Perşembe, Kasım 21, 2024
Ana sayfa HABERLER Darbeye Karşı Çıkmak Kadar,Ne Adına Karşı Çıkılacağı da Önemsenmelidir

Darbeye Karşı Çıkmak Kadar,Ne Adına Karşı Çıkılacağı da Önemsenmelidir

by İlkav Editor
1,8K 👁
A+A-
Reset

 

Mehmet Pamak

  

 

Farklı Kesimlerle Kurulan İlişki ve Birlikteliklerde

İlkesiz Davranmak Müslümanları Dönüştürmektedir

 

Müslümanlar, sistem içi araçları kullanmada, farklı kesimlerle ve sistem içi siyasetle ilişkide gözetil­mesi gereken ilke ve ölçüleri ciddiye almayınca, ölçüsüz ve ilkesiz bir biçimde sistem içine dalıyor, farklı kesimler­le pragmatik ilişkiler kurup eklektik anlayışlara kayıyor­lar. Sonuçta istikametleri giderek küresel ve yerel boyut­ta sistem içi siyasete eklemlenmeye doğru dönüyor. Tam anlamıyla bir eksen kayması yaşanıyor. Kimisi sistem içi demokratikleşmenin ardında sürüklenirken, kimisi li­berallerle, kimileri de sol kesimlerle aynı sendika, dernek ve platformların seküler zemininde birlikte olarak, hak, adalet ve özgürlük mücadelesi yaptıklarını söylüyorlar.

Peki, Müslümanların sistem içi araç­ları kullanarak ya da gayri Müslimlerle ortak platformlarda birleşerek insan hakları mücadelesi yapabilmeleri ne kadar mümkündür? Müslümanlar, sistem içi araçları kul­lanmayı ve farklı kesimlerle birlikte sistem içi hak, adalet ve özgürlük mücadelesini, ancak İslami ilke ve ölçülere aykırı düşmeden, taviz vermeden, vahye aykırı herhangi bir taahhütte bulunmadan ve Hak ile bâtılı uzlaştıracak bir karışıklığa yol açmadan, şer’i ölçüle­re uygun bir muhteva ile ne kadar kullanabilir ve ne ka­dar yapabilirlerse o kadar mümkündür. Esas olan, sistem dışı İslami kimliğimiz, tevhidî ilkelerimiz, istikametimiz, vahyî hedefimiz ve İslami birlikteliğimizdir. Sistem içi araçlarla yürütülen faaliyetlerimiz ve diğer kesimlerle birlikte yapabileceğimiz tüm işler, ancak bu sistem dışı varlığımız, temel hedefimiz ve ilkelerimizin denetimi altında ve vahyî ölçüler içinde gerçekleştirilebilir. Tabii ki sendika ve dernek gibi sistem içi kurumlarda da, her şartta dikkate alınması gereken şer’i ölçüler, akî­devi ilkeler korunarak bir şeyler yapma imkânı varsa ya­pılabilir.

Birçok Müslüman, mesleki kuruluşlar nev’inden kimi sistem içi kurumlarda liberal ve sol kesimlerle birlik­telikler oluşturarak istikameti korumakta zaafa düşüyorlar. Hâlbuki sendika vb. mesleki dayanışma kuruluşlarında, li­beral, sol ve diğer gayri İslami kesimlerle birlikte son dere­ce sınırlı ve az sayıda iş yapılabilir. Bu tür birlikte çabalar, en fazla mesleki özlük haklarının talep edilmesi ve gelişti­rilmesiyle sınırlanmalıdır. Özlük haklarını aşan daha geniş bir hak ve özgürlük mücadelesi bile, Hak ile bâtılın tem­silcilerinin birlikte yapacağı bir mücadele olamaz. Çünkü Hak ile bâtıl arasında temel hak ve özgürlüklerin tespitinde, muhtevasında mutabakat mümkün değildir. Mutabakatın önündeki engeli ortaya koyan en temel soru şudur: Hak ve özgürlüklerin tanımını, sınırını, ölçüsünü ve muhtevasını kim belirleyecektir? Ya ilahî vahiy ya da heva ve zan. Bu soruya iki ayrı ve zıt cevabı veren Müslümanlarla, gayri­müslimler, nasıl uzlaşacak ve nasıl birlikte mücadele ede­ceklerdir?

Böyle karışık kimlikli bir sendikanın, farklı kesimlerle oluşturulan bir platformun ya da başka bir sis­tem içi aracın ülke ve toplum için önereceği bir siyasi, hu­kuki, ekonomik sistem modeli olabilir mi? O hâlde sendika vb. meslekî kuruluşlarda yer alanlara, bu tür sistem içi araçları fazla abartmadan, sadece “O meslek­teki insanların özlük haklarıyla ilgili olarak kullanabildiği­niz kadar kullanın ve ondan artan zamanınızı da, sadece mü’minlerle birlikte yapacağınız İslami mücadele için ayı­rın.” demekten başka ne söylenebilir ki? Üstelik, bu karışık zeminlerde, eklektik algı ve düşünceleri besleyen Hak ve bâtıl birliktelikleri içinde yer alarak özlük hakları müca­delesi veren Müslümanlara yönelik olarak, bu birliktelikler hatırına, neleri feda ettikleri konusunda kendilerini sürekli sorgulayıp, bu tür ilişkilerde düşünsel/fikrî planda uzlaş­macı bir konuma sürüklenmemeye özel dikkat gösterme­leri uyarısı da yapılmalıdır. Çünkü birçok Müslümanın bu karışık zeminlerde demokratikleşip liberal-sol seküler kavram ve modelleri içselleştirdikleri ve artık daha sekü­ler düşünmeye başladıkları ibretle gözlenmiştir. Özellikle de liberal ve sol kesimlerin daha medyatik imkânlara ve egemen küresel seküler sistemin desteğine sahip olmaları, Müslümanların onlara doğru meyletme eğilimlerini ve on­larla görünerek medyatik itibar kazanma, daha güçlü olma arzularını tetikleyici bir rol oynamıştır.

