Radyo Denge, İLKAV BaşkanıMehmet Pamak'la, Siyonist terör devletinin Gazze'ye yönelik alçakça saldırısı ve gerçekleştirdiği vahşi katliam vesilesiyle, hem bu konu hem de tüm İslam coğrafyasında yaşanan işgal, despotizm, zulüm ve katliamlar ile aynı anda yaşanan değişim ve dönüşüm süreçleri üzerine Ramazan ayı sonunda bir söyleşi gerçekleştirdi. Pamak, Ankara'da yayın yapan Radyo Denge'de (92.1) gerçekleşen ve yaklaşık iki saat süren canlı yayındaOsman Yıldız'ın tüm bu konularla ilgili sorularını cevapladı. Daha sonraki süreçte de konuyla bağlantılı olarak sorulabilecek bütün soruları sormaya çalıştığımız için kapsamı genişleyen bu söyleşinin son gelişmelerle güncelleştirilip geliştirilmiş tam metnini iki bölüm halinde ilgi ve istifadenize sunuyoruz.
Radyo Denge
1. Bölüm:
Tevhidi Niteliğini ve Vahdetini Kaybedip Parçalanmış, İzzetini ve Gücünü Yitirmiş Ümmetin Her Yanı Kanıyor
Radyo Denge'den Osman Yıldız: Ramazan ayındayız ve neredeyse bütün İslam coğrafyasında kan ve göz yaşı var. Bugünlerde Gazze'ye yönelik çok vahşice bir saldırı ve katliam söz konusu. Maalesef İslam coğrafyasındaki bu durum yaklaşık bir asırdan bu yana süreklilik arz eden bir hal. Bu hali ve dünyanın tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mehmet Pamak: Bismillahirrahmanirrahim. Yıllardır İsrail terör devletinin işgali ve tam anlamıyla kuşatması altındaki Gazze'ye yönelik Siyonist katil ordunun kara, hava ve denizden alçakça saldırıları haftalardır devam ediyor. İki bine yaklaşan şehid, on bine yaklaşan yaralı var. Bunların yarısına yakın kısmını çocuk ve kadınlar, tamamını ise toprakları işgal edilmiş masum Gazzeli siviller oluşturuyor. Onlarca cami ve mescid bombalandı. Okullar, hastaneler, evler, mahalleler bombalanarak içindeki çocukların, hastaların, sivil halkın üzerine yıkıldı. İlaç yok, bombalar altında iftar açmaya gıdaları yok, su yok, elektrik yok (elektrik santralleri de vuruldu). Her bakımdan zayıf bırakılmış ve her yandan kuşatılmış sivil bir halka karşı, dünyanın silah bakımından en güçlü ve zihniyet bakımından en sapkın ve en zalim katil ordusu tarafından, asimetrik kelimesinin bile tarifinde aciz kaldığı en ileri teknoloji ürürünü en ağır, en vahşi silahlarla katliam sürdürülüyor. ABD, AB, BM, Rusya, Çin, Suud, Mısır, Ürdün ve Körfez despotlarının doğrudan ve dolaylı destekleriyle tam anlamıyla bir soykırım yapılıyor.
İsrailli kadın milletvekili Ayelet Shaked, Gazze’deki soykırımı destekleyerek, ‘Hepsi bizim düşmanımız ve onların kanı bizim elimizde olmalı. Bu öldürülen teröristlerin anneleri için de geçerli. Annelerin oğullarının peşinden gitmeleri adil olur. Ölmeliler ve evleri yıkılmalı ki bir daha terörist yetiştiremesinler’ diye konuşmuştu. Gazze’de yüzlerce sivilin katledilmesini yeterli bulmayan ve Filistinli annelerin de öldürülmesini isteyen milletvekili Ayelet Shaked'in bu görüşüne Yahudi din adamları da katıldılar, zaten tahrif edilmiş Tevrat'ta yer alan kimi hükümlerde, Yahudi olmayanları köleleştirmek ve çocuk-kadın, silahlı-silahsız ayırmadan topluca katletmek, soykırım yapmak dini bir vecibe haline getirilmiş bulunuyor. Hitler hastalığı nükseden Haham Dov Lior da bu inanç gereği olarak, Gazze’de bebek, çocuk, kadın ve yaşlı ayırımı gözetmeden herkesin top yekün öldürülmesinin ve Gazze’yi yok etmenin dinen gerekli olduğunu savunuyor. Times of Israel’in internet sitesinde yayınlanan Yochanan Gordon imzalı yazıda, “Kadın çocuk tüm Filistinlilerin yok edilmesi meşrudur” ifadesi kullanıldı. “Soykırım hoş görülebilir” başlıklı yazıda, “Sadece HAMAS’ın değil kadın, çocuk ve masum sivillerin kutsal amaç uğruna toptan yok edilmesi kabul edilebilir” denildi.
Seküler Batı, Uluslararası Kuruluşları ve Medyasıyla, Siyonist Soykırımın Destekçiliğini Yapıyor
Radyo denge: Bu kadar açık bir soykırım işlenmesine rağmen, soyu tükenmekte olan hayvanlar, karaya vuran, buzullar arasına sıkışan balinalar için çok duyarlı olan BM, Batılı devletler ve medyaları sadece seyrediyorlar, değil mi?
Pamak: Evet, maalesef her zamanki insanlıktan nasibi olmayan çıkar eksenli vicdansız konumlarını koruyorlar. Sadece seyretseler bile bu halden iyi, tam tersini yaparak katil terör devletinin yanında yer alıp, onun soykırımını savunuyorlar. Ateşkesi her seferinde İsrail terör devletinin bozduğu açıkken, BM Genel Sekreteri Ban, Gazze'deki ateşkesin sona ermesinden Hamas'ı sorumlu tutabildi. Hamas'ı ''en güçlü şekilde'' kınadığını belirterek, yaşanan gelişmeler karşısında ''şoke olduğunu ve derin hayal kırıklığına uğradığını'' ifade edebildi. Kaçırıldığı iddia edilen sonra da öldüğü İsrail tarafından açıklanan İsrail askerinin ''acilen ve koşulsuz'' serbest bırakılmasını isteyecek kadar agresif sert açıklamalarla haksız yere HAMAS'ı suçlayabildi.
BM İnsan Hakları Konseyi’nin, İsrail’in saldırılarına ilişkin araştırma komisyonu kurulması kararı alması üzerine ABD’nin niçin böyle bir araştırma komisyonunun oluşturulmasına aleyhte oy kullandığının yöneltilmesi üzerine ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Marie Harf. İnsan Hakları Konseyi’nin bugünkü özel oturumuna güçlü şekilde karşı çıkıyoruz ve çıkan kararı, Konsey'de önyargılı İsrail karşıtı eylemler serisinin son örneği olarak görüyoruz" diyerek İsrail katliamını insan haklarına aykırı bulmaya bile yanaşmamıştır. ABD’nin karara karşı oyu veren tek ülke olduğunu hatırlatılması üzerine ise Harf, Avrupa’da 17 ülkenin de çekimser oy kullandığını kaydederek “Daha önce de defalarca tekrarladığımız gibi, şunu açık açık söylüyoruz; uluslararası camiada yalnız kalsak da İsrail’i savunacağız." diyebilmiştir. ABD Başkanı Obama ise, 'İsrail'in savunma hakkının güçlü şekilde arkasındayım' derken katil İsrail'in füze savunma sisteminin yenilenmesine 225 milyon dolar aktarılması yönündeki tasarıyı katliam devam ederken imzalamaktan çekinmemiştir..
BM Genel Sekreter Yardımcısı Jeffrey Fetlman da İsrail'in meşru müdaafa hakkı vardır. Gazze'den İsrail'e rastgele roket fırlatılmasını kınıyoruz. Bu roketler dünkü geçici ateşkesi bozmuştur. İsrail'in sert yanıtından da derin kaygı duyuyoruz" diyebilmiştir. BM'e ait iki okul vurulup oraya sığınmış onlarca sivilin katledilmesine rağmen Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun, Hamas'a da suçlamalarda bulunup sivilleri öldürdüğünü iddia etmiş ve 'ülkelerin savunma hakkına saygı duyuyoruz' diyerek İsrail'in haklı olduğunu söylemiştir. AB üyesi ülkeler de aynı tarz açıklamalarla hep HAMAS'ı eleştirip İsrail'i savunan açıklamalar yapmışlardır. Kanada Dışişleri Bakanı John Baird ise, yaptığı açıklamada, Gazze’ye düzenlenen saldırı sırasında İsrail askerlerinin ölümünü sert şekilde kınayarak, aynı saldırılarda Filistinlilerin katledilmelerinin sorumlusunun da Hamas olduğunu iddia edecek kadar alçakça açıklamalar yapabilmiştir.
İsrail'in taraf olduğu olaylarda tavrını genelde bu terör odağından yana koyan Batı medyası, Gazze'deki son saldırılarda da genelde bu yaklaşımını tekrarlayıp yaşanan insanlık dramına gözlerini büyük ölçüde kapayarak, sadece HAMAS'ı ve asimetrik saldırılara cılız imkanlarıyla direnişini görmeyi ve bu haklı direnişi "terör" olarak göstermeyi tercih etti. Aralarında yüzlerce çocuk ve kadının da bulunduğu sivil can kayıplarının yoğunluğuna rağmen ABD ile Avrupa Birliği'nin (AB) önde gelen ülkeleri arasında yer alan Almanya, İngiltere ve Fransa'da, İsrail'in saldırıları meşru gösterilirken Filistin'den yükselen haklı ve mazlum sesleri duymazdan gelme, İsrail'e yönelik eleştirileri antisemitizm olarak görme eğilimi kendisini bir kez daha gösterdi. Onu aşkın gazeteci İsrail silahlarıyla öldürülmüş olduğu halde, bu konuda bile Batılı kuruluşlardan, batı medyasından ve emperyalist devletlerden tek bir ciddi kınama gelmemiş, herhangi bir uyarı ve yaptırım söz konusu olmamıştır. HAMAS bir tek gazeteciyi bilmeden bile olsa öldürseydi bütün seküler dünya ve alçak medyası hem onu hem de İslam'ı suçlamak üzere ayağa kalkmaz ve kınamalar yağmaz mıydı?
Aynı süreçte, Mısır, Suriye, Afganistan, Çeçenistan, Irak, Doğu Türkistan, Myanmar, Afrika vb. Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyada hep Müslüman halklar baskı ve zulüm altındalar, kan ve gözyaşı her yanı kuşatmış bulunuyor. Ya işgalcilerin sömürü, zulüm ve katliamları ya da despot işbirlikçi yönetimlerin baskı, zulüm, sömürü ve katliamları söz konusu. Özetle tevhidi niteliğini ve vahdetini kaybedip parçalanmış, gücünü ve izzetini kaybetmiş olan ümmetin yaşadığı coğrafyada, hatta İslam ümmeti denebilecek özelliği de kalmayıp ancak sosyolojik anlamda ümmet denebilecek Müslüman halkların bulunduğu her yerde işgal, katliam, sömürü, adaletsizlik, kan ve gözyaşı egemen durumda. Tabiri caizse ümmet her yanından kanıyor, her taraftan Batılı emperyalistlerin ve bölgedeki işbirlikçilerinin saldırısı ve kuşatması altında bulunuyor, onların zulmü altında kan ve göz yaşına mahkum ediliyor. Rabbimiz bütün bu bölgelerdeki zulme, işgale, darbelere, despot yönetimlere karşı direnen mazlum halkları öncelikle istikamet üzere yönlendirip yardımına müstahak kılsın, sonra da vadettiği yardımını ihsan etsin, sabır ve direnme gücü versin. Bizleri de yardımcıları kılsın inşallah.
Küfrün İslam düşmanlığı ve Haçlı, Siyonist kiniyle kuşatılmış, zayıf düşürülmüş Gazze'deki Müslüman halka yönelik olarak yürüttüğü vahşi katliamlara ve on yıllardır süren işgale karşı Filistin'de yaklaşık 66 yıldır içinde bulunduğu büyük imkansızlıklara rağmen direnen, insani, fıtri ve İslami olanı temsil ederek, insanlık onurunu savunarak şehadete koşan bir Müslüman halk var. Bu güzel örnekliğiyle aslında tüm insanlığın arınıp uyanmasına vesile olacak ahlaklı bir mücadele ortaya koyan ve başta HAMAS ve İslami Cihad olmak üzere kahramanca direnen Müslümanlara Rabbimiz yardım etsin, bizleri de yardımcılar kılsın inşallah.
Batı Medeniyeti İntihara Teşebbüs Etmiş Bulunuyor, Bu İntiharı Kolaylaştırıcı Katkılarda Bulunmalıyız
Radyo Denge: Bütün bunlar neden oluyor? İslam söz konusu olduğunda, düşmanlıkta hepsi birlikte nasıl hareket edebiliyorlar? Batılı insanlar neden bu kadar saldırgan, bu kadar çıkarcı, bu kadar bencil ve bu kadar vahşi?
Pamak: Tüm bunlar, "küfrün tek millet" olduğunu ve hep birlikte İslam düşmanlığı ortak paydasında bütünleşip Müslümanlara vahşice saldırdıklarını göstermekte ve kâfirlerin büyük çoğunlukla insanlık onurunun ve insani değerlerin düşmanı olduklarını ortaya koymaktadır. Tarihsel süreç içerisinde Greko-Romen putperestliğinden başlayıp, şirk dini olan Hristiyanlık ve Yahudilikle bütünleşen, son safhada ise akıl-heva ilahlığına (hümanizme) dayalı Seküler paganizm ile şirke dair bu tarihi birikimi sentez etmek suretiyle hepsinin hasılası olarak ortaya çıkan sapkın Batı medeniyeti (!) çürümüştür. İnsani olanı çürütmüş, insani erdemleri kaybetmiş ve sonuçta insandışılaşarak hayvandan aşağı konuma sürüklenmiş, çıkarı için güçsüz gördüğü halkların kanını içmeye, zulüm, adaletsizlik ve sömürüye teşne yığınlar, kitleler üretmiştir. Tek korunmuş vahyi ve tek kurtuluş mesajını taşıyan Kur'an ile insanlığın buluşup bu çürümeden kurtulmasını, sömürü, adaletsizlik ve karanlıktan çıkıp dirilmesini engellemek ve sömürü düzenlerini sürekli kılmak istedikleri için topluca vahyi ve vahyin yeniden dünya insanlığına ulaşmasına vesile olabilecek Müslüman halkları ortak düşman olarak görüp kolayca birleşebiliyorlar.
Bu yozlaşmış ve insani olanın düşmanı olmuş, çıkarı için her şeyi yapmaya müsait hale gelmiş kitlelerin seçtikleri tüm Batılı emperyalist yönetimler, dünyanın her yanında sömürü, adaletsizlik, zulüm, işgal, istila ve katliamlara kolayca imza atabilmekte ve bu büyük cinnet ve vahşeti kendileri için hak olarak telakki edebilmektedirler. Batıda yaşanan bu büyük yozlaşmaya rağmen fıtri erdemlerini koruyanlar ise, son derece az ve istisnai konumda bulunuyorlar. İşte Batı medyasında ve meydanlarında sadece bu erdemli istisnaların itiraz eden kısık seslerine rastlanabiliyor. Hatta bu tür erdemli Yahudi, Hıristiyan ya da seküler aydın, yazar ve düşünürler baskı altına alınmakta, dışlanmakta, yakın zamanda Amerika'da yapıldığı gibi gözaltına alınıp susturulmak istenmektedirler. Büyük çoğunluk ise, bu tür büyük vahşetleri sadece seyretmekte, sonraki seçimlerde ise bu tür katliamları destekleyen zalim yönetimleri tekrar iktidar mevkiine getirmektedirler.
İngiliz tarihçi Toynbee'nin ifadesiyle "medeniyetler suikasta kurban gitmezler, intihar ederek yok olurlar". Batı medeniyeti(!) de insani olana ve vahye düşman sapkın kültürüyle, fıtratları bozarak, insani olanı tüketip ifsadı küreselleştirerek, hayvandan aşağı düşen bir vahşileşmeye sürüklenerek, dünya çapında sömürüye ve zulme dayalı adaletsiz ve katliamcı politikalar güderek, en sonunda uyduruk gerekçelerle Afganistan ve Irak'a yönelik işgal ve katliam girişimleriyle intihara teşebbüs etmiş bulunuyor. Medeniyetlerin intiharı zaman alan bir süreçtir, bu süreçte can havliyle çok daha fazla zulüm ve katliam yapmaktan ve bu tür politikaları desteklemekten çekinmeyecektir.
Müslüman ve mazlum halklar dikkatli ve uyanık olmak durumundadırlar. Bölge ülke ve halkları, batı emperyalizminin seküler sapkın kültür ve modellerini bölgeye taşıyarak, emperyalistlerin çıkarlarına hizmet eden ve zalim projelerine uyumlu figüranlar olmak suretiyle intiharı geciktirecek, ömrünü uzatacak katkı sunmak yerine; onlara ait tüm seküler değer, model ve projeleri yırtıp atacak özgün duruşlar, politikalar geliştirerek ve onların işini zorlaştıracak çabalar göstererek, insanlığı bu zalim, katil ve sömürücü seküler kuşatmadan kurtaracak alternatif Kur'ani modeli insanlığa sunarak bu intihar teşebbüsünün bir an önce sonuçlanmasına katkıda bulunmalıdırlar.
Sadece Katliam Süreçlerinde Slogan Atmakla Yetinmemeli, Gerçek Kurtuluşa Götürecek Tevhidi İnşa Sorumluluğumuza Yoğunlaşmalıyız
Radyo Denge: Peki biz Müslümanların, bu coğrafyalarda söz konusu baskı, zulüm ve katliamların tırmandığı süreçlerde meydanlara çıkıp kahrolsunlar sloganlarıyla protestolar yapmamız, ya da kimi yardım çalışmaları içinde bulunmamız sizce yeterli mi?
Pamak: Tabii ki yeterli değil. Dediğiniz gibi, bizler esas meseleye yoğunlaşıp halimizi ıslah etmeyi, terk edilmiş bırakılan Kur'an'a tekrar dönerek vahiyle ümmeti yeniden inşa etmeyi ve böylece Allah'ın vaadi olan yardımını hak etmeyi hedeflemek yerine, sadece işgal ve katliamların tırmandığı süreçlerde meydanlara çıkıp slogan atarak zalimleri tel'in ediyor, zulme uğrayan kardeşlerimize yardım ve dua için seferber oluyoruz. Şüphesiz ki bunlar önemli ve gerekli, ama o süreç geçince yeni bir katliama kadar esas sorumluluğumuzu, kalıcı ve kesin çözümü gündeme getirecek çabalara yoğunlaşmadan zaman geçiriyoruz. Baskısı ve kuşatması altında bulunulan sistemleri değiştirmek ve bunun için öncelikle içinde yaşadığımız cahiliye toplumlarını vahiyle dönüştürmeye yoğunlaşmak yerine, cahiliye sistemleri içinde görece imkanlara kavuşmak adına oyalanıyor ve tevhidi mücadele stratejisinde ısrar etmek yerine istikameti koruma zaafı içine düşerek sistem içi siyasetlere eklemleniyoruz. Sonra yeni bir katliam sürecinde yine sokaklara çıkıp "kahrolsunlar" diye bağırıp slogan atmaya tekrar başlıyoruz.
Halbuki içinde bulunulan bu zelil halin sebepleri üzerinde düşünüp, ümmetimizi bu duruma sürükleyen gerçek sebepleri tespit edip ortadan kaldırmadığımız için bütün bu sorunlar, içine düşülen zillet ve muhatap olunan saldırılar, işgal ve katliamlar, sömürü ve zulümler, baskı ve kuşatmalar sona ermiyor ve yaklaşık bir asırdan bu yana şiddetini arttırarak devam ediyor. Tüm ümmet coğrafyasında Allah'ın vadettiği ilahi yardımı hak eden bir vahiyle diriliş yaşanmadıkça gerçek bir kurtuluş mümkün olmuyor ve olmayacak.
Türkiye örneğinde de aynı kısır döngü yaşanıyor. İnsanları sadece vahye çağırması gereken tevhidi uyanış süreci öncüleri, yazarları, aydınları, hocaları bile, sahip oldukları Kur'an ilmine ihanet edercesine batıl sistem içi siyasete bulaşıyor, Kur'an'a davetle çelişen bir konumda yer alarak sistem içi "ehvenişer"e davetçilik yapıyorlar. On yıllar geçiyor, vahye dayalı ortak bir akıdede buluşup, Nebevi yöntemi, ilk Kur'an neslinin bıraktığı yoldaki işaretleri takip edip, İslami tebliğ, eğitim ve şahidlik sorumluğunu kuşanıp toplumu vahiyle inşaya yoğunlaşmak mümkün hale gelmiyor. Sonuçta da sistem içi alternatiflerden ayrışmış bağımsız İslami kimlikli bir Kur'an Toplumu nüvesi oluşturmak yerine, hâlâ sistem içi küçük kazanımların ve görece özgürlüklerin peşinde istikamet krizine girmekten kurtulamıyorlar.
Tevhidi istikamette vahdet oluşturamayanlar, sistem içi siyasete destekte ve Kur'an dışı yollara çağrıda kolayca vahdet oluşturuyorlar, birlikte hareket ediyorlar. Bazılarının, "laiklikle İslam bağdaşır", "ekonominin dini imanı olmaz", "din bireyseldir" diyerek İslam'ı tahrif eden çabalar gösteren, üstelik bu seküler sapmayı İslam adına Mısır ve Tunus Müslümanlarına da teklif edecek kadar İslam'a zarar veren bir anlayışın sahibine "oy vermeyenin büyük günah işleyeceğini", bazılarının ise bu kişiye ve politikalarına ve şirk anayasasına "oy vermenin ibadet, takva, Allah'a teslimiyet" olduğunu söyleyecek kadar ileri gittiklerini, çoklarının da gazetelere ilanlar vererek toplumu bu sistem içi siyaseti desteklemeye çağırdıklarını ve ümmet için kurtuluş yolu olarak takdim ettiklerini ibretle ve içimiz yanarak gözlemliyoruz. Peki bunca Kur'an ilmime sahip olanlar, nasıl oluyor da Allah'a rağmen "günah" ya da "ibadet" ihdas etmeye kalkışabiliyorlar? Böyle yapanların hangi konuma geleceğini bilmiyorlar mı? Erdoğan'ın, gasp edilen haklardan kimisini geri vermesi, kimi çıkarlar sağlaması, kimi korkuları ortadan kaldırması ve görece özgürlükler getirmesi karşılığında, laiklikle, liberal demokrasiyle İslam'ı sentez etmesini, İslami göstermesini de içeren politikalarına destek verdiklerinde, söz konusu çıkarlar karşılığında dinlerini az bir pahaya satma konumuna düşeceklerini akledemiyorlar mı?
Bizleri, Filistin veya başka bölgelerdeki katliamlara karşı bütün kuruluşları birlikte hareket etmeye ve daha güçlü slogan atmaya çağıranlara, bu tür eklektik ve ilkesiz birlikteliklerle ve hak-batıl karışımı sloganik tutumlarla kurtuluşun ve katliamları sona erdirmenin mümkün olmadığını söylüyor ve sahici sorumluluğa yoğunlaşmaya çağırıyoruz. Ayrıca, bizim bu tür eklektik çabaların içinde, sistem içi siyasete eklemlenmiş hak-batıl karışımı söylemlerin yanında yer almamızın, hem savrulanlara meşruiyet kazandırma işlevi görerek, hem bizim çevremizdeki Müslümanların zihinlerinin de karışmasına yol açarak, hem de davetin muhataplarının yanılmasına sebep olarak Hak olana zarar vermek sonucunu doğuracağını ifade ediyoruz. Yani Filistin için bir şeyler yapmak adına birilerinin batıl sistem içi siyasetinin malzemesi olmayacağımızı söylüyoruz.
Diğer taraftan, eğer daha büyük kalabalıklarla "kahrolsun" demekle zalimler yok olsa, zulüm ve zillet sona erseydi, on yıllardır Saadet Partisi ve AKP milyonlarca insanı toplayıp İsrail'e karşı slogan attıklarını ve sonucun değişmediğini hatırlatıyoruz. Aynı şekilde Milli Gençlik Vakfı ya da İHH-Memursen gibi geleneksel sistem içi siyaset yanlısı gruplar da on binleri bir araya getirip aynı sloganları attırıp demokratik seküler haklara vurgu yapıyorlar, ama buna rağmen katliamların da, zilletin de sürdüğünü ifade ediyoruz. Bizim tevhidi ortak paydada ve Nebevi yöntemde buluşup vahdet sağlayarak bağımsız İslami kimlikli yapıyı oluşturalım ve ondan sonra da bu Kur'an toplumu nüvesinin öncülüğünde vahiyle toplumu inşa ederek İlahi yardımı hak edecek çabalara yoğunlaşalım içerikli ilkeli çağrımız ise, her seferinde diğer tevhidi uyanış bakıyesi gruplarca karşılıksız bırakılıyor.
Bu yüzden de, sahici ve kalıcı çözümü getirecek izzet ve galibiyet için gerekli olan ilahi yardımı hak eden İslami bir diriliş bir türlü gerçekleşemiyor, batıl sistemler içinde oyalanılıyor. Sistemi aşan bir gelecek tasavvuruna bir türlü ulaşılamıyor, bu yüzden arayışlar sistem içinde sürdürülüyor. Sonra da bu kesimler, Filistin'de, Suriye'de, Mısır'da katliamlar, zulümler gündeme geldiğinde meydanlara çıkıp "kahrolsunlar" sloganını atıp, hem o süreçte, hem katliam durduğunda aynı yanlış konumlarına devam ediyorlar. Bu yüzden de zulüm, sömürü ve katliamlar da aynı minval üzere sürüp gidiyor. İnsanlığın muhtaç olduğu Kur'ani ışık, "Nur" bölgemizden yükselip dünyaya ulaşamıyor ve intihara teşebbüs etmiş bulunan batı seküler medeniyeti "zulümat" ise, kan dökmeyi, sömürmeyi bu yüzden sürdürebiliyor. Yani İslami alternatifi insanlığa sunacak yerde batılın kavram ve modellerini ödünç alan, her şartta Hakkı esas almak yerine "ehvenişer" peşine düşen sistem içi oyalanmalar sebebiyle İslam coğrafyası kan ağlamaya, insanlık ise vahyin aydınlığından mahrum kalmaya devam ediyor.
Ümmet Kur'an'ı Mehcur Bırakarak ve Resulün (s) Yolunu Terk Ederek Bu Zillete Sürüklendi
Radyo Denge: Peki sizin tespitlerinize göre İslam ümmeti bugünkü zillete, sömürge olma konumuna neden düştü?
Pamak: İslam ümmeti, uzun tarihsel süreçte, Kur’an’ı “mehcur” (terk edilmiş) bırakarak, Resulullah’ın (s) güzel örnekliğini, vahye dayanan güzel ahlakını, Muhammed-ül Emin olarak tanınmasına yol açan insani erdemlerini ve mücadele sünnetini terk etti. Dünyevileşmenin anaforunda, nefsin arzu ve isteklerinin belirleyici olduğu, heva ve zanna tabi yollarda vahye dayalı niteliklerini tüketerek, ümmet olma vasfını ve Allah taraftarı (Hizbullah) olmaktan kaynaklanan izzetini kaybederek zillete sürüklendi.
Bu yozlaşma/Yahudileşme sürecinde akıl ve ilim dışlanarak, vahyi anlama, öğüt alma ve yaşama sorumluluğunu terk ederek keşf ve ilham adı altında birçok bid’at ve hurafeler uyduruldu. Böylece Kur’an’da yer alan açık uyarılara ve Resulullah’ın onların (kitap ehlinin) izinden gitmeyin ikazlarına rağmen maalesef ümmet-i Muhammed de Yahudileşmenin bütün unsurlarını hem de elindeki korunmuş kitaba rağmen yaşadı. Böylece cahiliye kültürü hem de bu sefer İslam adına yeniden üretildi ve yüzyıllara sari bu süreçte İslam toplumları cahiliye toplumları haline dönüştüler.
Gelenekçiliğin dinleştirdiği bu süreçte içselleştirilen geleneksel hurafeler yanında bir de hevanın ilahlığında zanna dayalı modern seküler paradigmanın batıl kavram ve modelleri ile sapkın kültürel-ideolojik üretimleri de zamanla içselleştirildi. Böylece geleneksel ve modern cahiliyenin kıskacında İslami kimlik ve değerlerden uzaklaşıldı. Allah'ın yardımını hak eden tevhidi nitelik ve vahdet kaybedildi.
Ümmeti Muhammed bu vasfını yitirdiği yüzyıllara sari süreçte, kitabı, dini parçalara ayırıp hizipleşti, çeşitli siyasal ve sosyal sebeplerle tefrikaya yöneldi. Kitabı tahrif etme imkânı olmayınca anlamını tahrif etti. Batıni yorumlarla, uydurma rivayetlerle akide oluşturup parçalandı, sonuçta da ümmet olma niteliğini, birliğini ve zindeliğini yitirdi.
Yüzyıllar süren bozulma süreci sonunda vahiyden ve resulün sünnetinden koparak parçalanan, kuvvetini kaybeden ve ümmet olma niteliğini, zindeliğini, mücadele ve direniş azmini kaybeden niteliksiz, güçsüz ve parçalanmış yığınların yer aldığı İslam coğrafyası işgal, istila ve katliamlara muhatap oldu. Daha sonra da, emperyalistlerin çizdikleri suni sınırlarla ulus toplumlara bölündü ve Batı tarafından devşirilmiş despot işbirlikçilerin hegemonyasına girdi. Vahiyden koparak cahiliye karanlığına sürüklenen Ümmet işte bu yozlaşma ve çözülme sürecinde birliğini, gücünü ve onurunu kaybettiği gibi, Mekke ile Kudüs’ü de, Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa'yı da kaybetti.
Mescid-i Aksa ve Kudüs Ümmetin Onuruyla Özdeş, Ümmet İzzetini Kaybedince Onlar da Esarete Düştüler
Radyo Denge: Yaklaşık 66 yıldan bu yana Filistin'de Siyonist İsrail işgali ve katliamları devam ediyor, ilk kıblemiz Kudüs ve Mescid-i Aksa bu terör devletinin işgalinden kurtulamıyor, neden?
Pamak: İslam ümmetinin bahsettiğimiz bozulma, tevhidi niteliğini ve zindeliğini kaybedip bölünüp parçalanma sürecinde, ümmetin izzet ve onurunun simgesi olan Kudüs ve Mescid-i Aksa'yı barındıran Filistin toprakları, önce Batılı emperyalistlerin işgaline sürüklendi, sonra da bu işgalci batılı emperyalist devletler tarafından Siyonist teröristlere peşkeş çekildi ve bundan 66 yıl önce 1948’de BM kararıyla İsrail terör devleti kuruldu. Batılı emperyalistlerce, Filistin toraklarında 1. Dünya savaşından beri yerleştirilen terörist Siyonist çeteler önce terör örgütü olarak kan döktüler, soykırım mahiyetindeki büyük vahşetlerin altına imza atarak terör estirdiler. Sonra bu terör örgütü batı desteğinde TERÖR DEVLETİ'ne dönüştü.
BM kararıyla kurulan tek suni devlet terör devleti olarak doğdu. Ondan sonraki süreçte, gerek estirdiği terör ve katliamları, gerek yasak silahları kullanarak insanlık suçu işlemesi ve gerekse nükleer silahlar üretip bulundurması gibi sebeplerle İsrail aleyhine yüzü aşkın BM kararı alınmasına rağmen bir tanesini bile ciddiye almamış uymamıştır. BM buna rağmen bir kez olsun bu kararlarının arkasında durmamış, bir kez olsun yaptırım uygulamaya kalkmamıştır. Halbuki bilindiği üzere Irak uyduruk nükleer silah bulundurma iddiasıyla saldırıya uğramış, yakılıp yıkılmış, milyonlarca masum insan katledilmiştir. Aynı şekilde İran'a henüz nükleer silah üretmediği ve üretmeyeceğini de defalarca ilan etmiş olduğu halde, sırf enerji amaçlı barışçı nükleer tesis kurması sonucu bu potansiyelinin oluşacağı iddiasıyla yıllardır baskı, kuşatma ve ambargo altında ezilmeye çalışılmaktadır.
Aslında terör devleti İsrail de, onun sadık destekçisi ve güvencesi ABD de, mazlum Filistin ve Kızılderili halklarının topraklarını işgal ederek ve bu yerli halklara soykırım vahşeti uygulayarak kanla kurulan ve ondan sonraki tüm süreçte kanla beslenip yaşamını sürdüren iki vampir devlettirler. Bu insanlık düşmanı kanlı tecrübe birikimleriyle bu gün hâlâ ikisi birlikte Müslüman halklar üzerinde işgal, katliam, soykırım ve dönüştürme projeleri uygulamaya devam ediyorlar.
Başını bu iki vampir devletin çektiği bu büyük zulme ve emperyalizme ve batı işbirlikçisi despot yönetimlere karşı bir süreden beri neredeyse tüm İslam coğrafyasında yetersiz de olsa onurlu itirazlar yükseliyor, tevhidi uyanış ve direniş öbekleri oluşuyordu. İşte bu öbekler ve onurlu direnişçiler/mücahidler ise gerçek terörist devletlerce ve işbirlikçileri yerli diktatörlerce “terörist” diye damgalanıp, en güçlü silahların kullanıldığı asimetrik saldırılarla yok edilmek ve ümmetin yeniden dirilişi engellenmek isteniyor. Müslüman halkların coğrafyasına yönelik bu emperyalist projede kullanılan en önemli enstrüman ise, işbirlikçi despot yönetimlerin yanında onlarla da dayanışma halinde olan İsrail terör devletidir. İşte Filistin halkının ve kahraman çocuklarının onurlu direniş destanı da, bölgeye yönelik küresel emperyalist projenin önemli bir ayağı olan Siyonist işgale karşı 66 yılı aşkın bir zamandan beri çok zor şartlar altında sürüyor.
Ümmet vahiyle yeniden izzet kazanmadan Mescid-i Aksa kurtulmaz. Daha önce de ifade ettiğim üzere; İslam coğrafyasında yaşayan halklar bugün ancak sosyolojik anlamda ümmet olarak nitelendirilse de, ıstılahi anlamıyla ümmet olma vasıflarını kaybederek cahiliye yığınları haline gelmiş, geleneksel ve modern cahiliyenin karanlıklarında izzet ve güçlerini yitirmiş bulunmaktadırlar. Bu halklar içindeki diriliş öbeklerinin çabaları da henüz bu karanlığı aydınlığa çevirme potansiyeline ulaşamamıştır. Bu sebeple, İslam coğrafyasındaki parçalanmış, tevhidi niteliğini kaybetmiş yığınlar Allah’ın yardımına müstahak bir tevhidi toplum, vahye ve Resule teslim olmuş bir ümmet haline gelememiştir.
Ümmetin onuru olan Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın kurtuluşunun yolu ümmetin kurtuluşundan geçiyor. Ümmetin kurtuluşu ve eski izzetli günlere ulaşabilmesi de, ancak vahiyle inşa olup tevhidi ümmet olma vasfını kazanmasına bağlıdır. Yani Kudüs’ün kurtuluşu, Ankara, Kahire, Riyad, Mekke, Şam, Bağdat vb…nin kurtuluşuyla bağlantılıdır. Bilinmelidir ki, Filistin ve Kudüs'ün İsrail’in işgalinden kurtulup Araplara geçmesi görece beşeri bir özgürleşme imkanı ve sadece katliamların, işgalin sona ermesi anlamı taşımakla ve bu da önemli olmakla beraber, İsrail şirki yerine Arap şirkinin egemenliğine geçmesi Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nın hakikatte kurtuluşu anlamına gelmeyecektir. Kudüs ve Mescid-i Aksa ancak vahyin egemenliğine geçtiğinde Hakiki anlamıyla kurtulmuş olacaktır. O halde Kur’an’ı terk edilmiş bırakanların, Kur’an’ın belirlediği ilke ve kimliklerini kirletenlerin, imanlarına zulüm (şirk) giydirip ümmet bilinci yerine ulusalcı kirlenmeler yaşayanların bu anlamda gerçek kurtuluşu sağlamaları mümkün değildir.
Mübarek Mescidlerimizin ve Filistin'in Sahici Kurtuluşu İçin, Ümmetin Kur'an'a Sarılıp Allah'ın Yardımını Hak Etmesi Gerekir
Radyo Denge: O halde bugün halkı Müslüman olan ülkelerin bu haliyle Kudüs ve Mescid-i Aksa'nın kurtuluşu sağlanamaz mı diyorsunuz?
Pamak: Evet. Bugün halkı Müslüman ülkelerin çoğunluğu Vahye aykırı yönetimlerin hakimiyetinde, ülkelerini ve toplumlarını tevhide aykırı, ümmet bilincini dışlayan cahili ulusalcı batıcı sistemlerle yönetiyorlar. İşte tüm bu cahili devletler bugün İsrail terör devleti ve hâmisi ABD ile şu veya bu biçimde işbirliği içindedirler. Böyle siyasi yönetimlerle yönetilen bölge ülkeleri kendileri bile esirken nasıl Kudüs'ü kurtaracaklar?
Türkiye ise, halkı Müslüman olan ülkeler içinde terör devleti İsrail’i ilk tanıyan devletlerden birisi olup, o günden beri ABD – İsrail ekseninde İslam karşıtı çizgide bulunuyordu. Çok yakın zamana kadar Filistinli kardeşlerimize bomba ve füze yağdıran İsrail’in katil uçakları Türkiye semalarında eğitiliyordu. TSK’nin silahları, tankları ve uçakları İsrail’de modernize ettiriliyor, askeri ihaleler İsrail’e veriliyordu. Askeri istihbarat ve eğitim işbirliği anlaşmaları devam ediyordu. Daha 3-4 yıl öncesine kadar MOSSAD Türkiye’de MİT’le işbirliği içinde operasyon bile yapabiliyordu. Yani AKP döneminde de, göstermelik kimi çıkışlara rağmen tüm bunlar sürüyordu.
Üstelik İsrail bayrağındaki iki çizgi Nil ve Fırat’ı temsil ediyor. İsrail, Fırat’a kadarki Türkiye toprağının “Arz-ı Mev’ud” (vaat edilmiş topraklar) olduğunu ve bu bölgeyi alacağı iddiasını sürdürüyor. Türkiye’yi bölmek iddiası da, gücü de olmayan mazlum Kürt halkını, bölünme paranoyası ile yıllardır baskı ve zulüm altında tutanların, Türkiye’yi bölme iddiası da, buna yetecek gücü de olan ABD ve İsrail ile stratejik ortaklık kurup, bu konudaki iddia ve haritalar açıkça ortada dururken de bu işbirliğini ısrarla sürdürmeleri, utanmazca bir tutum ve ikiyüzlülük içinde olduklarının göstergesidir. Bu durum, yaklaşık 90 yıldır Türkiye’ye egemen batıcı laik oligarşi ve Kemalist yönetimlerin bölünme korkusu konusunda samimi ve ahlaklı olmadıklarını da göstermektedir. Anlaşılan odur ki, böl-yönet fitnesiyle ülke halklarını kamplaştırarak, çatıştırarak güçsüzleştirmek, sonuçta da kendilerine iktidar ve rant sağlayan statükoyu ve oligarşik hakimiyetlerini sürdürmek amacıyla bu iddiayı bir provokasyon ve istismar konusu olarak gündemde tutmak alçaklığını on yıllarca sürdürmüşlerdir. AKP hükümetiyle görece bir iyileşme ve hiç değilse söylem bazında İsrail terör devletine karşı haklı tepkiler gösterilse de, bu söylemle çelişkili bir çok politika da maalesef sürdürülmüştür.
Arap Halk Ayaklanmalarının Önü Kesilerek İsrail Şımartıldı ve Saldırganlığı Arttırıldı
Radyo Denge: "Arap Baharı"nın sonuçları hiç de Müslümanların istediği ya da beklediği gibi sonuçlanmadı. İsrail terör devletinin Gazze saldırısı "Arap Baharı"nın önünün kesilerek başarısızlığa uğratılmasıyla oluşan vasata bağlanabilir mi ?
Pamak: Batı destekli despot yönetimler on yıllardır devam ede gelen uzun süreçte Bölge halklarını açlık ve sefalete mahkum ederken, mazlum halktan kopuk, halka tepeden bakan lüks ve müsrif bir hayat yaşadılar, akraba ve yandaşlarını zenginleştirdiler. 1 – Akraba ve yandaş kayırmacılığına dayalı büyük yolsuzluklara bulaşmaları, 2 – Ülkenin kaynaklarını emperyalistler ve kendileri arasında paylaştırıp talan etmeleri, 3 – Fakir geniş halk kitlelerinin ise, açlık, sefalet, yoksulluk ve işsizlik cenderesinde kendilerini yakacak kadar bunalmaları, 4 – Buna rağmen halkların ve İslami kesimlerin baskı, yasak, devlet terörü ve çok boyutlu zulümlerle sindirilmesi, 5 – Üstelik emperyalizmin uşağı olan bu despotların Siyonist terör devleti İsrail’in yanında yer alarak mazlum Filistin halkına uygulanan işgal, kuşatma, ambargo ve katliamların zelil destekçileri konumunu tercih etmeleri ve bunun bölge halklarının onurunu kırması gibi bir çok sebep birleşince, önce Tunus’ta başlayıp, Mısır ile devam eden halk ayaklanmaları kaçınılmaz hale gelmişti.
Yani pek çok iç ve dış sebeple, konjonktürün de zorlamasıyla, bölge değişime doğru sürüklenmiş, biriken öfkenin ve direnişin sonunda değişim kaçınılmaz olmuş ve artık emperyalist ülkeler de despot yönetimleri savunamaz olmuş ve değişimi sahiplenip yönlendirmek tek çıkar yolları haline gelmişti. İşte "Arap Baharı" denilen halk ayaklanmaları, bu haklı sebeplere binaen Tunus'ta çakan bir kıvılcımla henüz yerli halklar da, değişimi istedikleri istikamette yönlendirmek üzere hazırlık içinde olan emperyalist ülkeler de yeteri kadar hazır değilken adeta bir erken doğum mahiyetinde başlamıştı. İlk değişim daha önce Türkiye’de yaşanmış, ABD ve AB tarafından desteklenen bu değişimle Türkiye liberal muhafazakâr (laik-kapitalist "ılımlı Müslüman") laik demokratik bir model olarak bölge halklarına sunulmak ve böylece bütün bölge batı yanlısı ve modern paradigma içinde kalan bir değişime yönlendirilmek istenmekteydi.
Ancak hem bölge ülkelerindeki Müslüman halkların Türkiye modelini aşan şer'i eğilimlerinin İHVAN örnekliğinde dile gelmesi, hem de Türkiye'de başlangıçta memnun olunan ve model olacağı ümid edilen AKP hükümetinin kimi politikaları ve söylemleri rahatsız ettiği için terbiye operasyonları ve açık müdahaleler gerçekleştirilmiştir. AKP hükümetinin, İslam ile laikliği ve kapitalizmi sentez etmeye, uzlaştırmaya yönelik söylem ve politikaları alkışlanıp teşvik edilmesine rağmen yeterli bulunmamış, emperyalist güç odaklarının kırımızı çizgilerine tam teslimiyet dayatılmıştır. AKP hükümetinin, laik, kapitalist küresel sisteme uyumlu ama bazı konularda bölgede görece daha bağımsız inisiyatifler geliştirmeye meylederek, Osmanlı coğrafyasında "neo-Osmanlıcılık" olarak algılanabilecek söylemlerle küresel güçlerin kırmızı çizgilerini zorlama eğilimi içine girmesi bu emperyalist güçleri ve yerli işbirlikçilerini rahatsız etmiştir. Bu bağlamda başta İhvan olmak üzere bölge halklarıyla küresel emperyalistlerden hiç değilse bazı konularda bağımsız ve ortak kültürü öne çıkaran ilişkiler kurması ve İsrail ile didişmesi gibi yerli politikalar geliştirmeye kalkması, emperyalist güçlerin hem bölgedeki değişim sürecine, hem de AKP hükümetine müdahale etmeleri sonucunu doğurmuştur.
Filistin topraklarını, Mescid-i Aksa ve Kudüs’ü işgal edip 65 yılı aşkın bir zamandan beri o toprakların asıl sahibi Müslüman halkın kanını akıtan terörist İsrail, halk ayaklanmaları sürecinde bölgede Müslüman halkların iradelerinin belirleyici olacağından çok korkmuş, telaşa kapılmıştı. Özellikle de Mısır ve Suriye’de kendisine sıkıntı çıkarmayan, tam tersine yardımcı olan despot yönetimler yerine, Müslüman halkın iradesiyle İhvan hükümetlerinin ortaya çıkacağı ve iki taraftan kuşatılacağı korkusu ve Filistin Müslüman halkının bu kardeşleri tarafından yardım göreceği endişesi içinde iyice paniklemişti.
İşte terör devleti tam böyle bir haldeyken imdadına başta Amerika ve AB olmak üzere hamileri olan emperyalist devletler ve bölgedeki işbirlikçileri despot yönetimler (Suudi Amerika, Körfez ülkeleri) yetiştiler. Mısır’da alçakça bir darbe yaptırarak İsrail dostu faşist generalleri yönetime getirdiler. Amerika ve İsrail uşağı generaller, bir yandan Mısır’da alçakça bir katliamla binlerce Müslüman’ı katlederek, geri kalanları da (öncülere yönelik) dakikalar içinde verilen toplu idam kararlarıyla bastırmaya, silahsız direnişten vazgeçirmeye, adalet, hak ve özgürlük taleplerini susturmaya çalışırken, bir yandan da Hamas’a karşı düşmanca davranıp, Gazze’nin can damarı, nefes borusu olan tünelleri ve Refah kapısını kapatarak terör devletine büyük destek verdiler.
Demokrasi Emperyalist Batının Heva Zanna Dayalı Seküler Aklının Ürettiği ve Acıkınca Yediği Putudur
Radyo Denge: Batının sürekli demokrasi söylemi emperyalist planları kamufle etme malzemesi mi? HAMAS ve İHVAN seçimle gelmesine rağmen, kuşatma, katliam ve darbelerle, baskı ve yasaklarla tasfiye etmeye çalışmalarını nasıl yorumlarsınız?
Pamak: Demokrasi, hevayı ilahlaştıran şirk sistemi olarak liberal ve sol programlara açık, İslami olana kapalıdır. Demokrasi, teoride yasa yapma, yönetme ve yargılamada halkın iradesi üzerinde ilahi otorite dâhil hiçbir otorite kabul etmeyen, pratikte ise halkın iradesinin ilahlığını bile sağlayamayıp, bürokratik ya da büyük sermaye oligarşilerinin ilahlığına dönüşen modern cahiliye sisteminin adıdır. Batılı emperyalist demokrasiler, demokrasiyi sadece bir yöntem olarak değil, ilahı, heva ve halk iradesi olan bir dünya görüşü, bir hayat nizamı olarak kabul edip dayatmaktadırlar.
Bu sebeple demokrasi içinde liberal, modern seküler paradigmanın batıl çocukları sol-sosyalist ideolojilere bağlı kesimler kendi ideolojilerine uygun projelerini halka sunup destek alarak iktidar olabilir ve iktidarda liberal ya da sosyalist programlarını uygulayabilirler. Müslümanlar ise, İslami proje ve programlarına halkın çok büyük ekseriyeti destek verse de iktidar olamaz ve İslami programı uygulamaya koyamazlar. Çünkü demokrasilerde sekülerizm yani ilahi otoriteyi ve vahyi dışlayan dünyevileşme esastır. Bu yüzden seküler şirk paradigmasına yanaşmadan, İslam’ı (siyasi, ekonomik, hukuki) kamu alanından dışlayıp bireysel ibadetlere indirgemeden, yani bu alanlarda hevayı ilah edinen demokrasiye tam bir teslimiyetle teslim olmadan, Müslüman’ın siyaset yapmasına, iktidar olmasına asla müsaade etmezler, tesadüfen olduğunda ise hemen devirirler.
Nitekim demokrasinin onlarca tanımının değişmez ortak paydası, ilahi otorite de dâhil üzerinde başka hiçbir otorite tanımaksızın “halkın iradesinin mutlak hâkimiyetidir”. Ve bu sebeple de halk temsilcilerinden oluşan Parlamentoda yasa yapılırken hududullahın sınırlamasını, vahyin nihai belirleyiciliğini, halkın çok büyük ekseriyeti istese de, kabul etmezler. İşte bundan dolayı da Cezayir’de FIS hareketi %85 civarında oy alarak iktidar olduğunda, başta Fransa olmak üzere batılı ülkelerin desteğiyle işbirlikçi orduya hemen darbe yaptırılıp, o günden bugüne on binlerce Müslüman'ı katleden bir süreci işlettiler. Daha sonra da Filistin’de vahye dayalı bir hükümet kurmak üzere örgütlenip, İslami bir davet gerçekleştirerek, halkın çok büyük ekseriyetinin de (%65) desteğini alan HAMAS ve destekleyen Müslüman halk büyük acılara ve zulümlere sebep olan baskı, yasak, kuşatma, ambargo, saldırı ve katliamlarla muhatap kılındılar, sonuçta Filistin’de hükümet olmaları engellendi. Bu son dönemde de Mısır’da %52 oyla iktidar olan İhvan temsilcisi Mursi darbeyle devrilerek yine seçim geçersiz kılındı.
Dünyanın bütün demokratları, her seferinde utanmadan bu vahşetleri sessizce seyrettiler. Putlarına sahip çıkıp, “demokrasiye göre halka sunduğu projesiyle halkın çoğunluğunun desteğini alan, vaat ettiği İslami yönetim biçimiyle yönetmek üzere hükümeti kurmalıdır” demediler ve putlarını kolayca yediler. Çünkü demokrasinin, aynı materyalist seküler modern paradigmanın ürünü olan liberal ve sosyalist sistem ve yönetim biçimine izin verdiğine, ama ilahi vahyin belirleyiciliğine dayalı bir proje ve sistemin uygulanmasına karşı olduğuna inanmaktadırlar. Zaten demokrasi de esas olarak işte budur. Yani demokrasi seküler aklın ürettiği ve acıkınca yediği putudur.
Batılı Emperyalistlerce Defalarca Demokrasi Deliğinden Isırılan Müslümanlara Aynı Delikten Tekrar Isırılmak Yakışmamakta
Radyo Denge: Amerikancı ordu ve yargı bürokrasisi emirlerinde olduğu halde, başlangıçta İHVAN'ın seçime girip hükümet olmasına engel olmayıp sonra henüz bir yılını doldurmuşken neden müdahale ettiler?
Pamak: Tunus’ta ortaya çıkan bir kıvılcımla halkların birikmiş öfkesinin patlamasıyla başlayan Ortadoğu halk ayaklanmaları sürecinde, isyan eden halkların önü Tunus ve Mısır’da batıcı generallerin kontrolünde açılmıştı. Bu ani patlama karşısında önce bir an şaşıran, sonra ise süratle toparlanıp yönlendirmeye çalışan batılı emperyalist devletler (ABD ve AB) muhtemelen “Nasılsa generaller laik, seküler batı zihniyetini temsil ediyorlar, eğer İslami kadrolar hükümet olurlarsa, işbirlikçi orduları ve kendi ekonomik gücümüzü, uluslararası sermaye kuruluşlarını kullanarak onları terbiye eder yönlendiririz” diye düşündüler. Özellikle de, gerek ülke olarak Mısır’ın, gerekse en güçlü toplumsal kesimi olan İhvan’ın Arap İslam alemi içindeki merkezi ve etkileyici konumu Mısır’daki ayaklanmaların bir yandan yönlendirilmesini, diğer yandan da varacağı nokta bakımından sonucunun beklenmesini gerektirdi. Bu sebeple Firavunun askerleri kan dökmeden halkın yanında yer aldıkları görüntüsü verdiler. Halbuki Suriye ordusundan daha güçlü ve ABD destekli bu işbirlikçi ordu çok daha büyük katliamlarla Firavun yönetimini korumaya teşebbüs edebilirdi. Ama o zaman sonucun nereye varacağı belli olmazdı. Bu sebeple batıcı Amerikancı ordu ve yargı bürokrasisini kullanarak yönlendirmek daha makul geldi.
Aynı orduyla daha baştan müdahale mümkünken bunu yapmayıp iktidara gelmesine fırsat verilen Mursi’nin emperyalistlerin çıkarları istikametinde uygulamalara zorlanması için çaba gösterdiler. Bu arada Mısır ve Tunus’daki gidişat netlik kazanana kadar diğer ülkelerdeki ayaklanmaları baskı altına aldılar, Suriye’de ise Esed’in katliamlarına göz yumdular. Sonraki süreçte ise, istedikleri yöne sevk edemeyince, arzu ettiklerini Mursi’ye yaptıramayınca Mısır’a müdahale edip istedikleri rejimi kurdurdular. Suriye’de ise, direnen onurlu Müslümanları Esed’in tüketmesi için katliamları seyretmeye devam ediyorlar. Müslümanlar kırılınca, güçsüzleşince ya da bu zulme dayanamayan halk sizin liberal laik demokrasilerinize razıyız deyince Esed’i bir günde devirip istedikleri rejimi kurmak isteyeceklerdir. Allah fırsat vermesin ve direnen Müslümanları muzaffer kılarak bu oyunlarını bozsun, tuzaklarını başlarına geçirsin inşallah. Ancak bölge Müslümanlarının da, daha uyanık olmaları, basiret ve ferasetle bu oyunları görüp, tevhidi istikameti koruyarak, bu oyunları bozarak, emperyal projeleri yırtarak ve halklarını İslam'a kazanarak ilerlemeleri gerekiyor.
Radyo Denge: Emperyalist demokrasilerin bölge üzerinde bu derece belirleyici olmak ve halkların kaderlerini belirlemelerini engellemek için bu kadar ısrar etmelerinin ve bunca masum kanı akıtmalarının sebebi nedir?
Pamak: Bütün bu proje, baskı ve yönlendirmelerle ulaşılmak istenen en temel amaç, İslami adalet sisteminin Müslüman halkları yeniden kuşatır hale gelmesini ve tüm dünya insanlığını kurtaracak Kur’ani mesajın tıpkı tarihte olduğu gibi yine bu bölgeden dünyaya yayılmasını önlemektir. Temel amaç, Vahye dayalı İslami hayat tarzının, siyasal, ekonomik ve hukuki boyutlarıyla bütüncül olarak bir ülkede de olsa ümmetin pratiğinde uygulanarak dünya insanlığına sunulmasıyla uyanışa yol açmasını ve sonuçta da kendi liberal-kapitalist demokratik sömürü düzenlerinin sonunu getirmesini engellemektir. Tabii ki bunun yanında diğer iki önemli amaçtan birincisi, emperyalizmin bölgedeki hegemonyasını koruma amacıyla bölgeye konuşlandırdığı İsrail'in bölgedeki varlığını ve giderek yayılıp yerleşmesini güvence altına almak iken, ikincisi, bölgenin enerji kaynakları ile nakil yolları üzerindeki hakimiyet ve sömürü çarklarının sürekliliğini sağlamaktır. İşte bu üç amaçla, bölge halklarının kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarına asla müsaade etmek istemezler. Yapılacak şey tevhidi istikameti her şartta koruyarak tevhidi ümmeti inşa etmeye kilitlenmektir. Kuşatma altındaki batıl sistemler içinde hükümet arayışlarıyla oyalanmaktan kurtulup vahiyle bölge halklarını Müslüman toplumlar haline dönüştürmeye yoğunlaşmaktır. Kur'ani inkılabı gerçekleştirmek amacıyla takip edilecek Nebevi yöntemde tavizsiz bir ısrarı sürdürerek sonuçta Allah'ın yardımını hak edecek bir hali kazanmaya çalışmaktır.
Verdiğimiz örneklerde görüldüğü üzere Müslümanlar, on yıllardır hak-batıl karışımına yol açan demokratikleşme eğilimleriyle, defalarca aynı delikten ısırılmaya devam etmektedirler. Müslümanlar bu basiretsizlikten artık kurtulmalıdırlar. Bunun için, hepimiz Allah’ın vaat ettiği yardımını hak edecek tevhid eksenli tavizsiz ve uzlaşmasız bir İslami mücadeleye adanmalı ve O’nun yardımı geldiğinde de, Allah’ın izniyle bize hiçbir gücün galip gelemeyeceği bilinciyle hareket etmeliyiz. İslami bir toplumsal değişim yaşanmadan, toplum İslami adalet sistemiyle yönetilmeye müstahak hale gelmeden, yeterli hazırlık ve birikim yapılmadan, bütün halk kesimlerinin despotizme karşı ayaklanmasından İslami iktidar çıkarmak için acele etmemeliyiz.
Suud ve Körfez Ülkeleri ile İran ve Esed, Darbeci Sisi'nin İsrail'i Rahatlatan İhvan Tasfiyesine Olduğu Gibi, HAMAS'ın Tasfiyesine de Sıcak Bakıyorlar
Radyo Denge: Batılı ülkeler için, Mısır'da ihvanı saf dışı bırakarak, Suriye'de Esadı iktidarda tutarak İsrail'e destek verdiler diyorsunuz. Peki İhvan'ın devrilmesinde Suudi Arabistan'ın ve bazı körfez ülkelerinin katkısı olmadı mı? Ayrıca Esad'ın iktidarda kalmasında İran ve Hizbullah'ın desteği yok mu?
Pamak: Batılı demokratik emperyalist güçler, doğulu emperyalistlerle “yeni soğuk savaş oyunu” senaryosunda danışıklı dövüşle, bir yandan darbeyle Mısır’ı İsrail için tehdit olmaktan çıkarırken, diğer yandan da Suriye’de direkt ya da katliamlarına susarak dolaylı destek verdikleri Esed katilinin Müslüman Suriye halkına soykırım uygulamasını teşvik etmek suretiyle, orada da bir diğer İhvan yönetiminin ortaya çıkmasını engelleyerek İsrail’e ikinci bir hediyeyi sundular.
Bugün artık bölgede üç mescidimizi işgal altında tutan işgalci terör devletleri İsrail ve Suudi Arabistan(Amerika) birbirleriyle de yardımlaşıyorlar. Darbeyle Mısırı işgal edip Müslümanları katleden faşist general Amerikan köpeği Sisi’yi her ikisi birlikte destekleyip ortak düşman gördükleri İhvan’a saldırtıyorlar. Alçak Suudi çetesi ve Körfez emirliklerinin zalimleri, Müslüman halkların kaynaklarından çaldıkları milyarlarca petro-dolarlarını Mısırlı Müslümanları daha çok katletsin ve İsrail’e destek versin diye Siyonist yandaşı faşist generale aktarıyorlar. Böylece üç mescidi işgal altında tutanlar, İslam ve Müslüman düşmanlığında birleşip, faşist Mısırlı generallere destek ekseninde dolaylı olarak da olsa yardımlaşıyorlar. İsrail’in petrol ihtiyacını Körfez monarşileri, doğalgazını Mısır karşılıyor. İsrail’in bölge ülkeleriyle ticareti sürüyor. Suudi Arabistan’ın İran’ı vurması için İsrail’i teşvik ettiği medyada yer alıyor.
İsrail Savunma Bakanlığı’nın politik ve askeri ilişkileri ile ilgili departmanın yöneticisi olan Amos Gilad'ın “Her şey yeraltından yürüyor, hiçbir şey kamusal değil. Ama bizim Mısır ve Körfez Ülkeleri ile aramızdaki güvenlik işbirliğimiz eşsizdir. Bu dönem Araplarla güvenlik ve diplomasi ilişkilerimizin en iyi dönemidir” demesi, hem İsrail'in hem de Suudi Arabistan'ın gelecek yıllardaki yeni Ortadoğu tasavvuruna dair önemli bir açıklama olarak medyada yer aldı. ABD'li araştırmacı yazar David Hearst de The Huffington Post'ta yayınlanan makalesinde, açığa çıkan bu ilişkileri incelediği yazısında, Gazze saldırılarıyla ilgili ilginç iddialara da yer verdi. Hearst, İsrail'in saldırılar için Suud'dan onay aldığı ileri sürerek şunları yazdı: "Gazze saldırısı Suud Krallık onayı ile gerçekleşmiştir. Bu onay İsrail’de herkesin bildiği bir sır gibidir ve hem eski hem de mevcut savunma görevlileri bu konu açığa çıktığında rahatlamışlardır". "Mossad ve Suudi istihbaratı düzenli aralıklarla görüşmektedirler. Hatta Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin devrilmesi sürecinde iki istihbarat kurumunun yetkilileri İran hava sahasına yönelik bir saldırının planlarını yapmaktaydı. Bu saldırıyla İran’ın nükleer programına yönelik bir sabotaj planlamaktaydılar. Hatta Mossad’ın İran’a yönelik pahalı operasyonlarının Suudiler tarafından finanse edildiği iddiaları da mevcuttur". (Kaynak: www.middleeastmonitor.com/ Dünya Bülteni).
İşbirlikçi Suud ve Körfez ülkelerinin de Mısır darbesine destek vererek, İslami mücadelenin en sivil ve silahsız hareketi olan İHVAN'ı terör örgütü olarak niteleyip yasaklamaya çalıştıkları bir süreçte, ABD Temsilciler Meclisi'nde Cumhuriyetçi 7 milletvekili, Müslüman Kardeşler'in terör örgütü ilan edilmesini öngören tasarı sunmuş bulunuyor.
İşte böylece doğulu ve batılı emperyalistler terörist İsrail’i iki taraftan Müslüman İhvan yönetimleriyle kuşatılma riskinden kurtarıp güvence altına alarak, onun vahşi işgalini sürekli kılmak için, hem Filistin, hem Suriye, hem de Mısır’da yüz binleri aşan katliamlarla, milyonları aşan sürgün ve mülteci yığınları oluşturarak, Müslüman halkı kitlesel idam kararları ve yasaklarla kuşatarak tam bir vahşet ve baskı rejimi olan bölgedeki statükoyu alçakça sürdürüyorlar. Bunların gerek bölgedeki halkların kaderleri üzerinde söz sahibi olmasını engelleyen, gerekse İsrail terör devletini güvence altına almayı hedefleyen bütün emperyalist politikalarının en önemli destekçileri de başta Suud ve körfez ülkeleri olmak üzere bölgedeki despot yönetimlerdir.
Radyo Denge: Böyle olunca da İsrail Filistin'i ezmekte ve özellikle temel direniş unsuru olan HAMAS ve İslami Cihad'ı tasfiye etmekte daha bir cesur davranma imkanına kavuştu galiba ne dersiniz?
Pamak: Suriye ve Mısır Müslümanları İsrail'in istediği gibi ekarte edilince, Siyonist terör devletinin korkulu rüyası olan İHVAN yönetimlerinin bu iki ülkede söz sahibi olması engellenince ve "Arap Baharı" olarak nitelenen Halk ayaklanmaları eğiliminin önü Mısır, Suriye, Ürdün, Yemen vb ülkelerde kesilince katil Siyonistler daha azgın biçimde Filistinli Müslümanları sıkıştırmaya başladılar. Darbelerle, dış müdahalelerle bölgedeki halkların iradelerinin bastırılması, despot yönetimlerin katliamlarla Müslüman halkları yok etme politikalarının desteklenmesi sonucu ortaya çıkan çatışma, kamplaşma ve kaos ortamı İsrail ve arkasındaki emperyalist güçlerin işini kolaylaştırdı. Üstelik Afganistan ve Irak işgallerine ABD'ye dolaylı destekçi konumunda yer alan ve sonrasında ABD'nin çekilirken Irak'ı onun nüfuz alanına terk ettiği İran'ın ve güdümündeki Hizbi Lübnan'ın bile Suriye diktatörü katil Esed saflarında savaşa iştirak etmesi, bölgedeki gerginliğin artışında önemli rol oynadı. Ayrıca İran destekli Maliki diktatörlüğünün dayanılmaz zulümleri sonucunda Suriye-Irak ekseninde bir mezhep savaşına doğru zemin kayması yaşanınca (Allah daha beterinden muhafaza eylesin), farklı İslami Sünni grupların bile birbirini katletmeye doğru kışkırtılıp bu konuda sonuç alınması da sağlanınca, bütün bu ortam Siyonist terör devleti yöneticilerinin özgüvenlerini ve cesaretlerini daha da arttırdı.
Hele IŞİD gibi, ne olduğu, neyi temsil ettiği ve hedefinin, amacının ne olduğu konusunda bir çok soru işareti barındıran bir silahlı örgütün bir anda bölgede geniş bir alanda hakimiyet kuracak ve "hilafet" ilan edecek kadar önünün açılması dikkat çekicidir. Suriye'de yıllardır direnen muhalif İslami gruplara Esed'e karşı galip gelmeleri için gerekli ağır silahlar verilmezken ve orada çok büyük bir katliamın yaşanmasına göz yumulurken, IŞİD'in en ağır silahlara sahip olmasına ve giderek güçlenmesine göz yumulması anlamlıdır. IŞİD bu güçle hem Maliki diktatörlüğüne karşı haklı öfke birikimi olan Sünni kesimlerin desteğini de arkasına alarak, emperyalizmin projelerine destek anlamında mezhebi ve meşrebi çatışmaları tırmandırarak bölgedeki kaosu arttırmaktadır. Hem Suriye'deki direnişi arkadan vurarak Esed rejimine hizmet etmektedir. Hem Şii-Sünni, Müslim-Gayrımüslim, Yezidi-Hıristiyan ayırmadan kendisinden olmayan ve kendisine biat etmeyen tüm insanları düşman ilan edip katletme yetkisini ve hakkını kendisinde gören kör bir şiddeti esas alarak şer'i tüm ölçü ve hudutları cüretkarca aşmaktadır. Hem de tüm bu İslam'a aykırı "kafa kesme", sokaktaki insanları rastgele tarama kabilinden caniyane uygulamalarını "Allah-u Ekber" nidalarıyla gerçekleştirip görüntülerini yayınlayarak insanları İslam'dan nefret ettirecek işler yapmaktadır. Bütün bunlarla, merhamet ve adaletle, güzel ve hikmetli bir üslup ve ahlaklı bir örneklikle gönüllerinin kazanılması gereken insanları korkutarak İslam'dan nefret ettirmekte ve böylece İslam düşmanlarının tepe tepe kullanacakları elverişli malzemeler üretmektedir. Ayrıca bölgedeki kaosu arttırarak emperyal projelerin kullanacağı, hegemonyasını sürdürmek için istismar edebileceği alanlar açmakta, onların işini kolaylaştırmaktadır.
Bölge Ülkeleri Doğulu ve Batılı Emperyalistlerin Projelerine Figüran Olacaklarına, İnisiyatif Alıp Sorunları Bölgede Çözen Aktörler Olmalıydılar
Radyo Denge: Size göre bölge ülkeleri ne yapmalıydılar, emperyalistlerin kullanacağı bu ortamın oluşmasını engellemek için?
Pamak: Başından beri söyleyerek, yazarak çağrıda bulunduğum zemin şuydu: bölge ülkeleri çıkar eksenli politikalarla emperyalistlerin bölge için yazdıkları senaryoların figüranları olacaklarına, değer eksenli özgün yerli politikalarla, bölge halklarının barış içinde birlikte yaşayabilecekleri inisiyatifler geliştirebilseler ve bölgenin aktörleri olarak hiç değilse görece bağımsız politikalar üretip çatışmayı değil barışı egemen kılsalardı bu noktalara gelinmezdi. Batılı ve doğulu emperyalistlerin safına kayıp bölgede cepheleşeceklerine, inisiyatif alıp bölgenin sorunlarını bölgede geliştirecekleri yerli ve özgün politikalarla çözmeyi deneselerdi ve böylece bölge halklarının kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarının önünü açsalardı, sonuçta da despot, diktatör yönetimlerin tasfiye olmasının yolunu açıp zulümlerini engelleyebilselerdi, bölge sadece emperyal projelere hizmet edip yerli halklara zarar veren bugünkü kaosa sürüklenmezdi. Tabii ki sonuçta, IŞİD benzeri kör şiddet eksenli grupların istismar edip yeşereceği, güçleneceği ve kolayca maniple edilip yönlendirilebileceği ortamlar oluşmazdı.
Ama maalesef İran ve Suriye doğulu emperyalistlerin safında (Irak hem doğulu hem de batılı emperyalistlerin oyuncağı), Türkiye, Suud, Körfez, Ürdün ve Sisi'nin Mısır'ı Batılı emperyalistlerin safında yer alarak emperyalistlerin ve İsrail terör devletinin projelerinin figüranı olmak durumuna düştüler ve bu çıkar eksenli çatışmacı yöneliş sonucunda bölge de bugünkü kaosa sürüklendi. Türkiye'nin Batı safında yer alarak Suriye ve Mısır Müslümanlarını yanlış yönlendirmesi ve üstelik aynı süreçlerde Küreciğe İran'a karşı İsrail'i koruma amaçlı NATO Füze Savunma Radarının konmasını sağlayınca İran'ın kendisini daha da güvensiz hissedip katil Esed Baas rejimiyle daha fazla bütünleşmesine ya da bunun için kendisine mazeret bulmasına yol açtı. Bu gelişme ise, İran ile Türkiye'nin bölgede çözüm üretmek üzere ortak inisiyatif geliştirmelerinin de önünü kesmiştir. ABD öncülüğünde Batı bazen "Şii Blok" olarak adlandırılan İran ve müttefikleri Irak ve Suriye'nin önünü açıp desteklemekte, bazen de tam tersini yaparak "Sünni Blok" olarak adlandırılan ülke ve grupların önünü açmaktadır. ABD öncülüğündeki emperyalist odaklar sürekli bölgedeki bu iki kesimin gerginlik ve çatışma içinde olmasını istemekte ve bunun için elinden geleni yapmaktadır. Sonuçta bu iki kesimin ve diğer gruplaşma ve cepheleşmelerin sürekli birbirini yorup, zayıflatmaları, tüketmeleri sağlanarak, sonuçta bu kaos ortamında oluşan boşluk her seferinde bu emperyalist odaklar tarafından doldurulup bölgedeki egemenliklerinin sürmesi temin edilmektedir. Bu durum da, hem emperyalistlerin bölgeyle daha kolay oynamalarının önünü açmakta, hem de İsrail terör devletinin Filistin ve bölge üzerindeki projelerini uygulamaya koymakta daha da cesaretlenmesine, azgınlaşmasına sebep olmaktadır.
Gerçi Batıya ve onların seküler demokrasilerine güvenerek Suriye ve Mısır politikalarını Batı safında belirleyen ve bölge halklarını laik, liberal demokrasilere yönlendirmeye çalışan, Suriye'de ise "Suriye'nin dostları" yalanına inanarak silahlı mücadeleye cesaretlendiren Türkiye, daha sonraki süreçte her ikisinde de yalnız bırakılıp kazık atılınca uyanıp öfkeyle tepki göstererek Batıdan görece bağımsız yerli politikalar üretmeye kalkışınca da, "Gezi" ve "Gülenist" operasyonlarla baskı altına alınıp terbiye edilmeye çalışıldı. Bu süreç henüz devam ediyor.
Diğer taraftan, Suudi Arabistan Mısır’daki faşist Sisi'nin gerçekleştirdiği askeri darbenin baskı, yasak ve katliamlarının arkasındaki önemli güçlerin başında geldiği gibi, İran'ın ve Lübnan'daki Hizbinin de, Suriye’deki Esed-Baas despotizminin, Irak’taki Maliki diktatörlüğünün sürmesi adına bu ülkelerdeki Müslüman halkların katledilmesine, baskı ve yasaklarla kuşatılıp sindirilmesine destek verdiği biliniyor. İran’ın Suriye’de ve Irak’ta yok etmek istediği kesimlerle, Suudi Arabistan’ın Mısır’da yok etmek istediği kesim birbiriyle inanç ve siyaset bakımından örtüşen ve genel olarak İHVAN olarak adlandırılabilecek kesimler. Ayetullah Hamaney’in haber sitesi ABNA'da açıkça “BAAS rejimine karşı ihanet ilişkilerine giren HAMAS” gibi cümleler kuruyor ve “Filistin halkı bu ihanet örgütünden kurtulmaya ve tarihsel direniş değerlerine sahip çıkacak yeni hareketin etkinleşmesi için çaba göstermeye" davet edilmektedir.
Suudi Arabistan Kralı Abdullah Gazze’de gerçekleştirilen İsrail katliamlarına uzun süre susuyor, ancak katliam ileri boyutlara ulaşınca üç hafta sonra mecburen yaptığı açıklamada İsrail'i kınayıcı tek bir cümle kurmaktan kaçınıyor. Ama zalim Kral, Hamas’ı ima ederek; "Teröristlerin ve terör örgütlerinin yaptığı İslam ile bağdaşmaz" diyebiliyor. Sonuçta birbirine karşı düşmanlık yapan ve Müslüman halkları "mezhep" eksenli kutuplaşmaya ve çatışmaya kolayca sürükleyebilecek politikalar güden bu iki devlet (İran ve Suud), tersinden İHVAN'ın Suriye, Mısır ve Filistin'de tasfiyesi konusunda İslam düşmanı katil terör devletleriyle aynı ortak paydada buluşup, aynı hedefe saldırabiliyorlar. Bu hal, ilkesizliğin girdabında savrulmaktan ve ahlaki vazgeçilmez ölçülere sahip olmamanın sonucunda çıkarların putlaştırılmasından başka bir şey değildir.
Finansmanını daha çok Suudi Krallığının temin etmesi yüzünden onun etkisi altındaki İslam İşbirliği Teşkilatı'nın (İİT) Genel Sekreteri Medeni ise, ancak Katliamın başlamasından yaklaşık bir ay sonra yaptığı açıklamada; "İsrail ile ilişkileri bulunan tüm ülkeleri, masum insanları ve vatanlarını parçaladığı, öldürdüğü gibi ellerindeki en değerli şey olan dinlerini ayaklar altına alan bu devletle ilişkileri yeniden gözden geçirmeye çağırıyorum" gibi kendisinin de zevahiri kurtarma çabasından başka bir anlam taşımadığını bildiği anlamsız açıklamalarla içinde düştüğü utançtan kurtulmaya çabalıyor.
İşte Siyonist katiller, bölgedeki bu durumun bilgisine sahip oldukları için, artık Suriye ve Mısır İHVAN'ına yapılanların benzerini, ABD, AB, Ürdün ve Sisi desteğinde HAMAS'a karşı da gerçekleştirip onu tamamen tasfiye edebileceklerine, Filistin direnişini kırabileceklerine inandılar. Siyonist İsrail, Mısır'da İHVAN'ı tasfiye planı başlatan darbeci Sisi'ye destek veren ABD, AB, Rusya vb. emperyalist güçlerin ve onların güdümündeki BM'in, kendisinin İHVAN'ın Filistin'deki kardeşi HAMAS'ı tasfiye etme, yok etme saldırısına karşı da sessiz kalacaklarının, hatta destek vereceklerinin güvencesi altında yeni provokasyonlara girişti.
Bugün gelinen noktada yanılmadığını fiilen de gören İsrail terör devleti çeteleri, umdukları ve buldukları büyük Batı desteği altında, önce Mescid-i Aksa'yı zaman ve mekan bazında Yahudilerle Müslümanlar arasında bölme planlarını uygulamaya koydular. Mescidi Aksa'ya girişleri denetim altına aldılar ve Mescidi zaman zaman Yahudilere açıp çatışmalar çıkardılar. Ayrıca yeni yerleşimler gerçekleştirerek işgallerini daha da ilerletmeye çalıştılar. Yani sürekli saldırgan taraf oldular, tahrik edici provokasyonlar yaptılar ve saldırı için bahaneler oluşturmaya çalıştılar.
Bahaneleri Yalan Çıkan İsrail'in Esas Amacı HAMAS'ı Tasfiye Edip Direnişi Kırmak ve Gazze Doğal Gazına El Koymaktır
Radyo Denge: İsrail'in bu saldırısının bahanesi olarak kullandığı üç İsrail'li gencin kaçırılıp öldürülmesi iddiasının da uydurma olduğu ortaya çıktı galiba?
Pamak: Evet başta bu bahaneyi kullandılar, HAMAS asla kabul etmedi. Ama daha sonra bizzat İsrail polis yetkililerinin bile itirafıyla İsrail'li üç genci HAMAS'ın katletmediği gerçeğine rağmen, bu suçu HAMAS'a yıkarak yeni saldırı planlarına mazeret oluşturdular. Anlaşılmaktadır ki, Gazze'ye yönelik planlarını uygulamanın önünde engel gördükleri HAMAS'ı ezip yok etmekten başka bir gerekçeleri söz konusu değildir. Bunun sebeplerinden birisi de Gazze açıklarındaki doğalgaz rezervlerini İsrail egemenliği altına almaktır.
Merkezi Londra’da bulunan Global Resources Partnership’ın yönetim kurulu başkanı olan Öğütçü'nün açıklamlarına göre esas hedef HAMAS'ı tasfiye edip Gazze açıklarındaki doğalgaz kaynaklarını ele geçirmektir. "BGG, İsrail’e bitişik Filistin karasularında yer alan 30 kilometre açık denizde, 600 metre derinlikte Gazze Marine’de (Gaza Marine 1 ve Gaza Marine 2) ticari ve işletilebilir yaklaşık 280 milyar metreküplük gaz rezervleri buldu. Yapılan anlaşmaya göre; "Hukuki bakımdan Filistin’e ait olan bu gazın satılması ve paranın Washington ve Londra tarafından kontrol edilecek uluslararası bir hesaba Filistin adına yatırılması konusunda anlaşma sağlandı. Gaz, İsrail’e satılacaktı. Filistin, elde edilecek geliri askeri amaçlarla kullanamayacak, sadece bölgenin kalkınması ve altyapısına harcayacaktı". İsrail’de hükümet değişikliği olması, bu arada Gazze’de HAMAS’ın seçimle işbasına gelmesi ve satılacak gazın fiyatı konusunda ihtilafın derinleşmesi sonrasında bu anlaşma rafa kaldırıldı.
İstanbul Bilgi Ünv. Öğretim Üyesi Dr. Karahan da, bu konuda aynı şeyleri söylüyor ve "'Koruma Hattı Operasyonu', esas itibariyle İsrail'in 2008-2009 döneminden sonra yaptığı ikinci kanlı 'Enerji Hattı Operasyonu'dur" diyor. 1999'da Filistin Yönetimi'nin, bölgedeki doğalgazın araştırılması amacıyla British Gas Group'a (BGG) münhasır hak vermesinin hemen ardından şirketin doğalgaz bulduğunu açıklamasıyla birlikte, BGG, Filistin Yönetimi'ne bağlı Consolidated Contractors Company ve Filistin Yatırım Fonu arasında 25 yıl süreli bir anlaşma imzalandı.' Ancak, Şaron ve sonrasında iktidara gelen bütün İsrail başbakanlarının Gazze'nin kendi doğalgaz gelirlerinden faydalanmasına engel olmaya çalıştılar. İsrail, Hamas'ın bu gelirden faydalanmasına ve böylece İsrail için daha büyük bir tehdit unsuru oluşturmasına müsaade etmek istemiyor. Bu nedenle, çözüm olarak, Hamas'tan kurtulma planını devreye sokmaya karar verdi. 'İsrail, Filistin'e ait rezervleri de kendi enerji çemberine alarak güç kazanmak ve Doğu Akdeniz'deki enerji koridorunda aktör olmayı istiyor'.
Sonuçta da bu tür arka plan hedefler güderek, zaten kuşatma altında tuttukları, her türlü imkânsızlıklar içinde sefalete mahkum ettikleri Gazze Müslüman halkına karadan, havadan, denizden saldırıya geçtiler. Çoğu çocuk ve kadın olan yüzlerce masum sivil insanı alçakça katlettiler ve daha fazlasını katletmeyi sürdürüyorlar. Sahilde oynayan çocukları bile füzelerle parçalayacak kadar vahşi bir saldırıyı tüm dünyanın sessiz, hatta destekleyen bakışları altında sürdürüyorlar. İnsanı, fıtratını bozarak hayvandan aşağı düşüren modern seküler şirk paradigmasının ürettiği sapkın kültürün kaçınılmaz sonucu budur; zulüm, haksızlık, sömürü ve adaletsizlik. Bu sebeple, Batının bölgemizdeki terörist Siyonist temsilcisinin bu vahşi katliamına itiraz eden, eleştiren, kınayan ve Siyonist katillere yaptırım için harekete geçen tek bir uluslararası kuruluş ve devlet çıkmıyor.
Türkiye'deki Gezi vandalizmine yönelik polis müdahalesine gösterdikleri tepkinin çok düşük bir versiyonunu bile, Siyonistlerin en güçlü silahlarla gerçekleştirdikleri bu vahşi saldırı ve çocuk katliamları karşısında gündeme getirmiyorlar. Başta ABD ve AB olmak üzere bütün emperyalist devletler ve onların güdümündeki başta BM olmak üzere tüm uluslararası kuruluşlar, insanlık onuruna sahip çıkmak ve işlenen ağır insanlık suçunu kınamak ve engellemeye kalkmak yerine, hep birlikte "İsrail'in savunma(!) hakkını(!) destekliyoruz, ama katliamda fazla ileri gitmese iyi olur" kabilinden zalimden yana alçakça açıklamalar yapıyorlar. İslam coğrafyasındaki tüm krallık, şeyhlik, diktatörlük yönetimleri ise zaten batılı emperyalist efendilerinin kâhyaları olarak ya İsrail'i doğrudan destekliyorlar ya da suskun kalarak dolaylı biçimde zalimin safında yer almış bulunuyorlar.