işe sürüklememiş ve onların akıllarını durdurmamıştı. Onları sadece aldatmak istemişti. Onlar da hemen aldanmışlardı. Halbuki onlar peygamberlerinin yolunda diretebilir, vekilinin öğüdüne kulak verebilirlerdi. Öyleyse birinci derecede sorumlu olan kendileriydi. İkinci derecede onların idarecisi sorumluydu. Tuzak ve aldatma sahibi ise ancak üçüncü derecede sorumlu olabilirdi.
Ve Hz. Mûsâ, kızıp sorgulamaya çektiği kavminden sonra hesaba çekip gerekirse cezalandırma eylemini önce Harun’a en son olarak Samirî’ye yöneltmiş ve Samirî’yi İsrailoğulları topluluğundan kovduğunu açıklamış ve bu kararın hayatı boyunca değişmeyeceğini ilan etmiştir. Bundan ötesini ise Allah’a havale etmiştir. Kendi eliyle yapmış olduğu ilahı konusunda ise ona şiddetle karşı çıkmıştır. “Artık gözüme gözükme! Kovuldun sen! Bundan böyle kimse sana ne iyilik yapacak ne de kötülük! Sen de öyle. -Hz. Mûsâ’nın dinindeki cezalardan biri buydu. Toplumun boykotu ve insanın kovulmuşluğunu ilan ederek hiç kimsenin ona yaklaşmamasını, onun da kimseye yanaşmamasını söyleme cezası.- Diğer ceza ise Allah katındaki azab ve ceza idi. Yakılan ve suya atılan sahte ilah sahnesinden sonra Hz. Mûsâ gerçek inanç sistemini bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.[4]
Taha, 20/98 – “Aslında sizin ilahınız, kendisinden başka ilah olmayan Allah’dır. O’nun bilgisi her şeyi kapsamı içine almıştır.”
A’râf, 7/152 – “Buzağıyı tanrı olarak benimseyenler, Rablerinin öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır; iftira edenleri böylece cezalandırırız.”
Allah’ı bırakıp da buzağıya tapınanlar, buzağıyı kendilerine Rab edinenler, heykelleri Rab ve İlah kabul edenler, bu putların arkasında kendi egemenliklerini, kendi hevâ ve heveslerini, kendi düzenlerini putlaştıranlar, kendi yasalarını Allah yasalarının önüne geçirenler, kendi sistemlerini vahyin yerine ikâme edenler, bunlarla toplumlara yön vermeye, toplumların hayatlarını düzenlemeye çalışan kimselere Allah’tan bir gazap gelecektir. Allah’ın rahmetinden, Allah’ın yardımından uzak oluş gelecektir. Allah’ın rahmetinden mahrum oluş yanında bir de dünyada bir horluk, hakirlik ve zillet vardır onlar için.
Evet, heykellerin peşinden giden, heykelleri putlaştıran, heykelleri tanrılaştıran, buzağıları diken ve onların arkasında kendi fikirlerini, kendi görüşlerini putlaştıran, vahyi bırakıp da kendi hevâ ve heveslerini, kendi yasalarını putlaştıran hangi insan, hangi toplum olursa olsun onun âkıbeti Rablerinin rahmetinden mahrum olmak, Allah’ın gazabına maruz kalmak ve yeryüzünde aşağılık horluk ve zillet damgasını yemektir. Putların ya da putlaştırılmış insanların ilke, fikir ve yasalarının hâkim olduğu tüm toplumların akıbeti işte budur. Allah’ın hükmünü/yasalarını bırakıp insan yasalarını tercih eden toplumlar zillete ve meskenete mahkûm olacaklardır.[5]
Mûsâ (as), Halkının Önce Putperest İnançtan Vazgeçip Tekrar Tevhide Yönelmesini Sağladıktan Sonra Tevrat Levhalarını Bıraktığı Yerden Alıp Onun İçerdiği Şeriatı Gündemleştiriyor
Öncelikle tevhîdî daveti gündemleştirip iman ve istikamet zaafını ıslah ettikten sonra daha sonraki âyetlerde ifade edildiği üzere, Tevrat levhalarını elinden atıverdiği (bırakıverdiği) yerden alıp, iman ve istikamet sorunu çözülen toplumun gündemine hayatı inşâ edecek şer’î hükümleri getirdiğini Rabbimiz bize bildirmektedir.
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır da bu konuyu şu şekilde açıklamıştır: Anlaşılıyor ki, Hz. Mûsâ, dinin temeli ve kendisi demek olan tevhîd inancının böyle kısa bir zaman içinde sarsıntıya uğraması karşısında, esas meseleyi kökünden halletmek için ayrıntılara ilişkin olan hidayet ve rahmetin faydalı sonuçları durumunda bulunan Tevrat levhalarını geçici bir süre için bir tarafa bırakmıştır.
Böylece her şeyden önce kardeşini, sonra da başta Samirî olmak üzere bütün toplumu hesaba çekmek sûretiyle tevhîdi yeniden topluma hâkim kılma teşebbüsünde bulunmuştur. Mûsâ, kavmine yönelik yeniden bir tevhîdî dâvet gerçekleştirir, tevhidden sapmış toplumun istikameti düzeldikten, yani tevhîdi yeniden kabul, idrak ve iman etmeleri sağlandıktan sonra Tevrat levhalarını bıraktığı yerden aldığını ifade eder.[6]
Yani Mûsâ (as), yokluğunda yeniden putperestliğe dönmüş olan kavmini, önce kardeşi Hârunu’u sorgulayıp suçu olmadığını anladıktan sonra bu sapmaya sebep olan Samirî’yi ve ürettiği buzağı putunu hedef yapmak suretiyle, toplumda nükseden putperestlik sapmasını ıslah çabasını öne çıkararak tevhidi davetini tekrarlamıştır.
Bugün içinde yaşadığımız toplumda da, Müslüman olduğunu zannedenlerin hatta beş vakit namaz kılanların bile büyük çoğunluğunda istikamet krizi yaşanmaktadır, iman konusunda büyük bir cehalet ve istikametten sapma söz konusudur. Allah’ın dini adına topluma egemen olan statüko dini olarak, bir taraftan geleneksel hurafelerle şeyhlerden oluşan putlar, diğer taraftan da modern cahiliye olarak ortaya çıkan seküler demokrasi putperestliği toplumu kuşatmış bulunmaktadır. Yani yüzyıllardır ve özellikle günümüzde yüzlerce Samirî çıkmış ve sürekli yeni putlar üreterek insanlığın ve özellikle de “Müslümanım” diyenlerin Kur’an ve sünnetten koparak bu putların ve laiklik, Kemalizm, sekülerizm, kapitalizm, sosyalizm, demokrasi, ulusalcılık, sağcılık, solculuk, muhafazakârlık vb. hevayı ve tağutları ilahlaştıran putperest ideolojilerin peşinde yozlaşmalarına sebep olmuşlardır.
Bu sebeple, tevhidî daveti bu topluma götürmek sorumluluğunu taşıyan muvahhidlere düşen görev, bu daveti bu iki cahiliye sapmasını ve bir nevi putperestliğini ifşa edip toplumu bunlardan arınmaya çağırma ve yalnız Allah’a kul olarak O’nun tevhid dinine teslim olma ekseninde gerçekleştirmektir. Yani çağdaş Samirîleri ve geleneksel ve modern putperestliklerini ifşa ve itiraz edip tevhid mesajını gündemleştirmek omuzlarımızdaki en büyük sorumluluktur. Buna rağmen son on beş yıldaki ilave sekülerleşme, laikleşme ve yozlaşmanın sebebi, tevhidî daveti bu topluma ulaştırması gerekenlerin de laik, demokrat, ulusalcı, sağcı, muhafazakâr kitlelere eklemlenip onlarla birlikte şirkle hükmeden laik demokratik iktidarların destekçisi konumuna savrulmaları olmuştur.
Evet, özellikle son 15 yılda tevhid davetçilerinin bile büyük kısmı, demokrasiyi ödünç almak zorundayız diyerek ya da İslam’ın şura kavramıyla örtüştürme zulmünü işleyerek, demokrasi adı altındaki hevayı ilah edinen modern cahiliyeye aktif destekçi haline gelmişlerdir. Demokrasiden başka çaremiz yok çaresizliğini üretip gardiyanlardan en iyisini seçmek zorundayız söylemiyle hevanın ilahlığı demek olan demokrasi putunu İslam’ın içine taşımaya kalkışarak büyük bir ifsada yol açmışlardır. Bu sebeple, artık bu konuda daha fazla çalışmak ve daha fazla uyarmak sorumluğumuz vardır.
Batıla doğru bu büyük dönüşüm ve savrulma, öncelikle tevhidî kesimde yol açtığı zihinsel kirlenme, amellerde meydana getirdiği çürüme ve yozlaşma sonucunda, hem 30-40 yıllık tevhidî uyanış süreci birikiminin sistem içi batıl siyaset zemininde harcanmasına, hem de zaten geleneksel ve modern cahiliyeyi yaşamakta olan kitlelerin de oldukları yerde daha fazla kalıcı olmalarına sebep olmuştur. Tabii ki, İslâm’a aykırı bir sapmayı yaşayarak, ama İslam adına destek verilen ve üstelik sürekli biçimde İslam’ı laik, kapitalist, ulusalcı politikaları için araçsallaştırıp istismar eden hükümetin, yolsuzluk, yoksulluk, sömürü, haksızlık ve adaletsizlik üreten bu laik, demokratik uygulamalarının faturasının haksız yere İslam’a kesilmesine yol açtıkları için, yeni nesillerin çok daha ileri derecede İslam’dan uzaklaşmalarına ve hatta deizme kadar sapmalarına yol açılmıştır.
Yaşanan Büyük İfsad ve Yozlaşma Sebebiyle, Mûsâ (as)’ın Önce Hârun’a Hesap Sorduğu Gibi, Önce Bu Yozlaşmanın Müsebbibi Olan Tevhidî Uyanış Süreci Öncülerini ve “Âlim” Rolündekileri Hesaba Çekmemiz Gerekmektedir
Tıpkı Mûsâ (as) misali, bizim de çağımızın kemalizmi, ulusalcığı, laikliği ve demokrasiyi put edinen ve topluma da dayatan Samirî konumundakileri hedef almadan önce bu toplumda yıllarca birlikte olduğumuz ve tevhidî uyanış sürecini birlikte yürüttüğümüz halde ilkesizlik yaparak istikamet krizine girip sistemin laik partilerinin destekçiliğine savrulanları hesaba çekmemiz gerekmiyor mu?
Samirîlerin ürettikleri put ideoloji ve modellere aktif destekçi olan ve hatta Samirî’nin ürettiği putu meşrulaştırmak amacıyla “Mûsâ’nın da Rabbi bu, ama yanlış yaparak Tur-u Sina’ya gidip oralarda arıyor” dediği gibi, “demokrasinin şûra adı altında aslında İslam’da da var olduğunu ya da İslam’a da uygun olduğunu yahut da ödünç alınıp kullanabilecekleri bir model olduğunu iddia ve iftira eden düşünceler uyduran, Allah’ın açık hükmüne rağmen laik demokratik devlette şirkle hükmedenleri, heva ve hevesi ilahlaştırarak teşri’de bulunanları mü’min, muvahhid, Müslüman ilan eden” tevhidî gruplardan, “âlim” diye bilinen hocalardan ve “muvahhid öncüler” den hesap sormamız gerekmiyor mu?
Düşünün hele, Mûsâ (as) sorgulayıp hesap sormaya, neden önce Samirî’den değil de önce Hârun (as)’dan başlıyor? Üstelik o da bir peygamber olduğu halde neden öncelikle Hârun’u hesaba çekiyor? Hem de sadece fikir bazında sorgulamakla dahi kalmayıp kafasından tutarak sert biçimde fiziki olarak da sarsarak hesap soracak kadar Hârun’a kızmasının sebebi nedir? Çünkü Hârun (as), o toplumda tevhidî daveti yaymakla ve toplumu o istikamette tutmakla öncelikle görevli bir şahsiyettir. İşte Mûsâ (as), haklı olarak bu görevini yapmadığı zannıyla öncelikle ilk hesap sorulması gereken kişi olarak ona yöneliyor.
Peki, Mûsâ (as), Hârun (as) bir peygamber olduğu halde ve üstelik sadece görevini ihmal etmiş olabileceği ihtimaline binaen ona en sert biçimde hesap soruyorken, biz,
- özellikle de son on beş yılda, çağdaş demokrasi putperestliğine aktif destekçilik yapan,
- üstelik bu yaptıklarını haklı göstermek amacıyla Allah’ın ayetlerini ve İslam’ın kavramlarını tevil edeyim derken tahrif eden,
- İslam’ı araçsallaştırarak modern cahiliye modellerini meşrulaştırmaya çalışanlara,
- “hoca”, “âlim” olarak bilinen ya da “tevhidî grupların öncüleri” olan kişilere,
- neden eleştiri yapmayalım ve neden yanlışlarını ilmî delillerle ortaya koymayalım?
Bazı Müslümanlar, Allah’ın (c) emrettiği ve Rasûlullah’ın (s) Kur’an’daki büyük tehditleri hatırlatıp uyardığı “emr-i bi’l-mâ’ruf ve nehy-i ani’l-münker” sorumluluğunu kendileri de yapması gerekirken, ihmal etmekle kalmayıp üstelik bizim yapmamızdan da rahatsız olmaktadırlar, neden? Rasûllerin örnekliğini de Kur’an ve sünnetin yüklediği imânî görevi de dışlayan, hatta engellemeye çalışan bu anlayış İslamî olabilir mi?
Ayrıca Mûsâ (as)’ın gerçeği bilmediği için öncelikle suçlayıp hesaba çektiği kardeşi Hârun (as), bir yanlışı yaptığı ya da göz yumduğu için değil sadece temsili konumu ve sorumluluğuna binaen görevini ihmal etmiş olabileceği ihtimali sebebiyle sorguya çekilmiştir.
Günümüzde ise, bizim “emr-i bi’l-mâ’ruf ve nehy-i ani’l-münker” görevimiz gereğince ilmî eleştirilerimizin hedefi yaptıklarımızın, hem davetin muhataplarını hem de bizzat kendilerini ve tevhidî kesimdeki çevrelerini laik Kemalist ve kapitalist bir partinin aktif destekçisi haline getirmek suçunu işledikleri, belgelerle ortaya konmuş bulunan kesin bir gerçekliktir.
Rasûlullah(s) Döneminde Yanlış Yapan Ashab’ın Toplumsal Alanda Uyarılıp Cezalandırılmasına Dair Örnek
Tebük seferi, diğer tüm seferlerden, harekâtlardan ve hatta savaşlardan çok ayrıcalıklı bir öneme sahipti. Farklı olmasını sağlayan önemli özelliklerinden bazılarını, yolculuğun çok uzun olması, bu uzun yolculuğun başta sıcak ve açlık olmak üzere son derece ağır zorluklar eşliğinde gerçekleştirilmesi, savaşılacağı düşünülen ordunun dünyanın en büyük devletinin ordusu olması oluşturuyordu. Çıkılan sefer ölüme gidişten farksız gibiydi. İşte böylesi zorluklarla dolu sefere çıkmak ancak Allah (c) ve Rasûlüne (s) içten gelerek iman etmiş, imanlarını ‘işittik ve itaat ettik’ teslimiyeti düzeyine çıkarmış müminlerin yapabileceği bir şeydi. Bu yüzden münafıklar bu seferden uzak durup Medine’de kalmayı tercih etmişlerdi.
Fakat Tebük’ten dönülünce anlaşıldı ki, esasen Müslüman olmalarına, imanlarındaki samimiyetlerini daha önce birçok vesileyle ispatlamalarına rağmen, üç kişi daha Medine’de kalmıştı.
Bunlar Kâ’b b. Mâlik, Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Umeyye isimli kişilerdi. Üçü de imanlarından kuşku duyulmayan kimselerdi. Daha önce birçok kez Müslümanlıklarının gereğine göre davranmış, birçok zorluğa imanlarının gereği olarak göğüs germişlerdi. Kâ’b b. Mâlik, Akabe’de Rasûlüllah’a beyat etmiş ilk Müslümanlardandı. Tebük seferinden önce gerçekleşen savaşlardan sadece Bedir’e katılamamış, diğer tüm savaşlarda Rasûlüllah’ın (s) yanında yer almıştı. Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Umeyye de iman-küfür ayrımında ölçü olan Bedir savaşına katılmış Müslümanlardandı. İkisi de Tebük seferinden önce gerçekleşen tüm savaşlara katılmışlar, şehit olmak için isteyerek ölümün üzerine atılmışlar ve imanlarındaki samimiyetlerini tekrar tekrar ispatlamışlardı.
Ancak ne var ki, bu üç Müslüman, münafıklar gibi, Medine’de kalmış ve Tebük seferine katılmamışlardı. Münafık olmadıkları halde, münafıklarla aynı safta gözüküyorlardı. Bu nedenle ordunun Medine’den ayrılıp Tebük’e doğru hareket ettiği günden beri günahlarının ağırlığı altında eziliyor, ne yapacaklarını bilemez hale gelmiş bulunuyorlardı.
Söz konusu üç kişinin Medine’de kalmalarının haklı bir gerekçesi yoktu. Üçü de son derece basit bir nedenden dolayı sefere katılamamışlardı. Sefere katılmama nedenleri, hazırlıklar sırasında ağır davranmaları ve hazırlıklarını tamamlayamamalarıydı. Şimdi ihmalkârlıklarının cezasını çekiyorlardı.
Rasûlüllah, münafıkların gerekçelerinin ve özürlerin sahte olduğunu bildiği halde, olumsuz bir şey demedi. Herhangi bir eleştiride bulunmadı. Nasıl olsa herkesin imanındaki samimiyet durumu, kişilik ve karakterinin özelliği ortaya çıkmıştı. Tebük seferi herkesin içyüzünü ortaya sermişti. Bundan böyle Müslümanların münafıklara karşı daha mesafeli ve daha ihtiyatlı olacakları kesindi.
Rasûlüllah’ın yanına özür dilemek için gelenler arasında ihmalkârlıkları nedeniyle Medine’de kalmış üç Müslüman da vardı. Durumları her açıdan kötüydü. Hem Medine’de kalarak münafıklarla aynı safta görüntü vermişler ve hem de şimdi sahte özür bildiren münafıklarla birlikte özür dilemek zorunda kalarak görünüşteki olumsuz durumlarını daha da pekiştirmişlerdi. Bu üç Müslüman hata ve günahları nedeniyle özür dilemekten çekinmezlerdi. İmanları özür dilemeyi kendileri için bir ibadet kılmıştı. Ama bu şekilde özür dilemek, münafıkların sahte özürler dile getirdikleri bir anda ve ortamda, üstelik aynı sebepten dolayı özür dilemek zorunda kalmak, katlanılması zor bir durumdu. Durumları her açından kendilerinin münafıklarla benzer durumda olduğunu gösteriyordu. Ama öyle değillerdi. İmanlarında samimiydiler. Bu nedenle de üzgündüler. Üzüntülerinden, utançlarından ne yapacaklarını bilemez haldeydiler, perişandılar.
Rasûlüllah, tüm Müslümanlara bu üç kişiyle görüşmelerini ve konuşmalarını yasakladı. Rasûlüllah’ın bu yasağı ayetin gereğiydi. Çünkü o günlerde vahyolunan bir ayet, sefere katılmayıp Medine’de kalan ve daha sonra da yalan gerekçelerle özür dileyip kendilerini affettirmek isteyen münafıklarla görüşülmesini ve konuşulmasını yasaklamıştı. (Tevbe, 9:94, 95). Rasûlüllah ayetin emri gereği söz konusu üç Müslümanla konuşulmasını ve görüşülmesini yasakladı. Selam verilmiyor, selamları alınmıyordu. Çünkü o aşamada bu üçü de münafıklarla aynı safta gözüküyorlardı. Bu yasağı ve takip eden günleri Kâ’b b. Mâlik şöyle anlatmıştır: “Rasûlüllah sefere katılmayıp geride kalanlarla konuşulmasını yasakladı. Bunun üzerine tüm Müslümanlar bizden uzak durmaya ve konuşmamaya başladılar. Bizi görünce yüzlerini ekşitiyor, sırtlarını dönüyorlardı. Bu dayanılması zor bir durumdu… Bu hâl elli gün devam etti. Diğer iki arkadaşım evlerine kapandılar. Hiç dışarı çıkmıyorlardı. Sürekli ağlıyorlardı.
Müslümanların bizimle ilişkiyi kesip, konuşmamaya başlamalarının üzerinden kırk gün geçmişti. O gün Huzeyme b. Sabit gelerek, Rasûlüllah’ın, eşimden ayrılmamı emrettiğini bildirdi. ‘Eşimi boşamam mı gerekiyor?’ diye sordum. ‘Hayır! Boşaman gerekmiyor. Ayrı kalman yeterli’ dedi. Rasûlüllah’ın diğer iki arkadaşıma da aynı emri verdiğini öğrendim. Eşime ‘Kalk anne ve babanın yanına git. Allah durumumu açıklığa kavuşturana kadar da orada kal’ dedim.
Hilâl b. Umeyye iyi bir Müslümandı. Allah ve Rasûlüne sevgisi derindi. Hatası nedeniyle sürekli ağlıyordu. Yakınları ağlamaktan öleceğini düşünmeye başlamışlardı. Üstelik yemiyor, içmiyor; sürekli oruç tutuyordu. Çoğu zaman iftar yapmadan az bir sütle iki gün peş peşe oruç tuttuğu oluyordu. Geceleri hep namaz kılıyor ve affını diliyordu. Ayrıca kendisinden dolayı hiç kimsenin Rasûlüllah’ın emrine muhalif davranmasına vesile olmamak için evinden dışarı çıkmıyor, hiç kimsenin yanına gitmiyordu.
Fakat Hilâl yaşlı, kendi işini görmekten aciz birisiydi. Karısı onun bu durumuna üzülerek Rasûlüllah’tan Hilâl’in işlerini görmek için yanında kalmasına müsaade edilmesini istedi. Rasûlüllah kadına izni verdi.
Müslümanların bizimle ilişkiyi kesmelerinin, konuşmayı terk etmelerinin ellinci günüydü. Sabah namazını kılmış evin damındaki çardakta oturuyordum. Sıkıntım büyüktü; dayanılmaz bir hâl almıştı. Bütün yeryüzü tüm genişliğine rağmen dar geliyor, beni sıkıp sıkıp bırakıyordu. Derin düşüncelere dalmış bir haldeyken ‘Ey Kâ’b! Müjde’ diye bağırıldığını duydum. Hemen secdeye kapandım ve şükrettim. Anladım ki affedilmiştim; artık genişlik, ferahlık gelmişti.
Münafıklarla aynı konuma düşen üç Müslümanın durumunu açıklığa kavuşturan ve affedildiklerini bildiren ayet o gece vahyolunmuştu. (Tevbe, 9:117-119) Rasûlüllah müjdeyi sabah namazı sonrasında cemaate bildirerek, affedildiklerinin üç Müslümana iletilmesini istemişti.[7]
Hz. Ömer’in Halifeyken Hem de Hutbede Eleştirilmesine Dair Örnekler
İlk Halifeler döneminde (Üçüncü Halife dönemindeki bazı yanlışlar hariç tutulacak olursa), genelde Rasûlullah’ın (s) zamanındaki temel vahyi ilkelere ve Rasûlün güzel örnekliğine uyularak bu örneklik devam ettirilmiştir. Ümmetin “âlim”, “âdil” ve “ehil” müntesipleri, halifelere karşı emr-i bi’l- ma’ruf nehy-i ani’l-münker sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmişler, eğer saparlarsa onları “kılıçlarıyla düzeltecekleri” uyarılarında bulunabilmişlerdir. Hutbedeki halifeyi hesaba çekebilmişler, sırtındaki elbisenin bile hesabını almadıkça hutbesini dinlememişlerdir.
Hz. Ömer (ra) bir gün hutbede cemaate şöyle seslendi: “Ben haktan ayrılırsam ne yaparsınız?” Cemaat içinden bir sahabe kalkarak cevap verdi: “Seni kılıcımla düzeltirim ya Ömer!” Hz. Ömer ellerini açarak; “Ya Rabbi! Sana şükürler olsun ki ben Senden gaflete düşersem, Senin adaletinden ayrılırsam, beni kılıcıyla doğrultacak cemaate sahibim” diye şükretti.[8]
Bizler hep Hz. Ömer’in bu kıssasında Hz. Ömer’e odaklanırız nedense. Düşünmeyiz koskoca bir devlet başkanı ve karşısında devlet başkanından hesap soran zayıf bir insan. Bir kere yanlışı bulmak ve düzeltebilmek için ilim sahibi olması lazım insanın. İkincisi bu yanlışı hiçbir şeyden korkmadan ve kimseden çekinmeden dile getirme cesareti olmalı. Bu cesareti gösteren insanın varlığı önemli ama, Hz. Ömer’in adil duruşu da bu cesarete fırsat veren bir zemin oluşturuyor. Bu söz karşısında Hz. Ömer ne yapıyor, statükolaşan düzenlerin yöneticilerinin yaptıkları gibi, “sen kim oluyorsun da beni kılıçla düzeltme hadsizliği gösteriyorsun” deyip bağırıp çağırmak yerine, etrafında hatasını gösterebilecek ölçüde hakkı, hakkaniyeti bilen, ilmi seviyesi ve sorumluluk bilinici yüksek insanlar olduğu için Rabbine şükrediyor.
İşte bu biçimde örnekliklerle dolu adil yönetimiyle tarihe geçen Ömer (ra) halifeliği sırasında yine bir Cuma hutbesi irad etmek için ayağa kalkar. Cemaate seslenerek: “Ey cemaat beni dinleyin!” der. Cemaatten bir sahabe Halife Ömer’e: “Ey Ömer! Seni dinlemiyoruz.” diye bağırır. Ömer (ra) ise “sen kim oluyorsun da hutbede sözümü kesiyorsun hadsiz” diye bir çıkış yapmak yerine, o kişiye yönelerek: “Neden dinlemiyorsunuz” diye sorar. O sahabe: “Herkese, ganimetten elbiselik eşit kumaş düştüğü ve bu eşit kumaşları eşit olarak sen dağıttığın halde, kendi vücudun daha geniş, benim vücudum daha zayıf olmasına rağmen, ben bu ganimet kumaşından kendime bir elbise çıkartıp diktiremedim. Sen ise daha iri vücutlu olduğun halde diktirmişsin. Görülüyor ki sen, kendine daha fazla kumaş almışsın. Devlet malına tecavüz ettiğin için seni dinlemiyoruz” diyerek, Halife Ömer’i protesto eder.
Hz. Ömer de kendisini savunmak için o sırada camide gördüğü oğlu Abdullah’a seslenerek: “Ey Abdullah, gerçeği halka anlat” der. Abdullah ayağa kalkarak: “Kendi rızasıyla, kendi hissesini babasına verdiğini, babasının da bu iki hisseyi birleştirerek kendisine bir elbise diktirdiğini açıklar.” Bu açıklama üzerine protestocu sahabe Halife Hz. Ömer’e: “Şimdi anlat ey Ömer! Artık seni dinleyebiliriz” der.[9]
Yine bir gün Hz. Ömer (r.a.), Medîne-i Münevvere’de Rasûlullâh (s) Efendimiz’in minberine çıkıp cemâate hutbe îrâd etmiş, hutbesinde Müslümânlara, evlenirken mehri azaltmalarını söylemişti. Kadın cemâatten uzun boylu bir hanım çıkıp: “Ey Ömer, bunu söylemeğe hakkın yoktur!” demiş ve Kur’ân-ı Kerîm’den kadının mihr hakkına dir âyet-i kerîmeleri delîl göstermişti. Bunun üzerine Halîfe Ömer: “Allâh Allâh! Kadın, Ömer’le mübâhase etmiş (karşılıklı fikir söylemiş, konuşmuş) ve onu susturmuş!” diyerek sözünü geri almıştı.[10]
Bu üç örnekte de görüldüğü gibi, ümmetin “âlim”, “âdil” ve “ehil” müntesipleri, halifelere karşı “emr-i bi’l- ma’ruf nehy-i ani’l-münker” sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmişler, eğer saparlarsa onları “kılıçlarıyla düzeltecekleri” uyarılarında bulunabilmişlerdir. Hutbedeki halifeyi hesaba çekebilmişler, sırtındaki elbisenin bile hesabını almadıkça hutbesini dinlememişlerdir.
Halife Ömer (ra), sırtındaki elbisenin hesabını vermeden hutbe okuyamıyorken, daha sonraki saltanat sürecinde haksız kazançlarla lüks ve israf içinde yaşanan saray hayatının ve mazlum halkların sömürülmesinin temsilcisi sultanlar adına hutbe okunması konumuna doğru büyük bir sapma yaşanmıştır. Bu süreçte hutbeler, sultanların İslamî ölçülere uygun olmayan iktidarlarını meşrulaştırmak amacıyla araçsallaştırılmıştır.
Bugün ise, aynı biçimde haksız kazançlarla yine saraylarda lüks ve israf içinde yaşayan laik kapitalist iktidarlara, sırtlarındaki elbisenin hesabını sormayı bırakın öncelikle şirkle hükmetmelerinin, sonra da yaygın sömürü, israf ve adaletsizliklerinin hesabını sorması gereken “muvahhidler”, tam tersini yaparak bu iktidarların desteklenmesi gereken “ümmetin umudu” ve “Müslüman” yöneticiler olduğuna dair “yalancı” şahidlik yapabilmekte ve insanları bu iktidarlardan yana olmaya davet edebilmektedirler.
Buna Rağmen, Bizim, Rasullerin Yolunu İzleyerek, Bugünkü Toplumdaki En Büyük İfsad Sebebi Olan Modern Cahiliye Sapması Laik Demokrasi Putperestliğine ve Samirî Gibi Onu Meşrulaştırmaya Çalışan Kimi “Hoca” ve “İslamcılar”a ya da Bu Cahiliyeye Aktif Destekçilik Yaparak Aynı İfsadın Müslümanları da Kuşatmasına Sebep Olan “Öncü”lere Yönelik Haklı Eleştirilerimize Tahammül Edemeyenler Çıkabiliyor
Evet, buna rağmen bazıları, “Mûsâ (as)’ın Hârun’u sorgulaması ve hesap sorması bizi bağlamaz”, “Rasûlüllah’ın (s), bugün “hoca”, “âlim” ve “tevhidî uyanış süreci öncüleri tarafından yapılan büyük ilkesizlik, sapma, tahrifat ve ifsada nazaran daha basit bir ihmalkârlık sebebiyle ashabına gösterdiği ve toplumun tamamını da ilgilendiren tepki ve verdiği toplumsal boyutu olan cezadan bize bir ders çıkmaz” dercesine, “biz batıla destekçilik yaparak çağdaş Samirî’lerin peşinde demokrasi putperestliğini ve tâğûtî yönetimi meşrulaştırmaya sürüklenen günümüz “öncülerini”, “hocalarını” ve “muvahhidleri”ni eleştirmemeliyiz” diyebiliyorlar.
Üstelik sadece bunları eleştirmeye karşı çıkmakla da kalmayıp bizzat günümüzde Samirî rolü oynayarak dindar kesimlerin laikleşip demokratikleşmesine sebep olanların eleştirilmesine de karşı çıkıyorlar. Hatta “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeseler de laik yasa yapıcıların, haramları helal sayan teşri’de bulunanların Müslüman olduklarını ispat emek ve meşrulaştırmak için Allah’ın ayetlerini te’vil ve ictihad adı altında tahrif edenlerin” yaptıkları bu yanlışlara yönelik ilmî eleştirilerimize bile tahammül edemiyorlar.
Onların tercih ettikleri bu tutum, ilginç biçimde “Abdülmuttalip mantığı”nı çağrıştırıyor. Hani Ebrehe fillerle destekli ordusuyla Allah’ın beyti Ka’be’yi yıkmaya geldiğinde, önüne denk gelen alandaki onun develerini de gasp etmişti. Bunun üzerine bir hışımla Ka’be önlerinde konaklamış Ebrehe’nin çadırına giren Abdülmuttalip karşısında şaşıran Ebrehe “ne istiyorsun?” dediğinde, “develerimi istiyorum” deyivermişti. İşte bu tutum karşısında şaşkına dönen Ebrehe o tarihi sözü orada söyleyip “ben senin ve atalarının dininin Ka’be’sini yıkmaya geldim, sen ise develerinin peşine düşmüşsün”. Bunun üzerine Abdüllmuttalip “develer benim ben onları istiyorum, Ka’be Allah’ın, O, Ka’besini korur” diyor ve bu mantık yüzyıllardır olumlu bir imajla aktarılınca, birçok Müslüman işine gelince bu mantığa sığınıveriyor.
Allah’ın dinine zarar verilmesine engel olma sorumluluğu ile kimi kişilerin ifsad edici tutumları çatıştığında, o kişilerin savunucuları adeta aynı mantıkla, bu kişileri savunmaya kalkışmaktadırlar. Adeta, “Allah’ın dinine kim ne yaparsa yapsın sana ne? Sen karışma, Allah dinini korur” dercesine Allah’ın dinine zarar verenleri savunmaya geçmektedirler.
Kendilerine, çıkarlarına, sevdiklerine ya da önemsedikleri “hoca”lara bir şey söylense, bir zarar verilse ya da bir eleştiri yapılsa aslan kesilerek itiraz edip hesap soranlar, birileri Allah’ın dinine bir zarar verse, susuyor ya da görmezden geliyorlar. İmanî bir sorumlulukla İslam’a verilen zararı engellemeye ve ifsadı ıslah etmeye, İslam’a zarar verenleri ifşa edip ilmî eleştirilerle bu yapılanların İslam’a uygun olmadığı hakikatini anlatmaya çalışanları ise, böyle bir hassasiyete gerek olmadığını, bu zararı verenleri eleştirmenin doğru olmadığını söyleyip engel olmaya kalkışıyorlar. Onların, “hocalarımız” ya da “muvahhid kardeşlerimiz” olarak gözetilmeleri gerektiğini, kamuya açık biçimde isimleri zikredilerek eleştirilmelerinin doğru olmadığını ifade ediyorlar.
Böylece, medya ve sosyal medyada kamuya açık hitaplarla yazıp konuşarak, batıl sistemlere ve modellere destekçi olmaya ve yine aynı biçimde açıkça yazıp konuşarak, üstelik Allah’ın ayetlerini de tahrif edip laik demokratik hükümetlere taraf olmaya çağıranları, batıl ile hükmedenlere meşruiyet kazandırmaya çalışanları, bu şekilde korumaya alıp ilmî olarak eleştirilmelerini bile engellemeye kalkışmaları, ister istemez şunları düşündürüyor; acaba onları Allah’ın dininden daha fazla mı seviyor ve önemsiyorlar? Ya da Abdulmuttalip mantığıyla kendilerine ait olanı, yakın bulduklarını (develerini) korumaya alıp “din Allah’ın, Allah dinini korur” demeye mi çalışıyorlar?
Üstelik böyle yapmakla, korumaya çalıştıkları “hoca” ve “öncüler”i, “âlim”leri ve “İslamcılar”ı Hârun (as)’dan daha üstte görmüş oluyorlar. Mûsâ (as) o da bir peygamber olduğu halde öz kardeşi Hârun’u sorgulamayı;
- hem daha suçlu olduğu dahi belli değilken, sadece temsil ettiği İslamî sorumluluk sebebiyle,
- hem de fizikî güç de kullanarak ve kafasını çekip sarsarak gerçekleştirmekte,
- üstelik bütün bunları toplum içinde ve kamuya açık bir alanda yapmaktadır.
Tarihte yaşanan ve kimi peygamber, kimi emirü’l mü’minin, kimisi de sahabeden saygıdeğer şahsiyetler olan kişilere yönelik, hem de işledikleri sabit olmayan yanlış amelleri sebebiyle toplum içinde hesap sorma ve hatta kimine ceza uygulama örnekleri, işte böyle, hep kamuya açık biçimde gerçekleşmiştir.
İslâm tarihinde de reddiye yazma geleneği, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan görüş ayrılıklarıyla başlamış, bu ihtilâflara dayalı mezhep ve fırkaların oluşumuyla yaygınlık kazanmıştır. Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren hızla genişleyen fetihler neticesinde çeşitli inanç ve felsefelere bağlı toplumlar İslâm dünyası içinde yer alınca her iki tarafın âlimleri birbirlerinin inançlarını eleştirmiş ve reddiyeler telif etmiştir. Ayrıca, İslâm toplumunda ilimlerin tedvini ve gelişmesiyle ilmî konularda da çeşitli reddiyeler kaleme alınmıştır.[11]
Buna rağmen nasıl oluyor da, bugün kamuya açık olarak yazıp konuştukları saptırıcı açıklamalarla, hepimizin müntesibi olmaktan şeref duyduğumuz Allah’ın dinine zarar verenleri, hem de bu sebeple yaşanan büyük toplumsal ifsad ve yozlaşmada pay sahibi olanları eleştirmemiz hazmedilememektedir?
- Harun (as) henüz hatalı olduğu bile belli olmadan toplum içinde böyle bir hesap sormaya muhatap olurken,
- insanî bir zaaf ve ihmal sebebiyle hazırlıkta gecikip Tebük seferine çıkamayıp Medine’de kalan üç sahabe, önceki bütün seferlerde can feda bir çabanın içinde olup sorumluluklarını yerine getirdiklerini ispat etmiş samimi mü’minler oldukları halde sadece bir sefere çıkmamaları sebebiyle Rasûlullah (s) tarafından “bütün diğer Müslümanların hatta eşlerinin bile kendilerinden ilişkiyi kesip selam vermeyi dahi yasaklaması” cezasına çarptırılıyorlarken,
- Ömer’in halife olarak hutbedeyken, hem de sadece zanna dayalı bir sebeple sırtındaki elbisenin hesabını vermeden hutbe okumasına karşı çıkılabiliyorken,
- Yine Ömer (ra) hutbedeyken, kadınların mihri konusundaki açıklaması sebebiyle bir Müslüman kadın hemen orada cemaat içinde sözünü kesip “doğru söylemiyorsun” deyip ilgili ayetlere aykırı konuştuğunu ifade ederek uyarıyor ve o da sözünü geri alıp kadını haklı buluyor ve düzetiyorken,
- neden bugün açık İslam’a aykırılıkları sebebiyle yanlış yapanlar isimleri ve yaptıkları yanlışların belgeleri de ortaya konarak eleştirilemesinler?
Harun (as)’dan, Hz. Ömer’den ve Allah Rasûlünün (s) yakın ashabından daha değerli sayılarak ve hatta zarar verdikleri Allah’ın dininden de daha önemli görülürcesine, açıktan isim verilerek eleştirilmemesi istenen bizim ilmî eleştirilerimizde muhatap aldıklarımız ise,
- Kur’an’a ve temel İslâmî ilkelere aykırılıkları yansıtan yazı ve konuşmalarını, kamuoyu önünde medyatik ortamlarda açıkça gerçekleştirmiş oldukları sabit olan kişilerdir.
- Ömer halifeyken sırtındaki elbisenin hesabını vermeden hutbede konuşamazken, bugünün “hocaları”, “âlimleri” ve “tevhidî uyanış süreci öncüleri”, ayyuka çıkan ihale yolsuzlukları, rüşvet vb. haksız kazançlarla saraylarda lüks ve israf içinde yaşayanların laik demokratik iktidarını büyük bir ilkesizlikle desteklediklerini açıkça ilan ettikleri gibi,
- bununla da kalmayıp sadece tevhide ve Kur’an’a çağırmaları gereken davetin muhataplarını da
- Yakın çevrelerindeki Müslümanları da tâğûtî sistemin şirkle hükmeden hükümetini desteklemeye dair çağrılarını, kamuya açık yazı, konuşma ve gazete ilanlarıyla gerçekleştirmektedirler.
- Üstelik bu batıl amelde yaklaşık 15 yıldır ısrar etmektedirler.
- Üstelik yaptıkları batıl ameli, meşrulaştırmak için şirkle hükmeden laik, demokratik, ulusalcı, Kemalist ve kapitalist olmakla kalmayıp Müslüman kesimleri ikna etmek için İslam’ı da araçsallaştırıp kullanan ve toplumu Allah ile aldatıp sekülerleştiren lideri Müslüman ve hükümeti de meşru ilan etmektedirler.
- Bu yolda Allah’ın ayetlerini bile te’vil ve ictihad adı altında tahrife kadar gidebilmektedirler.
- Böylece, toplumu ifsad eden hükümetle birlikte büyük yozlaşmanın müsebbibi olmaktan kaçınmamaktadırlar.
Buna rağmen, bu büyük sapma ve savrulmaya karşı yapmaya çalıştığımız ilmî eleştiri ve uyarılarımıza, “emr-i bi’l-ma’ruf” görevimizi yerine getirmemize karşı çıkılıyor olması, karşı çıkanları bu büyük yanlışa ortak olmak durumuna düşürmez mi? Böylece bu kişiler de “bu önemli İslamî bir sorumluluğu kendileri yapmadıkları gibi, yapana da engel olmaya çalıştıkları” için, doğrudan bu büyük ilkesizlik ve savrulmayı yaşayanlar gibi toplumdaki sapma ve yozlaşmadan sorumlu hâle gelerek büyük bir vebalin altına girdiklerini neden düşünmezler? Nasıl oluyor da bu büyük vebali omuzlamaktan korkmuyorlar? Nasıl oluyor da ahiret ve hesabı unuturcasına bu kadar cesur olabiliyorlar?
Üstelik Haksöz-Özgürder örneğinde olduğu gibi bizim eleştirdiklerimiz de, hem de İslamî ilkelere aykırılık teşkil etmeyen konularda, mesela iktidarı destekleme, İslamcılık konusu, Gezi Parkı olayları ve Suriye’de yaşananlar hakkında kendilerinden farklı düşünenleri, (Atasoy Müftüoğlu, Ali Bulaç, Akif Emre, Mustafa İslamoğlu, İhsan Eliaçık gibi) isim vererek açıktan ağır eleştirilere tabi tutabilmişlerdir. Ayrıca ilmî bir boyuttan yoksun bu eleştirilerde, “arsız, utanmaz, ahlaksız, vicdansız vb.” aşağılayıcı bir üslup da dikkat çekmektedir.
Haksözhaber, ilmî niteliği olmayıp tamamen duygusal olan bu eleştirilere karşı çıkanlara ise, şu cevabı vermiştir: “…hakkın hatırı için dile getirilen eleştiriler kimi ve neden rahatsız eder?… açıktan görsel, yazlı, sosyal medyanın bütün imkanlarını kullanarak düşüncelerini dile getirecek, birtakım eylemler içerisine girecek ve böylelikle ifsadı yaygınlaştıracak; fakat aynı yolla hakkın/hakikatin çiğnediğini dile getirmek ölü eti yemek olacak… …Kur’an’ın hangi ayetinin açık ifsad karşısında susmayı ya da ifsad edeni her haliyle kabullenmeyi tavsiye ettiğini biz bilmiyoruz!” [12] İşte bu açıklamaya aynen katılarak ve aynı gerekçelerle biz de onların ifsada yol açan yazı ve açıklamalarını açıktan eleştirmekteyiz. Ama onlardan farkımız, biz sadece ilmî eleştirilerle yetinip şahsiyetlerini aşağılayıcı üslûptan sakınmaktayız. Rabbim hepimize uyarı ve emr-i bi’l-mâ’ruf konusundaki bu büyük sorumluluğumuzun gereğini hakkıyla yerine getirip rızasını kazanmayı nasip etsin?
Her Şeye Rağmen Umutsuzluk Yok, Mücadeleye Devam
Bazı kardeşlerimizden, İslami kesimdeki savrulma, kan kaybı ve toplumdaki büyük, derin ve yaygın yozlaşma sebebiyle umutsuzluk ve yılgınlık sinyalleri alıyorum. Asla umutsuzluğa ve yılgınlığa düşmemeliyiz. Biliyoruz ki hepimiz imtihandayız. Her türlü şartta bıkmadan ve yorulmadan kulluk sorumluluğumuz üzerine yoğunlaşmalı ve Rabbimizi razı edecek salih ameller biriktirme hedefine kilitlenmeliyiz. Yaşanan kötüye gidiş karşısında sorumluluklarımızı bir daha tefekkür edip yeni hamleler için harekete geçmeliyiz.
Evet, toplumdaki, hatta İslami camia olarak tanımlanabilecek kesimdeki büyük yozlaşma karşısında umutsuzluğa ve yılgınlığa düşmeden zaaf ve yetersizliklerimizi gözden geçirerek yeni bir hamle yapmalıyız. Bu yeni hamleye hazırlık kabilinden çabalara yoğunlaşmalıyız. Bu bağlamda yaptıklarımızı ve yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızı gözden geçirmeliyiz. Eksiklerimizi ve yanlışlarımızı tespit edip tamamlamak ya da düzeltmek için elimizden geleni yapmak üzere vakit kaybetmeden harekete geçmeliyiz.
Rabbimize karşı kulluk görevimizi yerine getirmek konusunda imkanlarımız ve gücümüz kadar sorumlu olduğumuzu biliyoruz. İmkânlarımız dâhilinde elimizden geleni yapmaya çalışırsak ve istikameti korumakta ısrarlı, ilkeli bir duruşla samimî bir fedakârlık içinde olursak inşaAllah Rabbimiz yardım edip çabalarımızı bereketlendirecektir. Önemli olan bizim üzerimize düşeni gereğince ve yeterince yapmak üzere fedakâr olmaya çalışmamızdır.
Bilinmelidir ki, şirk sistemi içinde laik siyaset zemininde istikameti bozup ilkelerden taviz vererek bâtıla eklemlenen ve bağımsız İslami kimliği koruyamayan bir siyasi zeminde, ele geçen bütün imkânlarla dahi İslam’a hizmet yerine, İslam’a, İslami mücadeleye ve ahiretimize büyük zararlar vermekten başka hiçbir şey yapılamayacağı son derece açıktır. Böyle hak-bâtıl sentezi bir mücadele zemininde Allah’ın rızası da asla kazanılamaz.
Bu bâtıl alandaki sonucun böylesine yanlış ve zararlı olması, vahyin ölçüleri ve Nebevi örneklik gereği böyle olduğu gibi, on yıllardır süren pratikte yol açtığı büyük yozlaşma ve çürüme ile de zararlı ve yanlış olduğu açık biçimde ortaya cıkmış bulunmaktadır.
16 yıldır, kendilerinin zannıyla ürettikleri kimi maslahatlar/imkânlar/menfaatler uğruna ilkeli bağımsız İslami duruşu sürdürmek yerine pragmatik hesaplar yaparak tevhidî istikamet ve Nebevi yönteme aykırı biçimde bâtıl sistem içi laik kapitalist ulusalcı politikaya destek verenler, özellikle de birinci anayasa referandumundan sonra önce AKP-Gülen koalisyonunu destekleme ve 15 Temmuza giden sürecin zemininin oluşumuna katkı sunma konumuna sürüklenmişlerdi.
15 Temmuz ve ikinci anayasa referandumunu müteakiben bu sefer de siyaset alanında AKP-MHP koalisyonunu, bürokratik iktidarda ise AKP-MHP-ULUSALCI KEMALİST koalisyonunu destekler duruma düştüler. Erdoğan’ın “kandırıldım” dediği ama geniş kitlelerin büyük ve acı bedeller ödemesine yol açan ilk vesayet döneminden sonra yeni bir “kandırılma” sürecine MHP ve ulusalcı kemalistlerle girilmiş ve Gülenistlerden arındırılmaya çalışılan devlet bu sefer de bunlara teslim edilmiş, bir vesayet yerine diğeri, bir darbeci yerine diğer darbeci ikame edilmiş bulunmaktadır.
Ancak Müslümanların desteğiyle ortaya çıkan bu süreçlerde İslami kimliğe, İslami mücadeleye büyük zararlar verip özelde Müslümanların genelde ise toplumun yaygın biçimde sekülerleşmesi ve yozlaşması hususunda çok büyük bir vebalin altına girilmiştir.
Bizler, bütün bu olumsuzluklara rağmen, tevhidî istikamet ve ilkelerden taviz vermeden ve gücümüz yettiğince toplumu vahiyle buluşturacak tebliğ ve davet çabalarımızı, en yakınımızdan başlayarak arttırıp yaygınlaştırma hedefine kilitlenmeliyiz. Özellikle gençlere yönelik boyutunda daha çok çalışmamız gereken eğitim faaliyetlerimizi daha ciddi, daha nitelikli ve daha sürekli kılmalıyız. “Yaşayan Kur’an’lar” olmaya çalışarak vahye şahidlik sorumluluğumuzu yerine getirmeli ve bu nitelikteki ahlaklı örnek mü’minlerin sayısını arttırıp bağımsız İslami kimlikli kuşatıcı bir yapı oluşturmalıyız.
Davetimizin muhataplarına güven veren, İslam’ı sevdiren ve ahlakıyla örnek olan kadroları çoğaltmalıyız. Bu amaçla, konferans, panel, radyo konuşmaları, makale, kitap, basın açıklamaları ve sosyal medya imkânlarını kullanarak yaptığımız davete icabet edenleri vahiy eksenli ciddi bir eğitimden geçirerek ahlaklı ilkeli mü’minlerin sayısını arttırıp örgütleyerek fert ve cemaat planında topluma örneklik ve rehberlik oluşturmaya yoğunlaşmalıyız.
Kötü gidiş, savrulmalar ve tevhidî davete icabetten uzak duran kitleler asla umudumuzu kırmamalıdır. Nuh (as) 950 yıl tebliğ ve öğüt vermek için çırpındı, Kur’an’ın ifadesiyle “gece anlattı gündüz anlattı, gizli anlattı açık anlattı” ama sonuçta davetine icabet eden mü’minlerle bir gemi bile dolduramadı. Ama o görevini yaparak ve Allah’ı razı ederek Rabbine döndü. Birçok Rasûl de, aynı sebeple kitlesel bir ümmet oluşturamadan, devlet ve iktidar da olamadan, ama Allah’ı razı ederek Rabbine döndü. Çünkü bu imtihan dünyasıdır ve “insanların çok zalim ve cahil olması” (Ahzap, 33/72), “nefsindeki takva eğilimini belirleyici kılmak yerine fücuru tercih etmesi” (Şems Suresi) sebebiyle çoğunluğu davete icabet etmeyebilecek ve çoğunluk Allah’ın verdiği yeteneklerini, vahyi anlamak, öğüt almak ve yaşamak için kullanmayarak kendi iradeleriyle cehennemi tercih edebilecektir. (Â’raf, 7/179).
Yeter ki bizler üzerimize düşeni yapmak konusunda samimi ve fedakâr olalım ve insanlığı kurtaracak vahyin mesajını samimiyetle, merhametle ve fedakârca topluma ulaştırma sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirelim. Ancak maalesef bu konuda birçok zaaf ve sorunlarımız var. Allah bunları aşmak ve telafi etmek hususunda yardımcımız olsun ve sorumluluklarımızı kuşanarak adanmış mü’minler olmayı hepimize nasip etsin inşaAllah. Bir daha altını çizelim ki; bizim işimiz, Kur’an’ı hakkıyla okuyarak vahyin mesajını hayatımıza hâkim kılmaya, vahyin ahlakını kuşanarak hâl ve kâl ile tebliğ, eğitim yapma ve adil şahidler olma sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirmeye çalışmaktır.
Furkan, 25/43- “Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? 44- Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın (ve aşağı)dırlar”.
Gaşiye, 88/21- Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın. 22- Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin. 23- Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa, 24- Allah, onu en büyük azab ile azablandırır. 25- Hiç şüphesiz onların dönüşleri bizedir. 26- Sonra onları hesaba çekmek de elbette bize aittir.”
Zariyat 51/55- “Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, mü’minlere yarar sağlar. 56- Ben, cinleri de, insanları da, yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.”
Bu ayetler Rasûllerin ve onların takipçileri olan mü’minlerin sorumluluklarını açıkça ifade etmektedir. Biz bu sorumluluklarımızı yerine getirmek için seferber olmalı fert ve cemaat planında ortaya koyacağımız gayretlerimizle fedakârlıklarda yarışmalı, ancak sonucun takdiri etmenin Allah’a ait olduğunu unutmamalıyız. Allah (c) toplumun lâyık olduğu istikamette sonucu takdir ettiğinde ise, sonuç ne olursa olsun sabredip istikamet üzere çabalarımızda umudumuzu yitirmeden direnmeliyiz. Kulluk eksenli imtihan dünyasındaki sorumluluğumuz budur. Rabbimiz, bu sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirerek rızasını kazanmayı hepimize nasip etsin inşaAllah.