Farklı Kesimlerle Birlikteliklerde, Ortak Etkinlik Alanına Sadece İttifak Edilen Hususlar Çıkmalı, Farklılıklar İse Her Kesimin Özelinde Kalmalıdır

Şüphesiz ki, diğer kesimler ve Müslümanlar ayrı yapılar içinde örgütlenmek zorundadırlar. Çünkü her birinin inanç ilkeleri ve bu inancından kaynaklanan hedefleri, kul­lanacakları ölçüleri, esas alacakları değerleri ve kavramları, akîdevî farklılıklar arz etmektedir. Hatta Müslüman kuru­luşların liberal ve sol diğer kuruluşlarla ittifakı bile son de­rece sınırlı konularda ve çok ilkeli bir dikkat çerçevesinde söz konusu olabilir. İşte İslami bir yapı, kendisi dışındaki gayri İslami liberal veya sol ya da muhafazakâr yapılarla, ancak çok sınırlı alanlarda, sadece bir zulmün tespiti ve tel’ini, kimseye zulmedilmemesi konusunda ve olay bazında itti­fak edip birlikte hareket edebilir, ortak tepki gösterebilir. Çözümler ise her kesimin kendi özeline bırakılmak durumun­dadır. Çünkü çözümde mutabakat sağlanamaz.

Mesela Mazlum-Der genel başkanı olduğum süreçte, liberal ve sol laik çevrelerden Helsinki Yurttaşları olarak tanımlanan grubun Kürt sorunu ile ilgili bir bildirisi faks­lanmış ve pek çok kesim tarafından imzalanan bu bildiriye bizim de imza koymamız istenmişti. Bildiri Kürt sorunu ile ilgili kimi tespitleri yaptıktan sonra, demokrasi, laiklik, rasyonalizm ve hümanizm gibi seküler kavramlar çerçeve­sinde üretilmiş bir çözümü de öneriyordu. “Müslümanlar olarak öyle bir bildiriyi imzalamamızın mümkün olmadığı­nı, Kürt sorunu da dâhil, her türlü zulüm ve insan hakları ihlallerinin tespit ve tel’ininde ortak bildiriler imzalayabile­ceğimizi, ancak bu bildirileri birlikte hazırlamamız gerek­tiğini, bildirilerin oldukça kısa ve sadece zulmün tespit ve tel’iniyle sınırlı olması gerektiğini, çözüm önerilerini ihtiva etmemesi gerektiğini, çünkü İslam’ı çözüm olarak önereceği­miz bir bildiriye onların imza atmayacakları gibi, bizim de onların Batılı kavram ve ölçülerle önerdikleri demokratik, seküler çözümlere imza atamayacağımızı” içeren bir cevap yazıp faksladık. Bu faksı alır almaz bizi arayan Tanıl Bora şunları ifade etmişti: “Faksınızı aldık. Sizi son derece haklı bulduk ve saygı duyduk. Bizi şok etmeye devam ediyorsu­nuz. Biz, sizler de bu tür laik demokratik bildirilere imza atarsınız gibi algılıyoruz. Hâlbuki dediğiniz gibi İslam’ı çö­züm olarak öneren bir bildiriye de biz imza atmazdık. Bu bakımdan haklısınız. Ancak bu bildiriyi hemen basına ye­tiştirmek zorundayız. Bildiri bu sefer Mazlum-Der’in imza­sı olmadan yayımlansın. Ancak bundan sonrakilerde sizin önerdiğiniz gibi yapalım”. İmzalamadığımız için bize saygı duyulan bu bildiri ertesi gün basında yer aldığında, altın­da bir kısmı sonradan “itirafçı” olan Mehmet Metiner, Ali Bulaç, Hüseyin Hatemi gibi “demokratik Müslüman"ların imzaları da yer alıyordu. İşte bu tip şahsiyetler, bizden son­ra Mazlum-Der’in başına getirdiğimiz yeni genel başkanı da kısa sürede etkileyecekler ve bizim atmadığımız imzalar büyük bir ilkesizlikle artık kolayca atılacaktı.

Liberal ve sol çevrelerin karşısında özgün kimlik ve ilke­lerini koruma dirayeti gösteremeyip mağlubiyet psikolojisine dayalı bir kompleksle uzlaşarak uyum sağlayanlar onların hazırladıkları seküler mantıkla yazılmış bildirileri kolayca imzalamaya başladılar ve gide­rek onlara benzeyip sekülerleştiler. Mesela aynı çevrenin Sivas olayları akabinde hazırladığı ortak bildiri Mazlum- Der tarafından da imzalanmış ve bu bildirinin milyonlar­ca nüshası uçaklarla Türkiye çapında dağıtılmıştı. Bizden sonra gelen genel başkan olan İhsan Arslan’ın da imzasını taşıyan bu bildiride şu cümle de yer alıyordu: “Neyin doğ­ru neyin yanlış olduğunu yargılamak için bağımsız ak­lımız ve özgür vicdanımız yeter. Bunları her türlü bağın önüne geçirmemiz gerekir.”.

Görüldüğü üzere “neyin doğru neyin yanlış olduğu­nun” tek ölçüsü olarak “akıl ve vicdan”ın yeterli olduğunu söyleyerek ve “bunları her türlü bağın önüne geçirmeliyiz” diyerek liberal ve sol gayrimüslimlerle uzlaşanlar, vahyin belirleyiciliğini dışlayarak aklı nihai belirleyici konumu­na oturtabilmiş ve aklı, akîdevi bağ dâhil, her türlü bağın önüne geçirmeyi kabullenebilmişlerdir. Sonraki süreçte de Mazlum-Der, artık açıkça laikliği sahiplenen ve savunan bildirilerin altına imza atabilecek bir dönüşüm yaşamış­tır. Çünkü artık Mazlum-Der kadroları, laik devleti bütün dinlere eşit uzaklıkta duran, kamu alanını vahyin değil, aklın ürettiği hukukun düzenlediği bir “adalet devleti”(!) olarak tanımlayıp benimseyen söylemler geliştirmektedir.

Mesela muhafazakâr demokrat, liberal ve sol çevrelerin seküler, laik, demok­rat söylemlerinin çözüm olarak önerildiği, darbeye karşı demokrasiye davetin öne çıkarıldığı bir organizasyona destek verip katılmak İslami kimlik ve ilkelerimizle bağ­daşmaz. Bu sebeple bizler, çağrıldığımız hâlde bu kesimlerin 19 Haziran 2008 tarihinde düzenledikleri ve seküler model ve kavramlarının belirleyici olduğu "darbe karşıtı" eylemlerine söz konusu gerekçeyle katılmamıştık.[1] Çünkü 100’ü aşkın tanımı olan demokrasinin, bütün tanımlarının ortak paydasını, ilahî vahyi dışlayarak, mutlak hâkimiyeti insana (teoride halka, pratikte oligarşilere) vermesi, hevanın ilahlaştırılması oluş­turmaktadır. Felsefi ve ideolojik boyutu belirleyici olan de­mokrasiye davet eden organizasyonlara bir Müslüman'ın katılması, destek vermesi İslami ilkelerle bağdaştırılamaz.

Son darbe girişimi sürecinde ve yıldönümünde ise, Tevhidî uyanış sürecinden gelen kimi Müslümanların, hatta bazı öncü şahsiyetlerin, "muhafazakâr demokrat" AKP'nin öncülüğünde darbeye karşı "demokrasi nöbeti" adı altında yapılan gösterilere/mitinglere edilgen biçimde katılıp konuşmalar yaptıkları, bu kesimlerden çoğunluğun da bu tür etkinliklere ilkesizce katıldıkları ibretle gözlemlenmektedir. Demokrasiyi kurtuluş yolu ilan edip "demokrasi şehidi" hurafesini üretenlere ve onların bu tür seküler söylemlerinin belirleyici olduğu etkinliklerine edilgen biçimde katılıp destek verenler İslami kimlik ve ilkelere aykırı davranmaktadırlar.  Bizler de, muhafazakâr demokrat, liberal ve sol çevreleri, çözüm olarak istişâri katılımla vahyin ölçüleri içinde karar alıp uy­gulayan bir sisteme çağrıyı öne çıkararak yapacağımız bir darbelere karşı çıkma etkinliğine davet etsek, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki tüm toplumsal alanların vahye dayalı bir biçimde dizayn edilmesi hâlinde insanlığın adalet ve huzura kavu­şacağına dair çözüm önerisini gündemleştiren bir darbe karşıtı etkinli­ğe çağırsak, şüphesiz ki onlar, kendisini İslam’a nispet eden birçok insandan daha tutarlı ve ilkeli davranarak, İslam'ı esas alan bu darbe karşıtı eyleme destek vermeyecek, katkı sunmayacaklardır.

 

Put Kırmak Yetmez, Putu Ne Adına Kırdığınız

Daha Büyük Bir Önem Arz Eder

O hâlde bizim de bilmemiz gerekir ki, darbe ya da zulüm karşıtlığı tek başına yeterli değildir, ne adına karşı olun­duğu ve yerine neyin ikame edileceği ve insanların neye çağrıldıkları daha da önemlidir. Öyle bir süreçten geçilmektedir ki, on yıllardır darbelerle terbiye edilip sürekli statükonun arzularına göre hizaya sokulmaya çalışılan halk ile alay edercesine Doğu Perinçek öncülüğündeki ulusalcı Kemalist kronik darbecilerle (yani Ergenekoncularla) AKP ittifak edip "FETÖ'cü darbeye" karşı birlikte mücadele ediyorlar. İbretlik biçimde, darbecilik karakterleri olmuş ulusalcı Kemalist bir grup hasta darbeci, başkalarının darbesine karşı çıkmaktadır. Yani kendi kontrollerinde olmayan bir darbeye başka darbe özlemleri adına karşı çıkmaktadırlar.

Bu yüzden diyoruz ki, sadece put kırmak yetmez, putu ne adına kırdığınız daha büyük önem arz eder. Çünkü bir put bir başka put adına da kırılabilir. Tağuta karşı çık­mak yetmez, reddedip karşı çıkılan tağut yerine bir başka tağut egemen kılınmamalı, tüm tağutlar sadece Allah’a itaat ve ibadet etmek için reddedilmelidir. Laik darbeci, despot ya da monarşik bir sistem de, laik demokratik bir sistem de, "hevanın hâkimiyeti" olmak bakımından bâtıl ve tağuti niteliği taşır ve her ikisi de Müslümanın akıdesiyle bağdaşmaz. Yani demokrasi darbeye ve monarşiye nazaran bâtıl içinde görece bir olumluluğu, zulmü azaltmayı temsil etse ve bu sebeple darbe yönetimi ile halkın seçtiği demokratik yönetimini ikisi de bâtıldır diye aynı konumda değerlendirmesek de, darbeye demokrasi adına karşı çıkmak, bir bâtıl adına bir başka bâtıla karşı çıkmak anlamına gelir ve Müslümana yakışmaz. Bu sebeple bir Müslüman, monarşik ya da darbeci bir sistem ve yönetime karşı çıkarken, bunların yerine görece özgürlükçü de olsa laik demokratik sistemi savunup talep ederek değil, İslami adalet sistemini gündemleştirip savunarak, İslami kimlik ve ilkelerini öne çıkararak özgün bir duruşla karşı çıkar/çıkmalıdır. Bu yüzden biz Müslümanlar, hepimizin muhatap olduğumuz zulme ve darbeye karşı çıkmak amacıyla da olsa, diğerleriyle onla­rın putlarına meşruiyet kazandıracak, onların şirke dayalı söylemlerini, bâtıl modellerini belirleyici kılacak ittifaklar kuramayız/kurmamalıyız. Bizler darbelere karşı çıkma çabamızı bile özgün tevhidî ilke ve ölçülerimizi belirleyici kılarak ve bağımsız İslami kimliğimizle, özgün slogan, şiar ve bayraklarımızla ve Kur'an'ın dur dediği yerde durarak yaparız/yapmalıyız.

Nitekim 15 Temmuz darbe girişiminin yaşandığı ilk geceden itibaren bizler, özgün İslami kimlik ve ilkelerimizle darbeye karşı çıkarak açık ve net bir tavır koyduk. Daha ilk gece ve zalimlerin uçakları bomba atarken darbeye karşı bir bildiri yayınlayıp Ankara'da Radyo Denge'den canlı olarak kamuoyuna duyurduk. Sonraki günlerde, başka radyo konuşmaları yaptık, konferans ve paneller düzenledik. Böylece, bölgeyi emperyalist projeler istikametinde dizayn etme hedefine hizmet etmek amacıyla harekete geçen "emperyalistlerin bizim çocukları"ndan oluşan zalim darbecilere ve darbelere her zaman olduğu gibi yine karşı çıktık. Emperyalizmin uşağı darbecilerce silah zoruyla iradesine ipotek konmak istenen ve alçakça bir katliama muhatap kılınan halkımızın yanında yer alıp mazlumların hakkını savunduk. Başarılı olmaları halinde hepimizin de dâhil olduğu bütün topluma büyük bedeller ödetecek olan darbeci zalimleri tel'in ettik. Halkı darbecilere karşı koymaya teşvik edip yaygın bir muhalefet bilinci oluşmasına katkı sağladık. Tabii ki, bütün bu sâlih amelleri bağımsız İslami kimliğimizi ve özgün tevhidî duruşumuzu koruyarak yapmaya büyük özen gösterdik. Çünkü acil bir can tehlikesi ve ağır bir işkence hâli anlamında “ik­rah” olmadıkça, bir Müslümanın laik seküler demokrat bir sisteme çağrının, şirke dayalı hükümlerle hükmetmenin, taraftarı, üyesi, destekçisi ve böyle bir yöntemin takipçisi olması, İslami kimlik ve ilkelerden taviz verip sapması anlamına gelir. Nitekim bu yan­lış tercihi yapanlar, hem zamanla kendileri dönüşerek li­beralleşmişler, hem de kendilerini takip edenlerde İslami kimliğin daha fazla yozlaşmasına, "seküler, liberal ve demokrat" sentezli yanlış bir “İslam” algısının yaygınlaşmasına sebep olmuşlardır.

Geçmişte de bizim bu sebeple katılmadığımız liberal ve sol çevrelerin önderliğinde demokrasi çağrı­sıyla yapılan “Darbeye karşı ses çıkar.” yürüyüşüne katılan, destek veren Müslümanlar, büyük değişimler yaşadılar. Bu Müslümanlar, söz konusu liberal ve sol organizatör­lere sorsunlar bakalım; “Çağrı yaptığınız demokraside, sol ve liberal düşünce ve projeler için örgütlenme, propaganda ve seçim sonucunda iktidar olma, liberal ve sol projeler­le ülkeyi yönetme hakkı olduğu gibi, Müslümanların da İslami ilke ve projeleriyle örgütlenip propaganda yaparak iktidar olma ve ülkeyi bu İslami hükümlerle yönetme hak­ları var mıdır?” Bu soruyu sorduğunuzda göreceksiniz ki, büyük bir tepkiyle karşı çıkıp "bu isteğiniz demokrasiyle bağdaşmaz" diyerek sizi dışlayacaklardır. O hâl­de, bu sonuç karşısında kendimize dönüp sormalıyız; “Bir Müslümanın böyle bir demokratik çağrıya imza atması akîdesiyle bağdaştırılabilir mi?”

Darbelere Karşı Çıkarken de Farklı Tarafların Ortak Etkinliğine Hâkim Kılınması Gereken, Sadece Darbenin Protesto ve Tel'in Edilmesi Olmalıdır

Bu tür organizasyonları, sol, liberal ve Müslüman ke­simin birlikte düzenleyebilmesi, ancak hiçbir kesimin düşünce ve ideolojisinin çözüm olarak gündemleştirilmemesi, ortak platforma sadece konsensüs sağlanan ortak yanımızın yan­sıtılması ile mümkün olabilir. Bu bağlamda kurulacak ilişkilerde, yapılacak ortak etkinlikte sadece “zulme ve darbeye hayır”la sınırlı tepkilerin öne çıkarılması,  çözüme dair düşünce, inanç ve ideolojiyle bağlantılı hususların ise her kesimin özelinde bırakılması hâlinde destek verilebileceği her se­ferinde ifade edilmelidir. Aksi takdirde, İslam kimlik ve ilkelerimize aykırı bildirilere imza atılmamalı, etkinliklere katılıp destek verilmemeli, bâtıl ideoloji ve söylemlerin belirleyici olduğu eylemlerin içinde yer alınmamalıdır. İşçi hakları, insan hakları, adalet ve özgürlük arayışı, Kürt sorunu vb. bütün toplumsal sorunlarda, sorunun tespiti, sömürü, haksızlık, zulüm ve adaletsizliğin eleştirisi ve tel'ini konusunda sol, liberal, muhafazakâr demokrat çevrelerle ortak tepkiler, etkinlikler söz konusu olduğunda hep bu temel ilkeler gözetilmelidir. Bu dikkat gösterilmez ise, İslami kimlik ve ilkelerden taviz verilerek bâtıl kavram ve modellerin gölgesinde kurulan ilkesizce ilişkiler ve ortak faaliyetler, zamanla Müslümanları dönüştürmekle kalmayacak, topluma ulaştırmakla yükümlü oldukları sahih İslam algı ve anlayışına da büyük zarar verecektir.

Son darbe sürecinde ve yıldönümünde gerçekleştirilen etkinlikler benzeri darbe karşıtı etkinliklerde de, tabii ki bizler, bütün ülke insanlarına zarar verecek ve hepimize yönelik mevcut zulmü çok daha şiddetli hâle getirecek ve kitlesel biçimde kan dökecek olan daha büyük zulme karşı "demokrat" kesimlerle ittifak hâlinde birlikte tepki verip ortak tavırlar geliştirebiliriz. Ancak, daha önce de söylediğim üzere, ortak eylemlilik alanında sadece ortak söylem, slogan, bayrak ve pankartlar öne çıkmalı, bu sebeple asla uzlaşamayacağımız çözüm ve model önerilerimiz, ideolojik kavram, şiar, bayrak ve sloganlarımız her kesimin kendi özelinde kalmalıdır. Aksi takdirde, pratikte olduğu gibi "demokrasi çağrısı", "demokrasi nöbeti", "demokrasi şehidi", "Hâkimiyet milletindir", "Türk milleti" ve TC bayrağı benzeri ulusal bayrak, slogan ve kavramların, ulusalcı ideolojik söylemlerin, bâtıl model ve çözüm önerilerinin belirleyici olduğu etkinliklere ilkesiz ve edilgen biçimde katılmak İslami kimlik ve ilkelerimizle asla bağdaştırılamaz. Bu sebeple, bahsettiğimiz ilkelerimize uygun bir vasat oluşmadığında bizler, bâtıl söylemlerin gölgesinde kalmak yerine, adil şahidlik sorumluğumuzun gereği olan darbelere karşı tavrımızı da kendi özgün İslami kimlik ve ilkelerimizle ve bağımsız biçimde ortaya koymalıyız.

Bu ilkeli dikkati göstermeden edilgen biçimde içinde yer alınan darbe karşıtı etkinlikler, sonuçta İslam dışı amaçlarla kullanılmaktadır. Yaşananlar göstermektedir ki, 250 kişinin katledilmesine yol açan alçakça darbe teşebbüsünün halkın takdir edilecek direnişiyle bastırılmasının yol açtığı duygusal ortam kullanılarak, laik ulus devletin muhafazakâr kitleler nezdinde yeniden kutsal bir konuma oturtulması sağlanıyor. Kısmî değişiklikler yapılmak suretiyle halkın razı olması sağlanarak laik demokratik sistemin yenilenmesine ve kendini yeniden üretmesine zemin hazırlanıyor. Ayrıca, darbeyi önlemede önemli rol oynadıkları yalanı sürekli medyada propaganda edilerek TSK'nın kronik darbeci ulusalcı Kemalist kadrolarının aklanması ve orduyu tekrar ele geçirmesi sağlanmaya ve TSK'nın halk direnişiyle yere serilmiş itibarı yükseltilmeye çalışılıyor.

Halkın bu alçakça darbeye karşı galibiyetine ve emperyalistlerin maşası darbecilerin ise mağlubiyetine haklı olarak sevinenlerin, sonraki gelişmeleri de doğru okumaları ve "Allahu Ekber" diyerek tanklara karşı direnen halkın bu zaferini sonuçta yine aynı emperyalist devletlerin laik demokratik seküler modellerinin devam ettirilmesi için kullanılması çarpıklığına karşı itiraz etmeleri gerekmez mi? İlginç bir durum yaşanıyor, Kemalist ya da Gülenist darbeciler de, Batıcı demokrasi yanlıları da, muhafazakâr demokratlar da Batının seküler kültür ve modelini savunuyorlar. Üstelik Batılı emperyalist devletler (ABD-AB), Müslüman halkların yaşadığı bölgedeki halkların iradelerine karşı hep darbelerden, despot yönetimlerden, diktatörlüklerden, sultanlık ve krallıklardan yana olmuşlardır. Savunduklarını iddia ettikleri "insan hakları" ve "demokrasi" gibi sekiler değer ve modellerini dahi sadece kendi halkları için istemektedirler. Müslüman halklara ise, despotizmi, darbeleri ve zulmü lâyık görmektedirler.

Halkımız, Sahih Bir Bilince Sahip Olmasa da Samimi Bir İslami Duyarlılıkla

ve "Allahu Ekber" Sloganlarıyla Darbeye Direnmiştir

Davetimizin muhatabı olan halkımızın, altını sahih biçimde dolduramasa ve çoğunlukla bir örf olarak haykırsa da "Allahu Ekber" sloganlarıyla tanklara ve uçaklara karşı direnip ölümü göze alması şüphesiz ki takdir edilecek bir kahramanlıktır. Ancak sonraki etkinliklerde, ilk gece ölüme giderken söyledikleri "tekbir"lerin arkasında durmadıkları da bir gerçektir. Nitekim sonraki bütün toplantılar, ilk geceye nazaran yoğun biçimde demokrasi vurgusu ve ulusalcı kirliliklerle malûl olduğu halde bu kitlelerde hiç bir rahatsızlığa ve tepkiye yol açmamış, aynı katılım devam etmiştir. Çünkü bu İslami sloganları, samimi bir bağlılık ve aidiyet hissiyle ölüme giderken haykırsalar da, maalesef çoğunlukla, "Allahu Ekber" demek suretiyle, "Allah'tan üstün herhangi bir otorite ve O'nun hükmünden daha güzel ve üstün hiçbir hüküm tanımıyorum ve yeryüzünde sadece Allah'ın otorite ve hükmünün hâkim olmasını istiyorum" demiş olduklarının farkında ve bilincinde değildirler.

Tabii ki, "Allahu Ekber" diyerek darbecilerin tanklarına karşı ölüme koşan bu iyi niyetli kitlelerin "tekbir"in sahih anlamından ve vahyin mesajından haberdar edilmesi ise davetçi Müslümanların sorumluluğudur. Bizler bu büyük sorumluğumuzun bilinciyle, samimi ama bilmeyen bu kitlelere merhametle yaklaşıp, İslami aidiyet iddiası ve "tekbir" ortak paydasından hareketle onlara vahyin mesajını ulaştırmak için bir an önce fedakârca çabalar içine girmeliyiz. Darbe girişiminin yaşandığı ilk gecenin sıcaklığı ve aciliyeti sebebiyle ve daha çok "tekbirlerin-salaların" ön planda olduğu vasatın duygusallığıyla bazı ilkeleri gözetme duyarlılığını ihmal etmiş Müslümanların bile, hiç değilse daha sonraki gecelerde ve son yıl dönümü etkinliklerinde de uyanmamaları ve ciddi anlamda bir itiraz yükseltmemeleri üzücü bir duruma işaret etmektedir. Çünkü sonraki gecelerde ve yıldönümü etkinliklerinde "demokrasi" savunuculuğunun, bu direnişin "laik devleti" ve "demokrasi"yi savunmak için yapıldığı iddialarının, hatta ölenlerin bile "demokrasiyi korumak için canlarını feda ettikleri" ve "demokrasi şehidi"[2] oldukları söylemlerinin belirleyici kılınması ve yapılan toplantı ve etkinliklerin adının bile "demokrasi nöbeti" olarak adlandırılması ve "Hâkimiyet milletindir" pankartlarının taşınması, bu direnişin "vatan, devlet, bayrak" gibi seküler kutsallar uğrunda gerçekleştiğinin ısrarla vurgulanması; halkın "tekbirlerle" gerçekleşen direnişinin hangi amaç ve hedefler istikametinde istismar edilip kullanıldığının ibretlik göstergesi olmuştur. Üstelik ilginçtir ki, tanıyanlarca "şehid" olduğuna hüsn-ü zan beslenenlerden birisi olan Halil Kantarcı'nın bile "ömrünün demokrasi mücadelesiyle geçtiği"ne dair bir beyan, bizzat dava ve koğuş arkadaşı olan Yakup Köse'nin yazarı olduğu Star Gazetesinde yer alabilmiştir.[3]

Ayrıca halkın İslami duyarlılıkları öne çıkaran direnişiyle darbeci generalleri rezil ederek laik-Kemalist sistemi köklü değişikliğe tabi tutma ve her tür küresel ve yerel vesayeti toptan yok edebilme imkânını bahşettiği iktidarın, tam tersi bir istikamette hareket ettiği görülmektedir. Bir yandan kronik darbeciler olan ulusalcı Kemalist Ergenekoncular ve Türkçü ulusalcı MHP'liler ile işbirliğini abartarak TSK, yargı, emniyet başta olmak üzere devletin kurumlarını bu sefer de bunlara teslim ettiği, diğer yandan da vatandaşlarının katili emperyalistlerle stratejik müttefikliğini ısrarla sürdürdüğü ibretle gözlemlenmektedir. Yani geçmişte ABD ve Batının Gülenist "yeni bizim çocukları"yla işbirliği yaparak "eski bizim çocukları" tasfiye etmek için devlet kurumlarını Gülenistlere teslim eden AKP ve lideri; şimdi de Gülenist çeteyi tasfiye etmek için tekrar ABD ve Batının "eski bizim çocukları" olan ulusalcı Kemalist darbeciler ve Doğu Perinçek ekibi Ergenekoncular ile Türkçü ulusalcı MHP'lilerle işbirliği yapmakta, bu sefer de devleti bunlara teslim etmektedir. Üstelik darbeyi defeden halkın duyarlılıklarına aykırı biçimde teşekkül eden bu yeni müttefiklerin hatırına laiklik, Kemalizm ve ulusalcılık yeniden keşfedilmekte, bu tür söylemler giderek çok daha fazla öne çıkarılmakta ve yeni bir "kandırılma"ya doğru hızla sürüklenmektedir.

Türkiye'nin Dostlarının Öncülüğünde Musul ve Suriye'de Katliamlar, Gazze'ye Kuşatma ve Mescid-i Aksa'ya Saldırılar Artarak Devam Ediyor

Eski darbelerin olduğu gibi son darbe girişiminin de arkasında yine emperyalist devletlerin (ABD-AB) ve onların katil ordusu NATO'nun olduğu çok açık biçimde bilinmekte ve bizzat Erdoğan ve hükûmet yetkililerince de defalarca açıklanmış bulunmaktadır. Yani Gülenist çetenin arkasında bu devletlerin ve siyonist terör devleti İsrail'in bulunduğunu herkes bilmektedir. Buna rağmen, halkımızdan 250 kişiyi hunharca katleden TSK'nın emperyalist işbirlikçisi alçak komutanlarını ve emperyalizmin emrindeki Gülenist çetenin mankurtlaşmış tetikçilerini destekleyen ABD hâlâ stratejik müttefik olmaya devam ediyorsa ve Türkiye, darbecileri destekleyen katil NATO'nun üyesi olmayı sürdürüyorsa bunun izahı nasıl yapılacaktır? Üstelik ABD ve Batılı emperyalist devletler, hâlâ İncirlik ve Konya üslerini katil NATO ile birlikte kullanmaya ve buralardan kalkan uçaklarla bölgemizdeki Müslüman halkların kanını akıtmaya devam etmektedirler. Musul ve Suriye'de bu devletlerin ve ilaveten Rusya ve İran'ın katkılarıyla soykırım boyutlarında kitlesel katliamlar yaşanıyor. Türkiye, Gülenist çetenin destekçisi olan ve büyük şeytan ABD'nin başını çektiği zalim Batılı devletlerle aynı koalisyonun içinde yer almaya devam ediyor, katil Rusya ile yeni dostluklar geliştiriyor.

Türkiye hükûmeti, Mavi Marmara davasını satarak, Gülenist çetenin en büyük destekçisi siyonist terör devleti İsrail'le yeniden dost oldu. Güyâ bu büyük taviz karşılığında Gazze'ye kuşatma kalkacaktı. Hâlbuki kuşatma hâlâ sürüyor. Gazze yine elektriksiz, ilaçsız, gıdasız kaldı. Gemiler kimi yardımları ulaştırsa da Gazze yine Ramazan ayında bombalandı. Nihayet Aksa işgal edildi, avlusunda Müslümanlar katledildi, birçokları da yaralandı. Mescid-i Aksa’ya terör devleti yasak getirdi, Aksa'nın girişine x-ray cihazları kurdu. Müslümanlara yönelik baskı, zulüm, kuşatma ve saldırılar artarak devam ediyor. Üstelik Mescid-i Aksa bölünmek ve Yahudilere açılmak isteniyor. Küresel korsanlığın lideri olan ve desteğiyle siyonist terör devletini bölgemize musallat eden ABD, bir yandan yüzlerce insanımızı katleden alçak darbe girişiminin liderini Pensilvanya'da koruma altında tutuyor, diğer yandan da Türkiye ve bölge halklarına karşı emperyalistlerin tetikçisi olup kör şiddete tapan PKK'yı da Türkiye'deki üslerden kalkan uçaklarla desteklemeye ve onlara silah yardımı yapmaya devam ediyor. Tüm bunlara rağmen Türkiye bu şeytanla dost olmayı sürdürüyorsa bunun hesabını kim verecektir? Ve darbeye "tekbir"lerle direnen kitleler, neden bütün bu hesapları sormadan kör bir itaatle ve bilinçsizce tabi olmaktadırlar?

Bir yandan darbeyi destekleyen emperyalistlerle dostluklarını ısrarla sürdüren siyasi iktidar, diğer yandan da darbe girişiminin ilk gecesinde, ulusal bayrak, ulusçu kimlik vb. kimi ulusalcı söylemlerin de karıştırıldığı eklektik bir biçimde ve sloganik de olsa daha çok İslami duyarlılık ekseninde ortaya çıkan darbeye karşı direnişi, kendi laik demokratik sistemini güçlendirmek için kullanmaktadır. Evet iktidar ve yandaşları, ağırlıkla İslami duyarlılığa dayalı biçimde ortaya çıkmış olan halk direnişini, kendi geleneksel hurafeci anlayışlarını laik-demokrasi ve neo-Kemalizm ile sentez ederek seküler sistemi yeniden inşa etme hedefli programlarında bir malzeme olarak kullanmaktan çekinmedikleri gibi, birinci yılında tekrarlamak suretiyle bu istismarda ısrar da etmektedirler. Yıllarca AKP'ye destekçi konumunda bulunan gazeteci Adem Özköse bile bu gidişe tahammül edememiş ve içeriden bir üslupla da olsa sosyal medyada şu itirazı yükseltmek gereğini duymuştur: "…'Allahu Ekber' nidalarıyla kazandığımız destansı bir mücadele nasıl oldu da 'Demokrasi Zaferi'ne dönüştü hala anlayamadım. Bunu başından beri kabul etmedim, etmeyeceğim de… 15 Temmuz direnişi bizim için asla demokrasi için, laik rejim için verilen bir mücadele değildi. Dinimiz, vatanımız, milletimiz hatta ümmetimiz için tankların karşısına dikildik. Şehitlerimiz de demokrasi değil; vatan, millet ve İslam şehitleridir. Bir de 'demokrasi şehidi' nerden çıktı? 1400 yıllık İslam tarihinde hangi İslam âlimi demokrasi için ölen bir kişinin şehit olacağına hükmetmiş? Bu pervasızlık beni korkutuyor. Hele de işin içinde itikada kadar uzanacak meseleler varsa."

 

Laik Demokratik Bir Partinin ve Laik Devletin Cumhurbaşkanının, İslam ile Laik Demokrasiyi Uzlaştırma Söylemlerine Sessiz Kalmak Büyük Vebaldir

Artık açıkça demokrasi ve ulusalcılık, muhafazakârlık ve neo-Kemalizm sentezli bir yeniden yapılandırma amacıyla kullanıldığı belli olduğu hâlde, buna rağmen tevhidî uyanış süreci bakiyesi bazı grupların mesajlar atarak çevrelerini bu "demokrasi nöbetleri"ne çağırıyor olmaları, bu tür etkinlikleri hiçbir şerh düşmeden ve herhangi bir itiraz ortaya koymadan sahiplenip katılmaları ve abartılı biçimde haberleştirmeleri, nasıl edilgenleştiklerinin ve laik demokratik bir iktidarın peşinden nasıl sürüklendiklerinin açık bir delili değilse nedir? Üstelik böylesine "demokrasi" ve ulusalcılık eksenli ve bâtıl içerikli etkinlikler için camilerin, salaların kullanılıyor olmasından da rahatsız olunmaması, eleştiri getirilmemesi gerçekten üzücü bir noktaya gelindiğini göstermektedir.

Gerek "Demokrasi mitingi"ndeki hitabında, gerekse daha başka zamanlarda tekrar ettiği söylemlerinde, laik demokratik bir devletin Cumhurbaşkanı olarak R Tayyip Erdoğan'ın ve laik demokratik bir parti olan AKP yetkililerinin, "1400 yıllık bir medeniyet davası"nın müntesibi oldukları vurgusu yaparak bulundukları konumu ve siyasi çizgilerini İslami göstermeye çalışmaları, İslam'ı olmadığı şekilde gösterme amaçlı bir saptırma çabası değil midir? Şüphesiz ki bu söylem, tıpkı daha önceleri yapıla gelen "İslam ile laiklik bağdaşır aksini iddia eden varsa çıksın beni ikna etsin", "ekonominin dini imanı yoktur", "din bireyseldir", "Biz sıratı müstakim üzereyiz, mücadelemiz Hak ile bâtılın mücadelesidir." içerikli açıklamalarda olduğu gibi bâtılı Hak olarak sunmak, laik demokratik bir iktidar mücadelesini İslami göstermek suretiyle İslam'ı tahrif etmek anlamına gelmektedir.

Buna rağmen eklemlenmiş Müslümanlar bu tahrifata sessiz kalarak onay vermiş durumuna düşmektedirler. Hatta bazıları, boğaz köprüsünde gerçekleştirilen son "demokrasi nöbetinde" ifade edilen aynı "1400 yıllık aidiyet" vurgusunu "1400 yıllık kimliksel aidiyetimize vurgunun güzelliği" olarak nitelendirip bundan memnun olduklarını, ancak aynı konuşmada yapılan "2000 yıllık devlet geleneği" vurgusundan (MHP'yi ve ulusalcı güçleri memnun etmek amacıyla söylendiği yorumuyla) rahatsız olduklarını beyan edebilmişlerdir. Hâlbuki bir Müslümanın asgari ilkesel tutarlılıkla esas rahatsız olup karşı çıkması gereken hususun, laik-Kemalist-demokrat ulus devletin yetkililerinin 1400 yıllık geçmişe atıf yaparak din istismarı yapmaları ve demokrasi yolunda "camilerin ve salaların kullanılması" meselesi olmalı değil midir?

Bazı Müslümanların da, son yıllarda daha çok sistem içi politikaya indirgenen, sistemin bütününe yönelik akîdevî bir karşı koyuşu, Kur’anî ilkesel ve inkılâpçı bir muhale­feti ve tevhîdî toplumsal dönüşümü önde tutmaktan zi­yade, sistem içi siyasetin kimi uygulamalarına karşı, “sol” ya da “İslamcı sol”(!) kesimlerle ittifak hâlinde demokratik muhalefeti öne çıkardıkları dikkati çekmektedir. Bu mu­halefet, AKP ve liberalizm karşıtlığı şeklinde belirginleşse de, bunun tevhidî ilkelerden kaynaklanan özgün bir mu­halefet olmaktan ziyade, hükûmetin uygulamadaki kimi haksızlıklarına ve liberal kapitalist politikaların yol açtığı sömürüye karşı itirazla sınırlı bir demokratik muhalefet olduğu imajı ve eğilimi gözlemlenmektedir.

Hatta bu kesimlerin, tevhidî ilkelere ve Kur’ani ölçülere dayalı bir biçimde, öncelikle bütüncül olarak şirk sistemi­ne, sonra da onun bir versiyonu olan AKP statükosunun haksızlıklarına, ekonomik, siyasal, sosyal, hukuki alan­lardaki sömürü, zulüm ve dönüştürme politikalarına kar­şı eleştiriler yapan Müslümanlarla yakınlaşmak bir yana, tam tersine uzak durmaları dikkati çekmektedir. Sistem içi politikaya eklemlenmek, bu Müslümanları rahatsız et­memekte, sistem içi demokratikleşme eksenine kayarak ilkesel zaaflar gösteren çevrelere yönelik itiraz ve eleştiriler yükselten Müslümanlarla aralarında, bazen aynı mekânlar­da yazılar yazsalar bile, çok uzak mesafeler olduğu açıkça görülmektedir. Nedense AKP politikalarına karşı “sol” ya da “İslamcı sol” kesimlerle kurabildikleri ittifaklara benzer bir yakınlaşma bile, bütüncül olarak sisteme ve AKP poli­tikalarına karşı tevhid ve Kur’an eksenli ilkesel muhalefet yapanlarla oluşamamaktadır.

Müslümanlardan Bazıları İlkesiz Biçimde AKP Destekçisi Bir Konuma Savrulurken, Bazıları da Yine İlkesizce Sol Kesimlerle Seküler İttifaklar İçine Giriyorlar

Bâtıl sistem içi sol politikaya eklemlenen ve AKP'ye karşı sistem içi muhalif konuma sürüklenen eski arkadaşlarımızdan bazıları, bu kesimlerle kurdukları ilkesiz ilişkiler sonucunda adaletsizliğin ve çok boyutlu zulmün zirvesini temsil eden CHP ve müttefiki PKK/HDP ile işbirliği yapacak kadar kimliksizleşmişlerdir. Tevhidî uyanış sürecinden gelen bir kısım arkadaşlarımız zulümatın gri tonunu temsil eden AKP'ye eklemlenip ve "demokrasi nöbetlerindeki" yerini alırken, bazıları da (İhsan Eliaçık, Mehmet Bekâroğlu, Cihangir İslam, Mazlum-Der eski genel başkanı Ahmet Faruk Ünsal ve başörtülü eşi Fatma Ünsal vb.) zulümatın daha koyusuna savrulup adaletsizliğin zirvesini temsil eden CHP'nin samimiyetsiz "adalet yürüyüşünde" Kılıçdaroğlu ile kol kola girerek gayri İslami zeminde sözde "adalet" arayışına yönelmişlerdir. AKP'nin adaletsizliklerine karşı İslami özgün bir konumda durarak "adalet arayışı"nı gündemleştirmek haklı bir durum ve sorumluluk olduğu hâlde, daha zalim olanlarla bütünleşerek gayri İslami zeminlerde ve tevhidden uzak biçimde adalet arayışı, önemli bir ilkesizlik ve sapmayı oluşturmaktadır. Tıpkı emperyalistlerin bölgeye yönelik zalimane projelerine hizmet amacıyla bu güçlerin eski ya da yeni "bizim çocuklar"ının halkın silahını halka doğrultarak yaptıkları alçakça darbelere karşı çıkmak haklı, gerekli ve önemli bir sorumluluk iken, tevhide aykırı biçimde, aynı emperyalist seküler kültürün "demokrasi"sini savunarak yapılan darbe karşıtlığının Müslüman bir kimse açısından ilkesizliğe ve sapmaya işaret etmesi gibi.

Görülen odur ki, sol ve sağ/muhafazakâr seküler demokratik kesimlere eklemlenerek yaşanan bu değişim ve dönüşüm, bazı istisnalar haricinde neredeyse tevhidî kesimlerin çoğunu kapsayacak bir biçimde yaygınlaşıyor. Böylece, Müslümanların si­yaset algısı ile siyasi mücadele ufkunun ilkesel özgünlüğünü kaybedip sistem içine kapanması savrulması giderek daha geniş kesimleri kuşatıyor. Modern paradigmanın liberal ve sol modeliyle ya da demokrasisiyle bağ kurup karşıtına sığınarak var olma hâli, yahut da bir takım kazanımlar elde etmeye ve duygusal etkilenmelere dayanan sistem içi "muhafazakâr demokrat" politikaya aktif destek verme eğilimi tevhidî uyanış süre­ci bakiyesi kesimin büyük kısmını kuşatmış görünüyor. Farkında olmadan da olsa, "insan hakları ve adalet arayışı" kamuflajı altında ve kompleksli tutumlarla liberal ve sol kesimlerle ilkesiz birliktelikler kurarak, “ne yapalım modelimiz yok, kavramlarımızı oluşturamamışız, çaresiziz”, "kazanımlar elde etmek ya da kazanımlarımızı korumak için sistem içi politikaya aktif destek vermeliyiz", "onların kavramlarını ödünç alacağız", "cezaevindeyiz, kuşatılmışız, başka çaremiz yok" gibi anlamsız ve ayıp gerekçeler ileri sürülerek “denize düşen yılana sa­rılır” modası yaygınlaşıyor. Sonuçta, sol ya da sağ (muhafazakâr) demokrasi istikametinde zihnî dönüşümler yaşanıyor, fikirler, düşünceler ve inançlar flûlaşıyor. On yıllarca sürede oluşan İslami birikim; bağımsız İslami kimlikli kuşatıcı bir yapı ve model üretemeden, bu tür ilkesiz tutumlar ve uzlaşmalarla giderek artan biçimde bâtıl sistem içinde, bâtıl kavram ve modellerin etkisi altında kirleniyor, eriyor ve yok oluyor.

NOT: Bu yazı, Mehmet Pamak'ın son çıkan "İzzeti Yanlış Yerde Aramak" kitabından bir bölüm olup güncele dair ilavelerle genişletilmiştir.



[1] Bu kesimler, "Darbeye Karşı Çık: Ses Çıkar” başlığını taşıyan bildirilerinde şu ifadelere yer vermişlerdi. "Yargı darbesine ’ses çıkarmak’ için, özgürlükçü laik ve sosyalist aydınlar tarafından başlatılan “Darbeye Karşı 70 Milyon Adım İnisiyatifi”, halkın oylarıyla seçilmiş parlamentonun iradesinin çiğnenmesini, vesayet altına alınmasını ‘içine sindiremeyen’ Meclis’i ve demokrasiyi korumak için harekete geçmek gerektiğine inanan yurttaşları 21 Haziran Cumartesi, Saat: 17.00‘de Tünel‘de buluşmaya davet ediyor."  Çağrı metninde; "İnisiyatifi, Küresel Eylem Grubu, Genç Siviller, Mazlum-Der, Demokratik Toplum Partisi (DTP), Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP), Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı, Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP), Sosyalist Parti Girişimi, Barış Meclisi eylemcileri, LAMBDA eylemcileri ve Siyasal Ufuk Hareketi gibi çok sayıda kurum destekliyor." deniyordu.

[2]İslami ölçüler içinde şehidliğin; ancak "tevhidî bir imana sahip olanların, Allah yolunda, Allah'ın hükümlerinin hâkimiyeti uğrunda ve sadece Allah rızası için girdikleri savaşlarda öldürülmeleri hâlinde" söz konusu olabileceği ilmi hakikati bir takım hesaplarla gizlenmekte ya da görmezden gelinmektedir. Rasûlüllah'ın (s) komutasındaki İslam ordusunda yer aldığı ve karşı taraf müşrik ordusu olduğu hâlde, mü'minlerden "Medine'deki hurmalıklarını korumak için" yani "vatan için" ya da "kahraman densin" diye savaşıp ölenlerin şehid olmadıkları bizzat Rasûlüllah (s) tarafından beyan edilmiştir. (Mehmet Pamak, Kemalizm, Laiklik ve Şehidlik, Maruf Yayınları, 2016).

[3] Star Gazetesi, 15. 07. 2017,  http://www.star.com.tr/amp/politika/turkiye-sehitlerine-minnettar-haber-1236784/

 

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon