Table of Contents
Yaklaşık 4 yıldır AKP şemsiyesi altında korunan eski 28 Şubatcı Perinçek zihniyetinin egemenliğinde yeni 28 Şubat süreci yaşanmakta ve iktidardan bağımsız İslâmî çalışmalar baskı altına alınmaya, sindirilmeye ve yıldırılmaya çalışılmaktadır.
Hiçbir zaman şiddete bulaşmamış olan masum tevhid davetçileri ve ilim öğreten hocalar, saçma sapan iddialar ve mesnetsiz iftiralarla verilen ideolojik kararlarla tıpkı eski 28 Şubatta yapıldığı gibi ağır cezalara mahkûm edilmektedirler.
Enson örnekte, yıllardır mesnetsiz iftiralarla ve ideolojik düşmanlıkla içerde tutulan Halis Bayancuk’a daha önce verilen 12,5 yıl haksız ve hukuksuz cezaya ilaveten, bu sefer de başka bir mahkemece, yeni bir 12,5 yıla mahkûmiyet kararı daha verilmiş bulunmaktadır. Perinçek’in “öğrencilerimin yonetimindeki yargı en bağımsız sürecini yaşıyor” dediği, ancak Perinçek zihniyeti olan darbeci İslâm düşmanı Kemalizmin bağımlısı olduğu anlaşılan yargı, ideolojik kararlar vermede adeta birbirleriyle yarışıyor görüntüsü vermektedir.
Son günlerde verilen bu kararda Alaaddin Palevi hocaya da aynı uydurma örgütün, asla var olmayan üyeliğinden 6,5 yıl ceza verilebilmiştir. Daha önce Gülen vesayeti altındaki yargı tarafından haksız yere hapse atılıp zulmedilen Alaaddin Hoca bu sefer de Ergenekoncu-Perinçekçi vesayeti temsil eden yargı tarafından büyük bir haksızlığa muhatap kılınmaktadır.
Son infaz yasası ile “uyuşturucu satıcıları ve birçok kişinin katili mafya babaları” bile serbest bırakılırken, toplumu tevhide, ahlaka, insani erdemlere, fıtratın yoluna ve kurtuluşa çağıran davetçi müslümanlar ısrarla zindanda tutulmak istenmektedir.
Kendilerine bu zulmü reva görenleri tel’in edip kardeşlerimizin yanında yer alarak, zalimleri bu zulme son vermeye, kardeslerimizi serbest bırakmaya ve bugüne kadar yaptıkları haksızlıklar sebebiyle de özür dilemeye çağırıyorum.
Yargıda kendi yasa ve hukuklarına bile bu derece aykırı biçimde, bu derece keyfî ve ideolojik kararlarla bu kadar ağır cezalar, bu kadar kolay verilebiliyor ve yaptıkları yanlarına kâr kalıyorsa, herkes bilsin ki bağımsız hiçbir muvahhid müslüman asla güvende değildir ve her an herkesin başına böyle bir zulüm gelebilecek demektir.
Bu kadar keyfi ve ideolojik davranabilen bir yargı, sırası gelen kişi yada yapıları, iddialarla hiçbir ilgileri olmadığı ve birbirleriyle de müslüman olmaktan başka hiçbir yapısal birliktelikleri ve ortak faaliyetleri olmadığı, hatta bazı temel konularda görüş farklılıkları da oldugu halde, tıpkı Halis ve Alaaddin kardeşlerimizde yaptıkları gibi bir araya toplayıp örgüt cezası vermeye kalktığında buna kim dur diyecektir?
Bu sebeple, bütün müslümanları, güç birliği yaparak, bu tür açık zulümlere ve keyfiliklere karşı direnç oluşturmaya, ittifak halinde karşı koyacak bir iradeyi ortaya çıkarmaya çağırıyorum.
Eski 28 Şubatçıları devlete hakim kılarak yeni 28 Şubata şemsiyelik yapmak suretiyle bu zulümlerin şemsiyesi haline gelen Erdogan başkanlığındaki AKP iktidarını ve maslahatlar adına ona yıllarca destek verip bu zulumlerine engel olmayanları Allah’a şikayet ediyorum.
Kardeşlerimize yapılan bu zulümlerin iyi anlaşılması için, bu sürecin arka planındaki yeni 28 Subat sürecine dair daha önce yaptığım bir analizden bazı bölümleri bir daha okumanızı tavsiye ederek paylaşıyorum:
Yeni Türkiye”de “Yeni 28 Şubat” Zulmü Yaşanıyor
“Arap Baharı” diye adlandırılan sürecin zorbalıkla durdurulmasını müteakip başta Mısır, Suriye, Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn, Yemen, Cezayir, Filistin, Irak olmak üzere bütün Müslüman coğrafyasında, İslam’a ve Müslümanlara yönelik “Küresel 28 Şubat” büyük acılara ve ıstıraplara, işkence, tecavüz ve vahşi katliamlara, açlık ve sefalete yol açarak yaygınlaşırken, Türkiye’de de “Yeni 28 Şubat” AKP şemsiyesi altında eskisinde yapılmayan zulümleri bile yapabilmektedir.
