İnsanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, kurtaracı mesajı getiren İslam’ın son Peygamberi Hz. Muhammed’e (as) ve İslami değerlerimize yönelik olarak, liberal kapitalist emperyalizmin küresel fesadından, zulüm projelerinden, emperyalist planlarından ayrıştırılamayacak olan hakaret ve aşağılama saldırıları gerçekleştirilmektedir. Bu zulme karşı İslam coğrafyasında gösterilen haklı tepkiler ise, “şiddet ve terör” olarak damgalanıp mahkum edilmeye, dünya kamuoyu medyatik karalamalarla İslam aleyhine şartlandırılmaya çalışılmaktadır. Kimi Müslüman yazarlar ve kendilerini “İslamcı” olarak tanımlayan kimi aydınlar bile, Müslüman halkların tepkilerini küçümseyip, “oyuna gelmek” olarak niteleyen ağır eleştiriler yapmaktadırlar.
Hele seküler batı değerlerini hayat düsturu edinmiş ülkemizdeki gayri İslami çevreler ise, Ahmet Altan örneğinde görüldüğü üzere, içinden çıktıkları toplumun dini olan İslam hakkında bilgisiz oldukları için, emperyalist seküler kültürün oluşturduğu önyargılarla hüküm verebiliyorlar. Bu sebeple, batıda oluşan önyargılarla malûl seküler kültürüyle Ahmet Altan, utanmadan ve cahilce şunları yazabilmekte: “Sanırım Müslümanlık da kendi ‘ortaçağından’ geçiyor. Tahammülsüzlük, kolay cinayet işleme, kızgınlığını hemen birilerini öldürerek gösterme, palayla kafa kesme, intikam alma, Ortaçağ’da yaşamanın göstergeleri. Müslümanlık henüz kendi rönesansını ve reformunu yaşamadı” diyebilmektedir.
Halbuki Batı, aşağıdaki bölümlerde özetleyeceğimiz bütün işgal, katliam, sömürü ve adaletsizliklerini, topraklarını işgal ettiği hakların masum insanlarına işkence ve tecavüz uygulamalarını, Rönesans ve Reformunu yaptıktan sonra gerçekletirdi. Üstelik alçaklık ve vahşilik derecesi bakımından kendi “orta çağ”ını aratacak boyutlara ulaştı.
Hz. Peygamber’e (s) hakaret etmek suretiyle Müslümanları provoke etmek amaçlı olarak çekilip piyasaya sürülmüş film dolayısıyla gösterilecek tepkilerde, filmi yapanlardan daha çok, buna zemin hazırlayan, önünü açan, “ifade hürriyeti” adı altında koruyan, bu tür hastalıklı insanları fazlasıyla üreten, ülkemizdeki insanları bile “evrensel değerler” yalanıyla aldatıp zihinlerini işgal ederek özgür ve özgün düşünmekten alıkoyan Batı zihniyeti hedef alınmalıdır. Haçlı kiniyle İslam düşmanlığı üzerine kendini tanımlayıp üreten batıl Batı medeniyetinin insan fıtratını bozan seküler zihniyeti ve İslam ülkelerini işgal edip soygunlar, katliamlar yapan korsan emperyalist devletleri hedef alınmalıdır. Çünkü bu tür hakaretler de, emperyalist projelerin bir parçası ve bu seküler bataklığın, yani vahiy düşmanı şirke dayalı Batı zihniyetinin ürünüdür.
Batı İnsanını Kendine ve Rabbine Yabancılaştırıp Yozlaştıran,
“Hayvandan Aşağı” Düşüren Seküler Zihniyettir.
ABD emperyalizmi, yüz yıllardır süregelen ve dünyaya hep kan ve gözyaşı sunan Batı sömürgeciliğinin bir parçasını teşkil etmektedir. “Batı medeniyeti” denilen “tek dişi kalmış canavar”, sadece maddi çıkar ve sömürü üzerine kurulmuş, zaman içinde geliştirip kabul ettiğini iddia ettiği insani değerleri bile sadece bir kamuflaj malzemesi olarak kullanmaktan öte gidememiş, sürekli insanlığı ve insani değerleri tahrip eden uygulamalara imza atmış, insanlığın tanık olduğu en büyük vahşet ve soykırımları gerçekleştirmiş bir büyük sapkınlığı, azgınlığı ve fesadı temsil etmektedir.
İtirazı temsil eden erdemli istisnalara rağmen, genelde Batının, özelde ABD’nin bu kadar büyük bir fesadın kaynağı haline gelmesinin en temel sebebi vahiyden koparak hevanın ilahlaştırılması, ilahi mesajın dışlanması suretiyle heva ve zanna dayalı keyfiliğin anaforunda seküler bir dünya görüşünün esas alınmasıdır.Yani Kur’an’ın “onlar hayvanlar gibidirler, hatta tercih ettikleri yol bakımından hayvandan bile aşağıdırlar” (Furkan Suresi 43-44) diye vasıflandırdığı düzeylere düşülmesidir. Bir başka ifadeyle (ahseni takvim üzere) “en güzel bir biçimde” yaratılmış ve yeryüzünün halifesi kılınarak onurlandırılmış olan insanlığın (Bakara 30), bu temiz ve güzel fıtratı bozup, kendisine sunulmuş insani erdem ve ahlaki değerleri yani vahiyle gelen “şerefi” dışlayarak “esfelesafilin”e (aşağıların aşağısına) düşmüş olmasıdır. (Tin Suresi).
İşte bu tercihler sonucunda, Batının bugünkü seküler kapitalist, sömürücü, işgalci, katliamcı zihniyetini, “Tanrılarla savaşan” Grek putperestliği, İslam düşmanlığında karar kılmış şirke bulaşmış Hristiyanlık ve Yahudilik ile Grek putperestliğinin çağdaş versiyonu olan ve insanı ilahlaştıran pozitivizm birlikte oluşturmaktadırlar. Aslında batı kültürü ve inancı, hep bir cahiliyeden diğerine savrularak, şirkte ısrarlı bir süreklilik ortaya koymuş ve Batı insanının fıtratına ve Rabbine yabancılaşması sürecini ifade etmiştir.
Bu süreçte Batılılar, Haçlı Savaşları ve ticaret yolları ile İslam alemindeki görkemli medeniyetle tanıştılar. Ayrıca Endülüs’te, Kuzey Afrika’da, Sicilya’da ve başka yerlerdeki ilim ve kültür merkezleri ile kurulan barışçı ilişkiler sonucunda, İslam medeniyetinin ilmi birikimlerini aktararak, ayılmaya, uyanmaya başladılar. Batılı aklı, düşünme hürriyetini geri alma özlemiyle yanmaya başladı. Böylece Rönesans cahiliyesine geçiş gündeme geldi.
Ortaçağ karanlığının temel özelliği aklı faaliyetten alıkoymak, düşünceyi dumura uğratmaktı. Rönesans ve ondan sonraki dönemlerde ise bu durumun tam zıttı gelişti. Akıl her alana müdahalenin tek vasıtası olarak egemenliğini kurmaya başladı. Aklın önünde hiçbir sınır tanınmıyor, aklı ilahlaştıran bir rasyonalizmle yine bir başka aşırılığa kayılıyordu.“Aydınlanma” adı altında ortaya çıkan “yeni karanlık”lara sürüklendiklerini ne o gün, ne de bugün anlayamadılar, Ahmet Altan gibiler de dahil, anlamak istemediler.
Bu yeniden doğuş(!), Rönesans dönemi, aslında ortaçağ öncesi rasyonalist Grek cahiliyesine bütün sapıklılarıyla yeniden dönüş ve bu sapıklıklara bir yenisini ekleme anlamı taşıyordu. Bu ise, kilise adı altında, dinî olana, ilahî olana top yekûn karşı çıkıp, tam anlamıyla hayattan kovma teşebbüsüdür. Bu yozlaşmış inanç ve kültürün yol açtığı yabancılaşma sürecinde, insan dışılaşma yaşanması ve fıtratın kirlenmesi sonucunda Kur’an’ın “hayvandan aşağı” ya da “esfelesafilin” dediği hal, fıtri özelliklerini koruyan ve “erdemli insan” olarak tanımlanabilecek kimi istisnalar dışında, Batı insanının genel karakteri haline gelmiş bulunuyor.
İşte bu istisnalar bugün fıtri bir arayışla meydanlara çıkıp “başka bir dünya mümkün” diye haykırarak “adalet” ararken, esfelesafilin karakterini taşıyan büyük çoğunluğun destek verdiği iktidarların yönetiminde bütün Batılı emperyalist devletler, ABD, AB ve katil orduları NATO, İslam’ı tehdit ve düşman ilan ederek, İslam coğrafyasında işgal, sömürü ve katliam planlarını uyguluyorlar.
Batı Seküler Zihniyetinin Ürettiği Modern Paradigmanın Kanlı Tarihi
Özellikle de, Batıyı temsil eden ve Batılı diğer devletlerce sürekli desteklenen ABD ve İsrail başından beri iç içe geçip bütünleşmiş iki terörist devlet olarak tarihte yerlerini almışlardır. İkisi de daha doğuşlarında, başka halklara ait toprakları zorla işgal ederek ve yerli halklar üzerinde soykırım uygulayarak, kan ve göz yaşı üzerine kendi varlıklarını inşa etmiş, adeta kanla beslenen “vampir devletler” hüviyetini kazanmışlardır. Kuruluşta mazlum halkların kanları üzerine oluşturulan bu devletler, ondan sonraki tüm tarihlerinde de sürekli kanla beslenme ihtiyacı içinde olmuşlar, sürekli yeni işgaller ve yeni kan dökücü saldırı ve sömürülerle hayatlarını idame ettirmişlerdir.
“Kıta keşfi” yalanıyla Avrupa’dan gelen istilacılar, yerli Kızılderili halkın topraklarını ve kaynaklarını yağmaladıkları ve hayatlarını mahvettikleri, dünyanın en vahşi ve en büyük soykırımını gerçekleştirerek, bu imha sonucunda nüfuslarını 10 milyondan 200 bine indirdikleri halde, sanki Kızılderililer onların topraklarını işgal etmiş ve onları imha etmiş gibi gösterip, bu gün de sürdürdükleri çarpıtma ve sahtekarlıklarının en büyüğünü yaparak, üstelik bu masum halkı suçlamaktan utanmamışlardır. Köleleştirip çiftlik ve madenlerinde karın tokluğuna çalıştıramadıkları yerli halkı imha edince, meydana gelen iş gücü açığını, Afrika’dan kaçırıp getirdikleri siyahi insanları köleleştirmekle kapatmaya çalışmışlardır. Görüldüğü üzere başlangıçtan itibaren Amerika’nın oluşumunun ekseninde hep madde, çıkar ve sömürü yer almış, bunun için milyonlarca masum insan katledilmiş, mazlum halkların kaynakları ve emeği çalınmıştır. ABD’nin kuruluş sürecinin başlangıcında yer alan bu ilk ve büyük günah, daha sonraki serüveninde de artık değişmez politikası hüviyetini kazanarak sürdürülmüştür.
En büyük insanlık suçu olan ırk ayırımcılığına dayalı politikalarla, milyonlarca insanı katleden bu ahlaksız ve adaletsiz terör devleti, silah gücüne dayanarak, Latin Amerika’da, Afrika’daki Mobutu’dan Filipinlerdeki Marcos’a, Ortadoğu’daki krallıklardan Kuzey Afrika’daki despotlara kadar bütün dünyada en kanlı diktatörlüklerin korunması ile sömürü ve zulmünü devam ettirmiştir. Sömürü ve hegemonya amaçlı saldırılarda, Vietnam’da 4 milyon, Doğu Timor’da 200 bin, Latin Amerika’da 200 bin, Filipinler’de, Lübnan’da 10 binlerce, Orta Amerika’da 200 bin, bir atom bombasıyla saniyeler içinde Hiroşima ve Nagazaki’de 350 bin, ilk Irak saldırısında ve bilahare ambargo ile milyonun çok üzerinde, son Irak saldırısında ise yaklaşık bir buçuk milyon, Afganistan’da 10 binlerce vd toplamı on milyonları aşan sayılarda masum ve mazlum insanın haksız yere ölümüne yol açan büyük vahşetlerin altına imza atmıştır. Üstelik bu rakamlar, Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi bir kısmında diğer Batılı devletlerin de katkısı olsa da, sadece ABD’nin katliamlarının sonuçlarıdır.
Bunlara, İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya, Portekiz, İtalya, Hollanda, Belçika vb nin sömürgecilik sürecinde, Asya ve Afrika başta olmak üzere tüm dünyada yaptıkları katliam ve zulümler de, ayrıca hep birlikte sahip çıkıp destekledikleri Siyonist terör devletinin yaklaşık 60 yıldır Filistin’de yapa geldiği katliamlar da, Bosna’da Sırplara ihale ettikleri ve dolaylı destek verdikleri soykırımda Müslüman halktan 400.000’e yakın insanın katledilmesi de ilave edildiğinde, Batı medeniyeti denilen canavarın son birkaç yüzyıla yayılan vahşeti çok daha vahim noktalara ulaşacaktır. Bunlar liberal demokratik kapitalist sistemin yol açtığı büyük ve yaygın vahşetten sadece bazıları. Şu ana kadar, kendi aralarında yaptıkları mezhep savaşlarında katlettikleri on milyonları, bu sayılara dahil etmiş değiliz.
Seküler modern paradigmanın diğer üretimi olan komünizmin uygulamalarına bakıldığında yine aynı vahşetin devam ettiği görülür. Başta Sovyet Rusya olmak üzere bu zeminde de, seküler zihniyetin, modern paradigmanın diğer vahşeti çok daha açık ve net bir biçimde yine on milyonlarca masum insanın katliamıyla sonuçlanmıştır. Üstelik I. Ve II. Dünya Savaşlarında başka medeniyetlerin halklarının kanı yanında birbirilerine yönelik katliamlarda yok ettikleri insan sayısı da on milyonlarla ifade edilebilir. I. Dünya savaşında 65 milyon, II. Dünya savaşında ise 72 milyon civarında insan (bunların yarısından çok fazlası sivil olmak üzere) katledilmiştir. Üstelik bugün halen, insanı, insanlık onurunu ve insani erdemleri tüketip, fesadı küreselleştirdiği, yani “yeryüzünde fesad çıkaran” konumunda olduğu halde, biz “ıslah edicileriz” yalanını (Bakara 11-12) yayan bu katil zihniyetin elinde dünyanın sonunu getirebilecek derecede yok edici silahlar bulunmaktadır. İnsani vasıflarını yitirerek hayvanlardan aşağı düşmüş (Furkan 44) bu yozlaşmış karakterin elinde, bir de sürekli yenilediği teknolojiye göre giderek çeşitlendirip arttırdığı, tüm insanlığı yok edecek boyutta (kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlar dahil) vahşi silah stoku bulunması, insanlık için en büyük tehdidi oluşturmaktadır.
İslam’ın ve Müslümanların Tehdit ve Düşman İlanıyla
Ortaya Konan Büyük Vahşet
ABD, AB ve NATO, komünist sistemin çöküşünü müteakip, daha önce var olup da, komünizme karşı “Yeşil Kuşak” desteği sağlamak için geri plana çektikleri düşmanlığı tekrar öne çıkarıp, Haçlı kinini güncelleştirip, İslam’ı ve Müslümanları tehdit ve düşman ilan ettiler. Bir yandan liberal kapitalist sistemin zaferini ve “Tarihin sonunu” ilan ederken, diğer yandan da “Medeniyetler Arası Savaş” tahrikleriyle İslam’ı ve Müslümanları hedef gösterdiler. Ardından “İslam radikal ve Ilımlı versiyonlarıyla önce kendi içinde savaşacak” yönlendirmeleriyle, Müslüman halkları mezhep kışkırtıcılığı yaparak, ılımlı ve radikal diye bölüp tahrik ederek kendi içinde çatıştırmaya çalışıyorlar. Bunun için, İslam coğrafyasında “Medeniyetler ittifakı” ve “Dinler Arası Diyalog” yalanlarıyla “ılımlı” kategorisinden yandaşlar edinerek, sürekli provokasyonlar ve yönlendirici çalışmalar yapıyorlar. Bütün bunlarla, bölgemizi kaos içinde tutarak, istedikleri gibi oynamaya ve çıkarları istikametinde yönlendirmeye çalışıyorlar.
Batıda İslam ve Müslümanlara yönelik düşmanca plan ve projeler hazırlandıktan sonra, işgaller, istilalar, sömürüler, katliamlar, tecavüzler ve işkenceler, bu insandışılaşmış Batılı insan karakterinin en iğrenç ve en vahşi uygulamalarıyla İslam coğrafyasında gerçekleştirildi. “İnsafsız Hava Araçları”yla gerçekleştirilen suikastlar, korkakça bu uçaklardan atılan füzelerle vurulan evler, sivil kadın, çocuk ayırmadan yapılan katliamlar, Ebu Gureyb’te Guantanomo’da ve daha CIA’nın gizli binlerce işkence merkezlerinde, ülkelerinden korsanca kaçırılıp getirilen masum Müslümanlara yönelik çok boyutlu zulümler, vahşi işkenceler, ülkelerini işgal edip haksız yere katlettikleri masum insanların cesetleri üzerine idrarlarını yapacak ve bir de bunu resimleyip yayınlayacak kadar alçaklıkta sınır tanımayan işler, hep bu vahşi ve hayvandan aşağı karakterin eseriydi. Üstelik tüm bu katliam, suikast, yargısız infazlar, işkenceler, tecavüzler, sözüm ona kendi yaptıkları uluslararası hukuka da aykırıydı. Ama onlar acıkınca putlarını kolayca yiyebilen, fıtratı bozulmuş, hevayı ilah edinmiş müşriklerdi.
Erdemli istisnalar haricinde Batı bütün bu vahşilikleri, alçaklıkları yaygın bir biçimde ve son derece azgın bir cüretkarlıkla yapabilmektedir. Üstelik tüm bunlar, Batının Rönesans ve reform süreci sonrasında, aydınlanma sanılan yeni karanlıklara savrulduğu süreçlerde yapılmış bulunmaktadır. Hatta “orta çağ” denilen dönemde yaptıklarından daha vahşi uygulamaları bu dönemde de tekrar etmekle beraber, Batı, yeni dönemin ileri teknolojiye dayalı silahlarıyla daha çok sayıda insanı katletmiş, daha kitlesel ölümlere yol açmış bulunmaktadır.
Ahmet Altan ve benzerleri, bizzat batılı “liberal demokrat” toplumların, kaynaklarını çalmak, sömürmek ve İslami eğitim almalarını, bilinçlenmelerini engellemek için on yıllardır destekledikleri diktatörlerin baskı ve zulmü altında yoksulluğa, eğitimsizliğe mahkum edilen Müslüman halklar arasından bu kadar vahşi karakterler çıktığını gösterebilirler mi? Saddamlar, Esadlar, Mübarekler vb ise, yine batının seküler kültürüyle yetiştirdiği ve yerli halklara karşı kullandıkları uşaklarıydılar. Emperyalistler ve işbirlikçileri olan bu uşakları tarafından kaynakları gasp edildiği, özgürlükleri, en temel hakları yok edildiği için, gereği kadar beslenemeyen, yeterli İslami eğitimi alamayan, fakirleştirilen bu kitlelerin içinden bugüne kadar, Ahmet Altangillerin çok övdükleri Batının seküler üniversitelerinde eğitimini almış vahşi insanlarının yaptıklarını yapabilecek tek bir örnek çıkmış mıdır? Yeterli İslami eğitimi almaları yine Batı tarafından engellenmiş ve yokluklara mahkum edilmiş olan bu kitlelerin, gelenek olarak babalarından devraldıkları İslami duyarlılıklar ve vahyin kırıntıları bile, onları batının üniversite mezunlarının yaptıkları böyle karaktersizliklere, caniliklere sürüklenmekten alıkoymaktadır.
“Medeniyetler Arası İttifak”çılar, “Dinler Arası Diyalog”çular Neredeler?
Yıllardır faaliyetlerini sürdüren “Medeniyetler Arası İttifak”çılar ve “Dinler Arası Diyalog”cular, dinlerin kutsallarına hakareti önleyecek ve bu tür zalimliklere fırsat vermeyecek sonuçlara ulaşabildiler mi? Bu tür zulümlere güçlü ortak itirazlar ve yaptırımlar ortaya koyabilselerdi, belki de bu derecede infial olmayacak, yapanın yanında kalmadığını gören kitleler daha bir sükunetle hareket edebileceklerdi. Ama bütün bunları yapması gerekenler, maalesef söz konusu emperyalist projeler çerçevesinde Batının yaptığı bütün vahşete, işgallerle, katliamlara ve İslami değerlere yönelik hakaretlere, saldırılara sessiz kalırken, Müslümanların bu kadar zulüm karşısındaki doğal tepkilerine tahammül edemeyip, ağır eleştiriler yöneltiyorlar. Diyalogcu hoca efendiler, Obama’ya başsağlığı mesajında, Amerika’da Peygamberimize hakarete ifade özgürlüğü adı altında müsamaha edilmesine tek eleştiri getirmeden, tepki gösteren Müslüman halkları ağır eleştirilere tabi tutabilmektedirler. Tıpkı Bush ve Sharon’un İslam coğrafyasını kana buladığı bir dönemde, bu katil terör devleti yöneticileriyle dostça ilişkiler kurup katliam ve işgalleri sebebiyle tek bir eleştiri yapmazken, işgale ve katliamlara karşı direnen Müslümanların öncüsü Usame bin Ladin için, “dünyada en nefret ettiğim adam” diyebildiği gibi.
Halbuki, temelde ilkesel sapma ve yanlışlık içinde olsalar da, hiç değilse söylemleriyle tutarlı olabilmeleri için, “ittifakçı” ve “diyalogcular”ın dünyadaki partnerleriyle birlikte, İslam’a ve Müslümanlara yönelik olarak yaklaşık 22 yıldan bu yana sürdürülen emperyalist işgal, saldırı ve katliamlara ve defalarca gerçekleştirilen İslami değerlere, Kur’an’a ve Peygamberimize (s) yönelik hakaret içerikli eylemlere karşı, ortak bir tepki gösterip, derhal sonlandırılması için çabalar göstermeleri ve bir daha yapılmaması için tedbirler alamaya çalışmaları gerekmez miydi? Öncelikle kendi insanını yozlaştırıp, “haz ve çıkar peşinde koşan hayvan” olmaya sevk eden Batının seküler bataklığı neden sorgulanmamış, neden bunları engelleyecek hukuki tedbirler üzerinde kafa yorulmamış ve tam tersine batının bu bataklıkta üretilen sapkın seküler değerleri bütün insanlığın ulaşması gereken “evrensel değerler”miş gibi takdim edilerek bu zulmün küreselleşmesine katkı sunulmuştur? Böyle bir husus asla akıllarına bile gelmemiş, bütün bu işgal, katliam ve hakarete dayalı saldırılar yaşanırken, ittifakçılar ve diyalogcular dünya güllük gülistanlıkmış gibi davranmış, defalarca bir araya geldiklerinde, hep ele ele tutuşarak hoşgörü şarkıları söylemekle yetinmişlerdir. Bu sebeple de, İslam’a ve Müslümanlara yönelik bu büyük vahşete ve hakaretlere dolaylı destek verilmiş ve bunları yapanların giderek daha cüretkar ve daha azgın davranmalarına katkı sunulmuştur.
Müslümanlar, Haklı Tepkilerini, Şer’i Ölçüler ve Adalet İlkleri
Çerçevesinde Ortaya Koymalıdırlar
İslam’a ve Müslümanlara yönelik hakaret, aşağılama ve tahrikler, Salman Rüşdi vb.lerinin öne sürülmesi, Danimarka’da Peygamberimize (s) hakaret karikatürlerinin yayınlanması, Amerika’da Kur’an yakma eylemleri gerçekleştirilmesi ve en son olarak da bu film alçaklığının gündemleştirilmesi dahil, Batı’da İslam’a ve Müslümanlara hakaret etme, kötüleme, düşmanlaştırıp hedef göstermeye dair tüm çabaların arkasında işte bu İslam’a yönelik küresel düşmanlık ve projelerin yer aldığı bilinmeli, tepkiler de bu çapta ve nitelikli bir biçimde ortaya konmalıdır. Yani Batıda oluşan ve insanı-insanlık onurunu tüketen, fıtratı kirletip insanı azgınlaştıran seküler bataklığı hedef almak ve onu kurutmaya yönelik Kur’ani çalışmalar yapmak yerine, sadece sivrisineklere yoğunlaşan bir tepkisellikle yetinilmemelidir. Tabii ki, bizler, “madem bizi provoke etmek, tahrik etmek için Peygamberimize hakaret ediyorlar o halde oyuna gelip tahrik olmayalım, istedikleri gibi alçaklık etsinler, hakaret etsinler” diyemeyiz. Şüphesiz ki, bir yandan bu alçaklara hak ettikleri cevabı ve layık oldukları tepkiyi verirken, bir yandan da onların oyun ve projelerini boşa çıkaracak, parçalayıp suratlarına atacak esas işlerimizde ciddi çalışmalar yapmalıyız.
Bir de şu hususu aklımızdan çıkarmamalıyız; bilmeliyiz ki, Resulullah (s) ve İslami değerlerimize hakaret edenler, ne yaparlarsa yapsınlar değerlerimize, Peygamberimize ve onun tebliğ ettiği zulmedenleri de kurtaracak mesaja asla hiçbir zarar veremezler.
Kendilerini kurtaracak mesaja ve mesajı getirene hakaret edip reddedenler, ancak kendilerini dünyada zillete, ahrette şedit azaba duçar ederler. Ama, Müslüman olduğunu ve Resulullah’ı (s) çok sevdiğini iddia edip O’nun bıraktığı büyük emanete ihanet edercesine Kur’an ve sünnete sarılma sorumluluğunu, Kur’an’ı hakkıyla okuma, anlama, öğüt alma ve yaşamlaştırma, yayma sorumluluğunu gereğince yerine getirmeyenler, İslam’a daha çok zarar verirler. Müslüman’ım dediği halde bu sorumluluklarını terk ederek Resulün (s) yolundan uzaklaşanlar, Müslüman kardeşlerini hor görüp, ona zulmedenler ya da zulmedenlere destek verenler, Peygamber’e hakarete verecekleri tepkilerinin de çok anlamlı ve tutarlı olmadığını bilmelidirler. İşte bunlar, değerlerimize hakaret edenlerden daha fazla İslam’a zarar verdiklerini ve Reslulullah’ı da Allah’ı da razı edemeyeceklerini anlamalı ve bu büyük çelişkiden kurtulmak için hemen harekete geçmelidirler.
Tabii ki, bizler tepkilerimizde adaleti ve vahyin meşruiyet ölçülerini korumalıyız. Ancak, bu emperyalist devletlerin bir yandan doğrudan işgal ve katliamları, diğer yandan da onlar adına ve onların destekleriyle İslam coğrafyasındaki despot yönetimlerin on yıllardır yerli Müslüman halklara yaşattıkları akıl almaz zulümlerin, katliamların, işkencelerin, kaynaklarının çalınması ve yoksulluğa mahkum edilmelerinin yol açtığı öfke birikiminin boyutları iyi anlaşılmalıdır. Üstelik bu sömürücü zalim, katil devletler, üstelik bir de bunca zulmettikleri halkların canlarından aziz bildikleri Peygamber’lerine saldırma cür’eti göstermektedirler, bu kolay hazmedilebilecek bir şey midir?
Sizin Bir Elçiniz Öldürüldü, Siz İse Yaklaşık Üç Milyon Müslüman’ı,
Ülkelerini İşgal Ederek Sadece Son Yirmi Yılda Katlettiniz
Emperyalist devletlerin, Afganistan, Irak, Somali, Yemen ve sürekli tam destek verdikleri Siyonist terör devletinin Filistin’deki işgal, katliam, tecavüz ve işkenceleri, bunca kan ve gözyaşına yol açarak bölgenin kaynaklarını çalan hırsızlıkları karşısında, bir de aynı ülkelerden kaynaklanan son İslam Peygamber’ine yönelik alçakça hakaretler üzerine biriken öfkenin patlaması normal bir sonuç değil mi? Bu öfke patlamasının oluşturduğu kitlesel eylemlerde, kimi istenmeyen olayların yaşanması da, gerek kendiliğinden, gerekse yine bu emperyal projelerin bölgedeki ajanlarının, daha başka projelerine vesile kılmak amaçlı provokasyonları olarak gerçekleşebilmektedir. Bu bağlamda, emperyalist ABD’nin bölgeye yönelik sömürü ve zulüm projelerinin temsilcisi konumunda bulunan elçinin ölmesi üzerine gösterilen tepkinin, en üst perdeden olması nedendir? Müslüman halkların doğal kitlesel tepkisi neden “terör” olarak nitelenip abartılı ve aşırı tepkiler gösteriliyor?
Bu sebeple, ABD neden hemen iki savaş gemisini ve Afganistan, Pakistan, Yemen ve Somali’de pek çok suikast ve katliama imza atmış “İnsafsız Hava Araçları”nı bölgeye gönderdiğini ilan edip sopa gösteriyor ve neden dünyadaki yandaş devletler de abartılı destekler veriyor?
Peki, aynı insafsız hava araçlarıyla ve işgal ettikleri ülkelerdeki katil ordularıyla yaklaşık üç milyon civarında masum insanı katleden bu terör devletlerinin yapa geldikleri tüm vahşete neden dünya sessiz kaldı? Üç milyona yakın Müslüman bir ABD elçisi etmiyor mu? Sürekli destek verdikleri Siyonist Devletin, Filistin’de yaptığı terör, helikopterlerden ateşlediği füzelerle gerçekleştirdiği alçakça suikastlarla şehid ettiği Şeyh Ahmed Yasin ve Rantisi için neden aynı tepkiyi vermediler? Daha yakında, Usame bin Ladin’i eşleri ve çocuklarıyla birlikte evinde bulunduğu bir sırada sinsi ve alçakça bir suikastla şehid ettiklerinde, acıkınca yedikleri put misali kendi vazettikleri “uluslararası hukuk”larını bile çiğneyerek yapılan bu saldırılar neden emperyalist devletlerin ve işbirlikçilerinin tepki göstermek yerine “memnuniyet ve sevinç duyduk” açıklamalarıyla karşılanmıştır? Emperyalist işgale karşı haklı bir direniş ortaya koyan Afgan halkının onurlu çocukları olan Taliban önderlerini savaşta değil de korkakça ve alçakça İHA’lardan atılan füzelerle uzaktan vurmak, suikastlar düzenlemek hangi hukukun gereğidir?
ABD, bir yandan bölgedeki işgalleri, katliamları, sömürürleri, despot yönetimlerin zulümlerini desteklemesiyle, diğer yandan İslami değerlere hakarete “ifade özgürlüğü” adı altında alan açması, koruyup desteklemesiyle, Müslümanlar için çok yönlü bir hedef olmayı hak eden emperyalist bir devlettir. Neden bu emperyalist devletin bunca büyük vahşeti karşısında susan ve onunla zulümde yardımlaşanlar, bugün bir ABD elçisi ölünce bu kadar abartılı tepkiler veriyor ve masum halkları “terörist”; emperyalist politikaların bölgedeki temsilcilerini ise “masum” ilan ediveriyorlar? Halbuki Amerika ne kadar masum ise, onun emperyalist politikalarının bölgedeki temsilcileri de ancak o kadar “masum”dur.
Emperyalist İşgalci Katil Devletler ve Elçileri mi, Yoksa Onların Mağduru Olan Bölge Halkları mı “MASUM”dur?
Buna rağmen henüz kimin öldürdüğü belli olmadığı halde, hatta Pearl Harbor veya ikiz kulelere saldırı misali bir provokasyonla öldürülmüş olma ihtimali de kuvvetli olan ABD elçisinin ölümü üzerine Katil terör devleti yetkililerinin ve işbirlikçi devlet ve cemaat önderlerinin ifadeleriyle fatura hemen protesto gösterisi yapan Müslüman halklara kesilmiş ve olay “masum insanları öldüren şiddet ve tel’in edilmesi gereken bir terör” olarak ilan edilmiştir. Velev ki, on yıllardır süren, baskı, zulüm, işkence, sömürü, katliam, suikast, hakaret ve aşağılama içeren saldırılara ve bunları yapan işgalci emperyalist devletlere, ya da destekledikleri despot yönetimlere yönelik olarak Müslüman halkların birikmiş haklı öfkesinin patlaması sürecinde, kitle psikolojisi bakımından mümkün olan bir aşırı tepki sonucunda elçinin ölümü gerçekleşmiş olsun. Bu halde bile, ölümün gerçek sorumlusu, mazlum halkları bu kadar bunaltıp, bu haklı öfke patlamasına sebep olan emperyalist devletler değil midir? İkiz kulelere yönelik saldırı ya da bu tür eylemlerde meydana gelen ölümler, eğer Müslüman halkların öfkeli çocukları tarafından gerçekleşmişse bile, İslami ölçüler içinde meşru sayılmasa dahi, bunların, artık dayanılmaz hale gelen emperyalist saldırı, katliam, sömürü, yoksullaştırma ve adaletsizliklere, İslami kimlik ve değerlerinin hor görülmesine ve yapılan hakaretlere karşı mazlum halkların bir “çığlığı” olarak okunması ve anlamaya çalışılması gerekmez mi?
Ayrıca aklını, vicdanını ve insani değerlerini yitirmemiş olanlara hemen soralım, işgalci, katil ABD ve onun emperyalist sömürgeci, soyguncu, katliamcı projelerinin bölgedeki takipçileri, temsilcileri mi “terörist”; yoksa bu emperyalistlerin alçakça çıkarları için işgal ettikleri bölgelerinde katlettikleri milyonlarca yerli halk ve o halkların mücahid/direnişçi evlatları mı? Aynı şekilde emperyalist, işgalci, hırsız olan, ülkelerinden kaçırdıkları insanları dünyanın çeşitli yerlerindeki binlerce işkence merkezine götürüp alçakça işkenceler ve infazlar yapan devletler ve bölgede aynı süfli amaca hizmet eden temsilcileri mi “MASUM”; yoksa tüm bu işgal, sömürü, katliam ve işkencelerin mağduru olan milyonlarca yerli halk mı?
Tekerlekli sandalyesinde sabah namazından çıkışta, katil helikopterlerden atılan füzeyle şehid edilen Şeyh Ahmed Yasin’e suikast düzenleyen Siyonistler mi ya da bu terör devletine her şeye rağmen destek veren ABD ve batı mı, yahut da insafsız “İnsansız Hava Araçları”yla korkakça evlere, yerleşim merkezlerine füzelerle saldırıp katliamlar yapan terör devletleri ve onların işgal bölgelerindeki temsilcileri mi “MASUM”, yoksa bu büyük zulmün muhatabı olanlar mı? Masum halkların ülkesini, emperyalist çıkarlar için, asimetrik silahlara dayalı bir saldırıyla, hem de “Haçlı Seferi” olarak ilan edip açıkça din eksenine oturtarak işgal edip, katliamlar yapmak, kaynaklarını çalmak gibi bir alçaklık, onlara “insan hakları, özgürlük ve demokrasi götürmek” ilan ediliyor. Büyük bir kitlenin iman ettiği, canından aziz bildiği Peygamber’e hakaret “ifade özgürlüğü” sayılıp korunuyor. Ama bu işgal, katliam ve sömürüye itiraz edip direnmek, kendi ülkesinde bağımsız olarak, insanca ve Müslümanca yaşamayı istemek ise “terör yapmak” sayılıyor. İslam Peygamberine hakarete karşı tepki göstermek ve bu arada nasıl olduğu belli olmayan bir şekilde elçinin ölümüne sebebiyet vermek ise “din adına şiddete başvurmak, terör estirmek” sayılıyor, öyle mi? Yuh olsun size ve zalim zihniyetinize. İşte sizler bu kadar zalim, adaletsiz, yalancı ve bu derece alçaksınız.
Şiddet ve Terör Sizin En Temel ve Değişmez Vasfınızdır
Peygamber Müslümanlar İçin Canlarından Daha Azizdir
İslam’a ve Müslümanlara yönelik işgal ve saldırıları başlatan Bush, ulusal güvenlik konusunda danışmanlarıyla Camp David'de yaptığı istişare toplantısının ardından başkent Washington'a dönüşünde 17 Eylül 2001 Amerikan vatandaşlarına hitaben yaptığı konuşmada, ''Terörizme karşı bu Haçlı Seferi, bu savaş zaman alacaktır'' demişti. Bundan sonraki işgal ve katliamlar sürecinde ve ilk körfez saldırısında toplam üç milyona yakın Müslüman’ı sadece son 20 yılda katleden ve Afganistan ve Irak’a yönelik işgal ve katliamları Başkanının ağzından açıkça “Haçlı seferi” olarak niteleyen emperyalist terör devleti ABD’nin Dışişleri Bakanı Clinton, son Peygambere hakaret filmi protesto gösterileri akabinde yaptığı açıklamada: “Din adına, Tanrı adına kan dökmek ve masumların hayatlarını almak isteyenler var oldukça, dünya, gerçek ve kalıcı bir barışı asla görmeyecektir'', demekten utanmamıştır. Ondan sonra da “Bireylere, ne kadar iğrenç olursa olsun kendi görüşlerini ifade etmelerinde engel olmayız” diyerek, Peygamberimize hakaret etmeyi ifade özgürlüğü olarak değerlendirip, dolaylı destek vermiştir. Müslüman hakların haklı olarak ortaya koydukları tepkiler için, “Ancak ifadeye şiddetle karşılık verilmesinin kabul edilemez olduğu hususunda hiçbir tartışma olmamalı” diyebilmiştir. Bu ahlaksız, hukuksuz katilleri ve amansız İslam düşmanlarını, bu büyük çelişki ve tutarsızlıklarına rağmen destekleyenler utanmalıdırlar.
Ey Amerika ve temsil ettiği Batı seküler zihniyeti ve onları destekleyen işbirlikçileri! Biliyorsunuz ki, şiddet de, terör de, katliam da, yukarıda bir kısmını özetlemeye çalıştığımız vahşeti ortaya koyan cürümlerinizde örneklendiği üzere, öncelikle ve sadece sizin “hayvandan aşağı” karakterinizin sürekli özelliklerindendir. Ayrıca, şiddet sadece silah ve güç kullanmak da değildir. İnananların kutsallarını aşağılamak, ağır hakaretlerde bulunmak, bazen onları katletmekten daha büyük bir şiddeti ifade eder. Pek çok Müslüman peygamberimize hakaret edileceğine kendilerine kurşun sıkılmasını tercih eder. Çünkü, “Peygamber, müminlere kendi nefislerinden önce gelir.” (Ahzab 6). Ancak sizin esfelesafilin (aşağıların aşağısı) karakteriniz bunu algılayabilecek kabiliyeti yitirmiş bulunmaktadır.
İslam’a ve Müslümanlara Yönelik, İşgal, Katliam, Hakaret ve Provokasyonlarla İslam’ın Kurtarıcı Mesajının Dünya İnsanlığına Ulaşmasını Engellemeye çalışıyorlar
Bu tür hakaret ve saldırıların arka planındaki temel mesele şudur ki; İslam coğrafyasında Müslüman halkların belli ölçüde uyandıkları, zalimlere, despotlara ve arkasındaki emperyalistlere itiraz ederek tepki gösterdikleri ve kaderleri üzerinde söz sahibi olmaya çalıştıkları bir süreçte, bölgede İslami adalet sistemi modellerinin ortaya çıkıp, arayış içindeki dünya insanlığına örnek olmaması isteniyor. Bunun için, değişik provokasyon ve tahriklerle kaos oluşturularak, dünya kamuoyunun İslam ve Müslümanlar hakkında kötü kanaatlere varması temin edilmeye ve bu suretle Müslüman halklar baskı altına alınarak Batı değerleri ve çıkarları istikametinde yönlendirilmeye çalışılıyor.
Bu amaçla, bir yandan işgal, istila, dönüştürme projeleri uygulamaya konurken, diğer yandan da İslami değerleri aşağılama ve hakaret eylemleri sürekli hale getirilmek suretiyle Müslümanlar bunlara alıştırılmaya, batı insanına benzetilmeye çalışılmaktadır. İşte bu amaca yönelik ideolojik saldırılar, yönlendirmeler yapılmakta ve buna uygun zemin hazırlayacak çok boyutlu provokasyonlar ardı ardına uygulamaya konmaktadır. Çünkü bugün bunalımda olan insanlık için tek kurtuluş yolu İslam’dır. Gelişmeler de, tarih ve şartlar da insanlığı İslam’a doğru zorluyor, yönlendiriyor.
Liberal kapitalizmi, demokrasiyi, sosyalizmi vb seküler modelleri üreten modern Batı paradigması bitti, tükendi ve insanlığı adaletsizliğe, sömürüye, bunalıma, krizlere mahkum etti. Bu sebeple, insanlık, tabiri caizse can havliyle fıtri bir arayış içine girmiş bulunuyor, ama vahiyden kopuk olunca ne yapacağını bilemiyor. İşte bunu fark eden tükenmiş, çürümüş seküler kapitalist sistemin sahipleri bu gidişatı durdurmak, insanlığın fıtratın yoluna, Kur’an’a doğru akmasını engellemek için çeşitli oyun, provokasyon ve savaşlara başvuruyor. İnsanlığın “başka bir dünya mümkün” fıtri yönelişiyle aradığı adalet sistemini kurmak, ancak fıtrat ve vahyin bütünleşmesiyle mümkündür. İşte Allah’ın dünyada bütünleşmesini ve ikisinin arasının kesilmemesini emrettiği (Bakara 27, Radd 25) bu iki şeyin, fıtrat ve vahyin buluşması önlenmek isteniyor.
Dünya insanlığını uyandırıp vahye doğru yönlendirecek Kur’ani bir adalet modelinin bölgede ortaya çıkması dünya istikbarı ve küresel kapitalist sistem tarafından engellenmek isteniyor.
O halde biz Müslümanlar bu projelerin ve emperyalist emellerin bilgi ve bilincine sahip olarak hareket etmeliyiz. Bir yandan onların oluşturdukları bizlere zulmeden, değerlerimize hakaret eden alçaklıklardan kaynaklanan gündemlere de, emperyalist uygulamalara, işgallere de hak ettikleri cevapları, hak olan yöntemlerle, salt duyguların esiri olmadan, aklın ve vahyin kontrolünde hareket ederek vermeliyiz. Ama diğer yandan da, vahyin şahidliğini yapma hedefli, vahiyle arınma, ıslah ve inşa mücadelemizi ısrarla ve tavizsiz bir ilkeli duruşla sürdürmeliyiz. Zalimlerin, müstekbirlerin, İslam düşmanlarının, dünyayı böyle boş bulamayacakları İslami bir inkılabı yaşayıp yaşatarak güçlü bir İslami otoriteyi ortaya çıkarmak, Müslümanların vahdetiyle ümmeti vahiy ekseninde yeniden inşa etmek üzere sorumluluklarımızı kuşanmalıyız. Böylece çağımız insanlarına vahyin şahidliğini yapacak Kur’an neslini inşa etmeliyiz.
İşte öncelikle ve sürekli biçimde bu işlerimize, yükümlülüklerimize yoğunlaşmalıyız. Bölgemizdeki mazlum halkları da, tüm dünya insanlığını da, bu zalimlerin elinden kurtaracak Kur’ani mesajı bölgemizde ete kemiğe büründürüp modelleştirerek dünya insanlığına sunmalıyız. İşte biz Müslümanlar buyuz. Bize zulmedenlerin bile kurtuluşuna vesile olmaya çalışan tevhidi daveti, merhameti ve adaleti temsil ediyoruz. Evet işte bu istikametteki sorumluluklarımızı yerine getirmek üzere seferber olmalıyız.
Mehmet PAMAK