Pazartesi, Aralık 9, 2024
Ana sayfa HABERLER İstikamet Krizine Girmiş Tevhidî Uyanış Süreci Öncülerini, Hâllerini Sorgulamaya Çağırıyorum – IV. BÖLÜM

İstikamet Krizine Girmiş Tevhidî Uyanış Süreci Öncülerini, Hâllerini Sorgulamaya Çağırıyorum – IV. BÖLÜM

by İlkav Editor
841 👁
A+A-
Reset

İstikamet Krizine Girmiş Tevhidî Uyanış Süreci Öncülerini, Hâllerini Sorgulamaya Çağırıyorum – IV. BÖLÜM

İstikamet krizindeki tevhîdî kesimin büyük bir ilkesizlik soncu savrulduğu laik kapitalist AKP iktidarının 20 yıllık iktidarında en büyük yıkım gençlik ve aile üzerinde gerçekleştirilmiştir.  Seküler feminizmin ve eşcinselliğin korunup teşvik edilmesine yol açan sözleşme ve yasaların sapkın uygulamaları soncu aileler dağılmış, yeni nesiller sekülerizmin kuşatması altında deizme kadar itilmiştir. Özellikle de tevhîdî kesimin istikamet krizi yaşayan büyük çoğunluğunun destek verdiği son 15 yıllık sürecin politikaları, bu anlamdaki büyük çürüme ve yozlaşmanın zirveye çıkmasına sebep olmuştur.

Gençliği En Fazla Seküleştirip İslam’dan Uzaklaştıran, Özellikle Tevhîdî Kesimin de “Aktif Destek” Verdiği Dönemin Politikaları Olmuştur

Önceki bölümlerde zikredilen araştırma sonuçları ve açıklamalar, “Dindar nesil yetiştireceğiz” vaadinde bulunanların döneminde gençliğin ve “dindar” kesimlerin nasıl büyük bir yozlaşma yaşayıp modernleştiğini, sekülerleştiğini göstermektedir. Cinsel sapkınlıların en fazla yaygınlaştığı, boşanmaların arttığı, âilenin çözüldüğü, yeni nesillerin İslam’dan uzaklaştığı, sekülerleşmenin zirve yaptığı derin ve yaygın bir yozlaşma süreci yaşanmaktadır. Bu tablonun oluşmasının şüphesiz pek çok sebebi vardır. Ancak bu sebeplerin başında, AKP iktidarının İstanbul Sözleşmesi ile 6284 sayılı yasa misali ifsad edici yasa ve sözleşmeleri yürürlüğe koyması, İslâm’ı tahrîf eden bir yaklaşımla laikliğin İslâm’a uygun olduğu propagandası yanında İslâm’ı istismar eden söylem ve uygulamaları ile İslâm’ı laik iktidar için araçsallaştırıp istismar etmesi sebebiyle bu imaj altında yapılan haksızlıkların, yolsuzlukların ve adaletsizliklerin de İslâm’a fatura edilmesi gelmektedir.

Özellikle AKP döneminde de eğitim ve kültür alanındaki seküler dönüştürme projesinin sürdürülmesi ve ele geçen tek başına iktidar olma imkânının heba edilmesi ve bu konuda ıslah amaçlı tek bir adım atılmadan geçirilmesi, hatta yeni yozlaştırıcı unsurların suret-i hak’tan görünen bu iktidar tarafından gerçekleştirilmesi soncunda bu alanda daha da geriye gidilmesine yol açmıştır. Öyle ki, AKP önderlerinin ve destekçilerinin önemli bir kısmının sahibi olduğu muhafazakâr din anlayışının bile gerisine gidilmesine yol açan bu gönüllü sekülerleşme politikalarının tâkip edilmesi, Erdoğan’ın, sık yaptığı “aldatıldık”, “kandırıldık” ya da “İstanbul’a ihanet ettik” benzeri bir ifadeyle “eğitim ve kültür alanında başarısız olduk” itirafında bulunarak bir “günah çıkartma” açıklamasını da bu konuda yapmasına sebep olmuştur.

Üstelik ibret verici bir başka açıklama da birkaç gün önce 20 yıllık iktidarın sonunda geldi. Erdoğan “Yolsuzlukların olmadığı, rüşvetin olmadığı, yoksulluğun Allah’ın izniyle olmayacağı bir Türkiye’yi biz hallederiz. Bunu biz yaparız. Şu an itibarıyla onun hazırlığı içindeyiz.”[1] diyerek yeni bir “başarısız olduk” itirafıyla günah çıkartma açıklamalarına devam ederek, 20 yıldır “yoksulluk, yolsuzluk ve rüşvetin devam ettiğini” kabul etmiş oldu. Yılmaz destekçisi haksözhaber de haberi şu açıklamayla duyurdu; “Recep Tayyip Erdoğan’ın bugünkü açıklamaları ‘yolsuzluk ve rüşvetin olduğu’ bir Türkiye’nin varlığından haberdar olunduğunu düşündürtüyor. Birçok bakan ve bürokratın adının geçtiği rüşvet ve yolsuzluk iddialarının soruşturulmadığı Türkiye’de, hukuka ve şeffaflığa olan güven oldukça düşük bir seviyede.” diyerek, bir noktada kendi destekleri kadar sorumlu oldukları, bu kadar ciddi bir yolsuzluk itirafını bile şu cümlelerle geçiştirmiştir: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bugün yaptığı açıklamalarda üzerinde çalıştıkları konunun ‘yolsuzluk ve rüşvetin’ engellenmesi üzerine olduğunu belirtti.” 20 yılda çözmeyip aksine zirveye çıkardığı yolsuzluk ve rüşvet konusunu bir daha görev verilirse sonraki 5 yılda çözeceğini iddia etmesini ciddi bir eleştiriye tabi tutmadan haberleştirmiştir.

Görüldüğü üzere sürekli “aldatıldık” ya da “başarısız olduk” açıklamalarıyla adeta günah çıkartan bir üslupla başarısızlıklarını örtmeye çabalamaktadır. Ancak tıpkı PKK’nın, İsrail’in, ABD’nin, AB’nin ve Gülen’in gerçekleştirdiği her “aldatılması”nın ülke ve bölge halklarına çok büyük acılar yaşattığı, milyonu aşkın insanın öldüğü ve geri getirilemez büyük kayıplara yol açtığı da unutulmamalıdır. Aynı şekilde, bu ülke halkının CHP’nin tek parti döneminden bu yana en uzun tek başına iktidar olma imkânını kendisine tanımasına rağmen, “eğitim ve kültür” alanında başarısız olduğunu kolayca söyleyip işin içinden sıyrılmaya kalkışmaktadır. Ama asla hakkı olmayan bu “başarısızlık” sebebiyle hem mevcut muhafazakâr kesimin CHP ve darbelerle sağlanamayan boyutlarda laikleştirilmesinin hem de özellikle yeni nesillerin yaşadığı kültürel yozlaşmanın, deizme kadar giden derin ve kalıcı çürümenin vebali omuzlarında olarak tarih ve Allah huzurunda sorumlu olmuştur. Bir de yeni yapılan, 20 yıllık tek başına iktidarında “yolsuzluk ve rüşvet konusunda başarısız olduğu” açıklaması ise, son 20 yılda her bakımdan nasıl bir yozlaşma ve çürüme dönemi yaşandığının en tepedeki ağızdan itirafından başka bir şey değildir.

Üstelik AKP iktidarının yol açtığı büyük yozlaşma, sekülerleşme ve İslâm’a verdiği büyük zarar, özellikle Kemalist vesayetin geriletildiği 2010 referandumundan sonra, iktidardaki gücü ve tek başına yönetme imkânı arttıkça, önce Gülen çetesiyle birlikte koalisyon halinde, 2013 yılından itibaren de giderek artan gücüyle tek başına daha fazla olmuştur. Bakanları tek başına belirleyerek, bir bürokrat gibi atayıp kullanabildiği, özel sektörden getirdiği bakanlar ve aile fertleriyle devleti sanki bir aile şirketi gibi tek başına yönetme imkânına kavuştuğu süreçte, bütün alanlarda olduğu gibi eğitim ve kültür alanında da çok daha kötü şeylerin olması Erdoğan’ın büyük sorumluluğunu ortaya koymakta değil midir?

Meselâ eğitim bakanlığına, Hayrettin Karaman tarafından bile eleştirildiği üzere “İslâmi duyarlılığının görece daha fazla olduğu söylenen Talim Terbiye Başkanı”nı görevden alıp yerine “İslâmî duyarlılıklarla alay eden” seküler birisini atayabilen bir kişiyi getirmesinin anlamı nedir?  Evet, bu bakanlığa, bütün tarih derslerini seçmeli yapıp Kemalist resmi ideolojiyi genç nesillere zorbalıkla dayatan “İnkılâp Dersini” ise zorunlu kılarak neo-kemalizme hizmet eden seküler bir şahsiyeti getirmesi, neyin göstergesidir? Aynı şekilde, Kültür Bakanlığına, bakanlığın Turizm ayağı ile ilişkili olan ve içinde kumarhanelerin de bulunduğu lüks oteller sahibini getirmesi, ne anlama gelmektedir? Bütün bunlar bile, Erdoğan’ın eğitim ve kültür konusundaki bakış açısını ve sonuçta yaşanan yozlaşmadaki büyük sorumluluğunu ortaya koymakta değil midir?

Bir üniversitede yöneticilik yapan Profesör bir arkadaşımın benimle paylaştıkları da, Erdoğan’ın “eğitim ve kültür alanında başarısız olduk” diyerek sıyrılmaya çalıştığı büyük vebalini ortaya koyan bir muhtevadadır. Bu arkadaşımla yaptığımız sohbetimizde şu sonuçlara vardık: Erdoğan, sürekli yeni üniversite açmakla, neredeyse her şehre bir üniversite açmakla övünüyor. Sürekli oto yollara, büyük hava alanlarına ve binalara yatırım yapıyor. Üstelik bunlar için aldığı büyük dış kredilerle, ülke ekonomisini dışa bağımlı ve sürekli ekonomik oprerasyonlara açık hale de getirmiş oluyor. (Küresel finans diktatörlerinin verdikleri kredileri bu tür alanlara harcama şartı koşmaları sebebiyle).

İnsana yatırım ise negatif bir düzeyde bulunuyor. Hâlbukî, çok az masrafla öncelikle insan yetiştirecek insanlara yatırım yapsaydı, eğitim ve kültür alanında gerekli tedbirleri alsaydı, bugün yaptığı büyük yatırımları ülke yararına kullanacak ve gelecek nesilleri hiç değilse halkın değerlerinden kopmadan yetiştirecek bir zemini oluşturmuş olurdu ve ancak ondan sonra diğer büyük yatırımlar daha anlamlı ve güvenli biçimde yapılabilirdi. Ülkeye en büyük maddi yatırımları yapsanız ama manevi alanı ihmal etseniz, yani büyük üniversite binaları, en büyük köprü, otoyollar ve havaalanları yapsanız, ama halkınızı ve gençliğinizi emperyalizmin seküler kültürünün işgal etmesine engel olacak yatırımları ihmal etmişseniz, o yaptığınız maddi yatırımlar bile artık emperyalizme hizmet eder hale gelir. Halkınızın ekonomik kaynaklarını ve geleceğini ipotek ederek yaptığınız maddi yatırımlarınız, emperyalizmin seküler sapkın kültürünün ülkenize daha kolay yerleşmesine ve halkınızın kendisi olmaktan çıkıp başkası olmasına katkı sunmaktan başka bir işe yaramaz olur.

Nitekim her vilâyete açtığı üniversitede ders verecek yeterli kadro olmayınca öğrenciler boş ve niteliksiz olarak yetişiyorlar. İslâm karşıtı laik Batıcı kadroların elinde sekülerizmin kucağına sürüklenmekten kurtulamıyorlar. Öğretmen ve öğretim elemanı yetiştirecek yeterli bir plan, program ve hedef ise, hiç gündemlerinde yok. 20 yılda bu konularda ciddi bir yatırım akıllarına bile gelmedi.

Ayrıca, üniversitelerdeki öğretim kadrosu, çoğunlukla “Kemalistlerin, PKK’lıların, Ülkücülerin, sol ve sağ liberallerin, Gülencilerin, sosyalistlerin” hâkimiyetindedir. AKP liderliğinin sözde çok öne çıkarıp retorik olarak kullandığı Osmanlı Medeniyet ve Kültürüne dayalı kendi ideolojisine uyumlu, muhafazakâr-dindar kesim bile üniversitelerde azınlıktaBu sebeple, açtığı her üniversiteyle, liberal, sol, ulusalcı Kemalist, Gülenci, Ülkücü, PKK’lı kadrolara kendileri gibi yapmaları için on binlerce genci teslim etmenin vebalini taşımaktadır. Kültürel alt yapısı hiç değilse halkın çoğunluğunun geleneksel muhafazakâr değerlerine saygılı ve nitelikli olan kadrosu hazırlanmadan açılan her üniversite, aynı zamanda açıldığı vilâyetin halkındaki var olan değerleri de yok eden, kız ve erkek öğrencilerin aynı evlerde birlikte kaldıkları ortamlar oluşturarak ahlâkî kirliliği ve fuhşu arttıran, büyük bir yozlaşmaya sebep olmaktadır.

Aynı şekilde, manevi ve kültürel yatırımları sevmeyen ve maddi yatırımları ise çok seven AKP iktidarı, habire İmam Hatip Liselerinin sayısını arttırmakla övünmektedir. Hâlbuki, nitelikli ve bu okulda verilmek istenen değerlerle techiz edilmiş bir öğretmen kadrosu yetiştiremeden açılacak bu tür okullar, hedeflenen amacın tersine hizmet etmeye başlarNitekim öyle olmuş, İmam Hatipler, sekülerleşmenin ve deizmin yaygın olduğu okullar haline dönüşmüştür. Bu okullardaki, şekli de olsa, namaz kılma oranının halktaki namaz kılma oranının çok altına (% 20’nin altına) düşmüş olması ibret verici ve ürkütücüdür.

Erdoğan’ın övündüğü bir diğer büyük yanlış ise, yüz binlerce öğrenciye “tablet” dağıtmak suretiyle sebep olduğu büyük hezimeti büyük bir hizmet zannetmesidirÜstelik yüz binlerce fakir fukaranın evine, bombalı tuzak işlevi görerek var olan manevî iklimi ve kültürü de yok edip yozlaşmanın bütün topluma yayılmasını kolaylaştıracak bedava internet bağlatma ile övünmesi de diğer bir aymazlık ve çok büyük bir sorumsuzluk olmuşturTableti kullanma ve internetten faydalanma bilincini, kültürel alt yapısını kuvvetlendirip kötü saldırılardan korunma tedbirlerini almadan ve kontrol mekanizmalarını oluşturmadan, âileleri ve çocukları bu konularda bilinçlendirmeden sırf desinler diye yapılan bu maddi yatırımlar yaşanan büyük yozlaşmanın ateşine odun taşımaktan başka bir işe yaramamıştır.

AKP döneminde zinanın serbest olması önemli bir diğer yozlaşma sebebidir.  Anayasa mahkemesinin zinayı suç sayan kanun maddesini kadın-erkek ayrımı oluşturduğu gerekçesiyle iptal edip TBMM’ye yasayı bu ayrıma yol açmayacak biçimde yeniden düzenleme için mühlet vermesinden sonra, hükümetin, doğan boşluğu dolduracak yeni bir yasa çıkarması gerekiyordu. Ancak AKP, AB müzakerelerine olumsuz yansıyacağından dolayı 2004 yılında elinde imkân varken yeni bir yasal düzenleme yapmadı. Böylece zina serbest hale geldi. Bu sebeple de, Türkiye hükümeti AB’den büyük övgü aldı.

O gün gazetelerde çıkan haberler, Erdoğan ve onu destekleyenler adına oldukça utandırıcı bir muhtevadaydı: “Hürriyet: Yolumuz Açıldı: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Brüksel gezisinde zina pürüzü aşıldı. Erdoğan, TCK(daki zina değişikliği) için söz verince, Avrupa Birliği yeşil ışık yaktı. TBMM pazar günü olağanüstü toplanıyor. Akşam: Tam Yol Avrupa. Brüksel’de tarihi uzlaşma. Erdoğan, TCK’yı zinasız çıkarma sözü verdi. Verheugen AB kilidini açtı: Engel kalmadı. Müzakere tavsiye edeceğiz” dedi. Güneş: Yanlış hesap Brüksel’den Döndü. Kritik zirveden beklenen oldu! Erdoğan, zina inadından vazgeçince, Verheugen, ‘Artık tarih için engel kalmadı’ diyerek Türkiye’nin önünü açtı.”

Zinaya giden yollardan biri de TV dizileri ve benzeri programlar. Bunlar gözden geçirildiğinde Türkiye’nin ahlâksız dizilerde dünyada öne çıktığı dikkati çekiyor. Hükümetin bunları belirli bir disiplin içerisine almak için hiçbir çaba göstermediği, ilgilenmeyip serbest bıraktığı görülüyor. Bu konuda işin üzücü bir yanı da, muhafazakâr denilen insanların hatta “İslâmcı” denilen kişilerin yönetiminde olduğu etkili sivil toplum örgütlerinden de ciddi bir itiraz ve eleştiri sesinin yükselmemesi. Çünkü bu süreçte etkili sivil toplum örgütlerinin çoğu iktidar tarafından sağlanan imkânlarla kuşatılmış bulunuyor.

AKP döneminde alkol üretimi ve tüketimi de artmış olup kimi AKP yetkilileri bunun ekonomik gelişmeye katkısıyla övünmüşlerdir. Binali Yıldırım,14.3.2014 tarihinde yapılan bir TV programında diyor ki; “Tekirdağ’da 2 rakı fabrikası vardı, bizim dönemimizde şimdi 18 tane oldu.”[2] 31.Mart.2019 seçimlerinde AKP İzmir Belediye Başkan adayı Nihat Zeybekçi  de, CNN Türk’te yayınlanan programda “İzmir’de şarap üretimini destekleyeceğim. Bu bir ekonomidir, ticarettir. Ben Diyanet İşleri Başkanı değilim. Orası beni hiç ilgilendirmez.”[3] diyor. Bugünün AKP Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, HAS Parti Genel Başkanı iken Ocak/2011 tarihinde bir basın toplantısında diyor ki; “AK Parti yönetiminde içki tüketimi azalmış değil, içki tüketimi 4 katı artmış. İçkiye başlama yaşı on bire düşmüş.” 

Ayrıca 2002-2015 yılları arasında yani 13 yılda devletin resmi bilgilerine göre; Fuhuş  % 790, Uyuşturucu bağımlılığı % 678, Cinsel istismar % 434, Adam öldürme % 261, Boşanmalar % 37 artmış. Demokrasilerde, fuhuş, kumar ve alkol kullanımı demokratik ve bireysel haklardır. Hükümet ve sivil toplum örgütleri, İslâmî gündemi ortadan kaldırır, demokratik gündemi merkeze oturturlarsa olacağı budur.[4]

Kumar da AKP döneminde tırmanışa geçmiş bulunmaktadır. Devlet eliyle oynatılan “Milli Kumar”ın çeşidi arttırılmış, “Milli Piyango” ve “Şans Topu, 10 Numara, Sayısal Loto”ya ilâveten “iddaa” diye yeni bir kumar çeşidi uygulamaya konmuştur. Üstelik “Milli Kumar Genel Müdürlüğü”ne, sağlığındayken bu haram işletmeciliğine ve devletin kumar oynatmasına karşı büyük mücadele vermiş olan merhum vaiz Timurtaş Uçar‘ın oğlu Bekir Yunus Uçar atanmak suretiyle, öncelikle Timurtaş Hocaya büyük saygısızlık yapılmıştır. Aynı zamanda, onun soy ismini taşıyan oğlu velevki bu göreve gelecek bir kişiliğe sahip olup babasının yolunda olmasa bile, “Milli Kumar”a karşı uyarıları bilinen bu hocanın oğlunu buraya getirmekle, bilmeyen insanlar nezdinde yaşanan büyük yozlaşmaya yeni bir boyut katılarak, yeni bir cinayet daha işlenmiştir. AKP döneminde çeşidi ve yaygınlığı arttırılan devlet eliyle kumar oynatma haramına üstelik Kur’an’da “din” anlamında kullanılan “millet” kavramıyla bağlantılı “milli”lik adı altında meşruiyet kazandırma çabasının yanında, bir de böyle bir hocanın çocuğunu kumarhanelerin başına Genel Müdür olarak tayin etmekle de aynı amacın güdüldüğü anlaşılmakta ve yaşanan büyük ifsâda bir de bu suretle katkı sunulmuş olmaktadır.

 Âileyi En Fazla İfsâd Eden ve Eçcinselliğe En Fazla Meşruiyet Kazandıran Dönem de Yine Tevhîdî Kesimin Desteklediği Son On beş Yıllık Politikalar Olmuştur

AB’nin isteğiyle AKP iktidarınca uygulanan “toplumsal cinsiyet eşitliği” politikaları da aileye ve yerli kültüre yönelik büyük bir tahrîbata ve yozlaşmaya yol açmıştır. Zaten söz konusu politikaların amacı da, bizâtihî bu sonuca ulaşmaktır. Bu politikalar doğrultusunda imzalanan “İstanbul Sözleşmesi” ve bu sözleşmeye dayanarak çıkarılan “6284 sayılı kanun”, Türkiye’de âile kurumunu bitirme; çocukları haz piyasasının sermayesi haline getirme, kadınları kapitalist piyasa ilâhının kulu ve feminizm ideolojisinin militanları kılma, kadınları ve erkekleri birbirine düşman etme hedefini gütmekteydi.

İşte bu hedefi güden ifsad politikaları, tevhîdî uyanış süreci gruplarının büyük çoğunluğunun AKP’nin şir anayasasına ve seçimlerde iktidar olmasına yönelik “aktif destek” verme kararı alıp gazete ilanları ve TV konuşmalarıyla ortak açıklamalar yayınladıkları dönemdir. Üstelik bu büyük ifsadın yaşandığı 2010 yılı sonrasında, bu kesimlerin AKP’yi desteklemeyenleri ağır dille suçladıkları ve Erdoğan’ı da “mü’min, muvahhid ve ümmetin umudu” ilan ettikleri bir süreç yaşanıyordu.

Öyle ki, bir gün AKİT TV ekranlarında bu konu tartışılıyordu, bu konuda oldukça yetkin bir sosyolog ve avukat olan İlhami Sayan’ın çok haklı eleştiriler yönelterek İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanunla yapılan büyük ifsadı eleştirmesi üzerine, aynı programda konuşmacı olan Haksöz yazarı Hamza Türkmen, bu sözleşme ve yasayı çıkaranları suçlamamak gerektiğine, aslında kötü bir şey yapılmadığına ve bu iktidarın iyi niyetle bu politikaları yürüttüğüne dair açıklamalar yapınca, şaşkına dönen İlhami Sayan, “hey gidi Hamza Türkmen sen ne hale geldin” mealinde bir cümle kurmak zorunda kalmıştı. Aynı şekilde, Hamza Türkmen’in yakın çalışma arkadaşı laik demokratik parti kurucusu Bahadır Kurbanoğlu da Karar TV deki bir programda adeta sözleşmeyi masum gösterecek bir içerikte şu konuşmayı yapabilmiştir:  Birkaç boyuttan bakmak lazım İstanbul Sözleşmesine. Ben açıkçası her iki tarafın da radikal unsurları tarafından, çok fazla siyasileştirildiğini, aslında bu kadar şey anlamda bir metin olmadığını, ne deccalin sopası ne de sihirli değnek, böyle bir şey yok ortada. Bu sözleşme konusu siyasileştirilmeseydi, bu sözleşme orda duruyor olacaktı. Çok fazla bir sıkıntı olmayacaktı. Demek ki birileri rahatsız oldu, olabilir insanlar. Bizim baktığımız gibi bakmıyor. İstanbul sözleşmesinin ne olduğunu tartışamadık ki doğru düzgün. Geniş bir muhafazkâr kitle var. Onlara biraz daha farklı gösterildi.”[5] Bu açıklamayla sözleşmeden çekilmeye gerek yoktu, sözleşme masumdu demeye getiriyor. Neden? Çünkü bu sözleşmeyi imzalayan AKP Dış İlleri Bakanı iken Ahmet Davutoğlu idi ve Davutoğlu sözleşmeyi savunmayı bugün de sürdürüyor ve sözleşmeden çekilmeyi iptal ettirmek için Danıştay’a dava açacak kadar da sahipleniyor. Hem laik Gelecek Partisi Genel Başkanı Davutoğlu hem de onun bu bâtıl yoldaki yardımcısı Kurbanoğlu için utandırıcı bir durum yaşanıyor. Bir laik parti adına ve iktidar olmak için neler feda ediliyor?

Tevhîdî kesimin desteğini alan iktidarın aileyi yıkmaya yönelik bu politikalarının ve bu ifsada hâlâ sahip çıkan Davutoğlu ve Kurbanoğlu’nun sahiplendikleri İstanbul Sözleşmesinin yıllara yayılan serüvenine yakından bakalım:

2009 yılında ilginç bir olay yaşanıyor. Âileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, Viyana’da AB Âileden Sorumlu Devlet Bakanları Toplantısına katılmıştı. Kavaf, sonuç bildirgesindeki, “eşcinsel evlilikleri” de normalleştirme sonucu doğuran “farklı âile formları” ifadesine itiraz etmiş ve bildirgeyi imzalamamıştı. Sebep, “farklı âile formları” ifadesinin “eşcinsel âileleri” de kapsıyor olmasıydı. Bunun üzerine Türkiye’de kızılca kıyamet koptu. Bakan aleyhine feminist hareketler deyim yerindeyse bir “cadı avı” başlattı. AKP içinden de Kavaf’a yönelik eleştiri sesleri yükseldi. AKP Sivas milletvekili Nursuna Memecan, Kavaf’ın sözlerini “talihsiz sözler” olarak niteledi. O dönem AB Baş Müzakerecisi olan Egemen Bağış da tepki göstererek “Ben eşcinselliği bir hastalık olarak görmüyorum.” dedi. Kavaf sonraki dönem aday olmadı. Yerine Fatma Şahin geldi. Şahin, Bakan koltuğuna oturduktan hemen sonra, Eylül ayında yeni anayasaya ilişkin eşcinsel derneklerin de dâvet edildiği bir toplantı yaptı. Toplantıda, eşcinsel hakların anayasaya alınmasına “pozitif” baktığını ifade etti. 2010 yılında, Anayasa’nın 41. maddesinde yer alan “Âile, Türk toplumunun temelidir.” ifadesinin yanına usulca “ve eşler arasında eşitliğe dayanır” hükmü eklendi. Böylelikle âile kurumu temsilden mahrum bırakılmış oluyordu.

Ancak asıl önemli gelişme, 2011 yılının mayıs ayında yaşandı. Türkiye, kısa adı İstanbul Sözleşmesi olan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Âile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” başlıklı uluslararası sözleşmeye imza atan ilk ülke oldu. Sözleşme 11 Mayıs 2011 tarihinde Türkiye Devleti adına Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından imzalanmış ve meclis tarafından firesiz olarak onaylandıktan sonra 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmiştir. Sözleşme hiç bir maddesine çekince konulmadan ve tek bir ret oyu almadan 25 Kasım 2011’de Meclis’ten geçti. Hükümetin her faaliyetine mutlaka bir şekilde muhalefet eden ve esasen politikanın kuralları gereği öyle de olması gereken muhalefet partilerinin dahi tek bir fire vermeden sözleşmeye onay vermesi ve sözleşmenin maddelerinin okunmadan ve tartışılmadan 26 dakika gibi bir sürede kanunlaşıp onaylanması, bunun yerli bir tasarruf olmanın ötesinde bir anlam taşıdığını ve hükümetin de muhalefetin de dıştan dayatılan emperyalist projelere itaat ettiğini göstermektedir.

Bu anlaşmanın önemi LGBT’lerin (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transseksüel)  Sözleşmenin 4. maddesi gereği yasal güvence altına alınmış olmasıydı. Dahası, Sözleşmenin tanımlar bölümünde aynen şu ifade yer alıyordu: “Kadınlar kelimesi 18 yaşın altındaki kız çocuklarını da kapsar.” Sözleşme bu düzenleme ile yaşı kaç olursa olsun kadın tanımı içine almakta ve onları da sözleşmenin ifsad edici atmosferine almaktadır. Bu kapsamı genişleten tanımlama ile ailesiyle herhangi bir nedenle tartışmış veya küsmüş bulunan 9-10 yaşındaki veya ergenlik çağındaki bir kız çocuğu bile ailesinden alınarak sığınma evine götürülebilmekte ve bulunduğu yer ailesinden gizlenerek görüşmeleri engellenebilmektedir.

Diğer taraftan bu Sözleşme, “şiddet” tanımını normal sınırlarının dışına çıkarmakta ve “psikolojik şiddet”, “ekonomik şiddet” “tehdit şiddeti” “ özgürlükten yoksun bırakma şiddeti” gibi yeni şiddet tanımları getirmekte ve bunların olma ihtimalini dahi şiddet saymaktadır. Bu düzenlemeye göre, hanımının bir yanlışına surat asan koca, kız kardeşine şu yanlışı yaparsan seni rezil ederim diyen bir ağabey, kötü veya gereksiz şeylere harcama yapan kızına o gün harçlık vermeyen veya istediği miktarda harçlık vermeyen baba, yine gece yarısı erkeklerle gezmek için dışarı çıkmak isteyen 13-14-15 veya 16 yaşındaki kızını dışarı bırakmayan baba, terbiye dışı davranış içinde bulunan yeğenini azarlayan amca veya dayı kadına şiddet uygulamış oluyor ve sözleşmeye göre yukarıda saydığımız fiillerin tamamını sözleşmeye taraf devlet suç olarak düzenlemek ve ağır şekilde cezalandırmak zorundadır.

Sözleşme yaradılıştan gelen Biyolojik Cinsiyete karşı çıkıp yeni bir kavram getirmektedir. Bu düzenlemenin zeminini oluşturan sapkın inanca göre “kadın ve erkek Allah’ın yarattığı değildir. Kadını da erkeği de toplum yaratmıştır. Toplum kadını kadın olarak, erkeği de erkek olarak yetiştirdiği için cinsiyetler böyle olmuştur. Oysa Toplumsal Cinsiyet Eşitliği gereği kadını kadın olarak erkeği de erkek olarak yetiştirmek eşitliğe aykırıdır ve kadın ve erkeğe toplumsal olarak gelenekler ve dinler çerçevesinde biçilen roller eşit olmayıp kadın aleyhine eşitsizlik ve haksızlık içermektedir.” İşte bazı aymazlar tarafından savunulan bu sözleşme ve hâlâ yürürlükte olan 6284 sayılı uygulama yasası, böylesine büyük bir ifsadı yaygınlaştırmayı, önce aileyi sonra da toplumları çökertip Allah’a isyanın ve seküler-laik-feminist-eşcinsel fesadın küresel kuşatmasını güçlendirmeyi hedeflemektedir.

Sözleşmenin bunlar kadar önemli olan bir başka maddesi ise, 48. maddeydi ve buna göre karı-koca arasındaki problemlerde, “arabuluculuk ve uzlaştırma da dâhil olmak üzere” alternatif “çatışma çözüm süreçleri” yasaklanıyordu. Hâlbuki Adâlet Bakanlığı’na bağlı Arabuluculuk Daire Başkanlığı bulunuyordu. Çek senet meselelerinden, başka pek çok konuya ilişkin “arabuluculuk” imkânı tanınan bu ülkede, karı-koca arasındaki “şiddet iddiası” içeren sorunların çözümünde arabuluculuğa izin verilmiyordu. Ardından, 2012 yılında 6284 sayılı Kanun çıkarıldı. Yeni kanunla yapılan düzenlemelerin en dramatik sonucu, kadına yönelik şiddetin önlenmesi gerekçesiyle kadının “beyanının esas” kabul edilecek olmasıydı. Buna göre, hukukun “masumiyet karinesi” rafa kaldırılıyor, kadının beyanıyla koca hakkında en hızlı şekilde “yasal tedbir” uygulanıyor. 6284 sayılı kanunun uygulama yönetmeliği 18 Ocak 2013 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlandı. Yönetmeliğin 30. maddesinin 3. bendi şöyle demektedir: “Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz. Önleyici tedbir kararı, geciktirilmeksizin verilir. Kararın verilmesi, Kanunun amacını gerçekleştirmeyi tehlikeye sokabilecek şekilde geciktirilemez.”[6]

Bu sözleşme ve yasanın uygulamasında büyük haksızlıklar ve iftiralar yapılıyor. On binlerce erkek evinden sokağa atılıp karı-koca arasına kin ve öfke sokuluyor. Bu sebeple de öldürülen kadın sayısı bu sözleşme ve yasadan öncesinin onlarca kat üstüne çıkmış bulunuyor. Zaten seküler feminist sapkın ideoloji de bu kandan beslenip güç ve rant devşiriyor.

Bu yasanın uygulamasına göre 16 yaşında zina serbest, ama nikah ağır cezalık suç. Binlerce evli genç hapislerde çürütülüyor. Eşleri kucaklarında çocuklarıyla cezaevi kapılarında çile dolduruyor. O dönemde Yargı bakanı olan Abdülhamid Gül ise sapkın feministleri memnun etmek için utanmadan şöyle bir açıklama yapabiliyor: “Kucağında bebeği ile gelip ‘15 yıldır eşim içerde’ diyenlerin hikayeleri de var. Ama bu şu anda gündemimizde değil.”

Bir yargıç ise, “kızgınlıkla kocasını şikâyet eden bir kadın davasını geri çekmek istediğinde ona şunu demek zorunda kaldım” diyor: “şikayet ettiğin davranışı sana yabancı bir erkek yapsaydı, şikayetini geri çekip davandan vazgeçebilirdin. Ama kocan olduğu için yasaya göre şikayetini geri çekemiyorsun.”

İşte bu, âileyi ifsad edecek ve cinsel sapkınlığa alan açacak türden kararları, sözleşmeleri imzalamadığı için Âileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, hemen bakanlıktan uzaklaştırıldığı gibi daha sonraki süreçte siyasetten de tasfiye edilip bir kenara itilirken, imzalamakla kalmayıp bu sözleşmeyi LGBT vb. sapkın kuruluşlarla işbirliği halinde uygulayan Fatma Şahin hâlâ Erdoğan ve AKP’nin baş tacı konumunda olmaya devam ediyor. Fatma Şahin’den hem AKP liderliği razı hem de Mor Çatı, LBGT vb. sapkın kuruluşlar ile onları fonlayan emperyalist güçler ve Koç Holding benzeri yerel işbirlikçileri razıdırlar. Söz konusu kesimin yayınladıkları bir habere göre; “Koç Topluluğu şirketlerinden Otokar, Koç Topluluğu’nun ‘Ülkem İçin Toplumsal Cinsiyet Eşitliğini Destekliyorum’ projesi kapsamında toplu taşıma sektöründe toplumsal cinsiyet eşitliği bilincinin oluşması, kadın istihdamının artırılmasına yönelik olarak sektörün önde gelen birlik, federasyon ve derneklerinin desteğiyle farkındalık çalışmalarına devam ediyor. Âile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın ardından ‘Kadının çalışması kalkınmanın temel unsuru’ diyerek 2014 yılında Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini devralarak 12 daire başkanını kadınlardan seçip, kentin genelinde de kadın gücü ve emeğini ön plana çıkaran Fatma Şahin’in öncü çalışmalarıyla ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ödülü’ Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’ne verildi.[7]

İlginç ve dikkat çekici olan, AKP’li Başkan ile her konuda AKP düşmanlığı yapan, gezi olayları vb. AKP iktidarını yıkmaya yönelik bütün kalkışmaları fonlayan ve destekleyen Koç Holding ve CHP’li belediyelerin, sapkınlığın yaygınlaşması ve âilenin ifsadı sonucu doğuran bu konuda, kolayca tam bir dayanışma içine giriyor olmalarıdır. Nitekim Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı AKP’li Fatma Şahin, CHP’li Şişli Belediye Başkanı Hayri İnönü ve Urla Belediye Başkanı Sibel Uyar “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Komitesi Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri 5’in Yerelleştirilmesi Taahhüdü” dedikleri bir ortak çalışma planını imzalamış bulunuyorlar.

Emperyalist sermayenin yerel işbirlikçisi Koç Holdingin taltif ettiği ve CHP’lilerin de desteklediği Fatma Şahin’in imzaladığı Sözleşmenin tarihi olan 2011 ve uygulamaya yönelik kanunun çıkarıldığı 2012 tarihinden itibaren âile ve genel ahlâkla ilgili trajik tablonun ivmesi iyice artmıştır. Bugün Türkiye’de âile ve kadın politikaları bir grup feministin eline bırakılmış durumdadır. Kendini ‘muhafazakâr-dindar’, hatta haddini aşarak tuğyânını “Hak” olarak tanımlayan bir parti, âileyi yok edecek cinsiyetçi, feminist politikalar yürütmektedir. Bu dönemde, eşcinsellik, Anayasanın da üstünde yer alan uluslararası sözleşmelerle legal güvence altına alınmıştır. 2011 yılında imzalanan İstanbul Sözleşmesi’nin 4. maddesi bu güvenceyi vermiştir.

2015 yılında üniversitelerde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği dersi zorunlu hale getirildi. Milli Eğitim Bakanlığı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ne uyumlu bir şekilde yeniden yapılandırılmaya başlandı. Ders kitapları elden geçirildi. Milli Eğitim Bakanlığı, 2016 yılında, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Okul Standartları El Kitabı”nı yayınladı. 2009 yılında Adâlet Bakanlığı ile imzalanan protokolle 326 Âile Mahkemesi Hâkimi ve Cumhuriyet Savcısına toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi verilmiştir.  Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanlığı ile imzalanan protokolle 17 bin din görevlisine toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi verilmiş, 100 bin diyanet personeline de bu eğitimin verilmesi planlanmıştır. AB tarafından fonlanan dernekler tarafından Türkiye’nin dört bir yanında yüz binlerce kişiye toplumsal cinsiyet eşitliği, cinsel yönelim vb. eğitimler verilmiş ve verilmeye devam etmektedir.[8]

İşte âileyi dağıtan, eş cinselliği yaygınlaştıran, toplumu sekülerleştirip yozlaştıran bu politikaları ve uygulamaları; AKP hükümeti, Bakanlıkları, Kurumları ve yandaş STK’ları gerçekleştirmektedir. R. Tayyip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan’ın da içinde yer aldığı AKP’li kadınların öncüsü olduğu KADEM de, âileyi ifsâd edip aileyi teşkil eden eşleri birbirinin rakibi ve sözde “kadını koruma” adı altında gerçekleştirilen adaletsiz uygulamalarla neredeyse birbirinin düşmanı haline getiren yasa ve sözleşmelerin en tavizsiz savunucuları arasında yer almaktadır. Açılımı “Kadın ve Demokrasi Vakfı” olan bir kuruluştan bundan başkası da beklenemez. Çünkü demokrasi hevanın ilahlaştırılması ve insanlık için tek huzur ve adalet kaynağı vahyin belirleyiciliğine başkaldırıdır.

Kadınların hakkını hevanın ilahlığında arayan bu kişi ve kuruluşlar, heva ve hevesin egemenliğindeki seküler Batı kültürünün ürettiği ifsâda yol açan ölçüleri egemen kılmaya çalışan bir çaba içindedirler. Kur’an ve Sünnet çerçevesinde ortaya konmuş olan âile hukukunu, kadın ve erkeğin haklarını karşılıklı olarak güvence altına alan, âileyi ve toplumu huzura kavuşturacak, eşleri birbirine ezdirmeyecek muhteşem hukuk ve adalet ölçülerini ise görmezden gelmektedirler.

İslâm’dan önceki dönemde kadın nasıl aşağılanmış ve meta durumuna düşürülmüşse, modern cahiliyenin hevanın ilahlığına dayalı seküler hayat tarzında da, kapitalist üretim ve tüketim kültürünün kölesi haline getirilerek yine metalaştırılmaktan kurtulamamıştırKadına onurunu kazandıran tek din ve hayat nizamı, kadının da erkeğin de yaratıcısı, rızıklandırıcısı, her ikisinin de kulluk yükümlülüğünü ve hayat tarzını, haklarını ve sorumluluklarını adaletle belirleyen ve sonuçta da öldürüp kendisine döndürerek hesaba çekecek olan Allah’tır. Ancak laik yönetim de kadın haklarını korumak istediğini iddia eden bütün resmi ve sivil kişi ve kuruluşlar da bu gerçeğe gözlerini kapatıp kadının ve âilenin başına bütün bu belaları açan seküler kültürün dayatmalarını egemen kılmaya çalışarak sorunu daha fazla büyütmekten başka bir şey yapmıyorlar. Erdoğan, gösterilen yaygın tepkilere dayanamayıp İstanbul Sözleşmesinden çekilmek zorunda kalmışsa da, sözleşmenin sağladığı ifsad edici vasat devam ettirilmekte, son Aile Bakanı bile eşcinsellere sahip çıkan açıklamalar yaptığı halde görevine devam etmektedir. Kadem ve AKP ileri gelenlerine egemen feminist mantık da gücünden bir şey kaybetmeden bu konudaki ifsada katkı vermeyi sürdürmektedir.

İşte bu seküler feminist mantığın ürettiği ve ısrarla savunduğu, AKP hükümetinin de değiştirmeye yanaşmadığı “Âileyi Koruma ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair 6284 Sayılı Kanun”, âile kurumunu yıpratarak toplumsal sorunların büyümesine yol açmış, âile müessesesine büyük zararlar vermiş bulunmakta ve bu ifsad edici uygulama sürdürülmektedir. Avrupa birliğine uyum mantığı çerçevesinde Türkiye’de uygulanan ve özellikle toplumun manevî değerlerini, âile yapısını, ahlâkını, inanca dâir temel dinamiklerini hedef alan ve cinsel sapkınlıkları normalleştirmeye, yaygınlaştırmaya çalışan birçok projenin Avrupa’dan devasa bütçelerle fonlandığı görülmektedir.

Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde ETCEP adıyla bir süre uygulanan projenin de aynı amaca mâtuf olduğu görülmektedir. 2011 yılında  ‘Farklı Âile formları’ ibâresi İstanbul Sözleşmesi ile kabul edildi. Karı-koca tanımlarının yanına partnerler ifadesi eklendi. TV kanallarından, sosyal medya alanına, eğitime kadar her alanda bir değişim yaşanmaya başlandı. Bu Proje, cinsel yönelim, farklı âile modelleri, farklı partnerler ve şiddet gibi kavramlarla toplumları dönüştürmeyi hedeflemekteydi ve bu ifsadında başarılı da oldu. Toplumsal cinsiyet fikri, ilâhî yahut toplumsal tüm ölçütleri reddederek insanın sınırsız hevâ ve hevesinin belirlediği normlarla bireyi kutsar. Sonsuz özgürlük, sonsuz bencillik, sonsuz haz ve kısıtlı sorumluluk vaat ederek toplumu çözer. Bu proje, kültür ve nesil aktarımında üretici birim olarak gördüğü geleneksel âileyi değiştirmeyi hedeflemektedir. Kadın ve Âile Bakanlığı ve MEB başta olmak üzere bazı bakanlıklar, YÖK gibi kuruluşlar, bazı bankaların kültür yayınları, bazı STK’lar kadın, âile ve çocuk mefhumuna dâir uygulama ve yayınlarını söz konusu sözleşmelere göre düzenlemişlerdir.

AKP destekçisi olup AKP’nin Yeşilay Genel Başkanlığına da getirdiği bir kişi olan hukukçu Muharrem Balcı bile bu konuda şu tespitleri yaparak iktidarı eleştirmiştir: “İktidar partisi ve muhalefet, kimi muhafazakâr, kimi anlamaz, kimi kasdî olarak İstanbul Sözleşmesini imzaladı. İmzalamakla kalmadı devlet politikası haline getirdi. Devlet politikası haline getirilince tüm devlet kurumlarında anlatılması, eğitimlerinin verilmesi kaçınılmazdı ve bu yapıldı. İlk ve Orta Öğretimde ETCEP (Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi) eğitimleri pilot okullarda yapılmaya başlandı ve M. E. Bakanının ‘uygulama bitti’ demesine rağmen tam hızla devam ediyor. YÖK’ün genelgesi gereği de yüksek öğretimde zorunlu veya seçmeli ders olarak okutuluyor. Öğrenci kulüpleri eliyle de yaygınlaştırılıyor. Ayrıca feminist ve eşcinsel STK’lar bu eğitimde partner ve düzenleyici olarak yer alıyor. İstanbul Sözleşmesi feminizmi ve eşcinselliği tanıtmak, benimsetmek ve yaygınlaştırmak üzere kotarılmış küresel bir projedir. İnsanlığın efendiliğine soyunmuş, Kur’ân’ı Kerîm’in ‘Ateşe çağıran önderler’ dediği ‘bir avuç karar vericiler’in dünyaya dayattığı bir projedir. Okul öncesinden başlayan toplumsal cinsiyet eğitimi, üniversiteye kadar devam edecek. Yaklaşık 20 yıl süren eğitim sonunda, feminist kalıplara göre şekillenmiş bireyler ortaya çıkacak; yeni bir erkeklik ve kadınlık biçimi ortaya çıkacak. Erkekler kadınsılaşırken, kadınlar erkeksileşecek.”[9]

“Ayrıca TCE (Toplumsal Cinsiyet Eşitliği), üniversitelerde, kurum ve kuruluşlarda, yayın organlarında tartışma-araştırma-deneme-pilot çalışma konusu olmayı sürdürmektedir. MEB’e bağlı birimlerin internet sayfalarında “TCE” eğitim haberleri hâlâ gözükmeye devam etmektedir. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projesi din, toplum, âile, kültür, gelenek, fıtrat gibi kavram ve kurumlara savaş açan bir ifsâd hareketidir. Asla sadece kadın-erkek arasındaki ayrımcılık, şiddet ve adaletsizliğin giderilmesini hedeflememektedir. Kadın-erkek eşitliği öne çıkarılarak içgüdülerin saptırılmasına geçiş verilmekte, LGBT felsefesi, uluslararası kuruluşlarca desteklenerek dört koldan piyasaya sürülmekte, siyaseti, sanatı, ekonomiyi Lût kavmi azgınlığıyla kuşatmaya çalışmaktadır.”[10]

Toplumsal cinsiyet eşitliğinde, yaradılıştan gelen değil, toplumun biçtiği, kurguladığı cinsler, roller esas alınıyor. Yani toplum 3. veya başka cinsleri kabullendiğinde (kabul ettirildiğinde) bu kabulün esas alınmasıdır, kastedilen. Nitekim İstanbul Sözleşmesi’nde “Toplumsal Cinsiyet”, “Belirli bir toplumun (Dikkat! Yaradılışın değil) kadınlar ve erkekler için uygun gördüğü sosyal olarak inşâ edilen (kurgulanan) roller, davranışlar, etkinlikler ve yaklaşımlar anlamına gelir.” (M.3/c.) Sözleşmenin 12/1. maddesinde de; “Taraflar, kadın erkek için kalıp rollere dayanan ön yargıları, örf ve âdetleri, gelenekleri (Tabii ki dini emirleri-MP)  ve tüm diğer uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin toplumsal ve kültürel (dinî-MP) davranış modellerinde değişim sağlamak için gerekli tedbirleri alır.” hükmüyle, Müslüman toplumun inanç, örf, âdet ve geleneklerinden gelen her tür kalıp (kadın-erkek cinsiyeti) rollerde değişimin temînâtı devlet olacaktır. Bir başka ifade ile 3 ve + cinslerin temînâtı olacaktır devlet. İşte AKP iktidarı, söz verdiği bu tedbirler için MEB, Âile Bakanlığı, Meclis, YÖK vb. bütün kurumları seferber etmiş bulunmaktadır. Burada kadınlar ve erkekler için uygun rollerin, fıtratından kaynaklanan roller değil de sonradan kazanılan cinsiyet rolleri olduğu vurgulanıyor. Sonradan kazanılan cinsiyete “toplumsal cinsiyet” denilmektedir.

İstanbul Sözleşmesi’nin 4. maddesi, “Devletler cinsel yönelimi yasal güvence altına alır”. M.4/1 Cinsel Yönelim: Bir kişinin, cinsel arzusunun, hemcinsine, karşı cinse ya da her ikisine birden yönelebileceğini anlatmak için kullanılan kavram. “Gay, lezbiyen ve biseksüel” kavramlarını içerir. Burada, küresel aktörlerin, küreselleşme aktörlerinin beslemesiyle büyük bir şeytânî proje ile karşı karşıyayız. Teknolojinin tüm imkânları kullanılarak, hatta insanlık dışı yöntemler de kullanılarak yaradılış tasarımına karşı, (fâsid bir) akıl tasarımıyla karşı karşıyayız. Dolayısıyla “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”, öyle bizim saf politikacılarımızın veya yeşil feministlerimizin anladığı gibi bir samîmî insancıl proje değil, Sünnetullah’a karşı çıkış ve yeniden insanlığı dizayn projesidir. Bir başka deyişle, kadın haklarını öne çıkararak, sinsi bir ifsâd hareketi ile karşı karşıyayız.[11]

Abdurrahman Dilipak da kamuoyunda “fesâd sözleşmesi” olarak bilinen İstanbul Sözleşmesi’nin daha etkin uygulanması ve izlenmesine yönelik yapılan toplantılara tepki göstererek şunları söylüyor: “Türk Kadınlar Birliği, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Kadın Dayanışma Vakfı ve KADEM’in de TBMM’deki komisyon toplantısında yer aldığını görüyoruz. Görünen o ki, bugünlerde Şeytan, tüm dünyada işbirlikçileri ile birlikte fazla mesai yapıyor.”[12]

Türkiye’nin 11 Mayıs 2011 yılında imzaladığı 24 Kasım 2011’de TBMM’nin müzakeresiz, ilk defa (AKP, CHP, MHP, HDP’den oluşan) muhalefet ve iktidar partilerinin tam bir uyumla şartsız kabul ettiği ve 1 Ağustos 2014 yılından beri yürürlükte olan başta ‘İstanbul Sözleşmesi’ olmak üzere CEDAW gibi sözleşmelerin güdümünde topluma dayatılan Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi ve uygulaması, insanlığa ve toplumun geleceğine ihâneti temsil etmektedir. İlginçtir Türkiye hiçbir şerh düşmeden ilk imzalayan ülke olmuştur. Hâlbuki bu proje Batının seküler yoz kültürünün ürünü olduğu halde AB’nin iki kurucu ülkesinden biri olan Almanya bile ancak 2018 Şubat’ında imzalayabilmiş, üstelik de âileye vereceği zararı beyan edip başta “59. maddeyi uygulamama hakkını saklı tutmak” olmak üzere birçok da şerh düşmüştür. Birleşik Krallık’ın da içerisinde yer aldığı 11 ülke sözleşmeyi imzalamış fakat onaylamamıştır. Yine Azerbaycan ve Rusya Federasyonu sözleşmeyi ne imzalamış ne de onaylamıştır. Rusya, ‘partnerler arası şiddet’ ifadesinde partnerler aynı cinsten olabilir diyerek sözleşmeye karşı çıkarken, Vatikan ‘toplumsal cinsiyetin’ uluslararası hukukta karşılığı olmayan bir tanım olduğu gerekçesi ile itiraz etmiştir. İsveç ve İngiltere’nin ise, kadına uygulanan her şiddeti insan hakları ihlali olarak görmenin sakıncalı olduğuna dair şerhleri söz konusudur. Bulgaristan, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Letonya, Litvanya, Polonya, Romanya ve Slovak Cumhuriyeti İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan ülkelerdir. Hırvatistan, sözleşmenin eşcinsel evliliklerini legalize etmeye imkân tanıyacağı, ‘cinsiyet ideolojisi’ üretmek istediği ve Hıristiyan değerlerine aykırı olduğu gerekçesiyle güçlü bir direniş göstermiştir.

Türkiye bu anlamda İslâm ülkeleri içerisinde rol model olarak gösterilmek suretiyle, yapılan operasyon, Türkiye üzerinden tüm Müslüman halkları da dönüştürmeyi hedeflemekte olup tüm İslâm dünyasına yönelik bir tehdittir. Bu tehdit bu anlamda İslâm toplumlarına ve mazlum halklara karşı topyekûn bir saldırıdır. Bu saldırı aynı zamanda kadın haklarını savunur gibi görünmesine rağmen kadına da bir saldırıdır. İffete, ahlâka, kutsala karşı saldırıdır. Bu dünyayı büyük ölçüde insansızlaştırma operasyonudur. İnsan nesline karşı şeytânî bir saldırıdır.[13] Cinsiyetsizleştirmeden eşcinselliğe kadar her türlü sapkınlığı, “kadına karşı şiddeti önleme” parantezine alarak normalleştirmek ve bu örtü altında meşrulaştırmak söz konusudur ki, bu politika ve uygulama ülkemiz halklarına yapılabilecek en büyük kötülüklerden birisidir.

Geçen süreçte bu sözleşmenin kadına şiddeti bitirmediği gibi artırdığı da çok açık bir şekilde görülmektedir. Feminist dernekler, kadın cinâyetlerinin, 6284 nolu yasanın çıkmasından sonra, (2011 yılında 121 olan kadın cinâyet sayısı 2017 yılında 409’a yükseldiğini, yani 6 yılda 4 kat) arttığını gördükleri halde ısrarla sözleşmeyi ve kanunu desteklemeye devam ediyorlar. Bugüne kadar toplumsal yapıda meydana getirdiği büyük tahrîbat ve âilede sebep olduğu çözülme, dağılma ve derin yozlaşma bile AKP yöneticileri ve bütün TBMM üyeleri için büyük bir vebâli üstlenmiş ve insanlık suçu işlemiş olmak bakımından yeterlidir. Yaşanan bu büyük yozlaşmanın tedavisi ve telâfisi giderek de imkânsızlaşmaktadır.

Sonuçta gösterilen yaygın tepkilere dayanamayarak Erdoğan tarafından sözleşmeye atılan imza çekilmiş olsa da ifsadın açtığı yara büyük ve izleri derin olup kanamaya devam etmektedirÜstelik bu sözleşmenin uygulama kanunu olan 6284 sayılı kanun kaldırılmadığı gibi en azından yol açtığı ifsadı azaltacak bir değişiklik de yapılmamış olup sözleşmeden imzanın çekilmesi bile tepkileri yatıştırmaya yönelik politik ve aldatıcı bir görüntü oluşturmaktan başka bir anlam ifade etmemiştirÜstelik bütün bu ifsadın arkasında, istikamet krizindeki tevhîdî kesimin desteği bulunmaktadır. Bu vebalin altından nasıl kalkacaklarını neden hiç düşünmezler?

 

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon