Çarşamba, Aralık 11, 2024
Ana sayfa KONFERANSLAR HÜSEYİNOĞLU: ŞİRK AMELLERİNDEN UZAK DURMAK AKİDEMİZİN GEREĞİDİR.

HÜSEYİNOĞLU: ŞİRK AMELLERİNDEN UZAK DURMAK AKİDEMİZİN GEREĞİDİR.

by İlkav Editor
2,1K 👁
A+A-
Reset
           HÜSEYİNOĞLU: ŞİRK AMELLERİNDEN UZAK DURMAK AKİDEMİZİN GEREĞİDİR.
 
           İlmi ve Kütürel Arştırmalar Vakfı-İLKAV’ın Alternatif Eğitim konferansları Şükrü Hüseyinoğlu’nun ‘Kur'an Açısından Nazar, Büyü ve Cinlerle İrtibat İnançlarının Değerlendirmesi’ başlıklı sunumu ile devam ediyor.
Konferans Recep Kocaer’in Felak ve Nas Surelerini ve Meallerini okuması ile başladı. Geniş halk kesimlerinde yaygın olarak inanılan ve istismar edilen cin, büyü, nazar ve bunlara ilişkin yanlış inanışlar Kur’an perspektifinden ve sahih sünnet açısından konferansta değerlendirildi. Hüseyinoğlu konuşmasında; cahiliye döneminde yaygın olan şefaat, arraflık ve kahinlik inanışlarının, İslam gelince birden ortadan kalkmadığını, bu sektörün çeşitli şekillerde toplumlarda varlığını sürdürdüğünü, diğer kültürlerden geçişlerle tevhidi zedeleyici şekilde Kur’an’a aykırı inanış biçimlerinin halk arasında yaygınlığına dikkat çekti. Müslümanlara düşenin akidelerini Kur’an’a göre oluştururken, bu tür şirke kadar götürebilen inanış biçimleri ile de hikmetli bir şekilde mücadele etmek olduğunu vurguladı.
Konferans soru cevaptan sonra çay ve simit ikramı ile son buldu. Konuşmanın özeti aşağıda sunulmuştur.
Kur'an Açısından Nazar, Büyü ve Cinlerle İrtibat İnançlarının Değerlendirmesi – Şükrü Hüseyinoğlu
Rahman ve Rahîm Allah’ın adıyla Yüce Rabbimiz, şöyle buyurmaktadır:                                                                                                                  
          “İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi. Onlarla birlikte, insanlar arasında ayrılığa düştükleri konularda hükmetmeleri için hak üzere Kitab indirdi. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra aralarındaki kıskançlıklarından, kinlerinden dolayı bu Kitab hakkında ayrılığa düşenler kendilerine Kitab verilmiş olanlardan başkaları değildir. Allah iman edenleri, kendi izniyle, onların üzerinde ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allah dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara, 2/213)
 
           Bu ayet-i kerime, bütün bir insanlık ve dolayısıyla Risalet tarihinin özeti mahiyetindedir. İlk insanlarla birlikte Yüce Allah’ın kelimelerine muhatap olan[1] insanlık, başlangıçta bir akide (tevhid akidesi) üzere tek bir ümmet idi. Fakat ardından aralarında ayrılığa düştüler ve vahyin öğretisinden uzaklaştıkça farklı inanç ve hayat biçimleri ürettiler.
İşte Rabbimiz elçilerini, insanlar yeniden tevhid akidesine kavuşsunlar ve ihtilaflarını çözsünler diye beraberlerinde Rabbani ölçülerle (vahiyle) gönderdi. İnsanlardan kimisi Rasullere ve getirdikleri Rabbani mesaja tâbi oldu, kimisi üretilen cahili akide ve hayat biçimleri üzerinde ısrarcı oldu. Tarih boyunca insanların çoğu da ne yardan, ne serden geçen bir tutum izleyerek Rasullere inansalar da geçmişten gelen cahili inanç ve yönelimlerini tamamen terk etmemekte direnen bir yaklaşım üzere oldu.
Böylece Hak ile bâtılın birbirine karıştırılması (Kur’an’ın tabiriyle Hakka bâtıl elbisesi giydirilmesi)[2] sorunu kendini gösterdi ve bugün de çok yaygın bir sorun olarak tevhid akidesi ve bu akide merkezli hayat algısı önünde ciddi bir engel olmayı sürdürüyor.
            Konumuz olan “nazar”, “büyü”, “cinlerle irtibat, cin musallatı”, “rukye” konuları, Hakla bâtılın birbirine karıştırılması, dahası bâtılın Hak kisvesine büründürülerek yaşatılması noktasında üzerinde ciddiyetle durulması gereken alanlar arasında bulunmaktadır. Cahiliye kaynaklı tüm şirk inanç ve eylemlerini kökünden silip atmak için gelmiş ve Allah Rasulü (a.s.) ve güzide arkadaşlarının mücadelesi ile de o bunu başarmış olan tevhid dini İslam’ın mevzu bahis konulardaki yaklaşımı son derece net ve berrak iken, zamanla çeşitli cahiliye inanç ve adetleri gibi bu konulardaki cahili inanışlar da yeniden diriltilerek Müslümanların akidesi bulandırılmaya çalışılmıştır.
İlk Kur’an nesli sonrası, siyasi, ictimai birçok alanda olduğu gibi bu konularda da cahiliyenin canlandırılması faaliyetleri başlamış ve Allah Rasulü’nün İslam inkılabıyla ortadan kaldırılan cahiliye üstelik bu defa İslami bir kılıfa büründürülmeye çalışılmıştır.
            Cahiliye Mekkesi ve Arap Yarımadasında yaygın ve toplum üzerinde ciddi etki sahibi olan kâhinlik, müneccimlik, arraflık, cincilik, üfürükçülük, muskacılık ve onların geçim kapısı olan “büyü”, kehânet”, “nazar”, “cin çarpması-cinlerin musallat olması” gibi inançlar,  müşriklerin Allah Rasulü’ne düşmanlığını anlatan Kalem Sûresi 51. ayetin “nazar ayeti” (!) diye anılmaya başlanması örneğinde olduğu gibi ya Kur’an nasları bağlamlarından koparılıp istismar edilerek, ya da Allah Rasulü adına hadis uydurma yoluna gidilerek İslam’a da mal edilmeye çalışılmıştır. Ve ne yazık ki Müslüman kitlelerin algısını belirleme açısından bu şeytani gayeye de önemli ölçüde ulaşılmıştır.
            Büyü/Sihir ve Cinlerle Etkileşim Konularına Kur’ânî Bakış, Bilindiği üzere, yaşadığımız coğrafyada büyü, sihir, cinlerin insanlara musallat olması, nazar inançları ve inançlar üzerine bina edilmiş olan devasa bir cincilik, üfürükçülük sektörü söz konusudur.
            Cahili-muharref kültürlerin, Kur'an merkezli düşünmekten uzaklaşarak tevhidi bilincini kaybeden İslam toplumlarına çeşitli yollarla taşınması sonucu kendini gösteren bu cinci, üfürükçü sektörü, Rabbimizin ancak ve ancak insanlara hidayet rehberi olsun diye inzal buyurduğu[3] Kur'an'ın ayetlerini üfürükçülüğe malzeme yaparak nesneleştirmekte, başta Arap cahiliyesi olmak üzere çeşitli müşrik kültürlere dayalı bu sömürüsüne Kur'an'ı payanda kılmaktadır. 
Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki, tıpkı nazar inancı gibi büyü/sihir inancı ve cinlerle iletişim-etkileşim iddiaları gibi konulardaki mevcut inanış ve kabuller, Kur'an'ın vaz'ettiği tevhid akidesi ve bu akideye dayalı ölçülere değil, çeşitli paganist ve muharref kültürlerin kabullerini İslam toplumlarına taşımaya matuf olarak üretilmiş rivayetlere ve yanı sıra her devirde toplumlarda kulaktan kulağa yaygınlaştırılan sözüm ona "yaşanmış" hikayelere dayanmaktadır.
 
           Kur'ani akide ve ölçülerle söz konusu rivayet ve anlatılara yaklaşılacak ve onların doğruluğu-yanlışlığı bu ilmi düzlemde belirlenecek yerde, söz konusu rivayet ve anlatılarla akide ve kanaat oluşturulma yanlışına düşülmektedir. Demek ki bu konularda doğru anlayışa ulaşmanın yolu; temel dayanak ve çıkış noktası olarak, mevcut tarihsel malzeme (rivayet) ve bugüne dair halk arasında kulaktan kulağa dolaştırılan anlatılar yerine, İslam'ın kendisinde şüphe bulunmayan değişmez temel kaynağı olan vahyin ölçülerini esas almaktan geçmektedir. Bunu yaptığımızda nice rivayetin ve bugünkü halk anlatılarının örümcek yuvası misali bir çırpıda darmadağın oluverdiğini, hiçbir geçerliliği kalmadığını göreceğiz.
 
            Yaklaşık 15 yıl öncesinden bir hatıramı paylaşarak konuya giriş yapmak istiyorum. Cinlerle insanların iletişim ve etkileşimi iddiaları üzerine halkın bildiğimiz yaklaşımına sahip bir grup gençle, bu konularda tevhidi çerçevede yaklaşıma sahip olmaya çalışan bir Müslümanın müzakeresine tanık olmuştum. Söz konusu Müslüman, gençlerin cinlere dair ölçüsüz yaklaşımını ölçülendirmek gayesiyle, onların gayb konusunda insanlardan tek ayrıcalıklarının, insanların bizatihi tanık olmadıkları için bilemeyeceği geçmişe dair yaşanmışlıkları bilmek olduğunu, bu sebeple de insanların kayıp eşyalarını bulmak konusunda cinlerden faydalanabileceğini söylemekteydi.
 
             Ben sonradan meclise dahil olmuştum, ancak bu konuda dile getirilen apaçık yanlış karşısında susamazdım. Sebe' Sûresi 14. ayeti[4] hatırlatarak, cinlerin bu konuda da insanlardan bir ayrıcalığı olmadığını söyledim ve tabii ki apaçık bu ayetle birlikte, dile getirilen onca düşünce de çökmüş oldu. "Cinci" diye tesmiye olunan bazı kimselerin, cinlerle iletişim-etkileşim halinde oldukları iddiasıyla ortaya çıkmaları  ve psikolojik rahatsızlık yaşayan insanların bu durumunu "cin çarpması", "cinlerin musallat olması" şeklinde tanımlayıp onları bu durumdan kurtarmak için cinlerle iletişime-etkileşime geçme iddiaları da, insanlar Allah'ın dinini Kur'an'dan öğrendikleri takdirde örümcek yuvası gibi bir çırpıda yıkılıp gidecek aldatmalardır, hurafelerdir.
 
              Nazar, sihir/büyü, rukye gibi konularda da insanlar, tarihte var olmuş çeşitli muharref kültürlerin şirke dayalı inanış ve kabullerini Müslümanlar arasında yaymak maksadıyla üretilmiş rivayetler ve günümüzde "yaşanmış olaylar" adı altında kulaktan kulağa yaygınlaştırılan mesnetsiz anlatılar yerine Kur'an'ı temel dayanak edinmiş olsalar, tüm bu kabuller kolaylıkla yıkılıp gider ve onlara dayalı olarak tesis edilen cincilik ve üfürükçülük sektörleri de müşterisiz kalır.
 
              Bu böyle olmadığı, kendilerini İslam'a nisbet eden toplumlar ümmi toplumlar[5] olduğu içindir ki, Kitabullah'ın değil, Kitabullah'ın süzgecinden geçmeyen rivayetlerin, kulaktan kulağa yayılan halk anlatılarının dediği kabul görüyor. Neticede de insanlar, âlemlerin Rabbinden başkalarına ilahlık vasıfları atfetmenin bedelini bu dünyada büyücülere, üfürükçülere yağlı müşteri olmakla ödüyor. Mevcut büyü inanışını, bu inanışa kaynaklık eden rivayetlerin en önemlisi üzerinden anlamaya çalışalım ve Kitab-ı Kerimin bu inanışı ve ona kaynaklık eden rivayetleri nasıl yerle yeksan ettiğini birlikte görelim.
 
              Rivayet kaynaklarında Hz. Aişe'nin anlatımı iddiasıyla şu rivayet aktarılmıştır: "Beni Zureyk Yahudilerinden Lebid b. el-A’sam tarafından Hz. Peygamber (s.a.v.)’e sihir yapıldı. Öyle ki, Rasulullah yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine düşüyordu. Bir gün benim yanımda iken Allah'a dua etti, sonra tekrar dua etti. Ve dedi ki: Ey Aişe hissettin mi, sorduğum hususta Allah bana yol gösterdi. Hangi hususta Ey Allah'ın Rasulü? dedim. İki kişi bana gelip, biri başucumda, diğeri de ayak tarafımda oturdu. Biri diğerine, Bu zatın rahatsızlığı nedir? dedi. Diğeri, büyüdür dedi. Önceki tekrar sordu: Kim büyüledi? Diğeri: Lebîd İbnu'l-Asâm adındaki Benî Zureykli bir Yahudi diye cevap verdi. Önceki: Büyüyü neye yaptı? dedi. Arkadaşı: Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine cevabını verdi. Diğeri: Pekala şimdi nerede? diye sordu. Arkadaşı: Zervân kuyusunda cevabını verdi. Bunun üzerine Rasulullah, ashabından bir grupla birlikte kuyuya gitti, ona baktı, kuyunun üzerinde bir hurma vardı… Ben, Ey Allah'ın Rasulü! Onu (kuyudan) çıkardın mı? diye sordum. Hayır dedi ve ilave etti: Bana gelince, Allah bana afiyet lütfetti ve şifa verdi. Ben ondan halka bir şer gelmesine sebep olmaktan korktum. Rasulullah onun gömülmesini emretti ve yere gömüldü."[6]
 
               Allah Rasulü (a.s.)'ın Yahudilerce büyülendiğine ve bu büyünün belli bir süre etkili olduğuna dair buu gibi rivayetlerin İslam düşmanlarınca maksatlı olarak üretildiği çok açıktır. Bilindiği gibi İslam davetinin düşmanları zaten başından beri Allah Rasulü'nün büyülenmiş olduğunu iddia ediyor, onu ve mesajını bu şekilde yıpratmaya çalışıyorlardı. Rabbimiz bu durumu şu şekilde haber vermektedir:
 
"Biz onların seni dinlerken ne sebeple dinlediklerini, kendi aralarında gizli konuşurlarken de o zalimlerin 'Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz' dediklerini gayet iyi biliyoruz."(İsra, 17/47)
 
"Yahut ona bir hazine indirilmeli, yahut kendisinin ürününden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil mi? Ve zalimler: 'Siz, büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz' dediler."(Furkan, 25/8)
 
               Üstelik Rabbimizin "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu doğru yola eriştirmez." (Maide, 5/67) beyanına rağmen Müslümanlar arasında yaygınlaştırılabilmiş olan bu tür rivayetlerle bir taşla birkaç kuş vurulmuş oluyordu. Bir taraftan müşrik ve muharref kültürlerin sihir/büyü anlayışının sözüm ona gerçekliği, bizatihi Allah Rasulü'nün yaşadığı iddia edilen bir olay üzerinden belgelenmiş (!) oluyor, diğer taraftan da Allah Rasulü'nün şahsiyet ve risaletine açık bir gölge düşürülmüş olunuyordu.
 
                Yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine düşen, başka rivayetlerde namazı ikame edip etmediğini hatırlamaz hale gelen, özellikle son 40 gün içinde büyünün şiddetlenen etkisine maruz kalan (!) bir Allah Rasulü algısı oluşturuluyor, üstelik bu sonucun Yahudilerin eliyle olduğu da iddia edilerek Medine'nin ve Hayber'in intikamı alınmış oluyordu. Allah Rasulü'ne büyü yapıldığına dair rivayetlerin büyünün etkisine dair yönü, büyü ile iştigal eden insanlara gaybi anlamda başka bir insana tesirde bulunma gücü/vasfı izafe edilmesi hasebiyle nasıl ki açık bir şirk inancını ifade ediyorsa, güya büyünün bozulması ile ilgili kısmı da aynı şirk inançlarını ifade etmektedir. Allah Rasulü'ne düşman olan bir Yahudi, onu etki altına alan bir büyü yapabilmektedir (!), fakat Âlemlerin Rabbi, Rasulünü bu etkiden haşa kurtaramamakta, büyünün bozulması için illa ki o Yahudi'nin su kuyusundaki büyünün bulunup imha edilmesi gerekmektedir! Bu tür rivayetlerle, şirk kültürlerinin sihir/büyü anlayışları Müslümanlar arasında yaygınlaştırıldığı gibi, "büyünün etkisinden" kurtulmak için de yine şirk kültürlerinin anlayışları takip edilmiştir.
 
                 Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de, şeytan dahil hiçbir kimse ve gücün insanlara, kendi iradelerine rağmen bir tesirinin olamadığını/olamayacağını, her türlü korku ve vesvese karşısında da ancak kendisine sığınılması gerektiğini beyan ederken, tarihsel süreçte şirk kültürlerinin etkisiyle hem büyü işiyle (insanları çeşitli illüzyonlarla tesir altına almak ve yanıltarak iradelerini yönetmek) iştigal edenlerde gaybi bir tesir gücü vehmedilmiş, hem de bu "tesir gücü" karşısında Âlemlerin Rabbi'ne değil, başka büyücülere yahut en "masumu" olarak başta Felak ve Nas Sûreleri olmak üzere Allah'ın ayetlerine sığınma anlayışına yönelinmiştir. Oysa, kendilerine sığınılan, okunmalarıyla vehmedilen çeşitli "gaybi tesirlerden" korunulacağı düşünülen bu iki sûre, sığınılması gereken her ne kötülük ve korku varsa onlardan ancak âlemlerin Rabbi'ne sığınmayı öğreten birer Rabbani reçeteden ibarettir.
 
                 Zaten baştan sona Kur'an'ın vaz'ettiği tevhid akidesine aykırı, müşrik kültürlere ait bir sihir/büyü anlayışını ifade eden söz konusu rivayetlerin daha baştan bu yönleriyle reddedilmesi gerekirken, bunun da ötesinde Allah Rasulü'nün korunmuş şahsiyet ve risaletine açık bir bühtan olma yönü bile dikkatlerden kaçırılmış ve rivayet kitaplarına alınma talihsizliği gösterilmiştir. Şurası çok açıktır ki, sihir/büyü, nazar, rukye gibi konularda rivayet kaynaklarında yer alan tüm rivayetler, tıpkı Allah Rasulü'ne büyü yapıldığına dair rivayetler gibi müşrik kültürlerin bâtıl kabullerini Müslümanlar arasında yaymaya yönelik maksatlı üretilmiş rivayetlerdir.
 
                  Sihir/büyü, Bakara Sûresi 102. ayette bildirildiği üzere, insanları çeşitli illüzyonlarla tesir altına almayı ve onların iradesini bu yolla yönetmeyi, onları birbirine düşman etmek, aralarını açmak gibi neticeler elde etmeyi amaçlayan bir iştigal alanıdır. Büyüye ve büyücülere bunun ötesinde bir anlam ve tesir gücü izafe etmek açık bir şirktir. Sihir/büyünün tüm özeti, çeşitli göz boyacılık yöntemleriyle insanları tesiri altına almaya çalışan sihirbazların bu yöntemlerine gerçek/gaybi bir tesir gücü izafe eden, o şekilde bir inanışa sahip olan insanların bizatihi kendilerini bu olduğu varsayılan tesire psikolojik olarak teslim etmesiyle kendini gösteren bir illüzyon süreci olmasıdır. Tıpkı şeytanın insanlar üzerinde gerçek anlamda bir gücü/tesiri olmaması, ancak kendisine tâbi olan, ürettiği illüzyonlara/vesveselere gerçekmiş gibi inanan insanlar üzerinde tesir sahibi olabilmesi gibi.[7]
 
Bize düşen, akide ile doğrudan ilgili bu konularda, tarihsel verileri ve halk anlatılarını değil, Kur'an'ın beyanlarını ve bu beyanlara dayalı tevhid akidesini esas almaktır. Kendilerini İslam'a nisbet eden toplumların söz konusu şirk ve sömürü bataklığından kurtulmalarının tek yolu budur. Yeniden Kur'an'a dönmekten başka çıkar yolumuz yoktur.
 
              “Nazar” İnancı ve İslam Akidesi
 
              “Nazar” inancı da Türkiye’de genel kabul görmüş, adeta üzerinde toplumsal bir icma/konsensus oluşmuş yaygın inançlardan biridir. Öyle ki, bu inançla bağlantılı olarak “nazar boncuğu”, “ölmüş sığır kafası” gibi nesnelerin “nazardan koruyucu” etkisine inananları haklı olarak şirk akidesine sahip olmakla eleştiren çoğu muvahhidin dahi iş “nazarın varlığı” konusuna gelince söz konusu icmaya/konsensusa dahil olduklarını görmekteyiz. Cahiliye akidesi-Şamanist totemciliğe dayalı şirk anlayışlarına sahip olanlar ile muvahhid olmakla birlikte “nazarın varlığı” konusunda onlarla hemfikir olanlar arasındaki fark, “nazardan korunma” konusunda ortaya çıkmaktadır. Peki gerçekten de “nazar” diye bir şey var mıdır?
 
Soruya “nazar”ın kelime karşılığı açısından cevap verdiğimizde söylenecek yegane söz “Tabii ki var” olacaktır. Çünkü Arapça olan bu kelimenin anlamı “bakmak”tır ve hepimiz gözümüz açık olduğunda bir şeylere nazar etmekteyiz/bakmaktayız.Lakin, toplumumuzda ve ne yazık ki İslami kesimlerde de mevcut olan ve dolayısıyla makalemizin de konusu olan “nazar” inancı, kelimenin sözlük karşılığı kadar masum değildir.
 
Bir inanç olarak “nazar”, herhangi bir kimsenin, bakışlarıyla başka bir insan veya nesneye etki ettiği ve onun zarar görmesine yol açtığı anlayışını ifade etmektedir.Bir kimsenin bakışının, başka bir kimseye etki etmesi, fizikî düzlemde bilinen bir husustur. Bir kişi başka bir kişiye düşmanca baktığında, muhatabı bu bakıştan doğal olarak etkilenir. Nitekim, “nazar ayeti” diye birçok ev ve işyerinin duvarında asılan ayet-i kerime, bu durumdan söz etmektedir:
 
               “O inkâr edenler Zikr'i (Kur'an'ı) işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi. Hâlâ da (kin ve hasetlerinden:) Hiç şüphe yok ki o bir mecnundur, derler.” (Kalem, 68/51)
 
Görüldüğü üzere ayet-i kerimede Rabbimizin söz ettiği durumun, günümüzde inanıldığı gibi bir kimsenin bakışıyla başka bir kimseye veya nesneye fizik ötesi bir etkide bulunması gibi bir kabulle yakından uzaktan ilgisi yoktur.Ayet-i kerimede söz konusu edilen “nazar”, bildiğimiz beşerî bakışla muhataba karşı hissedilen sevgi, düşmanlık gibi duyguların (ayette sözü edilen duygu düşmanlıktır) dışa vurulmasıdır.
 
Bunun ötesinde bir “nazar” inancı, doğrudan doğruya şirktir. Zira, bu inançta herhangi bir beşere, beşeri şartlar ötesi bir etki etme selahiyeti atfetme durumu söz konusudur. Oysa böylesi bir selahiyet, ancak Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a aittir.Bir insan, başka bir insana karşılıklı bakışlarıyla etki edebilir. Dostça baktığında onda dostça duygular husule getireceği gibi, düşmanca baktığında da endişe ve korkuya yol açabilir.
 
Fakat bir kişi beşikte uykusunda olan bir bebeğe baktığında, bir arabaya, eve, güzel bir eşyaya baktığında ona etki edip zarar görmesine yol açabileceği gibi bir inanış, kesinlikle şirktir.Dolayısıyla, çeşitli radyo, TV ve yazılı yayın organlarında konuyu değerlendiren muvahhid insanların, “nazardan korunma” adına totemist nesnelere sığınılması (şu an toplumumuzda yaygın olan “nazar boncuğu” bir Arap cahiliye uygulamasıdır ve onlardaki adı “temime”dir) şirkine karşı çıkmakla kalmayıp, temelde “nazar inancı”nın kendisini de sorgulamaları şarttır.
 
 
 
[1] Bkz: Bakara, 2/37
 
[2] Bkz: Bakara, 2/42
 
[3] Bkz: Nahl, 16/64
 
[4] "Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimizde, onun ölümünü, bastonunu yiyen ağaç kurdundan başka onlara gösteren olmadı. Böylece o yere yıkılınca, anlaşıldı ki cinler eğer gaybı biliyor olsalardı aşağılayıcı azabın içinde kalmazlardı." (Sebe', 34/14)
 
[5] "İçlerinde bir takım ümmiler vardır ki, Kitab'ı bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeylerdir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar." (Bakara, 2/78)
 
[6] (Buhâri, Tıbb, 47, 49, 50; Cizye, 14, Edeb, 56; Bed’ul-Halk, 11; Müslim, Selâm, 43)
 
[7] "Sana uyan azgınlar dışında senin, kullarım üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur." (Hicr, 15/42)
 

 

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon