“Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hakimlere (rüşvet olarak) vermeyin.” (Bakara: 188)
Okumuş olduğum bu ayet, çok büyük bir hukukî ve sosyal esası içine almaktadır. Bu öyle bir sosyal hayat tesisinin başlangıcıdır ki buna riayet eden insanlar, mahkumluk bağından kendilerini kurtararak mutlulukla yaşarlar, zalimlerin zulüm pençesine düşmezler. Ancak bunu hakkıyla tatbik edebilmek sağlam bir irade ile teslimiyet, itaat ve ihlasla yani takva ile mümkündür.
Ayet-i kerimede hitap Müslümanlara yöneliktir. Birbirlerinin mallarını haksızlıkla yemeleri ya da başkalarının mallarının bir bölümünü yemek için haksız yere, bile bile yöneticilere peşkeş çekmeleri yasaklanıyor ve bunun ne büyük bir günah olduğu vurgulanıyor.
Ayet-i kerimenin yasama nitelikli yeni bir bölüm olduğu açıktır. Evet, ayetin akışından hitabın mü’minlere yönelik olduğu anlaşılıyor. Ancak ifadenin mutlak oluşu, kalıcı bir direktif ve bütün insanları kuşatan evrensel bir mesaj içerdiğini vurgulamaktadır.
Bu ayet-i kerime borçlu olduğuna dair bir delili olmayıp da bunu inkar eden birisi hakkında nazil olmuştur. Adam, haram yediğini, haksız olduğunu bile bile kadı huzuruna çıkmak istiyordu. Adama “zalim olduğunu bildiğin halde, kadı huzuruna çıkıp kendini müdafaa etme!” denilmiştir.
Sahih-i Buharî ve Müslim’de varid olduğuna göre; Ümmü Seleme, Rasulullah (S)’in şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Şüphesiz ki, ben de sizin gibi bir beşerim. Hasımlar benim yanıma gelirler, olabilir ki, biriniz diğerinden daha kuvvetli müdafaaya muktedir olur da, haksız olduğu halde onun lehine hüküm vermiş olabilirim. Kimin bu hareketinden dolayı hakkında bir hüküm vermişsem, bilsin ki o, ateşten bir parçadır. İster onu taşısın, isterse onu bıraksın. Bunun üzerine adam davasından vazgeçti ve arazisini asıl sahibine iade etti.”
Böylece Rasulullah (S), davalar hususunda, onları bildikleri hakikatlerle baş başa bırakıyor. Hakimin hükmü, haramı helal kılmaz; helalı da haram kılmaz. Hüküm dış görünüşe göre verilir. Günahın aslı hile yapana aittir.
Kısasta, vasiyette ve oruçta olduğu gibi, muhakeme ve mal hususunda da İslam, meseleyi takvaya bağlıyor. Bütün bunlar ilahî nizamın birer cüz’üdür. Ve hepsinde takvanın hakim olması gerekir. Bu ilahî nizam, bir birlik halindedir. Asla bölünüp parçalanamaz. Bu nizamın bir tarafını alıp, bir tarafını atmak, Kur’an’ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar etmek gibidir.
Hutbemin başında okuduğum ayet-i kerimede, yalan şahidlik, yalancılık, suret-i haktan görünen batıl delil, kandırma amaçlı iddia, bile bile hakkı batıl, batılı da hak göstermeye yönelik söz cambazlığı yasaklanmıştır. Ayet’in içerdiği direktif ve yasaklayıcı ifade son derece etkileyicidir. Aynı zamanda Kur’an’ın hakkı egemen kılmaya, yerleştirmeye, insanlar arasında adaleti yaymaya, batılı, haksızlığı, düzenbazlığı ve yalancılığı bertaraf etmeye ilişkin genel misyonu ile de örtüşmektedir. Aynı etkiyi Peygamberimizin konuya ilişkin ifade ettiğimiz hadisinden de anlıyoruz. Böylece Kur’anî direktifle nebevî uyarı, her zaman olduğu gibi bir kez daha örtüşmüştür.
Muamelelerinizde birbirinizin malına ve hukukuna iyi riayet ederseniz, yaptığınız anlaşma ve sözleşmelerde haksızlıktan, tartışmaya sebep olacak ve işi mahkemelere düşürecek bozuk şartlardan sakınırsanız; hakimlere, hükümetlere boyun eğmekten kurtulursunuz.
İslam, servet kazanma ve geçimi temin etmede, helalle haramı birbirinden önemle ayırır. Bir taraftan özgür bir şekilde hayatını kazanması için insanlara gayret ve çalışma yolunu açar, insanın alın teri ve bilek gücüyle kazandığının hepsini kendisi için meşru mülk kabul eder, öte yandan, iktisadî çalışmalarda helal ve haram sınırlarını da oluşturur. Bu esasın gereği olarak kişi, kelimenin tam manasıyla helal yollardan rızık kazanmada özgürdür. Helal yollarla dilediği gibi ve dilediği kadar rızık kazanması, mülkiyet elde etmesi meşrudur. Kazandığı servetin meşru sahibi olur. Hiç kimsenin, onun meşru mülkünü almaya, gaspetmeye hakkı yoktur. Bunun yanında haram yolla çok küçük miktarda da olsa kişiye servet elde etme, mülkiyet kazanma, çalışma gibi bir hak tanınmamıştır. İslam, gayr-i meşru kazancı gerektiğinde zor kullanarak men eder. Meşru olmayan yollarla kazanılıp biriktirilen serveti, biriktirenin meşru malı olarak kabul etmez.
İslam’ın haram kıldığı/yasakladığı belli başlı kazanç şekillerine gelince, bunlar; hıyanet, rüşvet vermek ve almak, gasbetmek, beytü’l-mal’den çalmak, hırsızlık yapmak, zina, fuhşun oluşumuyla ve reklamıyla ilgilenmek, alkollü içkiler imal etmek, faiz, kumar, bahis, hile ve aldatmaya veya zor ve cebre dayanan, ısdırap, düşmanlık ve münakaşaya yol açan veya topluma zarar veren alış-veriş çeşitleri ve stokçuluktur. İslam, insanların çoğunu kullanma hakları olan mallardan uzaklaştıran veya mahrum eden stokçuluğu kesinlikle yasaklar. Bu haram yolların dışında insanın kazandığı bütün servet helaldir. Sermayesini artırmak için meşru kazancını kullanmak hakkı olduğu gibi, ondan bizzat kendisinin faydalanması veya onu hibe ve sadaka yoluyla başkalarına devretmesi de kişinin tabii haklarındandır. Bu meşru serveti, kişi kendisinden sonraki mirasçılarına bırakma hakkına da sahiptir. Burada şu vurgulanmalıdır; meşru olmak şartıyla servete bir tavan sınır oluşturulmaz. Bir mü’min, olabildiği kadar zengin olabilir. Tabii ki helal yollardan olmak şartıyla, bir de İslam toplumuna ve devletine şöyle veya böyle zarar vermemek şartıyla.
Fakat burada şunu da özellikle belirtmeliyiz ki, İslam’ın getirdiği kazanç yolları toplumda tam anlamıyla bir kutuplaşma oluşturacak şekilde sonsuz zenginliğe de uygun ortam sağlamaz.
06.05.2016
Hazırlayan: Emrullah AYAN
Hutbe: Mü’minler! Birbirinizin Mallarını Haksız Yere Yemeyin
4,9K