Bilindiği üzere, “Yeni Türkiye” diye yola çıkan Erdoğan ve AKP’nin koruyucu şemsiyesi altında, özellikle 15 Temmuz sonrasında, “Eski 28 Şubat”ın ortakları olan “Ergenekoncu ulusalcı Kemalistler” ve “MHP” ile oluşturulan koalisyona teslim edilen devlet ve kurumlarında “Eski 28 Şubat”ın kadroları yeniden işbaşı yaptılar. Böylece başlayan “Yeni 28 Şubat” sürecinde, “Eski 28 Şubat”ta yapılmayan daha büyük zulümler yapılmakta, bazı konularda “Yeni Türkiye” “Eski Türkiye”yi aratacak uygulamalara imza atmaktadır. Çünkü kendisini muhafazakâr kitleler nezdinde “suret-i hak”tan gösteren bir iktidarın ve siyasi liderinin koruması altında olduklarını bilen “28 Şubat” kadroları bu sefer eskisine göre daha cesur ve daha cüretkâr davranmaktadırlar. Bu sebeple, “Yeni 28 Şubat”ta bağımsız İslami çalışmalara yönelik olarak eskisine göre çok daha ağır saldırılar kolayca uygulamaya konabilmekte, şiddetle ilişkisi olmayan ve şiddet yöntemini açıkça reddettikleri bilinen sivil gruplara ve davetçi Müslümanlara “terörist” muamelesi yapılmaktadır.
Kendi yasalarına bile aykırı uygulamalarda gece yarısı koçbaşları ve balyozlarla kapıları kırılarak Müslümanların evlerine girilmekte ve aile mahremiyetleri en çirkin biçimde ihlal edilmektedir. Üstelik bu evlerde olup da korku ve panik hâlinde uykudan kaldırılan hastalara, yaşlılara, kadınlara ve çocuklara da ayrım yapılmadan zulmedilmiş olmaktadır. Legal dernek ve vakıflar, panzerler, tomalar ve ağır silahlarla kuşatılıp bir “terör” yuvası basılır gibi basılmaktadır. Legal zeminde açık çalışmalar yapan birçok vakıf, dernek ve Müslüman davetçi şahsiyete, hiçbir alakaları olmadığı ve hatta açıkça eleştirdikleri IŞİD benzeri kör şiddete başvuran yapıların damgasıyla yaftalamak suretiyle açık zulümler ve iftiralar yapılmaktadır. Hatta emniyet ve istihbarat raporlarında bile açıkça şiddeti reddettikleri ve “terör örgütü” olmadıkları, IŞİD gibi örgütler tarafından tehdit edildikleri yazılı olan Müslümanlara dahi, ulusalcı Kemalist kesimlerin egemen olduğu yargı tarafından hiçbir delil ortaya konmadan “terör örgütü” ya da “IŞİD” suçlamasıyla ağır cezalar verilebilmektedir.
Şiddeti reddeden ve sivil alanda İslami eğitim ve tebliğ faaliyetleri içinde olan, ancak tek suçları(!) laik siyasi iktidardan ve laik Kemalist sistemden bağımsız muhalif bir çizgide durmak ve iktidar destekçisi, yandaşı olmamak olan bu tür legal kuruluşlara ve öncülerine “terörist” damgası vurulmakta, henüz hiçbir yargı kararı olmadan terörist muamelesi yapılmaktadır. Ardından da günlerce gözaltında tutulduktan ya da aylarca, hatta bazen yıllarca tutuklu kaldıktan sonra hiçbir suç unsuru bulunamayıp çoğu hakkında takipsizlik ve beraat kararı verilmek zorunda kalınmaktadır. Ancak bu süreçte estirilen terörle, yapılan baskı ve zulümle, “resmi din”in temsilcisi laik devletin laik bir kurumu olan Diyanetten bağımsız İslami eğitim ve tebliğ çalışmalarına hayat hakkı tanımamak için, bu tür bağımsız İslami çalışmalar sindirilmek, yok edilmek istenmektedir. Sonuçta takipsizlik ya da beraat kararı verilenlere yapılan onca zulüm sebebiyle bir özür, iadeyi itibar ve tazminat ödeme gereği de duyulmamakta, yaptıkları zulmün cezası ahirete kalmaktadır. Rabbimize hamdolsun ki ahiret ve hesap var. İnşaAllah o gün, bu zalimler, yaptıkları zulümlerin karşılığı olarak hak ettikleri azapla karşılaşacaklardır.
“Yeni 28 Şubat” Sürecini Yürütenlerin, AKP Şemsiyesi Altında Ulusalcı Kemalistler ve MHP Olduğu Anlaşılmaktadır
15 Temmuz darbe girişimini önlemede Perinçek’çi ulusalcı Kemalistlerin ve kısmen de MHP’nin etkili olduğu söylentileri dolaşmaktadır. Doğu Perinçek, bu konudaki kendi rollerini şöyle ifade etmektedir: “Darbe oldu, biz darbede merkezi görev yaptık, biz olmasak o darbe başarıya ulaşacaktı. AK Partinin yöneticileri Tayyip Erdoğan, Binali Yıldırım hepsi bunu biliyor…”. Bunları söyleyen Perinçek daha sonraki zamanlarda da, Erdoğan’ın kendi çizgilerine geldiğini defalarca tekrar ediyor: “Erdoğan İslami Kemalist oldu. Erdoğan da artık kemalizme, bizim düşüncemize geldi. Kemalizme teslim oldu. Bunu ben söylemiyorum. Analiz kurumları söylüyor. Erdoğan için ‘İslami Kemalist oldu’ analizleri yapılıyor. Biz ne demiştik. ‘Bizim bulunduğumuz noktaya geldi’ demiştik.”
Recep Tayyip Erdoğan, bu beyanlara bir itirazda bulunmadığı gibi tam tersine doğrulayan söylem ve eylemlerde, Atatürk’ü abartılı biçimde sahiplenen ve yücelten beyanlarda bulunmaktadır.
AKP’nin başörtülü milletvekilleri ve bakanları laik mecliste “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılık yemini” yapmakla yetinmeyip topluca anıtkabir ziyaretiyle Atatürk’ün kabri önünde tazimde bulunup saygı ve bağlılıklarını bildirmişlerdir. Görünen odur ki, “başörtülü demokrasi”yle işe başlayanlar sonunda “başörtülü Kemalizm”e ulaşmışlardır. Meclis Başkanı Binali Yıldırım ise, “Atatürk, ülkemizin kurucu değerlerinin başında geliyor. Bu ülkede kimsenin Atatürk’le sorunu yok.” diyebilmiş, böylece haddini aşarak bizim gibi Atatürk ve kemalizmle ilkesel ve ciddi sorunu olanlara da iftira atacak kadar ileri gitmiştir. AKP Grup Başkanı Bostancı ise şunları ifade etmiştir: “Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran tarihsel kişiliktir, devlet ve siyaset adamıdır, ortak değerdir. Her devletin bir kurucu babası olur, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babası da Atatürk’tür. Bu konuda insanların farklı bir fikri yoktur. Bu toplumun çok büyük çoğunluğu Atatürk’ü ortak bir değer olarak görür.” Bu da haddini aşan bir beyandır. Atatürk onların babası olabilir, ama bizim için inancımıza karşı savaş açmış bir kişidir. Ayrıca birçok AKP il ve ilçe teşkilatları ve belediyeleri anıtkabire sefer düzenlemekte, otobüs kaldırarak halkı anıtkabire taşımaktadır.
Bütün bunlar, Doğu Perinçek’i haklı çıkarmakta, Erdoğan ve AKP’nin kemalizme kaydığının açık göstergeleri olarak tarihe geçmektedir. AKP milletvekili Aydın Ünal bile dayanamayıp şu eleştiriyi yazmıştı: “Bütün o reformlara, bütün o sessiz devrimlere rağmen, Türkiye döndü, dolaştı, az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti, gece gündüz yol gitti ve vesayetin bizatihi kaynağı olan anlayış ve ideolojinin (Kemalizmin) gölgesi altına yeniden girdi.”
Erdoğan’ı “mü’min ve muvahhid” ilan eden ve AKP’nin “aktif destekçisi” olan Kenan Alpay bile şunları yazmak ihtiyacı duymuştur: “Askeri darbelerin ve vesayetin mağduru olmuş bir topluma Atatürkçü ideoloji ve kadroları ‘milli ve yerli’ etiketiyle, ‘vatansever’ imajıyla, FETÖ’ye karşı ‘dost ve güvence’ diye pazarlamaya kalkan sinsi bir çetenin hile ve desiselerine karşı daima tetikte durmak gerekiyor. Mezkûr çete sahte ve karşılıksız bir Amerikan düşmanlığı üzerinden Müslüman bir toplumu ihtilalci-komitacı örgütlerin tasallutu altına sokmayı hedefliyor.”
Özellikle 15 Temmuz sonrasında zirveye çıkacak kadar abartılan biçimde AKP’lilerce Kemalizmi yeniden keşfetme süreci yaşanmakta, özellikle (asker ve yargı bürokrasisi başta olmak üzere) bürokratik iktidar, MHP’nin yanında yeniden ulusalcı kemalistlere teslim edilmiş bulunmaktadır. AKP’nin lider kadroları tarafından kemalist söylem bu kadar çok vurgu yapılıp gündemde tutulunca ve devlet politikalarına yön verme konumuna oturtulunca bu dönem, “neo-Kemalist” dönem denmeyi hak eden bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Erdoğan’ın överek Genel Kurmay Başkanı yaptığı Org. Yaşar Güler de, Temmuz 2018’de bir askerî törende, yeni mezun olan teğmenlere, ‘atatürkçü düşünce sistemi içinde…’ hareket etmelerini öğütlüyordu. Hâlbuki, bu toplumun iradesine, İslami kimlik ve değerlerine karşıtlığı ve darbeciliği açıkça bilinenlerin ve 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 askerî darbelerini yapanların aslî aktörlerinin her birisi de, kendilerinin ilham kaynağının hep ‘1923’deki kemalist devrim’ ve “Atatürkçü düşünce sistemi” olduğunu söylemişlerdi.
Tek parti döneminde TDK lugatinde “Kemalizm Türk’ün dinidir” diye yazan ve kendileri de bir din olduğuna inanan bu düşüncenin savunucuları tarafından, “Atatürkçü Düşünce Sisteminin kök hücresini oluşturan unsurlar” şöyle sıralanmaktadır: “Birincisi tam bağımsızlığın elde edilmesidir. (Bununla kastedilen aslında Osmanlı’dan, İslam tarih ve kültüründen, İslam şeriatı ve değerlerinden uzaklaşılarak, emperyalist Batının seküler kültürü ile laik yasalarının ülkeye zorla hâkim kılınması ve Türkiye’nin askeri ve kültürel olarak Batı emperyalizmine tam bağımlı hâle getirilmesidir). Atatürk’ün ikinci hedefi Türkiye’nin Batı Uygarlık Düzeyine ulaşmasıydı. (Bugün Erdoğan’ın sık vurguladığı “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” hedefi budur.) Bu hedefe ulaşmada Büyük Önder’in kullandığı temel ise akıl ve bilim kurallarının gidilecek yolda ışık olarak kullanılmasıydı. Ona göre akıl ve ilmin rehberliği esas olmalı ve hiçbir doğma, hiçbir donmuş kalıplaşmış kural ya da hiçbir (Kur’an hükmü) ‘ayet’ esas alınmamalıydı. Üçüncüsü ise Dünya ülkeler topluluğuna katılan yeni Türkiye’nin sosyal kültürel yapısını 1517’de Halifeliğin alınmasıyla başlatılan Araplaştırma olgusuna son vermektir. (Bunun gereği) Türkmenlerin, İslamlaştırılmasının / Araplaştırılmasının nihayete erdirilmesi olmuştur. Bu oluşumları elde ederken uyguladığı ve bu devlet ve milleti batı felsefesine uygun değerlerle örgütleyip inşa ederken hafızasında muhafaza ettiği temel ilke daima batı değerlerinin özünde olan Eski Yunan-İtalyan Rönesans-Fransız aydınlanma döneminde yürürlükte olan Batı Uygarlığının temel unsuru olan aklı kullanmasıdır. Türk devletini yaratırken Anayasada laiklik ilkesini kabul etmiş, Türk milletini yaratırken dogmaları ve ayetleri reddetmiş, Işık olarak aklın rehberliğini kabullenmiş, Ülkesini başka bir devletin lisanından kurtarmak için dil devrimi yapmış, Başka bir ülkenin alfabesini kullanmak yerine uluslararasında geçerli Latin alfabesini almış, İslam dininin kutsal hicretini başlangıç olarak esas alan başka bir devletin takvimini terk ederek uluslararası geçerli takvimini kabul etmiş, Kadına (Batı kültürünün) medeni ve sosyal haklarını tanımış, Arap ülkelerinden devşirilmiş kişisel kıyafetleri yasaklayarak çağdaş (Batılı) kıyafetleri kabul ederek toplumun Batıya yakınlaşmasını sağlamış, Eğitimde akıl ve müspet bilimlerin ışığında tedrisat yapılmasını getirmiştir. Hatta hutbelerin ve ezanın Arapça değil Türkçe okunmasını sağlamış, Kırsal kesimdeki halkın eğitim ve öğrenimini sağlamak için Köy Enstitülerini kurmuş ve Kentsel Halkın aydınlanmasını sağlamak için Halkevlerini açmıştır. Ama bütün bunların önünde en büyük devrim olarak Batının hukuk sistemini alarak mevcut din öğeleriyle oluşturulmuş Osmanlı/Arap/İslam hukuk sistemini ilga etmiştir.” (Coşkun Ürünlü, http://www.urunlu.com/78-ataturkcu-dusunce-sistemi-ve-akp).
İşte artık Erdoğan ve kadrosunun da savunup egemen kılmayı sürdürdükleri bu “Kemalist muasır medeniyet seviyesi hedefi” ve “Atatürkçü Düşünce Sistemi”, bizzat taraftarlarının ifadesiyle açıkça İslam’a karşı seküler Batı kültürünü esas alarak oluşturulmuş bir resmi din olup, kuruluştan beri bu ülke insanlarına zorbalıkla dayatılan 28 Şubat resmi ideolojisini ve egemen “statüko dini”nin belirleyici bir parçasını teşkil etmektedir. Doğu Perinçek, 05 Eylül 2018’de Habertürk’ün “Türkiye’nin nabzı programında yaptığı konuşmasında ise, “Türkiye şu anda 28 Şubat’ı devam ettiriyor. Türkiye 28 Şubat çizgisine geldi. 28 Şubat bildirisini ben yazdım… Bugün Fetullah Gülen grubuna yapılanların çok daha ılımlısı 28 Şubat bildirisinde yazıyordu. (Bu bildiride yazılanların) En önemlisi de devrim kanunlarının uygulanmasıydı.” demiştir. Bu sebeple yaşanan sürecin de “irtica”ya karşı verilen mücadeleyle ve “Erdoğan’ın Kemalist çizgiye gelmesi”yle “28 Şubat” süreci olduğunu açıkça ifade edebilmiştir. Perinçek tarafından bu tür açıklamalar sürekli yapıldığı hâlde, aykırı laflar eden bir gazete köşe yazarına bile cevap vermek ihtiyacı duyan Erdoğan’dan tek bir itiraz vaki olmadığı gibi tam tersine bu açıklamaları doğrulayan söylem ve uygulamalar sâdır olmaktadır.
15 Temmuz sonrasında yargının kendi öğrencilerinin hâkimiyetine girdiğini de söyleyen Perinçek, “Eski 28 Şubat” uygulamalarını aratmayan, hatta daha da ileri giden hukuksuzluklara, keyfiliklere ve ideolojik kararlara imza atan bu yargı için şu ifadeleri kullanmaktadır: “Türk yargısı son 50 yılın altın devrini yaşıyor. Şu an yargı tarafsız ve ‘Ak Parti’nin yargısı’ tartışmaları yersiz. Hâkimler ve savcılar cumhuriyetin hâkimleri ve savcıları.”
29. 06. 2018 tarihinde BBC Türkçe adına, Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ile yapılan röportajda Perinçek şunları söylüyor: “Yargı bağımsız. Yargıdan şikâyet ne için? Dört bin FETÖ bağlantılı savcı ve hâkim temizlendi. Yargı bağımlı diyenler bundan şikâyet edenler. Ben hukuk fakültesi hocası olduğum için çok sayıda öğrencim şu anda yargının en üst kademelerinde. Sürekli onlarla görüşüyorum. Yargıda şu anda solcu, Atatürkçü ve millici olanlar duruma hâkim”. Ulusalcı Kemalist ve 28 Şubat darbe zanlısı eski Albay Dursun Çiçek’in basında yer alan sözlerine göre; “bazı Başsavcılar Çiçek’e şunu demiş: “Ergenekon kumpasında sadece FETÖ değil AKP de suçlu. Biz şu an yargıda Erdoğan’ı indirecek kadar güçlü olmadığımızdan indiremiyoruz, siz bir şekilde indirin ondan sonrasını da bize bırakın.” Anlaşılıyor ki, Erdoğan desteğiyle devleti, TSK’yı ve yargıyı ele geçirmiş görünen bu kesimler aslında uzun vadede bizzat Erdoğan için de tehlike arz etmektedirler. Ama iktidar hırsı ve bazı başka hesaplarla bu “Yeni 28 Şubat” koalisyonu sürdürülmektedir.
Ayrıca, AKP’nin Bahçeli ve MHP ile ittifak süreçlerinde, giderek dozajı artan “milliyetçi” söylemler, ulusalcı politikalar Erdoğan’ı ve AKP’yi kuşatmış, “kızıl elma” söyleminden MHP sloganlarına, Bozkurt işaretinden Türkeş’in mezarını ziyarete kadar tam bir MHP’lileşme süreci başlamıştır. Erdoğan’ın söylem ve eylemlerine, hükümetin iç ve dış politikasına neredeyse MHP söylemi egemen olmuş ve MHP’nin isteklerine itiraz edilemez bir konuma gelinmiştir. AKP yanlısı Yeni Şafak Gazetesinin eski yazarı Müfid Yüksel bile şunları yazma ve uyarma ihtiyacı duymuştur: “Ülkenin, bizi parçalamak isteyen batılı güçlere karşı mücadelesinin ilacı asla hamasi milliyetçilik/ırkçılık olamaz. Bu tam bir aldatmaca. Ülkede yeni bir vesâyet geliştiren Derin Ulusalcılar Müslüman ahâliyi hamasetle karşı karşıya getirerek ülkeyi bölünmeye sürüklüyor.” ” Bu derin güçler kendilerini iktidar üzerinde kayyım gibi görüyorlar. MHP/Bahçeli iktidar üzerinde adeta kayyım konumunda.”
Bir yandan devlet kadroları “milliyetçi”lere ve “ulusalcı kemalist”lere teslim edilirken, diğer yandan MHP zihniyeti, AKP tabanını yanına çekmeye de başlamıştır. Zaten uzun süredir Erdoğan, Mısırlı Müslümanların Rabia’sını “milli/yerli”leştirerek “tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek vatan” biçiminde tanımlayıp bu “seküler kutsalları” “statüko dini”nin amentüsü gibi meydanlarda, salonlarda, medyada milyonlarca insana sürekli tekrarlayarak ve tekrarlatarak gerçekleştirdiği beyin yıkama ritüelleri sonucunda AKP tabanının ve kadrolarının zihinlerini milliyetçi/ulusalcı istikamette dönüştürmek suretiyle MHP’ye hazır hale getirmiş bulunmaktadır.
AKP’nin Politikası: Bir Darbeci Çeteye Karşı Diğer Bir Darbeciyi Kullanmak, Bir Vesayetten Diğerine Sürüklenmek
R. Tayyip Erdoğan, aslında sürekli kendi yanlış politikalarının sonucu olarak doğan sorunlarla boğuşmaktadır. Önce Ergenekoncu darbecileri tasfiye etmek için Gülenist darbecilerle işbirliği yaparak devleti onlara teslim eden Erdoğan, 15 Temmuz’dan sonra da eski vesayetçilerle, kemalist ulusalcı darbecilerle ve MHP ile işbirliği yaparak bu sefer de devleti onlara teslim etmektedir. Yani Erdoğan “bir terör örgütüne karşı başka bir terör örgütüyle işbirliği yanlış” diyerek, sözde IŞİD’e karşı PKK ile işbirliği yapan Amerika’yı sürekli eleştirirken, kendisi de sürekli biçimde bir darbeciye karşı bir diğer darbeciyle işbirliği yapmakta, devleti bir darbeciden temizleyip diğerine teslim etmek konumuna düşmektedir. Ancak her seferinde “kandırıldım” diyerek işin içinden sıyrılmaya kalkmaktadır. Erdoğan’ın “kandırıldım” dediği ama geniş kitlelerin büyük sıkıntılar çekmesine ve acı bedeller ödemesine yol açan Gülenist vesayet döneminden sonra yeni bir “kandırılma” sürecine bu sefer de MHP ve ulusalcı kemalistlerle girilmiş ve Gülenistlerden arındırılmaya çalışılan devlet bu sefer de bunlara teslim edilmiş bulunmaktadır. Yani yine bir vesayet yerine diğeri, bir darbeci yerine diğer darbeci ikame edilmiş bulunmaktadır.
İşin bir de Müslümanlar zaviyesi var ki, o da ibret vericidir. Kendi zanlarıyla bazı kazanımlar umarak ve maslahat olarak ileri sürdükleri bazı beklentiler uğruna laik sitemin laiklikle hükmeden bir partisine ve onun şirk anayasasına destek veren bazı Müslümanlar, birinci referandumda “Gülen çetesinin vesayeti”ne giden yolu açtılar. 15 Temmuz ve ikinci anayasa referandumunu müteakiben, bu sefer de siyaset alanında AKP-MHP koalisyonunu, bürokratik iktidarda ise AKP-MHP-ULUSALCI KEMALİST koalisyonunu destekler duruma düştüler ve “Yeni 28 Şubat”ın oluşumuna, yani “yeni vesayet”e giden yolu açmış oldular.
İşte böyle süreçler sonucunda bazı Müslümanların da desteğiyle iktidar olan Erdoğan ve AKP şemsiyesi altında, MHP ve ulusalcı kemalistlerin egemenliğinde “yeni vesayet” sistemi oluşturuldu. Bunlar, “FETÖ”den ya da kendi adamlarının önünü açıp onları yerleştirmek ve mevkilerini yükseltmek amacıyla “FETÖ” iftirasıyla attıkları “dindar” bürokratlardan boşalan kadroları kendi ideolojik militanlarıyla doldurdular. İşte MHP ve Ulusalcı Kemalistlerin bu şekilde devlet kadrolarını ele geçirmeleri soncunda kurulan yeni vesayet sistemi zorbalığının bir sonucu olarak 15 Temmuz sonrasında birçok İslami çalışma grubunun üzerine gidilmekte, baskı ve sindirme politikası uygulanmaktadır.
Daha önce ifade ettiğimiz gibi, bazı Müslümanlar, yıllarca AKP’yi destekleyip “ne istedilerse veren” Erdoğan eliyle devleti ele geçiren Gülenist vesayetin oluşmasına ve darbeye kadar gitmesine vesile oldular. Son üç yıldan bu yana verdikleri destekle de, özellikle de 15 Temmuz sonrasında MHP ve Ulusalcı kemalist Ergenekoncuların TSK, Yargı, Emniyet vb. sivil ve askeri bürokrasiyi ele geçirip bu sefer de bunların hegemonyasında, özellikle de bağımsız İslami çalışmalara hayat hakkı tanımayan ve giderek daha da azgınlaşarak Müslümanların üzerine gidecekleri anlaşılan yeni bir vesayetin oluşumuna destek vermiş oldular. Allah Müslümanların yardımcısı olsun ve bu yeni vesayetin zulmünden korusun.
“Yeni vesayet”in özellikle yargı ve TSK ayağını oluşturan Ergenekoncu ulusalcı kemalist zihniyetin siyasi temsilcisi Doğu Perinçek’in TSK’daki etkisinin bir yansıması olarak Afrin’de atılan füzelerin üzerine “Kemalizme teslim olun-Doğu Perinçek” yazısı yazılmıştı. Ne Erdoğan’dan ne de Genelkurmay’dan herhangi bir itiraz gelmemiş ve böylece de bu vesayet iması zımnen kabul edilmişti. Aynı Doğu Perinçek, bu kadar yaygın ve açık haksızlıkların, zulümlerin yargı kararlarıyla ortaya konduğu bu dönemin yargısı için; “Yargı, tarihteki en bağımsız dönemini, altın devrini yaşamaktadır” demişti. Diğer taraftan ulusalcı kemalist Ergenekoncu zihniyetin siyasi temsilcisi olan Doğu Perinçek, sürekli TSK içindeki generallerin de aynı zihniyeti taşıdıkları vurgusunu tekrarlamakta, onların kendi taraftarları olduğu imajını her fırsatta vermekten çekinmemektedir. Keza emekli olan general ve subayların en fazla Vatan Partisi saflarına katılmaları ve medyada sürekli aynı tezleri ve görüşleri tekrar etmeleri de onun bu görüşünü doğrulamaktadır.
Muhtemelen 15 Temmuz gecesinden itibaren, FETÖ darbesini durdurmak amaçlı olarak kurulmuş olabilecek muhtemel bir ilişki sonucunda, daha sonraki süreçte aceleyle çıkarılan yasa ve kararnamelerle Ergenekoncu ulusalcı kemalist darbeciler için yeniden yargılamanın önü açılmış, hepsinin beraat etmeleri ve önemli bir kısmının da (muhtemelen yeni darbeleri hayal etmek üzere) işbaşı yapmaları, bu kesimin devletteki rolünün hangi seviyede olduğunu ortaya koyan başka göstergeler olarak değerlendirilmelidir. 09 Ağustos 2018 tarihinde Cumhuriyet ve Sözcü gazetelerinin sevinçle verdikleri haber şudur: “Balyoz ve Askeri Casusluk gibi FETÖ kumpas davalarından yıllarca cezaevinde yatan 20 general ve amiral, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kritik birimlerine atandı. Balyoz davasında tutuklanarak 13 yıl hapis cezası alan Tümgeneral Levent Ergün, kadro unvanı korgeneral olan Genelkurmay’ın beyni Harekat Başkanlığı’na getirildi.” Bütün bunlardan anlaşılan o ki, Erdoğan liderliğindeki Türkiye hükümeti, bir darbeciye (FETÖ’ye) karşı bir diğer darbeciye (Ergenekonculara) sığınarak yeni bir aldatılmaya doğru sürüklenmiştir.
“Yeni Statükonun Dini” Konusunda Uzlaşan Koalisyonun, “Tevhid Dini”nin Tebliğ ve Eğitimine Hayat Hakkı Tanımayacağı Anlaşılıyor
Bütün bunlardan anlaşılan odur ki, AKP, “Eski 28 Şubat”çılar olan ulusalcı Kemalistler ve MHP ile ittifak halinde 15 Temmuz sonrasındaki “Yeni Statüko”da koalisyon oluşturmuş bulunuyor. AKP’nin ilk 13 yıllık dönemindeki “statüko dini”, toplumun geleneksel “İslam” anlayışı, tasavvuf ve Osmanlı kültürü, Anglosakson laikliği, seküler demokrasi, muhafazakârlık, Türkiyecilik, kapitalist piyasa ekonomisi gibi unsurların sentezinden oluşuyordu. Erdoğan başından beri, “laiklikle İslam’ın bağdaştığını, dinin bireysel olduğunu, ekonominin/paranın dini-imanı olmadığını” söylüyor ve toplumun İslam algısını tahrif edip laikleştirmeye çalışıyordu.
Bugünkü koalisyonun “Statüko Dini”in ise, gelişmelerden ve yaşananlardan gözlemlendiği kadarıyla şu unsurların sentezinden oluştuğu anlaşılmaktadır: AKP 15 Temmuz sonrasında, mevcut “statüko dini”ne, “Kurtuluş savaşı kahramanı ve TC’nin kurucusu olarak Gazi Mustafa Kemal söylemini öne çıkarmayı, onun ilkelerini ve muasır medeniyet hedefini”, yani “Başörtülü Kemalizm”i, ayrıca “yerli-milli” söylemi paralelinde “Türk Milliyetçiliğini” ilave etmeyi de kabul etmiş görünüyor. Sonuçta, Kemalist ulus devleti ve ulusalcılığı daha fazla içselleştirmiş bulunuyor. Yine anlaşılan odur ki; Devletin yargı, TSK, emniyet ve istihbarat başta olmak üzere bürokratik kadrolarını ve derin devleti büyük çapta elinde tutan ulusalcı Kemalistler ve MHP ise, ancak “Diyanet kontrolünde ve çizgisinde olması şartıyla Türk kültürünün bir parçası boyutunda ‘resmi bir İslam’ın toplumsal ve kamusal hayata resmi ideoloji denetiminde yansımasına müsamaha göstermeyi” kabul etmiş görünmektedirler. Böylece bu üçlü koalisyon, söz konusu “statüko dini” ve Türkçü, Kemalist ve muhafazakâr ilkeler çerçevesinde ülkeyi birlikte yönetiyorlar ve bu statüko dinine aykırı olan “tevhid dini”nin mesajını yaymaya çalışan ve iktidardan, sistemden bağımsız bir çizgide duran İslami gruplara ise hayat hakkı tanımak istemiyorlar.
Eğer AKP iyi niyetli olup darbe sürecinde bir şekilde mecbur kaldığı için “eski 28 Şubatçı darbecilerle” uzlaşmış olsaydı, o takdirde bunlara karşı ileri süreceği şart şu olmalıydı: “Evet sizlerle ittifak kurup bu koalisyonu oluşturmuşsak da, sizlerden isteğim asla müslümanlara zarar vermemenizdir, aksi olursa bu koalisyonu bozarım.” Ancak maalesef anlaşılan odur ki, Erdoğan ve AKP, Hak ile bâtılı karıştırarak, Osmanlı saltanat kültürü, tasavvuf ve laiklik senteziyle oluşturdukları statüko dininde samimidirler. Bu geleneksel ve modern hurafelerle karışık din anlayışları açısından tevhid dininin yayılmasını tehlike olarak görüp bizzat kendileri de rahatsızdırlar ve bütün İslami çalışmaları Diyanet kontrolü altına almak istemektedirler. Bu sebeple, bizzat kendilerinin de engel olmak istedikleri tevhidî mesajın yaygınlaşmasını durdurmak ve tasfiye etmek için “Eski 28 Şubat”çılarla birlikte “Yeni 28 Şubat” sürecinin oluşturulmasını bir fırsat olarak değerlendiriyor olabilirler.
Zaten AKP, 15 Temmuz sonrası süreçte, Diyanet kontrolü dışındaki İslami tebliğ ve eğitim çalışmalarına, hatta Diyanetin izni olmadan Cuma namazı kılmaya bile karşı olduğunu açıklamış bulunuyordu. Aralık 2016’da yapılan, Diyanet İşleri Başkanlığı 33’üncü İl Müftüleri İstişare Toplantısından sonra yayımlanan 15 maddeden oluşan bildirgenin 5. maddesinde; “Ülkemizde son dönemde görünümleri ve etki alanları giderek artan birtakım türedi dinî hareketler dikkat çekmektedir… Alternatif Cuma namazları, sözde eğitim faaliyetleri, ilkesiz radyo ve televizyon yayımları ile taraftar toplamaya çalışan bu grupların toplumsal hasarlarını önlemek için gerekli tedbirler alınmalıdır.” denilmektedir. (http://www.dhaber.com.tr/diyanetten-yeni-feto-uyarisi.html).
AKP milletvekili Reşat Petek Başkanlığındaki AKP ağırlıklı “Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu Raporu”nda da şunlar yazılmıştır: “Son yıllarda çeşitli dini yapıların, DİB’dan bağımsız ve izinsiz olarak kendi binalarında Cuma namazı kıldıkları, kendi anlayışları çerçevesinde hutbeler okuyup vaaz ettikleri bilinmekte ve bu gittikçe de yayılmaktadır. Bu durum, dini bilginin sıhhatı ile ilgili olmasının dışında aynı zamanda bir iç güvenlik meselesi haline dönüşmektedir.” Söz konusu raporda bunlar söylendikten sonra, bağımsız İslamî çalışmaların İçişleri Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla laik devletin vesayeti altına alınması ve Müslümanların din özgürlüklerinin laik devlet denetiminde, Diyanet vesayetinde sınırlanması gerektiği ifade edilmiştir.
Oysa Tayyip Erdoğan ve destekçisi olan kimi akademisyenler, aydınlar savundukları Anglosakson laiklik anlayışları gereği “laik devlet bütün dinlere eşit uzaklıkta olmalı” diyorlardı. Ancak Kiliseler bağımsız ve özgür. Katolikler ayrı, Protestanlar ayrı, Ortodokslar ayrı kiliselere sahipler ve kendi dinî eğitim ve ibadetlerini kendileri belirliyorlar ve laik devlet ve Diyaneti bunlara müdahale etmiyor, karışmıyor ve niye ayrı ayrı kiliseleri ve ibadetleri olduğunu da sorgulamıyor. Zaten doğrusu da budur. Sıra İslam’a ve Müslümanlara gelince, laik devlet her türlü müdahalede bulunmayı, kuruluşundan beri olduğu gibi AKP döneminde de, laiklik iddiasıyla çelişerek hakkı olduğunu varsaymakta ve Müslümanlara her türlü zulmü yapmaktadır. Camiler laik devlete ve laik kurumlara bağımlı olduğu gibi, resmi ideolojinin ve statüko dininin de işgali altındadır. Hutbeler ve vaazların içeriği bile laik devletçe belirlenmektedir. Zorunlu tutulan eğitim ve öğretimde devlet okulları, Müslümanların çocuklarına da laik Kemalistlerin dinine göre tek tipçi eğitimi/öğütümü dayatmaktadır. Ayrıca bu laik-kemalist kesimlerin egemen resmî ideolojiye paralel şekilde işleyen son derece özgür özel eğitim kurumları da vardır. Sıra Müslümanlara gelince, İslami eğitim hakları gasp edilmiş, açtıkları özel okullar bile, laik Kemalist resmî dine göre hazırlanmış programlar çerçevesinde eğitim vermek zorunda bırakılmıştır.
AKP dönemi Diyanetinin bu 33. İl Müftüleri bildirgesinde aldığı karar ve Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporundaki öneriler uygulanacak olursa, Kemalist laik kuşatma altında boğulan Müslümanların, dernek ve vakıflar çerçevesinde oluşturdukları kısmi nefes alma alanlarında bile nefesleri kesilmek istenecek demektir. Üstelik bu durum, “Eski 28 Şubat Süreci”nde bile düşünülmemiş bir müdahaledir. Bu sebeple, “Yeni 28 Şubat”ın daha zalim uygulamalara yöneleceğinin göstergesidir. Böylece Diyanet dışında Cuma namazı kılmaları (ibadet etmeleri) ve kendi çevresinin çocuklarına İslami bilgiler vermeleri bile engellenebilecektir. Eğer AKP yönetimi, bütün İslami çalışmalarımızı, İslami ibadet ve bilgilenme alanlarımızı ortadan kaldırıp Diyanet tekelinde toplamaya kalkarsa, bugüne kadar İslam’a savaş açmış darbe dönemlerinde bile yapılmayanı yapacak demektir. Böyle bir duruma asla rıza gösterip susmamalı ve Müslümanlar olarak darbe dönemlerinde verdiğimiz tavizsiz mücadeleyi, “Yeni 28 Şubat”a karşı da vermeliyiz.