Table of Contents
Gezi Parkı Olayları Süreci ve Müslümanlar
Gezi Parkı olaylarını kimler başlattı, amaçlanan neydi, sonraki süreci kimler yönlendirdi, Taksim ile Tahrir arasında benzerlikler var mı, varsa nedir? Müslümanlar Gezi olaylarında ve diğerlerinde doğru ve örneklik teşkil edecek bir yerde durup adil şahidlik yapabildiler mi? Bu bölümde bu tür sorulara cevap vermeye ve bu konulardaki tespit ve tahlillerimizi paylaşmaya çalışacağız inşallah.
Bilindiği üzere Gezi Parkı olayları, önce ağaçların sökülüp Topçu Kışlası ve AVM yapılmasına karşı çıkan az sayıda gencin ve çevrecinin Gezi Parkında kurdukları çadırlarda kaldığı bir kaç gün, amacı, hedefi ve katılımı sınırlı olan bir boyut arz ediyordu. 30 Mayıs sabahı yaşanan çadırların sökülmesi ve yakılması ile gazlı ve coplu polis müdahalesi eylemin niteliğini ve çapını büyütmüş, olayların sosyal medyada farklı tonlarda ve yoğun şekilde gündemleşmesi ile kalabalığın boyutu daha da artmış, gerginlik iyice tırmanmış ve 31 Mayıs’ta tekrar polis müdahalesi gerçekleşmiştir. Halbuki 31 Mayıs’a kadarki dönemde daha çok çevreci taleplerin barışçı bir biçimde gündemleştirilmesi söz konusuydu ve küçük bir grup çadır kurmuş bu eylemliliği sürdürüyordu. Polis ve zabıtanın hukuka aykırı müdahalesiyle çadırların yakılması ve aşırı şiddet kullanımı olayların Türkiye sathına yayılmasına ve süreç içinde katılımcıların da taleplerin de değişmesine, darbeci yandaşlığı yapılan hükümet karşıtı muhtevaya bürünmesine sebep olmuştur. Daha büyük olayları ve daha fazla katılımı tahrik eden bu hukuksuz polis ve zabıta baskınının idari ve adli açıdan hızlı ve şeffaf biçimde soruşturulması gerekirken, tam aksine Başbakan'ın bu hesabı sormak ve yatıştırıcı bir üslup kullanmak yerine, en tepeden son derece itici, kibirli ve tahrik edici bir üslupla ortaya çıkması, "Ağaçları da sökeceğiz, kışlayı da, AVM'yi de yapacağız, hatta Atatürk Kültür Merkezi'ni de yıkacağız…" gibi inat eden söylemlerle kamuoyuna seslenmesi olayların çığırında çıkmasını sağlamıştır.
Aslında bunca büyük olaylar, yakma ve yıkmalar, yaralanma ve ölümler sonucunda ulaşılan hoş olmayan noktada verilen tavizler, atılan geri adımlar[i] eğer o gün gündeme getirilseydi ve yasaları çiğneyerek çadırları yakan, yetki sınırlarını aşan görevlilere hesap sorulsa ve mağdurlardan özür dilenmiş olsaydı, daha o gün olaylar bitmiş olurdu. Ama maalesef tersi yapılınca, tam da yerli ve küresel darbeci güçlerin operasyon yapma imkanlarını kolaylaştıran, çok farklı, hatta zaman zaman birbirleriyle de çatışabilen siyasal görüşlere sahip olan parti, STK ve örgütlerin AKP düşmanlığı ortak paydasında bir araya gelip, AKP politikalarından rahatsız kitleleri meydanlara çıkarmaları için müsait ortam bizzat AKP önderliği tarafından hazırlanmıştır. Bunu içerden birisi olarak gören Eğitim Bakanı Nabi Avcı bile “on yıldır muhalif tüm güçlerin yapamadığını biz beş günde yaptık ve asla bir araya gelemeyecek olanların bir araya gelmesine yol açtık” mealinde bir açıklama yapmak ihtiyacını hissetmiştir.
Daha sonraki süreçte, hem iktidarın yanlış politikaları, adaletsiz uygulamaları, tahrik edici söylemleri olayın büyümesinde etkili olmuş, hem de seçimle hükümeti değiştirme umudu olmayan, daha önce yandaş olup iktidarı paylaşmalarına izin verilmeyince karşı cepheye geçen liberallerin, bütün söylem ve eylemleri AKP karşıtlığından ibaret olan diğer sol ve liberal kesimlerin, ayrıca darbe yandaşı CHP ve diğer sol partilerin, KESK, DİSK ve Tabipler Odası gibi kuruluşların ve Ergenekon vb darbeci çevrelerin sıkıştıkları konumdan kurtulmak ve hükümeti devirmek amacıyla hep birlikte böyle bir zemini kullanmak üzere fırsatı değerlendirmeye kalkışmaları söz konusu olmuştur.
Sonuçta böyle kaos ortamlarında meydanlara koşan tüm illegal yapıların da katılımıyla tam bir kalkışma ve iç çatışma ortamı oluşturulmak ve AKP hükümeti devrilmek ya da seçimlere kadar sürdürülecek bu tür gerginliklerle yıpratılmak, kamuoyu bu istikamette yönlendirilmek istenmiştir. Tabii ki, bahsedilen iç güçlerin arkasında her zaman yer alan ABD, Avrupa ve top yekun Batı, bu sefer de "kırmızı çizgileri" zorladığına inandıkları AKP hükümetini terbiye amacıyla devletleri, kurumları ve medyalarıyla harekete geçip bu kalkışmacı, darbeci güruha tam destek vermişlerdir. Sonuç olarak bu süreçte, Gezi eylemlerinde Başbakanlık Çalışma Ofisi’ni ve Başbakanın evini basmak isteyen, Valide Sultan Camii’ni 3 gün boyunca işgal eden, başörtülü bir anneyi bebeğiyle darp eden, çeşitli eylemlilik alanlarında rast geldikleri başörtülülere bile sataşıp saldıran, 589 aracı yakan, 409 binayı tahrip eden bir vandalizm bir çok şehri kuşatmıştır.
Bir dönem Amerika'nın Ankara büyükelçiliğini yapan James F. Jeffrey'nin Washington Institute'de Soner Çagaptay'la beraber kaleme aldığı bir raporda (Moderating Islamists: Turkey's Lessons for Egyp t- Ilımlı İslamcılık: Mısır için Türkiye'den Dersler) büyükelçi, "Ilımlı İslamcılık" istikametinde yönlendirmek istedikleri kesimlerin dışarıdan baskılar olmadan kendiliklerinden ılımlılaşmalarının mümkün olmadığının altını çiziyor. "İslamcı" olarak nitelendirdikleri partileri terbiye etme, ılımlı çizgide tutma yöntemi olarak da adeta kötek gösterilmesinin ve sürekli bir baskının altında tutulmaları gerektiğinin savunusunu yapıyor.[ii]
Küresel emperyalist sistemin egemen güçleri ABD-İsrail-AB öncülüğündeki Batı, AKP "Milli Görüş Gömleğini" çıkardığı, "Ilımlı laiklik ve Ilımlı İslam sentezi" liberal muhafazakar demokrat kimliğiyle, "dinin bireyselliğini", "ekonominin dini imanı olmayacağını", "laiklik İslam'ın bağdaşacağını", "bu çağda faizsiz ekonomi düşünülemeyeceğini" savunur hale geldiği halde, yine de razı olunmamakta, güvenilmemekte, sürekli baskı altında tutulmaya, "kırmızı çizgileri"n dışına çıkmaya başladığında ise derhal vesayet araçları devreye sokulup gerçekleştirilen operasyonlarla terbiye dilmeye çalışılmaktadır.
Nitekim Tayyip Erdoğan'ın ABD, İsrail ve AB ile temsil edilen Batıya ters düştüğü, ya da kırmızı çizgileri zorladığına inanılan her olaydan sonra, koalisyon ortağı Gülen hareketi üzerinden ve yerli diğer işbirlikçiler de birlikte seferber edilerek terbiye edici operasyonlara başvurulmuştur. Bunlar sırasıyla, Erdoğan'ın ABD ve İsrail'in karşı çıktığı güvendiği bir adamını MİT'in başına getirmesi üzerine, CIA – MOSAD'ın ülkemizde sahip kılındığı eski avantajlı konumlarını kaybetmeleri ve Kürt sorununun ABD ve AB'ye rağmen yerli bir inisiyatifle çözülmeye kalkışılması, üzerine teşebbüs edilen MİT Müsteşarını ve Başbakanı hedef alan soruşturma operasyonu ile başlamıştır. Daha sonra Mavi Marmara saldırısı öncesi ve sonrasında İsrail'e söylem düzeyinde de kalsa sert çıkışların yapılması, Suriye ve Mısır'da halk ayaklanmaları sürecinde ve sonrasında İhvan'a destekçi tutumlar sergilenmesi, batı desteğinde yapılan zulüm ve katliamlara yüksek sesle itirazların gündemleştirilmesi, bütün bu konularda uluslararası kuruluşların sorgulanması, dünyanın çifte standartlarına dikkat çekilmesi ve bölgede ele geçirilen inisiyatifler kadar da olsa bağımsız politikalar geliştirilmeye teşebbüs edilmesi üzerine de Gezi parkı olaylarını istismar ederek ortaya çıkan yeni darbeci kalkışma gerçekleştirilmiştir. Ondan sonra da dershane tartışmaları tırmandırılarak varılan noktada yolsuzluk iddiası arkasında uygulamaya konan yeni operasyon söz konusu olmuştur. Dershane tartışmalarıyla başlayıp "yolsuzluk" operasyonuyla sürdürülen son müdahale sürecini de inşallah bu yazı dizisine ilave edeceğimiz son bir bölüm olarak bundan sonraki yazıda ele almaya çalışacağız.
Küresel sistem bu tür ön kesici, yönlendirici baskıları, terbiye etme operasyonlarını, on yıllarca askeri vesayeti kullanarak ve darbe, muhtıra araçlarını, işbirlikçi, darbeci büyük sermayedarları ve onların kontrolündeki kartel medyasını seferber ederek gerçekleştiriyordu. Bu araçlardan TSK içindeki darbeciler kısmen pasifize edilmişse de, diğer eklentileri büyük çapta güçlerini ve operasyonel işlevselliklerini hâlâ korumaktadırlar. Ancak son yıllarda küresel sistemin Türkiye'yi yöneten kadroları terbiye amaçlı operasyonlarında, bunlara ilaveten kullanabilecekleri yeni bir enstrümanı daha öne sürmektedirler. Özellikle MİT krizinde yargı ve emniyet içindeki kadrolarını harekete geçirerek ve Gezi parkı olaylarının ikinci evresinde yaşanan darbeci kalkışmada da daha çok medya gücünü kartel medyasına ilaveten seferber ederek kullandıkları bu yeni araç Gülen camiası denilen kesimin gücüdür. AKP-Gülen koalisyonunda on yılda oldukça güçlenen bu kesim, küresel sitemle ve emperyalist güç odaklarıyla kurdukları ilişkiler sonucu, ister içlerine sızılarak, ister içlerinden bazıları devşirilerek kullanılması suretiyle olsun, isterse camia çıkarlarını kutsallaştırmaları sebebiyle, AKP'ye ders verme ve ele geçirdiği imkanlarını koruma refleksi sonucu söz konusu güçlerle çıkar birliktelikleri oluştuğu için olsun, kolayca Türkiye'ye yönelik terbiye operasyonlarının aracı olarak kullanılabilmektedirler. Üstelik bu kesim toplumda "dindar" olarak tanınmaları ve bugüne kadar birlikte hareket ettikleri muhafazakâr koalisyonun ortağı olmaları bakımından, önceki araçlara nazaran, toplumdaki tesir katsayısı daha yüksek bir araç olarak emperyalistlerin işine daha çok yaramaktadırlar. Peki şimdi bu kesimin bugün emperyalist odaklarca operasyon aracı kullanılacak kadar devlet içinde özellikle de yargı ve emniyette örgütlenmesini sağlayan ve bu duruma göz yuman da AKP değil mi?
Müslümanlar, Sistem İçi İktidar Savaşlarında, Özgün Adil Bir Duruş, Kur'ani Bir Şahidlik Oluşturmak Yerine Taraflardan Birinde Yer Alıyorlar
Müslümanların, yaklaşık 6-7 yıldır yaşanan sistem içi değişim sürecinde, eski statükonun tasfiye edilmeye ve yeni statükonun oluşturulmaya çalışıldığı bir dönemde içine düştükleri eklektik tutum, özgün olmayan duruş ve kafa karışıklığı hali büyük yanlışlar yapmalarına yol açıyor. Bu halleri, Müslümanların sistem içi iktidar kavgalarında taraflardan birine yandaş olmalarına, özgün duruş ve projeler sunmaktan ve bunlar çevresinde birlik oluşturmaktan uzaklaşmalarına yol açıyor. Kendileri olmalarını, davetin muhataplarına kurtarıcı mesajı taşıyacak örneklik oluşturmalarını, vahye şahidlik yaparak insanlara yol göstermelerini engelliyor. Bu durum, edilgen biçimde sürekli başkalarının ardınca koşmalarına, ehvenişer gördüklerinin peşinde sürüklenmelerine yol açıyor. Sonuçta da tevhid ortak paydasında birliktelik oluşturmalarını, güç olmalarını, ülkede, bölgede ve dünyada arayış içinde olan insanlara Kur’an kaynaklı özgün projeler sunmalarını, adil şahidlik ve sahici alternatif oluşturmalarını engelleyici bir rol oynuyor.
Mesela Taksim Gezi Parkı vesilesiyle Türkiye’de yaşanan olaylar sürecinde, AVM karşıtlığı, çevre duyarlılığı ve ağaç sevgisi gerekçesiyle ilk sokağa çıkanlar, İslam düşmanı darbeciler, emperyalist güç odakları kullansalar da, daha sonra tahriklerle iyice zalimleşip, illegal örgütlerin de iştirakiyle estirilen vandalizmle her yanda terör estirseler de, çoğunluğu genç olan bu insanlar aynı zamanda bir arayış içindeler. En azından içlerindeki iyi niyetli, başlangıçtaki çevreci hassasiyeti temsil eden, ancak daha sonra farklı amaçlar için kullanılan kesimin, tıpkı dünyanın her tarafındaki benzerleri gibi fıtri bir adalet ve özgürlük arayışı içinde olduğunu anlamak gerekiyor. Vahiyden kopuk olunca bu fıtri arayış yön bulmalarına ve doğruya, adalete ulaşmalarına yetmiyor ve sonuçta bu yönsüzlük ve ölçüsüzlük onları istismara, başka amaçlar için kullanılmaya müsait hale getiriyor. Bu sebeple de, tüm dünyada bu tür eylemlerde yıkıp yakmaya yönelik eğilimler ortaya çıkıyor.
Keşke Müslümanlar ve özellikle de tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimler, sistem içi iktidar ve rant kavgasının taraflarına yandaş olacak yerde, özgün Kur’ani örnekliği temsil ederek, arayış içindeki insanlara, gençlere adaletin ve kurtuluşun tek yolunu gösterebilselerdi. Adil şahidlik sorumluluklarını güç birliği ile yerine getirip hayata müdahil olabilselerdi ve onlara aradıkları adaletin Kur’an mesajında olduğunun ete kemiğe büründürülmüş ahlaki, ilkeli örnekliğini sunabilselerdi. Bunun için bâtılın sistem içi siyah ve gri iki tarafından da uzaklaşıp, özgün Kur'ani örneklik oluşturarak, ancak Allah’a ve kitabına sarılarak insanlık onurunun kurtulabileceğine, arayış içindeki gençlerin dikkatlerini çekebilselerdi. Keşke bu güzel örneklikle, karanlıklardan aydınlığa ancak böyle çıkılabileceğine, zulüm, sömürü ve baskıdan kurtulup adalet vasatına ancak böylece ulaşılabileceğine dair rehberlik yapabilselerdi.
Ama yukarıda açıkladığımız sebeplerle, Müslümanlar bu süreçte tevhidi zindeliklerini kaybedip parçalandılar ve bir kısmı despotizmi, askeri vesayeti ve zulmü geriletme sürecinden, özgün mücadele stratejilerini ve istikametlerini terk edip sistem içine eklemlenecek kadar çok etkilendiler. Kimileri çok etkilendikleri sistem içi görece olumlu değişime vesile olan siyasi kadroların namaz kılan, eşleri başörtülü kişiler olmalarından kaynaklanan manevi duygusallıkla ve bir takım imkanlara ancak bu iktidar vasıtasıyla ulaşmış, bazı çıkarlar elde etmiş olmanın pragmatizmi ve maddi duygusallığıyla, iktidarın politikalarının savunucusu ve destekçisi konumuna geldiler. Böylece iktidarın yanlışlarının, adaletsizliklerinin, zengini daha zengin yapan, milli geliri büyüten fakat adaletsiz dağılımla fakirin bu büyümeden payını almasını engelleyen neo-liberal ekonomi politikalarının olumsuz faturasına da ortak olmaktadırlar. Alternatiflerinin çok alçak ve zalim olmaları sebebiyle, diğerlerine nazaran görece bir özgürleşmeye vesile oldukları için sistem içi değişimi temsil eden, ama laik liberal politikalar güden bir iktidara taraf olunması, tek kurtarıcı mesajı taşıyan Müslümanları insanlara örnek olmaktan uzaklaştırmakta, kirletip yozlaştırmaktadır. Böylece bu tür tercihlerle yandaş görüntüsü veren Müslümanlar, vahye dayalı sahici adaleti temsil ederek, arayış içindeki insanların umudu olacak yerde, sistem içi iktidarın yandaşı görüntüsüyle, özünde izzetli olan Kur’ani mesajın da, hakikatten habersiz insanların gözünde zahiren değersizleşmesine ve umud olmaktan çıkmasına yol açmaktadırlar.
Müslümanlardan bazıları da, zaten yıllardır bir kompleksle liberal ve sol kesimlerle ilkesiz ilişkiler kurarak, giderek kendilerini de onların seküler kavramlarıyla tanımlayarak değişim geçiriyorlar. Bunlardan kimileri demokrasiyi içselleştirerek sadece entelektüel zeminde onlara eklemlendiler. Diğer bazıları da kendilerini doğrudan “Müslüman sosyalist” ya da “anti kapitalist Müslüman” gibi eklektik, hak-batıl karışımı uyduruk kavramlarla tanımlamaya başladılar. Bu her iki kesim de, zamanla özgün İslami kimliklerini bulandırarak, onlara örnek olmak bir yana, onları örnek almaya, onları da İslam akıdesinden ve İslami yaşantıdan uzak halleriyle Müslüman olarak görmeye başladılar. Böylece sistem içi politikalarda, tevhidi uyanış sürecinden gelen Müslümanların bir kısmı iktidarın tarafında yer alarak, diğerleri de iktidar karşıtı liberal ve sol çevrelere eklemlenerek, bağımsız İslami kimliğin adil şahidliğini ortaya koymaktan ve örnek olmaktan uzaklaştılar.
Sistem İçi Taraflarda Yer Alıp Cepheleşmek Müslümanlara Yakışmamaktadır
Sonuçta da, Müslümanların Tevhidi ilkeler ekseninde özgün bir duruş ve birliktelikle örneklik oluşturamamaları, bağımsız bir İslami kimlik ibrazından uzak olmaları, sistemin doğurduğu çeşitli sorunlar söz konusu olduğunda, sistem içi politikaların gündemleşmesinde parçalanıp sistem içi taraflarda yer almalarına ve cepheleşmelerine yol açmıştır. Mesela, Kürt sorunu, Suriye halk ayaklanması ve en son Gezi olayları konusunda, tevhidi uyanış sürecinden gelip de istikametini ve pusulasını şaşırmış, ilkelerini, ölçülerini, özgün bakış açısını yitirip yandaş olduklarının gözlüğüyle bakar hale gelmiş bu gruplar ön planda ve medyatik konumdalar. Bunlar bâtılın koyu ve gri tonlarına taraftar olmak yerine adil şahid olmalarını gerektiren İslami sorumluluklarını yerine getirmekten uzaklaşıp ikiye ayrılarak karşıt taraflarda ilkesizce yer almakta ve cepheleşebilmektedirler.
Mesela Suriye konusunda katil diktatörün halka yönelik büyük katliamına rağmen, bağnaz bir tarafgirlikle bir kısım Müslüman, ulusal çıkar putunun ve mezhebi dürtülerin peşinde koşarak katil bir taguta destekçi olan İran’ın doğulu emperyalistler olan Çin ve Rusya’nın paralelindeki politikalarını desteklemekte, o cephede bütün İslami ilkelerini yok sayma pahasına yer alabilmekte ve üstelik bunda ısrar etmektedirler. Diğer bir kısım Müslüman ise, hükümetin bir çok adaletsizliğini yok sayıp, bölgeyi on yıllarca kana bulayan ve halen bir çok İslam coğrafyasında işgal ve katliam yapan sömürgeci batılı emperyalist devletlere ve NATO’ya sığınan politikalarını görmezden gelip, yapıla gelen büyük dış politika hatalarını yok farz edip onun savunuculuğunu yapabilmektedirler. İşte bu iki kesim, söz konusu iki safta cepheleşip diğer saftakilerle sürekli didişerek, bölgenin bir mezhep çatışmasına sürüklenmesini engelleyecek adil bir vasat oluşturma imkanını da hep birlikte yok etmektedirler. Bütün bu gruplar, Tevhid ortak paydasında alternatif bir güç oluşturup tarafları uyarma, bölge sorunlarının bölgede çözülmesini teşvik etme, yönlendirme imkanını da kaybetmektedirler.
Üstelik Suriye konusunda başta AKP ve muhalefet cephesini destekleme vaadinde bulunup sözüm ona "Suriye'nin dostları" grubunu oluşturan alçak Batılı emperyalistler, sonraki süreçte İhvan'ın, Müslümanların yeni Suriye üzerinde söz sahibi olacağı ihtimali güçlenince hemen Türkiye'yi de yalnız bıraktılar, Suriye Müslümanlarının da zalim Esed'in Rus, İran, Hizip destekli katil ordularınca yok edilmesini seyretmeye ve hatta dolaylı yardımlarla kolaylaştırmaya yöneldiler. Türkiye Müslümanları ise, güç birliği yapıp bölgesel güçleri bu çatışmayı durdurmaya ikna etmek yerine, yanlış yerlerde cepheleşerek bu katliamın sürmesine vesile olmuş oldular.
Aynı şekilde Gezi Parkında önce park duyarlılığıyla başlayan bir eylem, hükümetin ve özelde Erdoğan’ın tepeden bakan itici ve kibirli dili ve tahrik edici konuşmalarında ısrarı, ayrıca ilk günün sabahında çadırlara yapılan ani şedit saldırı ve çadırların yakılması ve polisin gaz ve şiddet kullanımında aşırı gitmesi yüzünden bilinen azgın yıkıcı kalkışmaya dönüşmüştür. Böylece bundan sonraki süreçte yerli darbecilerin, darbe yandaşı sol partilerin, kimi işbirlikçi terör örgütlerinin ve emperyalist güç odaklarının arayıp da bulamadıkları fırsat bizzat AKP hükümeti tarafından verilmiş oldu. Erdoğan’ın ve polisin ilk günlerdeki tutumu, sertliği, kibirli ve saldırgan üslubu o kadar şaşırtıcı idi ki, akla bir takım komplo senaryolarını getirmemesi mümkün değildi.
Benim aklıma da şöyle bir komplo teorisi takıldı o günlerde; “Erdoğan, kimi uluslararası güç odaklarının ve yerli darbeci işbirlikçilerinin böyle bir kalkışma operasyonu yapacaklarına dair kendilerine daha önce bir istihbarat geldiğini söylediği halde, Gezi parkında son derece sınırlı amaç ve katılımla başlamış olan bir protestoyu, 'kör parmağım gözüne' misali bir cüretkarlık ve inatla ortaya koyduğu itici, kibirli ve tahrik edici bir üslup ve sert müdahale ile neden tahrik etti, bu operasyonu erken doğuma zorlamayı mı hedefledi?". Evet, "acaba bu tutumu, istihbaratı alınmış olan bu operasyonu, bu darbeci kalkışma eğilimini Gezi vesilesiyle harekete geçirip erken doğuma zorlamak, ondan sonra da hazırlığını henüz tamamlayamamış bu kalkışmayı ekarte edip, bunu kullanmak suretiyle de seçimler öncesinde kendi taraftarlarını ve bu tür gerginliklerde duygusal saf tutma zaafı içinde olan İslami kesimleri meydanlarda toplayıp safları sıkılaştırmak, AKP etrafında yeniden cepheleşmelerini sağlamak amacıyla tercih etmiş olabilir mi?”.
İşte ister bu şekilde Erdoğan'ın bilinçli provokasyonuyla erken doğuma zorlanarak olsun, isterse yine Erdoğan'ın tek adam dayatmacılığının doğal gereği olarak kullandığı itici, meydan okuyucu ve tahrik edici dili ve tavrı sebebiyle olsun Gezi olayları tırmanışa geçmiş ve bütün AKP karşıtları, yerli ve küresel operasyonel güç odakları, kapitalistler, anti kapitalistler, küresel finans diktatörlüğünün koç başları ve medyaları, liberal-sol legal-illegal örgütler, hepsi birden tüm saldırganlıklarını kuşanarak meydanlara akmışlardır. Giderek gerginlik dozu artan bu olaylar sonrasında yaşanan kalkışma hareketi ve terör estiren, üstelik İslami şiarlarımıza da saldıran, halka zarar veren vandalizm karşısında Müslümanlar yine vasatta duran ilkeli, özgün bir İslami duruş ve adil şahitlik yerine, sistem içinde çatışan iki ayrı cephede yer aldılar.
Bir kısım Müslümanlar, işin darbeci yanını, vandalizm boyutunu ve dış güçlerce desteklenmesini görüp doğrudan savunma refleksiyle harekete geçtiler ve bu hükümetle kazandıkları görece özgürlükleri, kimi imkanları kaybetme, eski askeri vesayet günlerine geri dönme haklı endişesiyle hükümet savunuculuğu ağır basan, hükümetin ve Tayyip Erdoğan’ın açık ve önemli hatalarını ciddi bir eleştiriye tabi tutmadan, tam anlamıyla tarafgir açıklamalar yaptılar. Hatta kimi tevhidi uyanış süreci öncüleri, o süreçte Kuzey Afrika’dan dönen Tayyip Erdoğan’ı karşılamak üzere Yeşilköy Havaalanına giden kalabalıkta yer alma heyecanına bile kolayca kapılabildiler. Sonra düzenlenen o büyük mitinglere çevrelerini davet etme ve katılma çabası da gösterebildiler.
Tayyip Erdoğan'ın zaman zaman kitleleri meydanlarda toplayarak, küresel sistemin çifte standartlarına, emperyalist devletlerin darbecilerden yana olan tutumlarına, bölgesel despotların, katliamcıların, işgalcilerin zulümlerine karşı yükselttiği itiraz ve sert eleştirilerin halkın "gazını alma işlevini" gördüğünü bizzat kendisinin açıklamış olduğu da unutulmamalıdır. Bu tür doğrudan dış tahrikle oluşan yada erken doğuma bizzat kendisinin zorladığı operasyonları bahane ederek kitleleri topladığında da, toplum içindeki desteğini yükseltmek, duygusallığı tahrik eden açıklamalarla da dindar camiayı etrafında kenetlemek amacı gütmesi siyaset anlayışının bir parçası olarak görülmelidir. Bu hedef Erdoğan için sistem içi hükümet olma ve bunu devam ettirme amacı, halkı sürekli diri ve bu tür müdahalelere karşı uyanık tutması bakımından son derece başarılı ve makuldür bir siyaset olarak değerlendirilebilir. Bizim sorun olarak gördüğümüz ve eleştiri konusu yaptığımız ise, bu siyasetin tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimleri de kuşatıyor olmasıdır. Ve bu konuda eleştirdiğimiz de Erdoğan değil, istikamet krizi yaşayan, yalpalayan tevhidi uyanış süreci bakıyesi grupların öncü kadrolarıdır.
Eğer Hâlâ Darbe Riski Varsa, ki Var, Bunun Müsebbibi Kim?
Bizce de halen darbe ihtimali vardır, çünkü darbeciler çok büyük bir kısmıyla, hem TSK içinde, hem sermaye, medya ve yargıda var olmayı sürdürmekte ve fırsat kollamaktadırlar. Tabii ki, darbe süreçlerinde yaşanan sıkıntıların, baskı ve yasakların gerek davetimizin muhatabı halkımızı, gerekse Müslümanları nasıl bunalttığının, nasıl ezdiğinin ve nasıl kuşatıp sindirdiğinin şahidleri olarak darbelere karşı olmak duyarlılığımız olmalıdır. Ancak bu riskin hâlâ devam ediyor olmasının müsebbibinin de, yine Başbakan Erdoğan’ın Başkan olma hırsıyla o darbeci kesimi de kucaklayan, onların görevdeki kısmı ile barışmak isteyen ve giderek devletleşen yanlış tercihlerinden kaynaklandığı da unutulmamalıdır. Hatırlanacağı üzere, tutuklu kimi generallere ve eski Genelkurmay başkanına sahip çıkan, savunan, yargıyı yönlendirme sonucu doğuracak açıklamalar yaptı. Robovski katliamından sonra bunu yapan katilleri ortaya çıkaracak yerde Genelkurmay’a teşekkür etti ve mağdurların ailelerinden de özür dilememekte ısrar etti. Darbecilerin üzerine giden polis yetkililerini dağıttı, savcı ve yargıçların başka görevlere tayin edilmesini sağladı.
O böyle yapınca, darbecilerin üzerine birlikte gittikleri diğer ortak da Gülen'in ağzından "yaşlı insanların içeride olmalarına için elvermiyor, elimde olsa hepsini salıveririm" gibi sözler sadır olmaya başladı ve ardından da tahliyeler başladı. Yani koalisyonun iki tarafı da belli bir yere getirdikleri, fakat henüz tamamlamadıkları işi yarıda bırakarak, eski statükoyu tasfiyede belli bir mesafe aldıktan sonra yeni statükoyu kurmada iktidar ve güç paylaşımı kavgasına düştüler. Sistem içindeki iktidar paylaşımı, güç olma kavgasında, eski statüko yanlılarına da şirin görünme ve kendi yanlarına çekme yarışına girdiler. Aslında böylece eskinin yeniden hortlamasına da birlikte zemin oluşturmaya başladılar. Bu sebeple, yaptıkları görece olumluluğu da yok eden bir aymazlık içine girmiş bulunuyorlar.
Ayrıca AKP hükümetinin 11 yıllık iktidar süresince Generallerin siyasete müdahale etmesine fırsat veren MGK'nın kaldırılması konusunda harekete geçmemesi de, TSK'nın, halkın değerlerinin düşmanı Kemalist zihniyeti aşılayan, halkına yabancı ve efendi kibrine sahip darbeci yetiştiren ideolojik eğitim sistemine hiçbir müdahale yapmaması da, bugün hala darbe riskinin devam ediyor olmasının sorumlusunun kim olduğunu ortaya koymuyor mu? Üstelik bugün Ergenekon’un hareket kabiliyeti kırılmakla beraber, söz konusu Gezi üzerinden darbe teşebbüsünde Ergenekon'un başını cüretkar biçimde gösterdiği de çok açıktır. Ergenekon’un ekonomi, medya, siyaset, yargı ayağının üzerine gitmeyen ve hâlâ hükümete yönelik operasyonlar yapabilme gücünü muhafaza etmesinin müsebbibi olan kimdir? Bugün, yani Erdoğan döneminde Ergenekon'un ekonomik ayağının kat kat büyümüş olmasını, medya da daha güçlü hale gelmesini, daha sinsi, ama daha faal olarak faaliyetlerini sürdürmesini göremeyen ve gerekli tedbirleri, düzenlemeleri yapmayan kim ise, onun bu güçlerin Gezi kalkışmasının arkasında yer almalarının müsebbibi de sayılması gerekmez mi? Çoğu emekli bazı generalleri tasfiye etmekle yetinen, aysbergin altındaki büyük kitleyi görmeyen ve hatta "devlet biziz" yanılgısıyla bu yaygın darbeci askeri kesimle uzlaşmaya giden, ekonomi, siyaset, medya ayağını unutan kim ise, o aynı zamanda korkulan darbe riskinin devam ediyor olmasının da müsebbibi değil midir?
Sonuçta bu ve benzeri hükümet hatalarıyla darbe riski olduğu gibi ortada duruyorken, Özel Harp Dairesi ve örgütlediği sivil elemanlar dağıtılmamışken ve onların boş durmaları mümkün değilken, üst kademedeki kimi generallerin kendisine karşı taktik olarak takındıkları ılımlı tutumlarına aldanarak, nasıl olur da bu kadar rahat davranılabilmekte ve onların istismar edebilecekleri malzemeler bizzat iktidar tarafından onlara verilebilmektedir? Üstelik bu tür kalkışma provokasyonu planlarının istihbari bilgisi de gelmişken, onların işini kolaylaştıracak, Gezi Parkındaki gençleri de onların kucaklarına itecek şekilde sert, itici ve kibirli bir dil ve tutumla olayları bu hale getirdiği halde, Eğitim Bakanın Nabi Avcı’nın doğru tespitiyle, “on yıldır muhalif tüm güçlerin yapamadığını biz beş günde yaptık ve asla bir araya gelemeyecek olanların bir araya gelmesine yol açtık” mealindeki açıklaması kadar bile ciddi bir eleştiri yapmadan hükümet savunuculuğu yapmak ne ile izah edilecektir? Böylesine edilgen bir tutum ve bağımlı, eklemlenmiş bir sürükleniş, bağımsız İslami kimliğin adil şahidliğini ortaya koyamayan silik bir duruş Müslümanlara yakışmakta mıdır?
Ayrıca, AKP-Gülen koalisyonu öncülüğünde gerçekleşen askeri vesayetin kısmi geriletilmesine dair sistem içi değişim bile, Kemalist despotizme karşı muhalif kesimler olarak hepimizin ödediğimiz bedeller, çektiğimiz sıkıntılarla, on yıllarca verdiğimiz adalet ve hak mücadeleleriyle despot statükonun yıpranması sonucunda gerçekleşmektedir. İşte böylece Kemalist askeri vesayet sisteminin/eski statükonun yıpranması ve değişime zorlanması sonucunda AKP öncülüğünde gerçekleşen bu görece özgürleşme vasatını, Tayyip Erdoğan’ın kaprisleriyle, sertlikleriyle, kibirli tutumlarıyla, Belediye Başkanının, Valinin, Emniyet Müdürünün, hatta Park ve Bahçeler Müdürünün, hatta STK’ların yapması gereken her şeyi bile kendisi yapmaya kalkışan işgüzarlıklarıyla, geriye döndürmeye, harcamaya, darbecilere yarayacak vasatlar oluşturmaya hakkı olmadığını neden söylemiyorsunuz? Kazanımlarınızı kaybetme korkusu ile AKP’nin tarafgir savunucusu olacağınıza, hiç değilse bu haklı soru ve itirazlarla onu düzeltmeye çalışmanız, bu kazanımları daha çok güvence altına almaz mı?
Toplumdaki Kültürel ve Ahlaki Yozlaşmayı Arttıran, Ekonomide Sömürü ve Adaletsizliği Devam Ettiren AKP'nin Neo-Liberal Politikaları değil mi?
Tamam, bir yandan AKP hükümetine yönelik kalkışmayı ve yakan yıkan vandalizmi de eleştirip karşı çıkalım ama aynı zamanda AKP hükümetinin aslında bu tür müdahaleleri de kolaylaştıran adaletsiz politikalarını, yol açtığı büyük ve yaygın yozlaşmayı da eleştirip arayış içindeki insanlara vahyin adil şahidliğini yapmamız gerekmiyor mu? Bu bağlamda halkımızın var olan İslami duyarlılıklarını da yozlaştıran hükümet politikaları, laiklikle İslam’ı uzlaştırma gayretleri, Müslümanları sekülerleştirmeye yönelik söylem ve uygulamaları ve ahlaki yozlaşmaya yol açan kültür politikaları sebebiyle hükümete muhalif olmak, eleştirmek ve uyarmak gerekmiyor mu? Müslümanların en çok bu dönemde dünyevileştikleri, kapitalistçe ölçüsüz kazanma hırsı ve ölçüsüz tüketim kültürü içinde yozlaştıkları, en fazla bu dönemde Müslümanlar arasında fahşanın yaygınlaştığı vakıası görülmeyecek ve buna sebep olan hükümet politikalarına tepki gösterilmeyecek midir?
Gezi gençliğinin de, yaş ortalaması dikkate alındığında çoğunluğunun AKP döneminde malum seküler öğütümden geçtiği gerçeği üzerinde durulmayacak mıdır? Eğitim resmi ideoloji kuşatması altında bir "seküler öğütüm sistemi" olmaktan çıkarılmadan zorunlu eğitimi 8 yıldan 12 yıla çıkarma zulmünü işleyen, Üniversiteler niteliksiz ve ideolojik sığ eğitim vermekten kurtarılıp hiç değilse fıtratı koruyan ve iyi insan yetiştirmeyi hedefleyen bir konuma getirilmeden bütün illere yayıp, var olan yozlaşmayı her tarafa götürme yarışı içine giren AKP politikaları eleştirilmeden, sadece bu yozlaştırıcı, fıtratları bozucu sistemin ürünü gençlerin tepkilerindeki ölçüsüzlükleri hedef almak adil midir? Takip edilen neo-liberal ekonomi politikalarıyla yeni nesillere azgınlık boyutu baskın bir "özgürlük" aşılandığını görmek ve çok kazanma-çok tüketme eksenli kapitalist nefsani arzuların tahrik edildiğini, bedensel şehvani arzuları tahrik eden özgürlük anlayışını yaygınlaştıran ve yolsuzluğun yaygınlaşmasına zemin hazırlayan kültür ve ekonomi politikalarını sorgulamak ve itiraz etmek gerekmiyor mu?
"Çılgın proje" adı altında büyük maddi yatırımlar yapmayı adeta fetişleştiren ve bunlarla övünen, ama insana dair manevi yatırımı ihmal ederek hala okullardaki seküler kuşatmayı sürdürerek ruhları kirletmeye, bunlara ilave olarak yozlaştırıcı medya ve Tv programlarıyla yapılan ifsadı engelleyecek hiç bir adım atmayarak, hatta bu ifsadı "Türk Dizileri" üzerinden bölgeye de ihraç ederek giderek yaygınlaşan ifsadı seyreden kim? Devlet eliyle zina ve kumarı yaygınlaştırıp (AKP döneminde zinayı suç olmaktan çıkarıp, kumarın "iddea" adı altında çeşidini arttırıp) ifsadı derinleştirerek, kapitalist moda ve tüketim kültürünün Müslümanları da kuşatacak hale gelmesine yol açan politikalarıyla dünyevileşmeyi, yozlaşmayı yaygınlaştırarak fıtratları bozmaya dair politikaları eleştirmeden, sadece bunun sonucu olan gençlerin tepkilerini ve darbecilerin senaryolarında figüran olmalarını eleştirmek kolaycılık ve hedef saptırma değil de nedir? İstatistikler uyuşturucunun, alkolün, fuhuşun ve hatta çeteleşmenin çok küçük yaşlara kadar indiğini ve çok yaygınlaştığını haber veren tehlike sirenlerini çalarken, bu konuda ciddi tedbirler almayan ve eğitim seferberliği başlatmayan, tam tersine liberal kapitalist politikalarıyla buna daha fazla zemin hazırlayan AKP hükümetinin sorumluluklarını gündem yapıp eleştirmek gerekmiyor mu? İşte öncelikle, alkol, uyuşturucu alan vandallaşan yakıp yıkan gençlerin böyle bir zeminde yetiştiğini görmek ve öncelikle bu zemini sürdürenleri eleştirmek gerekmiyor mu? Üçüncü Hava alanı ve Kanal İstanbul'dan ve yüz binlik stadyumlardan öncelikli konular bunlar değil mi? O stadyumlar kimler tarafından ve ne amaçla doldurulacak? Bugün kendisini yıkmaya teşebbüs eden yerli büyük sermayedarlara, bankalara, küresel finans diktatörlerine, yani “faiz lobisi”ne daha çok kazandırırken geniş halk kitlelerinin fakirliklerini devam ettiren ve büyüyen ekonomiden pay almalarını sağlayamayan neo-liberal ekonomi politikaları konusunda bir tavır koymak gerekmiyor mu?
Bilindiği üzere, Gezi ayaklanmasını medyasıyla ve tüm imkanlarıyla destekleyen, finanse eden, yönlendiren darbeci TÜSİAD’çı büyük sermayedarların kazanç ve servetlerinin AKP döneminde 10-15 kat katlandığını bizzat kendileri açıklamışlardı. Ayrıca çok övünülen ekonomik büyümeden dar gelirli ve yoksul geniş kitlelerin neredeyse hiç istifade edememeleri ve bu kesimlerin devlet sosyal yardımlaşma vakıflarından verilen sadakalarla oyalanmaya çalışılması gerçekliği de apaçık ortadadır. Kolayca yandaş olan Müslümanların, zenginler daha çok kazanırken yoksul kesimlerin sosyal yardımlaşma fonlarından dağıtılan kömür, sadaka vb yollarla rahatlatılmaya çalışılmasını fark edip eleştirmeleri, gelir dağılımı adaletsizliklerini dile getirmeleri ve neo-liberal politikalarıyla hükümetin savunulacak tarafı olmadığını görmeleri gerekmiyor mu? Bir avuç büyük sermaye sahibi, ekonomik büyümeden en büyük payı alırken, Bankalar kârlarını katlarken, geriye kalan geniş kitleler ise hak ettiği payı alamıyorsa, bunun da toplumsal patlamaların meydana gelmesinde payı olduğu görülmeyecek mi?.
Ayrıca çok şikayet ediliyormuş gibi yapılan ve bu darbeci kalkışmayı desteklediği gündeme getirilen “Faiz Lobisi”ni ülkenin başına bela eden de AKP’nin küresel kapitalist sisteme eklemlenmiş liberal ekonomik politikaları değil mi? Neoliberal politikalarla AKP döneminde küresel kapitalist sistemle tam bir entegrasyona girmesi sağlanan yerli sermayenin, sonuçta küresel kapitalist sistemin acentesi, distribütörü haline getirilmesinin de bu sermaye çevrelerinin küresel destekli operasyonlarda kullanılma imkanını arttırmış olmadı mı? Ayrıca abartılı bir kalkınmacılık hırsıyla ve “çılgın projeler” gerçekleştirme adına, şu anda ülke kaynakları ve şartları gereği hemen gerekli ve zaruri olmayan büyük yatırımlara girerseniz, hele de kitleleri uyutma alanı olan büyük stadyum yatırımları için milyarlarca dolar harcarsanız, bütün bunların finansmanı için emperyalist yabancı sermayeyi, faiz lobisini ülkeye çekmek için cazip şartlar oluşturmak, sonra da onların insafına terk edilmiş kırılgan bir ekonomik zeminin oluşumunu bizzat siz sağlamak durumunda kalırsınız. “Faiz lobisini” ve yerli “sömürücü sermayeyi” bu kadar beslerseniz, sonra onların çıkarlarına aykırı gelen adımlarınızda gözlerinizi oymaya kalkarlar ve sorumlusu siz olursunuz. AKP iktidarı ülkeyi emperyalist sıcak paranın akın ettiği bir yere dönüştürdü ve sadece Gezi öncesi son iki yılda 100 milyar dolar geldiği söyleniyor. İşte böylece emperyalist uluslararası sermaye bu parayı geri çekme tehdidiyle istediği şartları dayatma ya da hükümeti zor duruma düşürme imkanını elde etmiş olmuyor mu?
Müslümanlar, Bağımsız İslami Kimlikleriyle Adil Şahidlik Yapmalıdırlar
Tabii ki, hükümetin yanlışları, adaletsizlikleri bağımsız İslami kimliğin adil şahidliği gereği eleştirilip karşı çıkılmalıdır. Ama buna rağmen zulme ve haksızlığa maruz kaldığında hükümete yönelik zulme ve darbecilere, emperyalist operasyonlara karşı çıkmanın da yine adaletin gereği olduğu bilinmelidir. Ayrıca, on yıllardır gasp edilmiş kimi hakları iade etmiş olması ve oluşturduğu görece özgürlük vasatı bakımından diğer bütün hükümetlere ve partilere nazaran görece daha olumlu konumda olduğuna dair hakkı teslim edilmekle beraber, aynı zamanda laik liberal demokrasiyle İslam'ı uzlaştırma hedefli Protestanlaşma projesine önemli katkılar sunduğu da unutulmamalıdır. Üstelik gasp edilen bütün haklarımızı bile iade etse yine de Allah'ın hükümleriyle hükmeden İslami bir yönetim olmadıkça asla razı olunmaması ve asla bütünleşilmemesi gerektiği akıldan çıkarılmamalıdır. Bu sebeple, hükümete yönelik darbeci kalkışmaya konulacak tavırda şu kadarla yetinilmeli, yerli ve uluslararası darbeci odaklar ifşa edilip karşı tavır konulmalı, ama iş tam bir tarafgirliğe götürülüp hükümete ve politikalarına eklemlenilmemeli, hataları görmezden gelinmemelidir. Hükümete yönelik iç ve dış kaynaklı darbeci kalkışmaya da, yakıp yıkan vandalizme de karşı çıkılmalı, ama taraf haline gelip eklemlenilmemelidir. Her halükârda sistem içi siyah ve gri taraflardan beri olarak sahici ve bütüncül adaleti vadeden tek mesaj olan Kur’an çizgisinde özgün örneklik ve adil şahidlik oluşturma çabasında ve hiçbir taktik kazanım uğrunda feda edilmemesi, ertelenmemesi gereken tevhidi stratejik yürüyüşte ısrar edilmelidir.
Üstelik AKP hükümetinin, iktidarda 11 yılını tamamlarken, bugüne kadar hala salt Müslümanları ilgilendiren gasp edilmiş haklarımızın, özgürlüklerimizin çok büyük çoğunluğunu da iade etmediği hatırdan çıkarılmamalıdır. Yani 85 yıllık Kemalist baskı ve yasakların ve en son 28 Şubat zulümlerinin çok önemli bir kısmı on bir yıldır bu hükümet eliyle sürdürülmektedir. Bugüne kadar iade edilen kimi hak ve özgürlükler de liberal ve sol kesimleri de ilgilendiren ortak alanlara dair olduğundan verildi ve sonuçta bizler de dolaylı olarak faydalanmış olduk. Üstelik çok önemli bir kısmı anayasa değişikliğine bile gerek kalmadan verilebilecek olan, en başta İslami eğitim hakkı olmak üzere salt Müslümanlara ait olan hakların (Başörtüsü yasağı bile ancak Gezi olayları sonrasında polis ve yargı istisnasıyla kaldırılabildi, ilk öğretimde ise devam ediyor) hala verilmemesinin hesabını bile sormadan, hükümet her sıkıştığında, ilkesiz bir biçimde ve tarafgir bir kimlik bulanıklığı içinde onun savunuculuğunu yapmak Müslümanlara yakışmamaktadır.
Diğer kesim, yani liberal ve sol entelektüellere eklemlenenler de, eylemcilerin bütün haksızlıklarını, vandallıklarını, zulümlerini, darbecilere yandaşlıklarını, emperyalist güç odaklarına alet olmalarını, bu olaylar sürecinde İslam’a ve Müslümanlara yönelik saldırılarını ve terör estirmelerini bile görmezden gelerek, bu olayları bütünüyle masum hak arama gibi gösteren onların bakış açısına sahiplendiler.
Bunların bir kısmı olan “abdestli sosyalistler” ise, Müslüman bile olmayanlarla, daha önce hurafe dedikleri kandil gecesi kutlama ve siyasal araç olarak Cuma namazı kılma eylemleri gerçekleştirerek, Allah’ın dinini İslam dışı bir zihniyete meşruiyet sağlamak için malzeme olarak kullanacak kadar istikametini ve ölçüsünü kaybetmiş bir temsille onların arkalarından sürüklenmektedirler. Dolayısıyla bu kesimler, baştan kimi iyi niyetli fıtri arayış içinde olan insanların varlığına rağmen, sonra tamamen darbecilerin, emperyalist kapitalist büyük sermaye odaklarının senaryosu uygulamaya konmuşken, bütün bunları görmezden gelerek, abdestli ve abdestsiz sosyalistler, kimi işçi sendikalarıyla da el ele, küresel ve yerel büyük sermayenin oyuncağı oldular. Yani kendi deyimleriyle "abdestsiz kapitalistler"in "abdestli kapitalistler"e karşı ortaya koydukları oyunda, iktidar ve rant kavgasında, abdestsiz kapitalistlerin, TÜSİAD'çı büyük sermayedarların ve küresel finans diktatörlerinin figüranı olmak ahmaklığını gösterdiler. Üstelik "abdestli sosyalistler", kimi İslami değerleri (Cuma namazı gibi) bile, şov mahiyetinde abdestsiz sosyalistlerle birlikte amaçları uğruna kullanılacak bir malzeme konumuna düşürmekten çekinmediler. Sonuçta da, sosyalist işçi sendikaları, liberaller, abdestsiz sosyalistler, abdestsiz kapitalistler, Mustafa Kemalin askerleri ile Mustafa Keser'in askerleri, darbeciler, emperyalist odaklar, küresel ve yerel Batıcı medya, finans kapital diktatörleri AKP üzerinden İslam düşmanlığını da sergileyerek, abdestli kapitalist AKP hükümetine karşı ayaklanma oyunu oynarken, abdestsiz sosyalistler de onlara dini motiflerle lojistik destek sağlamaya çalıştılar.
Bu iki grup, liberal-sol kesimlerin, AKP karşıtlığından başka ilkesi, değeri ve projesi olmayan kimselerin arkasında saf tutarak, aynı karşıtlığın girdabında özgün iddialarını boğarak alternatif İslami düşünceler üretmekten kopuyorlar.
Daha önce birlikte hareket eden liberal-sol destekli AKP-Gülen koalisyonu, iktidar, güç ve imkanların paylaşılmasında yaşanan çatışmayla bir süredir çatırdamaya başladı. Tevhidi uyanış süreci bakiyesi Müslümanlar, ilkesel birliktelik sağlayamayıp, var olan kısmi birliktelikler de dağılınca, gelinen noktada her bir parça ayrışma süreci yaşayan koalisyonun bir parçasına yaklaşarak eklemlenmek suretiyle kendini ifade edebiliyor, bütün bileşenlerin haksız oldukları ya da haklı oldukları yanları objektif olarak ortaya koyarak, özgün, bağımsız adil bir duruş üretemiyorlar. Arayış içindeki insanlara örnek olma, vahyin şahidliğini yapma potansiyellerini de her geçen gün daha fazla kaybederek sistem içi kavgaların anaforunda eriyip yandaşlaşıyorlar. Bugün gelinen noktada, İslam coğrafyasındaki Müslümanlar nezdinde de, hatta neredeyse Türkiye'de bile, İslam'ı ve Müslümanları, çatlayan koalisyonun iki ortağı temsil ediyor. Çünkü tevhidi uyanış süreci öbekleri maalesef özellikle son 5-6 yıl içinde giderek bağımsız kimlik, ilke ve duruşlarını kaybedip sistem içi tarafların politikalarına eklemlendikleri için, bunların dışında bir varlık, farklı bir mücadele hattı, tüm sistem içi taraflardan bağımsız bir İslami proje ortaya koyma niteliğini ve iddiasını kaybetmiş görünmektedirler.
İslami mücadelede yeni dil oluşturdukları iddiasını taşıyanların ve birlikte hareket ettikleri çevrelerin bile kullandıkları bu dilin içinde şu ifadeler yer alabiliyor;
– "Müsbet Demokrasi"yi seçim ve şura karşılığı olarak kullanmak
– Demokrasiden başka çaremiz mi var? Denize düşen yılana sarılır. Şu süreçte demokratik ortamların geliştirilmesi çabasından başka bir seçenek var mı?
– Merhale fıkhı, tertil fıkhı gereğince demokratik sistem içi değişim desteklenebilir, ehveni şer tercih edilebilir
– Her gayri İslami rejim tagut değildir
– Bugünün Mekke'si olan ulus devletlerin kuşatması altındaki Müslümanların önünde iki yol vardır, birisi silahlı mücadele yolu, diğeri de demokratik yöntemdir, biz sabitelerimizi koruyarak sistem içi/demokratik araçları kullanıyoruz çünkü var olmamızın yolunun buna bağlı olduğunu düşünüyoruz
– Bizim siyasi kavramlarımız ve modelimiz yok, batıl kavram ve modelleri ödünç alabiliriz
– Hüküm Allah'ındır ne demek, Allah mı gelip bizi yönetecek, o halde hüküm ümmetindir
– Önemli olan gönlünüzün kıblesinin sağlam olması, insanın bazen amellerinin kıblesi farklı yönlere dönebilir, “Bazen insanın yüzü ile gönlü farklı yerlere döner. Gönlünüz dönmesin. Yani gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele yok”
– Görece özgülükçü demokratikleşme sağlayan laik anayasa değişikliğine oy vermek Müslümanlarının sorumluluğudur, hatta bu oy verme ibadettir, takvadır, Allah'a teslimiyettir."
İşte tevhidi uyanış süreci bakıyesi kesimden sistem içi demokratikleşme ve kimi kazanımlar elde etme adına AKP politikalarına destekçi konuma kayanlardan en iyilerinin kullandığı "yeni mücadele dili"nde bile bu ifadelere sıkça rastlanabiliyor. Burada sadece bir kısmına atıf yaptığımız türden eklektik üretimler bu yeni dilin literatürünü sürekli yeni ilavelerle daha fazla zenginleştirmektedir. Kendi özgün Kur'ani kavramlarında ısrar etmeyen, batıla ait kavram ve modelleri ödünç almaktan bahsedebilen, AKP politikalarına eklemlenip onların bakanlarından brifing alan bu kesim Gezi sürecinde ve sonrasında AKP ve Erdoğan tarafgirliğinde zirve yapan tutumlar sergilemeye devam ediyorlar. Üstelik bu kesimlerin, AKP'nin her sıkıştırıldığı noktada, özellikle de alternatifinin, hem haksız ve hem de daha alçak zalimler olduğunun da etkisiyle oluşan duygusallıkla AKP savunuculuğuna yönelmeleri, bu tür bir dille de bütünleşince savrulma daha da derinleşmekte ve kalıcı olma riskini arttırmaktadır.
Muhtemelen 1995 yıllarıydı, Sudan'da bulunan bir kardeşimiz anlatmıştı, Turabi döneminde dünya İslami cemaatler toplantısı yapılıyor ve tüm dünyadan değişik İslami cemaat temsilcileri davet ediliyor, Türkiye'den de RP çağrılıyor ve RP adına TBMM Başkan vekili Y.H. katılıyor. Onun oturacağı yer salonun ortalarına denk gelince olay çıkartıyor ve "ben TBMM Başkan vekiliyim bana ön sırada protokolde yer vermeniz gerekir diye itiraz ediyor. Mecburen öne alıyorlar. Bu olayı "İzzeti Yanlış Yerde Aramak" kitabımda anlatmıştım o zaman. Yani RP İslami cemaat olarak kabul edilip çağırılıyor, ama temsilcisi laik parlamentonun Başkan Vekili sıfatını bir şeref ve izzet mevkii gibi öne çıkarıp onunla övünüyor. yine o yıllarda idi, Medine şeriat fakültesinden bir muvahhid profesör ile tanışmıştım ve o da RP'nin İslami cemaat olduğuna ve Türkiye Müslümanlarını temsil ettiğine inanıyordu, öyle biliyordu. Laik demokratik bir parti olduğunu, devletçi, bin yıllık tarihçi, hurafeci kirliliklerle malül olduğunu anlatmak zorunda kalmıştım.
Yine bundan yaklaşık 17-18 yıl önceydi, Irak Kürdistan'ından İslami Diriliş Hareketi lideri Şeyh Sıddık Abdülaziz gelmişti, Ankara ve İstanbul'da misafir etmiştik. Bu vesileyle, tevhidi uyanış süreci öbeklerinin öncü kadrolarıyla toplantılar tertip edip tanıştırmıştık. Hemen dibimizdeki bir coğrafyada yaşayan muvahhid bir öncü bile Türkiye'de Müslüman cemaat olarak kim var deyince sadece iki çevreden haberdar olduklarını söylemişti. Kendi orijinal ifadesiyle, "Biz Türkiye'de iki Müslüman cemaat biliriz, birisi 'Refahçi', diğeri ise 'Nurçi'" demişti. Bu süreçte de çok bir şey değişmiş değil maalesef. Çünkü tevhidi uyanış süreci bakıyesi grupların tam önlerinin açıldığı ve daha rahat örgütlenip vahdet sağlayarak daha güçlü projelerle daha yaygın bir davet ve eğitim çalışmasıyla daha fazla insana ulaşıp güçlü bir Kur'an toplumu nüvesini inşa edebilmeleri gereken bir dönemde, konjonktürel kazanımlar peşine düşüp stratejik tevhidi mücadele hattını terk etmişlerdir. Bu sebeple de maalesef sistem içi demokratikleşme süreçlerine eklemlenerek bağımsız İslami kimliklerini daha belirgin biçimde ibraz etmeyi ve bağımsız özgün bir İslami temsil ortaya koymayı başaramamışlardır. Bizler gibi bu durumu tasvip etmeyenler ise, yıllarca destek verip içinde yer aldığımız çevrelerle birlikte oluşturduğumuz birikim bu şekilde heba edilince maalesef zayıf düşürüldük, yok sayıldık, medyada da sesimizi duyuramaz hale geldik.
Sonuçta bugün hâlâ Türkiye Müslümanlarının temsilcisi olarak, bölgedeki ve ülkedeki yaygın bir kesim nezdinde bu iki çevre, yani Şeyh Sıddık'ın ifadesiyle "Refahçi (bugünErdoğan ve AKP)" ve"Nurçi (bugünGülen hareketi)" olarak tanınanlar bilinmektedir. Tunus ve Libya'ya gidip oradaki Müslümanlarla görüşenler bile, AKP'den bağımsız bir İslami kimliğin temsilini ortaya koymaktan uzak durmuşlardır. Kendilerine AKP'nin İslam'ı temsil ettiği, ıslah hareketi olduğu ve İslam coğrafyasındaki diğer Müslüman halklar ve kendileri için de model olduğu yanlış tespitleri ve övgüleri ifade edildiğinde, bunların doğru olmadığını ve gerçek İslami mücadele hattının AKP dışında olduğunu, bunu da kendileri gibi muvahhidlerin temsil ettiğini, AKP'nin ise İslam'ı laiklik ve liberal demokrasiyle uzlaştırmaya yönelik tahriflerle sürdürülen sistem içi Protestanlaşma çizgisini temsil ettiğini söyleyemediler. Çünkü oraya gitmeden önceki süreçlerdeki söylem ve eylemleriyle bu temsil kabiliyetlerini ve iddialarını terk etmişlerdi. Tevhidi İslami mücadeleyi temsil etmekten uzak bu edilgen tutumlarıyla ve AKP'yi ıslah hareketi olarak tanımlama karşısındaki suskunlarıyla dolaylı olarak AKP'nin İslami ıslah hareketi olduğunu kabul etmiş, ona meşruiyet kazandırmış oldular. İşte bugün İslam coğrafyasında ve hatta Türkiye'deki tevhidi uyanış sürecinden haberdar olmayan kesimler gözünde bile AKP ve Erdoğan İslam'ı ve Müslümanları temsil etmeye ve dolayısıyla yaptıkları bütün haksızlıkların, adaletsizliklerin de faturası Müslümanlara kesilmeye devam ediyor.
Taksim ve Tahrir İsyanlarının Benzerlikleri ve Farklılıkları
Gezi olayları sürecinde çatışan iki ayrı kesimde Taksim ve Tahrir arasında paralellikler kurmaya çalıştılar. Darbeciler, liberal-sol ve Batılı destekçiler "Türk Baharı" adını vererek, Mısır diktatörü Mübarek'i deviren halk ayaklanması sürecindeki Tahrir isyanıyla bağ kurmaya çalıştılar. AKP destekçisi kesimler ise, hemen aynı süreçte yine Tahrire çıkan yine liberal-sol ve Batı destekli Temerrüd (isyan) hareketinin karşı devrimle Mursi'yi devirme çabalarına benzeterek, Taksim'den Tahrire halkın seçtiği iktidarları devirme ahlaksızlığına dikkat çektiler. Bizce darbeci kalkışma bakımından benzeyen Taksim ve Tahrir arasındaki benzerlikler ve farklar ise şunlardır:
1 –Gezi parkında başlayan çevreci ve AVM karşıtı itirazlar, son derece sınırlı katılım ve sınırlı bir amacı olan masum protestolardı. Ancak sabaha karşı basıp çadırları yakan devlet terörü denebilecek tutum ve bilahare devam ettirilen aşırı polis şiddeti darbecilerin, illegal terör örgütlerinin ve fırsat kollayan dış güçlerin işini kolaylaştırdı. Sonuçta bu olay yakıp yıkan, hükümeti yıkmayı hedefleyen ve katılımın da kitleselleştiği darbeci kalkışmaya dönüştü. Tahrirde ise, başından beri masum olmayan bir kalkışma yaşandı, darbeye zemin hazırlama amacı güdüldü ve darbe olunca da sevinç gösterileri ortaya kondu.
2 –Dış güçlerin müdahalesi, yönlendirmesi, destek ve teşviki Mısır Tahrir isyanı ve darbeyle sonuçlanması sürecinde ta başından beri söz konusu iken, Gezi parkında başlayıp Taksim olayları haline dönüşen süreçte daha sonra gündeme gelmiştir.
3 –Gezi’de aşırı polis şiddetine, çadırların yakılması terörüne rağmen başbakanın itici, kibirli ve meydan okuyan üslubu, hem Emniyet Müdürü, hem Belediye Başkanı ve hem de Vali gibi davranıp sürekli tahrik eden tutumu sonucunda, MEB Nabi Avcının ifadesiyle “on yıldır muhalif tüm güçlerin yapamadığını biz beş günde yaptık ve asla bir araya gelemeyecek olanların bir araya gelmesine yol açılmış” oldu. Mursi yönetimi ise, Tahrir kalkışmasında son derece müsamahakardı. Tahrik edici asla değildi.
4 –Tahrir’de toplanan “isyancılar/temerrüd” hareketi açık ve bilerek, tercih ederek İslam düşmanıydı. Mursi ise, taguti kurumların kuşatması altındaki sistemin içinde demokratik seçim yöntemiyle hükümet olacağını zannetme yanlışına rağmen, anayasasına yasaların ve hukukun temel dayanağının İslam şeriatı olduğu hükmünü koymuş ve İslam ile hükmetmeyi hedefleyen bir Müslüman'dı. AKP ise laikliği demokrasinin güvencesi olarak gören ve Mısır’a da teklif edecek kadar içselleştirmiş, üstelik “laiklikle İslam’ın bağdaştığı” iddiasıyla İslam’ı da tahrif edecek akıdevi sapma olan tutumlar içine girmiştir. Taksim’de ise, İslam’ı da bilmeyen kesimlerin, ne parti programı, ne ilkeleri, ne 11 yıldır süren uygulamaları, ne kendini tanımlayışı İslam ile örtüşen AKP’yi İslami zannedecek kadar önyargılı ve cahilce bir tutumla örtülü bir İslam düşmanlığı söz konusudur.
5 –Gezi kalkışmasına muhatap kılınan AKP yaklaşık 11 yıldır iktidarda eskiye nazaran kimi görece iyileştirmeler yapsa da seküler liberal politikaları sebebiyle bir çok haksızlığa ve adaletsizliğe de imza atmıştır. Tahrir isyanına muhatap kılınan Mursi yönetimi ise, henüz yanlışlık, adaletsizlik yapmaya fırsat bile bulmayacak kadar kısa süre iktidarda kalabilmiştir.
6 – Müslümanlar Mursi’ye ve İHVAN’a sahip çıkarken, İslami hükümlerle hükmetmeyi hedefleyen bu İslami hareketin sadece sistem içi iktidar arayışına ve demokrasiyi seçime indirgeyerek kullanma yanlışına eleştiri getirebilirler. Müslümanlar, AKP hükümetini yıkmak için kendi yasalarına, siyasi ve hukuki sistemlerine bile sadakatsizlik edip darbeye zemin hazırlayan, vandalizmle terör estiren Taksim olaylarına karşı çıkarken, aynı zamanda laikliği içselleştirmiş, üstelik İslam ile uzlaştırmaya kalkışacak kadar akidevi olarak sapmış çizgisini, laik liberal politikalar uygulayarak yol açtığı zulümleri, haksızlıkları, adaletsizlikleri de görmek ve karşı çıkmak durumundadır. Bir yandan AKP’ye yönelik darbeci vandalizme karşı çıkma adil duruşunu sergilerken, diğer yandan da onun kendisini yıkmaya çalışan TÜSİAD’çı büyük sermayedarlara ve “faiz lobisine” daha çok kazandırırken geniş fakir kitlelerin artan milli gelirden adil pay almasını sağlayamamış kalkınmacı neo-liberal ekonomi politikalarına da itiraz edip eleştirmek ve ona eklemlenme konumuna sürüklenmemek dikkatini göstermek zorundadır.
Buna rağmen bir çok Müslüman kesimin karşı tarafın alçaklıkta sınır tanımayan ve AKP üzerinden İslam’ı, İslami şiarlarımızı ve fıtri, ahlaki değerleri de hedefleyen saldırganlığı sebebiyle, yeniden 28 Şubat günlerine geri dönüleceği korkusuna kapılıp duygusallıkla AKP saflarına kaydığı da acı bir gerçektir. Bu savrulmadan korunabilmek için, bir taraftan liberal-sol kesimlerin, hükümet üzerinden aslında İslami ve insani/fıtri, ahlaki değerlerimize saldıran çevrelere marufun tebliği yapılıp, münkeri yaymalarına karşı durulmalıdır. Diğer taraftan da AKP hükümetinin hem seçim öncesi bu tür konuları kabartırken oylarını çoğaltmaya çalıştığını, hem de neo-liberal politikalarıyla bu yozlaşmaya en büyük katkıyı da yine kendisinin verdiğini de hatırlamalıyız. Böylece, muhaliflerin AKP üzerinden değerlerimize saldırmalarına kızarak, psikolojik etkilenme ve duygusallıkla ilkelerimizi unutarak AKP'ye meyletmemeliyiz.
