Table of Contents
Her din ya da ideoloji, kendini özgün taşıyıcı kavramlarıyla ifade eder, tanımlar ve mesajını insanlara ulaştırır. Temel tanımlayıcı kavramlar, nötr değildirler; zihnine girdikleri, kendilerini benimseyerek kullanan insanları, kendi arka planındaki din, düşünce, felsefe ve ideoloji istikametinde dönüştürürler. Bunlar, o din ya da ideolojinin, taşıyıcı, inşa edici ve dönüştürücü etkiye sahip olan inanç eksenli kavramlarıdır. Bir de taşıyıcı olmayan, yani dînî ve ideolojik boyutu belirleyici olmayan kavramlar vardır ki, onları, her din ya da ideoloji ya olduğu gibi ya da kendine göre değiştirip yeniden tanımlayarak kullanabilir. Bâtıla ait olan, inanç eksenli temel taşıyıcı ideolojik kavramlar, Müslümanlar tarafından kullanılmamalıdır. Müslüman, kendi özgün temel kavramlarını kullanmakta ve kendisini onlarla tanımlamakta ısrar etmelidir. Özellikle de, Rabbimizin inzal ettiği taşıyıcı kavramlar söz konusu olduğunda ise, bu tür Kur’anî kavramların mutlaka oldukları gibi kullanılmaları çok daha büyük önem arz eder. Bu tür kavramların yerine başka hiçbir kavram ikame edilmemeli ve dâvetin muhatapları, mutlaka bu kavramların vahiyle belirlenmiş içeriğiyle buluşturulmalıdır.
Rabbimiz Bize Müslim/Müslüman Adını Vermiştir
Rabbimiz Kur’an’ın birçok ayetinde bizi “Müslüman” olarak, bizim için seçtiği dini de İslâm olarak tanımlamışken, hangi zaruret veya maslahattan kaynaklanırsa kaynaklansın bizim başka isimlere ihtiyaç duymamız makul ve doğru değildir. Özellikle son dönemde daha da yaygınlaşan ve dönüştürücü etkileriyle siyasal yozlaşmaya da sebep olan “İslâmcılık”la kendimizi tanımlamaktan uzak durmalıyız. Bazı kardeşlerimizi aşırı bir eğilimle İslamcılığı o kadar sahiplenmektedirler ki, kendisini İslamcı olarak tanımlayan bazı yazarların İslamcı olmadıklarını iddia ve ispat etme çabası bile gösterebilmektedirler. Hâlbuki üretilmiş bir kavram olan “İslamcılığın” kişilere göre değişen içerikleri olabilir, her kişi kendisini bu kavramla tanımlarken ona farklı anlamlar yükleyerek kullanabilir. Hiç kimse de “İslâmcılık bu değildir ve sen İslamcı olamazsın” deme hakkına sahip değildir. Çünkü “İslâmcılık” ve “İslâmcı” kavramları insan zihninin ürettiği kavramlar olarak kişi ve bölgelere göre farklı anlamlar da kazanabilir. Hâlbuki, inzal edilmiş olan İslâm ve Müslim/Müslüman kavramları evrensel olup içerikleri de vahiyle belirlenmiştir. Bu sebeple, Kur’an ile belirlenmiş ölçüye aykırı olarak hiç kimse Müslim/Müslüman olduğunu iddia edemez, ederse vahyin ölçüleriyle sahih İslam’ın ve Müslim olmanın şartları hatırlatılarak bu iddia çürütülebilir ve bu kişi gerçekten istiyorsa Müslim olma imkânıyla buluşturulabilir.
Hangi sebeple olursa olsun kendimizi “İslâmcı” gibi üretilmiş kavramlarla tanımlamak doğru değildir. Nitekim Kur’an’da “Allah, bundan önce ve bunda (Kur’an’da) size Müslim/”Müslüman” ismini vermiştir. Peygamber size şahit olsun, siz de insanlığa şahit olun diye. Öyleyse namazı kılın, zekatı verin, Allah’a sımsıkı bağlanın. Sizin Mevlânız O’dur. O, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.”1 hükmü yer almaktadır. Rabbimiz bu âyetiyle, Peygamber (s) bize şahid/örnek/model olsun biz de diğer insanlara şahid olalım diye bize geçmiş kitaplarda olduğu gibi bu son kitapta da “Müslim/Müslüman” ismini verdiğini bildirmektedir. Yani insanlara tebliğ ve şahidliğimizi/örnekliğimizi, kaal/söz ve hâl/ahlâkımız ile tebliğimizi “Müslim/Müslüman” kimliğimizle yapabileceğimiz ifade edilmiştir. Başka âyetlerde ise, Allah katında dinin İslâm olduğu2 ve İslâm’dan başka din arayanların o dinlerinin kabul edilmeyeceği ve bunların âhirette hüsrana uğrayacakları3 açıkça ifade edilmiştir. Allah’ın “İslamcılık” diye bir dini yoktur. Evet, açıkça vurgulanarak altı çizilmiştir ki, Allah bize “İslâmcı” ismini değil “Müslim/Müslüman” ismini, din olarak da “İslâmcılığı” değil, tevhid dini olan İslâm’ı seçmiştir. Vahyin ilk muhataplarıyla sonraki ihya ve ıslah çizgisinin, tevhidi geleneğin müntesipleri de kendilerini hep ve sadece bu kavramlarla tanımlamışlardır.
En’am Sûresi 162 ve 163. âyetlerde Müslim olmanın şartının, bütün hayatı Allah’a ibadete dönüştürmek, âlemlerin Rabbi olan Allah’a tahsis etmek ve tamamen Allah’a ait hâle getirmek olduğu vurgulanıyor: “De ki: ‘Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım, memâtım/ölümüm hep Rabbül’âlemîn olan Allâh içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla emrolundum. Ben Müslimlerin ilkiyim.”
Ey Müslümanlar! Mademki Rabbimiz, daha önce de, şimdi de bize Müslim/Müslüman ismini verdi, öyleyse adımız sadece Müslim/Müslüman olsun. Çünkü bu ismi bize Allah verdi. Adımızı Rabbimizin koymuş olması bizim için büyük bir şereftir. Bu isim kıyamete kadar gelecek bütün İslâm dini mensuplarının ortak adıdır. Bu ismin dışında kendimize başka isim ve başka şeref aramayalım. Rabbimiz, “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkup sakının (O’nun emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilincini/takvâyı kuşanın) ve ancak Müslimler olarak can verin.”4 buyurmuştur. Bizi Müslim/Müslüman diye çağırsınlar, biz de kendimizi bu isimle ifade edelim ve biz sadece Müslim/Müslüman olarak ölelim inşâAllah.
Rabbimiz âyetlerinde bizim için İslâm’ı din olarak seçtiğini ve dinimizi tamamladığını ve bizim için hayat tarzı olarak İslâm’dan razı olduğunu bildirmektedir: “…Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.”5
Rabbimiz bize şu mesajı vermektedir: Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Böylece üzerinize olan nîmetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm’ı seçip beğendim. İslâm’ı, teslimiyet dinini sizin için hayat programı yaptım. Teslimiyet dini olan İslâm’ı sizin için hayat tarzı olarak belirledim ve sizin için sadece bundan razı oldum. Âl-i İmrân Sûresi 85. âyetin beyanıyla söyleyecek olursak Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kim teslimiyet dini olan İslâm’dan başka bir din, İslâm’dan başka bir hayat tarzıyla Bana gelirse asla ondan razı olmayacağım. Sizin Bana karşı konumunuz kayıtsız şartsız teslimiyettir, yâni İslâm’a girmek, bütün hayat alanlarında sadece Bana itaat etmek, bütün hayatınızla bana teslim olmak, Müslim olmaktır.”
Rabbimiz, “Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam’dır.” beyanından sonra “Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ‘kıskançlık ve hakka başkaldırma’ (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler.”6 hatırlatmasını yaparak dinde (aynı zamanda İslâm ve Müslüman kavramlarının içeriğinde), (bu isimleri açıklayan) içeriğini belirleyen ilme rağmen ayrılığa düşmemeye çağırmıştır. Bunu, konumuzla bağlantı kurarak ifade edecek olursak, aynı zamanda bu Kur’ânî kavramların yerine anlamı tartışmalı başka kavramları ikame ederek ayrılık çıkarmamak çağrısını da kapsadığını ilave edebiliriz diye düşünüyorum. “Şüphesiz bu (İslâm), tek ümmet (din) olarak sizin ümmetiniz (dininiz)dir. Ben de Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin.”7 Rabbimiz buyuruyor ki; “tevhid dini olan İslâm/Müslümanlık, bir tek din olarak sizin dininizdir, bu tek dine iman edenler de tek bir ümmettir ve Ben de Rabbinizim, artık Bana kulluk edin.” Kur’an’da, “ümmet” kelimesi, hem “din” hem de “aynı dine inanan insanlar topluluğu” anlamında kullanılmıştır. Rabbimiz, bizim için seçtiği tek din olan İslam’a (ümmete) müntesip tek bir ümmet olduğumuzu hatırlatarak dinimizi ve sonuçta da ümmetimizi parçalamaktan uzak durmaya çağırmaktadır. “Onlar, işlerini kendi aralarında parça parça ettiler (din konusunda aralarında bölük bölük olup parçalandılar); hepsi bize döneceklerdir.”8 Bu âyette de Rabbimiz şu uyarıyı yapmaktadır; “Yalnız Bana itaat edin, bu dini ve müntesiplerini bölüp parçalayacak, ayrılıklar oluşturacak tutumlardan sakının. Ama insanlar, din konusunda aralarında bölüklere ayrıldılar, hepsi Bize döneceklerdir.”
Kur’an’da Peygamberlere, birbiriyle örtüşen şu kavramlar kullanılarak mü’min ve Müslim olmaları emredilmiş, bazı âyetlerdeki ifadeyle “Bana mü’minlerden olmam emredilmiştir.”9, “Bana Müslimlerden/Müslümanlardan olmam emredildi.”10 dedirtilmiş ve dâvet de mü’min ve Müslim olmaya çağrı şeklinde gerçekleştirilmiştir. Rabbimiz Kur’ân’da; Hz. İbrahim’in (a.s.) şu duasını bize örnek olmak üzere bildirir: “Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslimler) kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş (Müslim) bir ümmet (getir)…”11 İşte bu uyarı, teşvik ve yönlendirmeler üzerinde düşünmeliyiz ve “İslâmcıyız” yerine onurlu ve ilkeli bir biçimde ısrarla, en güzel söz olan “Ben gerçekten Müslümanlardanım.”12 ve “Bana mü’minlerden olmam emredildi.” demeye her şartta devam etmeliyiz. Tevhidi geleneği oluşturan ve hiçbirisi kendini “İslâmcı” olarak tanımlamayan bütün Peygamberlerin, ilk Kur’an neslinin ve tüm ıslah önderlerinin yaptığını yaparak, kendimizi sadece Kur’ânî özgün kavramlarımızla tanımlamalıyız. İnsanları, üretilmiş ve siyasal bir ideoloji konumuna indirgenmiş “İslâmcılığa” değil, hayatın bütününü kuşatıp teslim alan “İslâm” dinine, Müslim/Müslüman ve mü’min olmaya, tevhid inancına çağırmalıyız.
“Müslüman” kelimesi “Müslim”in Farsçadaki karşılığı olup Türkçeleşmiş bir kelimedir. Kur’ânî ölçülere uygun biçimde içi doldurulmak kaydıyla “Müslim” kavramının Türkçe karşılığı gibi kullanılmasında bir mahzur olmayacağı kanaatindeyim. Ancak maalesef pratikteki “Müslüman” kavramının içeriği Kur’ân’daki “Müslim” kavramıyla asla uyumlu değildir. Ülke halklarının Kur’ân eksenli olmaktan ziyâde bir kültürel âidiyet ifade eden Müslümanlaşma sürecindeki kitleler, iyi niyetle kendilerini “Müslüman” olarak nitelemelerine rağmen, Kur’ân’da zikredilen ölçülerde Müslim olmanın ne olduğundan bile habersiz bir hâli yaşamışlardır, hâlen de yaşamaktadırlar. Böyle olunca, Kitâbî olmayan ve geleneksel ya da modern bid’at ve hurafelere dayalı “Müslümanlık” Kur’ân’daki “Müslimlik”le örtüşememiştir.
İnsanlardan çoğu, İslâm’a girdiklerini ve Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, Allah’a bütünüyle teslim olmuş bir hayatı yaşamazlar. Aslında gerçek anlamda İslâm olmuş/teslim olmuş değillerdir. Kur’ân’ı “mehcûr”/terk edilmiş bırakıp Rasûlün (s) güzel örnekliğinden uzaklaşılınca, Müslim olmak için ne yapılması gerektiğini ve nasıl yapılması gerektiğini bilemez bir duruma gelinmiştir. Yapılması gereken, inzal edilmiş kavramı terk edip kendimizi üretilmiş kavramlarla tanımlamak yerine kendisini Müslüman olarak tanımlayan iyi niyetli ama bilmeyen bu kitlelere, merhametle Kur’an ve sünnete göre Müslim/Müslüman olmanın şartlarının ne olduğunu anlatmaktır.
Bizler, Kur’an’ı belirleyici kılarak ve Rasûlün mücadele sünnetini izlemek suretiyle kendimizden başlayarak içinde yaşadığımız toplumu vahyin ölçü ve ilkeleri istikametinde dönüştürmek, çağımızın Kur’an toplumunu inşa etmek ve Rasûlün şahidliğinde tevhîdî ümmeti vahyin ölçüleriyle yeniden yapılandırmak istemiyor muyuz? O halde kendimizi tıpkı Rasûlüllah’ın ve ilk Kur’an neslinin yaptığı gibi vahyin özgün kavramlarıyla tanımlamalıyız. Söylem ve eylemlerimizi Kur’ânî kavramlarımızla ifade etmeli, kimliğimizi, amellerimizi özgün olmaktan çıkarıp bulandıracak, ilkelerimizi flûlaştıracak, geleneksel ve modern cahiliyeye ait üretilmiş değer, ölçü ve kavramlardan uzak durmalıyız.
“İslâmcılık” Batılı Emperyalistlerce Uydurulmuş Bir Kavramdır
“İslâmcılık” kavramını ele aldığımızda, bu kavramı ısrarla kullanan kardeşlerimizin bile, “İslâmcılık tartışmalı bir kavramdır” tespitini yaptıklarını ibretle okuyoruz. Üstelik bu kardeşlerimiz, “İslâmcılık” kavramının, Batılılaşmaya, kapitalizme, modernizme, emperyalizme karşı İslâmî uyanış ve direniş çabalarını, İslâm’a ait değerleri korumaya çalışan Müslümanları nitelemek ve “suçlamak” amacıyla, tıpkı “radikal İslâm”, “fundamentalist İslâm”, “dinci” kavramı gibi, İslâm karşıtı Batılı emperyalistlerce ve yerli Batıcı, laik ve ulusçu unsurlarca üretilip kullanılan bir kavram olduğunu da vurgulamaktadırlar. Bu kavramı kullanmakta ısrar ettikleri halde, kavramın içeriğinde çıkarcılığın, ulusalcılığın da yer aldığını ifade eden bu kişiler, birbiriyle çelişkili birçok anlayışın kendisini bu kavramla tanımladığını ya da dışarıdan birilerinin akıdevî farklılıklar arz eden değişik anlayışlar için bu kavramı kullandığını da ifade etmektedirler. Bu bağlamda, “İttihat Terakki İslâmcılığı”, “Anadolu İslâmcılığı”, “Osmanlı İslâmcılığı”, “Türkiye İslâmcılığı”, “Din temelli İslâmcılık”, “Çıkar amaçlı İslâmcılık”, “Evrensel İslâmcılık” gibi hem hakkı hem de bâtılı kasdetmek üzere birçok tanımlamaya gidildiğini de ortaya koymaktadırlar.
Tıpkı “dinci” kavramı gibi dışarıdan bir tanımlamayı ifade etmek üzere çoğu kere tırnak içinde yazılan “İslâmcı” kavramı, buna rağmen bazı Müslümanlarca kabullenilip “meşru” tanımları yapılarak savunulmakta, içselleştirilmektedir. Her şeyden önce “İslâmcılık” Kur’ânî olmayan bid’at bir kavramdır. Bu kavramın, birçok hurafelere inanan kitlelerin kendisini Müslüman olarak tanımlaması sebebiyle, çağımızın muvahhidlerini onlardan ayırma ihtiyacı sebebiyle kullanıldığı iddia edilmektedir. Oysa bu kavram, vahiyle konulan Müslim/Müslüman adımıza aykırı olduğu gibi, ilk Kur’an nesli ve sonraki nesillerin de kullanmadığı bir kavram olarak onlarla bağımızı koparma riski de taşımaktadır. Üstelik Müslüman olarak adlandırılıyor olmamız, bizimle kendisini Müslüman olarak tanımlayan toplum arasında önemli bir ortak payda oluşturmaktadır. Emperyalistler de işte bu imkânı yok edip kitlelerden koparıp marjinalleştirmek ve kitlelere yönelik tebliğimizin önünü kesmek amacıyla, bizi “İslâmcı”, “fundamentalist” ya da “radikal” gibi adlarla tanımlamaktadırlar.
Ayrıca kimi uzman raporları istisna edilirse, “İslâmcılık” ya da “siyasal İslâm” denince bütün dünya, daha çok “milli görüş” partilerini ve onların siyasal mücadelelerini anlıyor ve onları tartışıyor. Yani sonuçta birilerinin kendisini “İslâmcı” olarak tanımlamaları da bir işe yaramamış, bekledikleri gibi kendini “Müslüman” olarak tanımlayan yanlış din anlayışlarından ayrıştıramamıştır. Çünkü aynı kavram laik demokratik siyasi çizgisi olan RP, SP, AKP vb. partiler için de kullanılmaktadır. Bu kavramı kullanmaya başlarken, sözüm ona herkesin kendisini “Müslim”/Müslüman tanımlaması sebebiyle, kendi Müslümanlıklarını hurafeci anlayışlardan ayrıştırmak amacıyla “İslâmcılık” kavramını kullanmayı tercih ettiklerini söylüyorlardı. Şimdi ise, zaman zaman aynı ayrıştırma çabasını hem de daha fazlasıyla farklı “İslâmcılık” tanımlamaları arasında göstermeye ve kendilerini bu sefer de onlardan “evrensel İslâmcılık” ya da “tevhîdî İslamcılık” vb. ilave kelimelerle ayrıştırmaya çalışıyorlar.
Ama yukarıda ifade edildiği ve referandum sürecinde yaptıkları gibi çoğu zaman bu ayrımı da unutup, kendi tanımlamalarıyla “siyasal İslâmcı laik demokratik partiler”le “yerli, milli, Türk İslam’ı, Türk İslam sentezi” söylemleriyle oluşturulan kargaşa zemininde ve ortak seküler siyasal söylemlerde buluşuveriyorlar. Bütün bu risklerine rağmen, üretilmiş bir kavram alanında bunca enerjiyi harcayarak, kendilerini İslâmcı olarak tanımlamakta ısrar ediyorlar. Halbuki üretilmiş bir kavramın peşinde sürüklenenler, diğer “İslâmcılık”lardan kendini ayrıştırmak için bunca yazıp konuşmaya çabalamak yerine, doğrudan, Rabbimizin inzal ettiği vahiyle bize verdiği “Müslim” adını kullanmakta ısrar etseler daha anlamlı, daha değerli ve ilkeli bir tutum sergilemiş olmazlar mı?
Ama maalesef, “Müslim”/”Müslüman” kavramının içini Kur’ânî ölçülerle doldurup, kendini Müslüman olarak tanımlayanları, ortak tevhid kelimesine ve ortak kitap Kur’an’a dâvet etmek varken, halkın da tanımadığı, ilâhi iradenin de onaylamadığı üretilmiş bir kavram peşinde kargaşa çıkarılmaktadır. Emperyalistler de işte bu imkânı yok edip kitlelerden kopararak marjinalleştirmek ve kitlelere yönelik tebliğimizin önünü kesmek amacıyla bizi “İslâmcı”, “fundamentalist” ya da “radikal” gibi adlarla tanımlamaktadır.
Bu yanlış kavramı özümseyip kullananların çoğunluğunda zamanla önemli değişimler ve sistem içi siyasete doğru savrulmalar yaşanmış bulunmaktadır. Medyada yer alan, yazıp konuşan çoğu “İslâmcı” aydınlar, Allah’ın verdiği ismin altını Kur’an’la doldurarak, tagûtî şirk sisteminden ve ona hayat veren cahiliye toplumundan bağımsız tevhîdî toplum ve İslâmî sistem hedefli bir düşünce ve söylem üretmek ve bu minvalde örgütlenip şahidlik yapmaktan uzak duruyorlar. Tamamen sistem içi değişim kodlarıyla belirlenip sınırlanmış, sistemi demokratikleştirmeye endekslenmiş düşünceler üreterek, topluma bunları yaymakla meşgul bir konumu kanıksamış bulunuyorlar.
Kitap Ehli ve Müşrikler Kendilerini “İbrahim’in Din”ine Nispet Ettiklerinde Müslümanlar Bu Kavramı Onlara mı Bıraktılar?
Köken itibariyle tevhid dini müntesibi “Müslüman”lar oldukları halde, dinlerini ve kitaplarını tahrif ederek bu kökten uzaklaşıp sapmış ve “Kitap Ehli” olarak nitelenenlere, Rabbimiz, köklerindeki İslâmi inanca dönme çağrısı yapılmasını, tevhidin esaslarına dönerek tekrar Müslüman olmaya dâvet edilmelerini son elçisine emretmiştir. “De ki: ‘Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız.”13 Görüldüğü üzere, kendilerini hak din mensubu olarak gördükleri halde sapmış olanlara, hak din İslâm’ın ve tevhid akîdesinin esasları hatırlatılıp, tekrar bu öze dönüş yapmalarına vesile olunmaya çalışılması emrediliyor. Ancak, direnirlerse, “Müslim/Müslüman” kimliğine sahip çıkarak onlardan farklılığın vurgulanması gündeme getiriliyor.
Diğer taraftan, Rasûlullah’ın (s) dâvetinin muhatabı olan toplumda yer alan neredeyse bütün kesimler, Yahudi ve Hıristiyanlar ile müşrikler, kendilerini “İbrahim’in dininin müntesibi” olarak niteliyorlar, Hz. İbrahim’e (a.s.) nispet ediyorlardı. Allah vahyini gönderirken, madem “İbrahim”in dini nitelemesi anlam kaybına uğradı ve başka anlamlarda kullanılıyor, kâfir olmuş kitap ehli ve müşrikler de bu isimle kendilerini tanımlıyorlar, o halde sen kendini bu isme nispet etme demiyor. Tam tersine İbrahim Peygambere ve “İbrahim’in dini” nitelemesine sahip çıkıyor ve onun dininin aslının ne olduğunu tanımlıyor ve kitap ehli ile müşriklerin bu dinin müntesipleri olmadıklarını, ama bu dine dâvet edilmeleri gerektiğini bildiriyor.“İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslim/Müslüman idi; müşriklerden de değildi”.14
Yüce Allah, insanlık tarihi boyunca gönderdiği bütün Rasûlleri aracılığıyla insanlığa ulaştırdığı kendi tevhid dinine “İslâm”, bu dine iman edip teslim olanlara da “Müslim/Müslüman” adını vermişken, bunun yerine başka kavramlar icad edip kendimizi onunla tanımlamamızın yanlışlığı son derece açık değil midir? Bugün kendisini üretilmiş bir kavram olan “İslamcılık” ile tanımlayanlar, aynı zamanda insanlık tarihinin başlangıcından bu yana devam edip kıyamete kadar sürecek olan İslâm’a dâvet ve Müslüman ümmet olma sürekliliğinde bugünün halkası olmaktan çıkarak zincirin kopmasına yol açarlar. Böylece de çağlar ve bölgeler itibariyle Müslüman ümmet arasında kopukluğa yol açmanın büyük vebali altına girerler. Sonra, üretilmiş kavramlar doğar, yaşar ve ölürler. Bunlar evrensel olmayıp, zaman ve mekânla sınırlı bir içerik ve etkiye sahiptirler. Siz bugün, bir bölgede ve bir zaman diliminde kendinizi bir üretilmiş kavram ile tanımladığınızda, aynı zaman diliminde bir başka bölgede ya da yüz yıl sonraki bir başka zaman diliminde, bazı Müslümanlar da başka bir üretilmiş kavramla kendini tanımlamaya gidebilir ve bu durum İslâm ümmeti olma sürekliliğine ve bütünlüğüne zarar verir. Bu sebeple de, büyük bir zulüm oluşturur.
İslam ve Müslim gibi inzal edilmiş kavramlar ise, hem evrenseldir hem de taşıyıcı, dönüştürücü, bütünleştirici etkisi ile tanımlayıcı ve kuşatıcı niteliği kıyamete kadar devam edecektir. O halde, insanlık tarihiyle başlayıp kıyamete kadar devam edecek tüm süreçlerde bizi tanımlamak üzere Rabbimizin inzal etmiş olduğu evrensel temel kavramlarımıza ısrarla sahip çıkarak, muhtevasını vahyin ölçüleriyle tanımlayıp toplumun önüne bu sahici içerikleriyle tekrar koymalıyız. Ayrıca, cahiliye toplumunu, ancak bu tür inzal edilmiş taşıyıcı Kur’ânî kavramlarımızı kullanmakta ısrar ederek tevhîdî istikamette dönüştürüp aydınlığa ve hidayete kavuşturabileceğimizi unutmamalıyız.
Dâvetin Muhataplarıyla Aynı Müslim/Müslüman Adını Kullanıyor Olmak Tebliğde Önemli Bir Avantaja Dönüştürülebilir
Özellikle de, “Müslim” (Türkçe karşılığı olarak “Müslüman”) kavramı gibi çok önde, sık kullanılan, tanımlayıcı ve mesajı taşıyıcı niteliği olan inzal edilmiş bir kavramın yerine, “İslâmcı” gibi üretilmiş, üstelik tanımlama ve ayrıştırmada da çok yetersiz kalan bir kavramı, kullanmakta ısrar etmek büyük yanlıştır. Ayrıca, bu tercihte ısrar, ilâhî kaynaklı olan kavramın desteğinden, bereketinden yoksun kalmaya da sebep olmakta, üretilmiş bir kavrama nispet edilen tebliğ ve şahidliğin muhataptaki tesirini azaltıcı, bu dâvete icabeti anlamsızlaştırıcı sonuçlar da doğurmaktadır. Çünkü bu dâvete muhatap olanlar, “Kur’an’ın dâvet ettiği ‘Müslüman’lardan olmak bize yeter, ayrıca bir de ‘İslâmcı’ olmamız gerekmez” diye bakabilmektedir. Sonuçta da, kendini İslâmcı olarak tanımlayıp İslâmcılığa dâvet edenler, muhatabın kendini severek nispet ettiği “Müslim/Müslüman” kavramının oluşturduğu ortak paydayı, ortak zemini kullanmak ve bu kavramın Kur’an’daki karşılığını anlatarak tevhidi tebliğ etmek imkânını da büyük oranda kaybetmektedirler. Hâlbuki, kitlelerin İslâm ve Kur’ân ile irtibatları kesilip yozlaşmış oldukları halde kendilerini Müslüman olarak tanımlıyor olmaları başlangıçta bir dezavantaj gibi görünse de, aslında onları, bu ortak paydayı kullanarak ortak Kitabımız olan Kur’an’ın tanımladığı gerçek Müslümanlığa dâvet etmek için avantaj haline dönüştürülebilecek bir imkân da sunmaktadır.
Bu konuda bir hatıramı paylaşmak isterim. Mazlum-Der’in kurulduğu 1991 yılı başlarında, ilk yönetim kurulu olarak, bizden 5 yıl önce sosyalistlerce kurulmuş bulunan İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) genel merkezine bir ziyaret gerçekleştirmiştik. Bu ziyarette iki derneğin yönetim kurulları olarak insan hakları yaklaşımlarımızı birbirimize aktarmıştık. Doğal olarak onlar Batılı referanslarla, biz ise İslâmi kimlik ve referanslarımızla insan hakları yaklaşımlarımızı ortaya koymuştuk. Mazlum-Der olarak görüşlerimizi açıklarken İslâmi kimliğe ve vahyin ölçülerine atıfta bulunmamız ve “Biz Müslümanlar” diye başlayan sunumumuzda; insan, hak, adalet ve zulüm gibi kavramlara ve insan hakları mücadelesine vahyin ölçüleriyle nasıl yaklaştığımızı aktarmıştık. Bunun üzerine, İHD yönetiminden birisi, “Siz düşüncelerinizi açıklarken, ‘Biz Müslümanlar insan hakları konusunda böyle inanıyoruz’ diyorsunuz, peki biz Müslüman değil miyiz?” sorusunu yöneltmişti.
Onlara şunu söylemiştik; “Af edersiniz biz sizi sosyalist ve laik biliyorduk, tabii ki herkes İslâm’ın evrensel ilke ve ölçülerini benimseyerek Müslüman olabilir, bundan ancak memnun oluruz”. Bunun üzerine “Tabii ki biz sosyalist ve laikiz, bu durum Müslüman olmamıza engel midir?” demişlerdi ve onlara cevabımız tebliğ mahiyetinde olmuş, hem laik ve sosyalist hem de Müslüman olmanın neden mümkün olmadığını ve Müslim/Müslüman olmanın Kur’ânî ölçülerini ve İslâm’ın insan hakları yaklaşımını anlatmıştık. Bu diyaloga İHD’nin o günkü Genel Başkanı Nevzat Helvacı müdahale etmiş, kendi arkadaşlarını haksız bularak konuyu kapatmıştı.
Eğer biz kendimizi “İslâmcı” olarak tanımlamış olsak ve “İslâmcılığın” insan hakları yaklaşımı olarak vahyî ölçüleri bile anlatsak, onlar bizi “ideolojik bir siyasal kesim” olarak algılayıp aynı tepkiyi vermeyeceklerdi. Sonuçta da, kendilerini “Müslim/Müslüman” saymaya, bulundukları gayri İslâmi konumun da “Müslümanlık”la çelişkisi olmadığını düşünmeye devam edeceklerdi. Hâlbuki bizim kendimizi “İslâmcı” olarak değil de “Müslim/Müslüman” olarak tanımlamamız ve vahye dayalı insan hakları yaklaşımımızı da Müslümanlığın bu konudaki ölçüleri olarak sunmamız, bir hayra vesile olmuş, onlar kendi konumlarının Müslümanlık olmadığını ve Kur’an’ın tanımladığı Müslümanlığın ne olduğunu öğrenme imkânına kavuşmuşlardı. Bu örneğin, ilkeli Müslümanlarca, gayri İslâmi eklektik inançlara, geleneksel bid’at ve hurafelerle karışık kültürlere inandıkları halde kendilerini “Müslüman” olarak tanımlayan bütün kesimler (liberal kapitalist, laik demokrat, sağcı, muhafazakâr, gelenekselci vb.) için tekrarlandığını düşünürsek, böylece bütün topluma vahye dayalı doğru bir Müslümanlığın anlatılması sağlanmış olur. Bu doğru tutuma, bir de dâvetin, inzal edilmiş kavramlara sahip çıkılarak insanlara ulaştırılması sebebiyle Allah’ın lütfedeceği yardım ve bereketi de katarsanız, inşaAllah çok daha verimli sonuçlara ulaşılabileceği açıktır.
Merhum Mevdudi de dirayetle yaptığı mücadeleyi, Müslüman olduğunu iddia edenleri “Müslüman olmaya” çağrı olarak tanımlıyor ve “Gelin Müslüman Olalım” adıyla yayınladığı kitabı Türkiye’de ilk yayınlandığında hemen yasaklanıyordu. Aynı şekilde, merhum şehidimiz Seyit Kutup da, kendisini Müslüman zanneden insanları, kendisini Müslüman olarak tanımlayan cahiliye toplumundan ayrışmaya, Kur’an’a ve Kur’an’ın teklif ettiği anlamda Müslüman olmaya, ilk Kur’an neslinin oluşturduğu örnekten hareketle vahyin ölçüleriyle çağın Kur’an neslini, Kur’an toplumunu oluşturmaya çağıran “Yoldaki İşaretler” kitabını kaleme aldığı için idam edilmiş ve bu kitabı Türkiye’de de ilk yayınlandığında yasaklanmıştı. Bu örneklerden de anlaşılmış olmalı ki, tağuti sistemler bile İslâm’a ve halka yabancı “İslâmcılık” kavramından ziyade, insanların şok edici bir Kur’ânî içerikle Müslüman olmaya dâvet edilmesinden rahatsız oluyorlardı.
Zaten Müslümanları, tebliğin muhatabı halktan koparmak, dâvetin önünü kesmek amacıyla “İslâmcılık” kavramını tevhîdî dâveti yaymaya çalışan Müslümanları karalamak, suçlamak üzere bizzat Batılı ve yerli tağuti sistemler ve onların payandası Batıcı entelektüeller de özellikle kullanıyorlar. Böylece aslında kurnazlık yaparak bir taşla birçok kuş vurmuş oluyorlardı. Bir yandan, İslâm’ın ve Müslümanlığın Kur’an bütünlüğü içinde doğru algılanıp, hayatın bütününü kuşatıcı anlamda sosyalleştirilmesi, “Kur’an toplumu” ve “İslâmi adalet sistemi”nin inşası çabalarını, içeriğiyle istedikleri gibi oynayabilecekleri bir kavram olan “İslâmcılık”la damgalayıp halka, yani dâvetin muhataplarına, Kur’ânî ölçülere ve tevhîdî geleneğe yabancılaştırıyorlardı. Diğer yandan da, “İslâmcılığa” yönelttikleri eleştirileri ve saldırıları, baskı ve zulümleri, İslâm’a ve Müslümanlığa değil de, dinin ideolojileştirilmiş insan üretimi bir versiyonu olarak “İslâmcılığa” karşı yapılmış gibi göstererek, halkı aldatmaya ve bu tür saldırılara haklılık kazandırmaya çalışıyorlardı. Bu sebeple de, “İslâmcılığı” eleştirip hedef alanlar, İslâm’ı ve Müslümanlığı hedef alanlar kadar tepki almamışlardır.
O halde hepimiz, “Kur’an neslini” ya da “Kur’an toplumunu” inşa konusunda, ısrarla özgün inşa edici kavramlarımızla çaba göstermeliyiz. Vahyin ölçülerini esas alarak ve ilk örnek neslin uygulamalarından çıkarılacak ilkeleri bugüne taşıyarak bu özgün projemiz üzerinde yoğunlaşmalıyız. Vahye göre aslı budur deme imkânı olmayan ve dâvetçileri, kendini Müslüman olarak niteleyen halklara da yabancılaştıran, kafa karıştırarak, özgün kavramlarımızı ikinci plana iterek işimizi zorlaştıran ve bizi halktan kopuk bir entelektüelizmin içinde boğmaktan başka işe yaramayan bu tür üretilmiş kavramları kullanmaktan uzak durmalıyız. Sosyal bir değişime dayanmayan abartılı bir siyasallaşmayla İslâm’ı bir ideolojiye indirgeyen “İslamcılık” gibi, kulluk bütününden soyutlanmış sığ bir siyasal söylem zemininde sistem içinde erimekten başka işe yaramayacak olan üretilmiş kavramlar yerine, iletilmiş Kur’ânî kavramlarımızı öne çıkarmalıyız. Bu bağlamda, “İslâmcılığı” vb. uyduruk eklektik kavramları terk edip, kendi özgün kavramlarımızı gündemleştirerek, içinde yaşadığımız toplumun Müslümanlaşmasına vesile olacak tevhidi dâvet, eğitim, şahidlik, adalet ve hürriyet çabalarımızı ısrarla sürdürmeliyiz.
İslâm, Müslüman, mü’min vb. Kur’ânî kavramlar, Kur’ân var oldukça kıyamete kadar geçerliliklerini koruyacak ve mekânları, zamanları aşarak bütün ümmeti birleştirecek, tüm ümmetin ortak paydasını oluşturacak çağlar üstü evrensel ve kalıcı kavramlardır. O halde, belli maksatlarla üretilmiş ve unutulmaya mahkûm geçici kavramlarla kendimizi tanımlamaktan, evrensel davamızı bu tür yerel ve geçici kavramların içine sığdırmaya çalışmaktan uzaklaşıp inzal edilmiş ve korunmuş özgün, evrensel ve kalıcı Kur’ânî kavramlarımızla kendimizi tanımlamayı ve ifade etmeyi tercih etmeli ve bu tercihte ısrarlı olmalıyız. Böylece, kendisini iyi niyetle “Müslüman” olarak nitelendiren ancak Kur’an’daki Müslim/Müslüman olmanın şartlarından haberdar olmadığı için hayatı gerçek Müslümanlıkla örtüşmeyen insanlarımızı, inşaAllah ortak Kitabımız Kur’ân’da buluşmaya ve Kur’ân’ın şartlarını belirlediği biçimde gerçek Müslümanlar olmaya dâvet edebiliriz.
Sosyal Şahidliği İhmal Eden ve Sistem İçi Mücadele Gündemlerine Endeksli Aşırı Siyasallaşma, Savrulmalara Yol Açmaktadır
Sistemin belirlediği gündemlere, sistem içi siyasal gelişmelere takılı kalmak, abartılı misyonlar yüklemek ve bu minvalde gelişen her olaya ve dışımızda belirlenen seküler gündemlere cevap yetiştirmeye, tavır belirlemeye kalkışmak, giderek Kur’an eksenli tefekkürden koparıp, sistem içi ve demokrasi eksenli düşünce üretmeye doğru savrulmaları yaygınlaştırmaktadır. Sonuçta ise, tevhid ekseninde başlayan mücadele giderek demokratik bir mücadeleye doğru evrilmektedir.
Bu sebeple, imani, sosyal ve ahlaki planda vahye şahidiliği öne almanın önemini kavramalı, açık İslami kimlik ve ilkelere dayalı siyasal şahidliği de bu emin zemin üzerine inşa etmek gerektiğini anlamalıyız. Tıpkı siyasal sistem değişikliğinin, ancak sosyal planda yaşanacak tevhidi toplumsal dönüşüm sonucunda Allah tarafından takdir edileceği gibi, İslami mücadelede de siyasal plandaki şahidlik çabamız, topluma örneklik teşkil edecek sosyal plandaki şahidlik sorumluğumuzun gereği yerine getirilerek sağlanacak zemin üzerine oturtulmalıdır. Bu olmadan, sistem içi mücadeleyle net hatlarla ayrılmayan siyasal şahidliğe yoğunlaşmak, hem tevhidi temsilde başarısızlığa ve etkisizliğe sebep olacak, hem de topluma söyledikleriyle kendileri ahlâklanmamış olanların, bu siyasal zeminde kolayca savrulma riskini arttıracaktır.
Öncelikle de, toplumsal sorunlar alanındaki siyasal şahidlik çabalarımızı, mutlaka bireysel, ailevi ve toplumsal alanları kuşatan sosyal şahidliğin üzerine inşa etmemiz gerektiğini akletmeliyiz. Hayatın bütününü kuşatıp ibadet kılma hedefli sosyal şahidlik üzerine yükselteceğimiz siyasi şahidliğimizi (ve bu alanda kuracağımız ilişkileri, atacağımız adımları), ısrarla İslami kimlik, değer, ölçü ve kavramların belirleyiciliğinde, tevhidi ilkelere sadakatle sürdürmeye dikkat etmeliyiz. Bu amaçla yaptığımız her açıklama ya da eylem, mutlaka Kur’ani kavramları, ölçüleri, ilkeleri ve İslami kimliği belirleyici kılan ve açıkça vurgulayan bütüncül bir bir muhteva taşımalıdır. Böyle olmadığı takdirde, kalbi derinleşme, bütüncül anlamda hayatı ibadet kılma ve öncelikle insanî, ahlâkî alanda vahyi sosyalleştirme zayıflayıp, ihmale uğrayınca, siyasal şahidlikte de tevhidi ilkelerde ısrar zayıflamakta, pragmatizmle sistem içi seküler politikaya eklemlenme riski artmakta ve sonuçta bütüncül bir İslami mücadele ikame edilememektedir.
Günübirlik siyasal gündemlere yoğunlaşıp, yakın vadeli siyasal tercih ve taktik hesaplarla oyalanınca, uzun vadeli stratejik yürüyüşümüz zaafa uğramaktadır. Çünkü bu tür siyasal tercih ve hesapların merkezinde, daha çok seküler sistem içi geçici hedefler gözetilmekte, kalıcı olması gereken İslami birikimin, şahsiyetleri ve toplumu topyekûn inşa boyutu ihmal edilmektedir. Kalp, ahlak, kardeşlik hukuku ve toplumsal ilişkileri vahiyle inşa anlamında vahyin sosyalleştirilmesi ve bütüncül ibadet algısı ihmale uğrayınca, entelektüel boyutu yüksek, siyasi söylemi güçlü, ama İslami kimlik ve Kur’ânî dâveti, bütüncül olarak ve hakkıyla temsil etmekten uzak kalan, vahye şahidliği kuşatıcı biçimde yapamayan müntesiplerimiz çoğalmaktadır.
Bu sebeple de, tevhîdî dâvet ve şahitlik açısından sorunlu davetçilerin çoğalması ve kuşatıcı, olgun bir ahlaka sahip örneklerin azlığı sebebiyle de, toplumsal dönüşüm bakımından etkisiz ve temsil zaaflı bir konuma sürüklenmekteyiz. Bu tür bir konumda ısrar edilir, Allah rızası için yapılan uyarılar da sert tepkilerle susturulmaya, hatta karalanmaya çalışılırsa ve “ruczdan hicret”le arınma ve ıslah çabasından uzak durulursa, kaçınılmaz olarak sonuç vahim olacaktır. Böyle bir hal ile ortaya konan siyasal şahidlik, eklektik ve sekülerlikle karışık bir muhteva taşıyacak ve sonuçta topluma yönelik tevhîdî bir dâvet ve şahidlik görevi hakkıyla yapılmamış olacak, toplumdaki dönüşüm de, ister istemez ortaya konan bu hak-batıl karışımı, İslam-demokratikleşme sentezi istikametinde gerçekleşecektir.
Vahyi Sosyalleştirmeden, Sistem İçi Değişim Eksenli Siyasallaşma, Müslümanları Dönüştürme Etkisi Yapmaktadır
Nitekim gelinen noktada, kendini “İslamcı” olarak tanımlayan ya da öyle tanınan neredeyse bütün yazarlar, aydınlar, yazılı ve görsel medyada yazarken ya da konuşurken, artık Kur’ani kavramlarla konuşmaktan, İslami kimlik, ilke ve ölçüleri açık bir biçimde ibraz etmekten özenle kaçınıyorlar. Doğrudan İslami inanç, amel ve bütüncül hayat tarzını ve cahiliyenin geleneksel ve modern türevlerinden beri olan ve ayrışmış taraflarını değil de, kendi zanlarınca cahiliye ile örtüşen, benzeşen yanlarını öne çıkarmaya çalışıyorlar. Üstelik bunu da, İslami ölçüleri saptırarak, cahiliye sistemi ve cahiliye toplumuna yaranma, itibar ve kabul görme, sığınma refleksiyle, akredite ve medyatik olma pragmatizmiyle yapıyorlar. Yandaş medyada yazan ve konuşan neredeyse hiçbir yazar ya da konuşmacı, İslami çözüm ya da alternatifi gündemleştirmiyor. Büyük ekseriyeti, sistem içi değişime, mevcut şartlarda görece iyileşmeye endeksli yazıp konuşuyorlar. Uzun süredir böyle yaptıkları için de yeni hali kanıksayıp, artık İslami sorumluluklarını unutmuş görünüyorlar.
Evet artık, bütün medyada ve kamuoyu önünde Müslümanlar tevhidi bir kimlik ibrazından, tevhidi ölçüler içinde yazıp konuşmaktan uzak duruyor. Kur’ani kavramları gündemleştirmekten çok uzak bir üslup ve içerikle, “İslamcılık” adı altında, “kent dindarlığını”, “muhafazakârlığı”, demokrasiyle uzlaşmış, seküler bir söylemle ifade edilen liberal bir “Müslümanlığı” ya da “yerli, milli Türk İslamı”nı konuşuyorlar. “İslamcılık” adı altında AKP, Saadet Partisi vb. sistem içi siyasetleri tartışıyorlar. Kapitalist yaşam tarzına uyumlu tüketim ve üretim azgınlığına müdahale etmek yerine, uyum sağlayan bir “Müslümanlığı” gündem yapıyorlar. Ya da Müslümanları ilgilendiren (başörtüsü özgürlüğü gibi) kimi bireysel özgürlükleri, onları bile çoğu kez seküler insan hakları ve demokratikleşme bağlamında gündeme taşıyıp tartışıyorlar. Hiç değilse, yakın geçmişte tartışma konusu olan başörtüsünden kalkarak, İslâmî hayat tarzı ve tevhid inancını gündemleştirmek mümkün iken, bütüncül bir İslâmî kimlik ibrazı ve tevhîdî bir dâvet, asla söz konusu edilmedi. Kimlik ve inanç taşıyıcı Kur’anî kavramlar ve bunlara dayalı olarak hayatın bütün alanlarını kuşatıcı muhtevadaki İslami nizam, cahiliyenin, sahici ve kurtarıcı tek alternatifi olan vahyin belirlediği İslami hayat tarzı, birçok fırsat doğmasına rağmen gündeme getirilmemektedir. Kamuya açık medya alanlarında akredite olup söz söyleme imkanına kavuşanların neredeyse tamamına yakını, şirke, küfre, zulme ve ifsada karşı tevhidi bir mücadelenin gereklerini, cahiliye toplumunu tevhidi ilkelerle bütüncül tarzda ıslah amaçlı inkılabi değişim ve Kur’ani dönüşüm projelerini gündemlerine almıyorlar. Bu konumlara gelebilen büyük ekseriyet, artık, sistem içi değişim mücadelesine eklemlenmiş, bu çizgiye ve demokratik çabalara endeksli olarak yazıp, konuşuyorlar.
Tabii ki, bu süreci tek bir saikle izah etmek mümkün değildir. Ancak kanaatimizce, yukarıda izah etmeye çalıştığım, İslami kimlik ve Kur’ani temel kavramların giderek belirleyici olmaktan çıkarılmasının yanında, vahyi bireysel, ailevi ve toplumsal hayat alanlarında bütüncül olarak sosyalleştirmeden siyasallaşmanın da etkisi söz konusudur. Hayatı kuşatan sosyalleşme alanında ciddi çabalar sarf edip bir mesafe almadan, tam tersine bu alanları çoğu kez ihmal edip kendi haline bırakarak, abartılı bir biçimde sistem içi gündemlere endekslenmiş aşırı bir siyasallaşmaya kaymış olmamızın bu savrulmada önemli bir rolü vardır. Halbuki sosyal ve siyasal şahidlik arasında bir denge kuran bütüncül bir İslam anlayışıyla, bireysel ve toplumsal bütün hayatı ibadet kılmayı hedefleyen topyekün bir İslami mücadele temel sorumluluğumuzdur.
Bütün bu süreçlerde, indirilmiş vahyî bir kavram ve Rabbimizin bize vermiş olduğu bir ad olan “Müslim”15 yerine ikame edilen üretilmiş “İslamcı” kavramıyla kendilerini tanımlayanlar, sadece bu tanımlamayla bile, hem Kur’ani bir kavramı devre dışı bırakarak, Allah’ın bereketinden uzaklaşmaya yol açmaktadırlar. Hem bu üretilmiş yanlış adlandırmayla, İslam’ın, hayatı kuşatan bütüncüllüğünü parçalamaya ve onu siyasal bir söyleme, neredeyse siyasal bir ideolojiye indirgemeye yol açmaktadırlar. Ve böylece bu üretilmiş kavramla zihinleri bulandırılmasına, tevhidi kesimde savrulmalara müsait bir zemin oluşmasına sebep olmaktadırlar. Hem de içeriği tartışmalı, tevhidi olmaktan çok uzak demokratik, muhafazakâr çevrelerin bile içine girdiği, hatta daha çok onları tavsif eden, üstelik de başlangıçta ötekinin yakıştırması olan bu üretilmiş kavramı kullanarak, davetin muhatabı kitlelerde kafa karışıklığına yol açmaktadırlar. Bu sebeple de, tevhidi davetin, ahiret ve kulluk eksenli Kur’ani bir zemine oturmasını engelleyecek, zaaflı bir temsil ortaya çıkmaktadır.
Dipnotlar
1. Hacc 22/78.
2. Âl-i İmran, 3/19.
3. Âl-i İmran, 3/85.
4. Âl-i İmran, 3/102
5. Mâide, 5/3.
6. Âl-i İmran, 3/19.
7. Enbiya, 21/92.
8. Enbiya, 21/93.
9. Yûnus, 10/104.
10. Yûnus, 10/72.
11. Bakara, 2/128.
12. Ahkâf, 46/15; Fussilet, 41/33.
13. Al-i İmran, 3/64.
14. Âl-i İmran, 3/67.
15. Kur’an’da Müslim/Müslüman kavramına yapılan vurgular:
-
22/hacc 78: “…Allah, bundan önce ve bunda (Kur’an’da) size “müslüman” ismini vermiştir. Peygamber size şahit olsun, siz de insanlığa şahit olun diye. Öyleyse namazı kılın. Zekatı verin, Allah’a sımsıkı bağlanın. Sizin mevlânız O’dur. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır !”
-
27/Neml 81: “Sen, körleri sapıklıklarından doğru yola çıkaramazsın. Sen ancak ayetlerimize iman edenlere duyurabilirsin. İşte müslüman olanlar onlardır.”
-
11/Hud 13-14: “Yoksa, ‘O’nu uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre getirin; eğer doğru iseniz Allah’tan başka, çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın (da bunu yapın)!’. Eğer size cevap veremedilerse bilin ki (bu Kur’an) Allâh’ın ilminden indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur. O halde, şimdi artık Müslüman olacak mısınız?”
-
3/Al-i İmran 52: “Îsâ onlardan inkârı sezince: ‘Allâh yolunda kimler bana yardımcı olacak?’ dedi. Havariler: ‘Biz, Allah(yolun)un yardımcılarıyız; Allah’a inandık, şâhid ol, biz Müslümanlarız.’ dediler.”
-
10/Yunus 72: “Eğer yüz çevirmişseniz, ben sizden bir ücret istememiştim. Benim ücretim sadece Allah’a aittir. Ben Müslümanlardan olmakla emrolundum.”
-
16/Nahl 81 : “… Allâh size ni’metini böyle tamamlıyor ki siz müslüman olup esenliğe eresiniz.”
-
3/Al-i İmran 102 : “Ey iman edenler, Allah’tan, O’na yaraşır biçimde korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün.”
-
7/Araf 126: “Sen, Rabbimizin ayetleri bize geldiği zaman ona iman ettiğimiz için, yalnızca bunun için bizden intikam alıyorsun. Rabbimiz üzerimize sabır yağdır ve Müslüman olarak canımızı al! dediler.”
-
41/Fussilet 33: “(İnsanları) Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve ‘şüphesiz ki ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?”
Bu makale ilk olarak Köklü Değişim Dergisi Aralık 2019 sayısında yayınlanmıştır.