7 –Türkiye’de, küresel ilişkileri sebebiyle kendilerine İslami demekten bile kaçınan kimi “Cemaatlerin” iktidar ve rantı paylaşmada AKP ile çatışmaya başlaması sebebiyle darbeci kalkışmaya eklemlenen duruşlar sergileyip, destekleyen yayınlar yapmasıyla, Mısır’daki Tahrir kalkışması ve darbe sürecinde, aynı süfli çıkarlarla Ezher Şeyhi’nin ve Suudi Amerika tarafından beslenen İslam algıları bozuk ve çıkara endeksli “Selefileri”in darbecilerin safında yer almaları da ibretlik bir başka benzerliği oluşturmaktadır.
Bölgemizde Adil Bir Model Oluşturarak, Fıtri Bir Adalet Arayışıyla Meydanlara Çıkan Mustaz’af Kitlelere, Vahyin Adil Şahidliğini Yapmalıyız
Bir yandan, ülkede ve bölgede yaşanan bunca büyük zulmün sona ermesi için, zalim katil ve kafir darbeci, Kemalist, Baas rejimlerine ve benzeri despot rejimlere karşı, bölgenin hak ve adalet için ayaklanan mazlum halklarının yanında yer almaya devam etmeliyiz. Diğer yandan, halkın iradesiyle seçilmiş hükümetleri İslami ilke ve ölçülerimizle eleştirsek de, onları darbeci kalkışmalarla yıkmaya yönelik emperyalist operasyonları, tuzak, oyun ve projeleri, planları deşifre ederek bozmaya çalışmak için üzerimize düşen adil şahidliği ortaya koymalıyız. Ayrıca hem despotlara karşı ayaklanan, hem de seçilmiş hükümetleri koruma refleksiyle sistem içine savrulma eğilimi gösteren kardeş halkları, grupları ve öncü Müslüman kardeşlerimizi de bu konuda uyarıp, Kur’ani istikameti göstermeye yönelik çabalarımızı sürdürmeliyiz. Bunlara ilaveten, bütün bölgemiz halklarına ve adalet-özgürlük hedefli fıtri arayış içinde olan tüm dünya insanlığına; zulümden, fesaddan kurtuluşun, hak ve adalete kavuşmanın ve izzete ulaşmanın yolunun Kur'an'da olduğu hakikatinin şahidliğini yapmalıyız. Bu tevhidi davet, değişim ve inşa hedefine kilitlenerek, Kur’ani inkılaba, tevhidi dönüşüme ve Kur’an nesli projesine dikkat çekmeye ve bu hususta üzerimize düşeni yapmaya devam etmeliyiz.
İslam coğrafyasında farklı mezhep ve anlayışları; öncelikle bölgemize egemen olan zulme, despotizme, adaletsizliğe, hukuksuzluğa, ifsada ve emperyalizme karşı güç birliği yaparak mücadele etmeye, kendi aralarında ise, iyi komşuluk ilişkileri ve barış içinde yaşamaya, aralarında adaleti ikame etmeye çağırmalıyız. Zamanla, Kur’an ve sünneti belirleyici kılan bir anlayışla, dinin sabitelerinde ve Kur’ani akıdede kardeşleşmeye doğru adımlar atmalıyız. Bölgenin kendini İslam’a nispet eden farklı kesimlerini, tarihsel süreçte üretilmiş farklı ipleri bırakarak, hep birlikte ve topluca Allah’ın inzal edilmiş ipi olan HABLULLAH’a tutunmaya çağırmalıyız. Öncelikle yüz yıllardır terk edilmiş bıraktığımız Kur’an’a ve Resulün sahih sünnetine dönmeli, çağımızın Kur’an neslinin yetiştirerek, bu neslin öncülüğünde ümmeti ilk Kur’an neslinin örnekliğinde vahiyle yeniden inşa etmeliyiz. Böylece ortak Kur’ani akıdede kardeşleşerek bölgenin ve tüm insanlığın muhtaç olduğu İslami adalet devletini kurmalıyız.
Bugün ülkemizde, bölgemizde ve tüm dünyada, başta gençliğin ve genelde tüm insanların adalet ve özgürlük arayışına tek sahici cevap Kur'an'da iken, bu mesajı taşıyanların önemli kısmı, insanların adaletsizliklerinden şikayet ettikleri sistemlerin, sistem içi hükümetlerin sağladığı görece hak ve özgürlüklere fit olup onların taraftarı halin dönüşmeleri veya en azından kimi kazanımlar adına öyle bir görüntü verir hale gelmeleri yüzünden, bu kurtarıcı mesaj hakkıyla temsil edilemez ve ihtiyacı olan insanlara sunulamaz olmuştur. Bu sebeple de, bu görüntü içindeki Müslümanların bu arayış içindeki insanlara, gençlere Kur'ani mesajı taşıma imkanları kalmamış, üstelik bunların yüzünden söz konusu iktidarların, adaletsizliklerinin, haksızlıklarının ve yolsuzluklarını faturası bile Müslümanlara kesilmeye başlanmıştır.
Dünya insanlığı büyük bir bunalımdan geçiyor. Mustaz’af büyük kitleler, can havliyle fıtri bir arayışla “başka bir dünya mümkün” sloganıyla, çevreci, küresel karşıtı, liberalizm karşıtı söylemlerle meydanlara fırlayıp adalet arayışı içinde zulüm sistemlerine baş kaldırıyorlar. Ama modern paradigmanın kodlarıyla kuşatılmış sekülerleşmiş zihinleriyle bu yeni âdil dünyayı üretemiyorlar. Çünkü vahiyle bütünleşmeyen fıtrat, tek başına bütüncül ve sahici adaleti üretemez. Onun için bu sorumluluk, vahiyle fıtratı buluşturan Mü’minlere aittir.
Dünyanın ekonomik ve siyasi krizlerle sarsıldığı, sosyalizmi ve kapitalizmi, laikliği ve demokrasiyi üretmiş olan modern seküler şirk paradigmasının iflas ettiği, oluşturduğu zulüm ve sömürü bataklığında bunalan dünya insanlığının fıtri bir adalet ve özgürlük arayışıyla meydanları doldurduğu bu süreçte, konjonktürel şartlar ve tarihi gelişmeler, insanlık için tek kurtarıcı mesajı ve bütüncül sahici adaletin ölçüsünü ihtiva eden İslam’ı alternatif olmaya zorluyor. Evet tüm bu küresel gelişmeler adeta İslam’a alan açıyor, Kur’ani inkılabın zeminini hazırlıyor. Adeta tarih, bir yandan İslam’ı alternatif olmaya zorlarken, bir yandan da insanlığın gündemini de İslam’a doğru yönlendiriyor. Yeter ki bizler, hidayet rehberi Kur’an’ın mesajını insanlığa sunmak üzere, Peygamber (s)’in bize şehid/şahid/örnek/model olduğu gibi, bizler de takvamızı kuşanıp, hakkıyla cehd ve gayret göstererek, insanlığa şehid/şahid/model olacak güzel, ilkeli, onurlu ve ahlaklı bir örneklik oluşturabilelim. Yeter ki bizler, hiçbir maslahat, hesap ve taktik ihtiyaç uğruna tevhidi stratejimizden tavize yanaşmadan, sistem içi iktidarlara eklemlenmeden, tevhidi kimliğimizi bulandırmadan, özgün kavramlarımızdan ve İslami modelimizden uzaklaşmadan, her şartta ve ısrarla özgün ve bağımsız İslami kimliğimizle arayış içindeki insanlığın önüne çıkmaya ve Kur'an'a ulaşmalarına vesile olmaya çalışalım.
Eğer bizler günümüzün muvahhidleri olarak, ilk neslin yaptığı gibi samimi bir teslimiyetle Kur’an’a topluca sarılarak, ortak akıdede vahdet oluşturarak, Allah’ın dininin yardımcıları ve Hizbullah olma vasfını kazanarak vaat edilen ilahi yardımı üzerimize celp edecek sorumluluklarımızı yerine getirebilirsek, inşallah Allah’ın rahmeti ve yardımı üzerimize yağacak, bu zillet ve mağlubiyet sona erecek ve ilk dönemdeki izzetli günler yine gelecektir. Rabbimiz, bu konuda üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmeyi ve mübarek rızasını kazanmayı hepimize nasip etsin. Bizleri mü’min olarak yaşatsın, mü’min olarak öldürsün inşallah.
[i] Başbakan, önce AVM ve rezidanstan vazgeçtiğini, sonra da sadece şehir müzesi olarak işletilecek olan kışla inşa edeceğini söylemiş, 14 Haziran 2013’te de gösterici temsilcileri, sanatçılar ve gazetecilerle yaptığı toplantılar sonucunda, yargı kararının kesinleşmesini bekleyeceğini, karar aleyhte çıkarsa, zaten uyacağını; lehte çıkarsa plebisite götüreceğini ve sonucuna göre davranacağını söylemiştir.
[ii][ii] (http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AkifEmre/darbe-destekli-toplum-muhendisligi/38731 ).
(Not: Dershane tartışmalarıyla başlayıp "yolsuzluk" operasyonuyla sürdürülen son müdahale sürecini de inşallah bu yazı dizisine ilave edeceğimiz son bir bölüm olarak bundan sonraki yazıda ele almaya çalışacağız.)
MAKALENİN DİĞER BÖLÜMLERİ:
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -VIII
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -VII
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -VI
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -V-
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -IV
ÜLKEDE VE BÖLGEDE DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR -III-