PAMAK:Müslüman’ın Hayatı, Gündemi ve Yöntemi Vahiyle Belirlenmelidir
Daha önceki konferansımızda; “AKP ve DTP’nin aldıkları oylar, halkın faşist sisteme karşı adalet ve özgürlük eksenli itirazı olmak bakımından bir olumluluk içerse de, bu iki partinin, İslam’a karşı tutumları bakımından önemli bir risk barındırdıkları da unutulmamalıdır” demiştik. Tevhidi bilinçten yoksun olmakla beraber, kendisini İslam’a nispet eden, sosyolojik aidiyet anlamında Müslüman olduğunu söyleyen kitlelerin, özgürlük ve adalet talebiyle darbecilere, Kemalist despotizme ve zulme karşı çıkma anlamında, başka alternatif de bulamadıkları için, bu iki partiye oy vermeleri, tabii ki, görece iyi (ehven-i şer) olana yönelmek bakımından halk için bir olumluluktur. Ancak oy verilen partiler alanında aynı olumluluğun bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bu partiler, görece özgürlük savunuculuğu yapsalar yada özgürlük ve adalet vaat etseler de, aynı zamanda emperyalist devletlerle işbirliği halinde halkı dönüştürme fonksiyonu da görmekte, İslami kimlik ve değerleri yozlaştırmayı, sekülerleştirmeyi, sonuçta Müslüman halkları küresel ve yerel seküler sisteme eklemlemeyi temsil etmektedirler.
Mesela AKP, halka en yakın parti olmasına rağmen, hem halka vaat ettiği adalet ve özgürlüğü getirecek bir politikayı uygulamaya koymada zaaflı, beceriksiz ve yüreksiz olduğunu, yeteri kadar dürüst ve ahlaki davranmadığını önceki dönemde ortaya koymuş, hem de dağıttığı iktidar, ikbal ve rant imkanlarıyla bir çok Müslümanın dünyevileşmesine sebep olmuştur. Yani görece özgürleşme imkânı ile dönüştürüp sisteme eklemleme riski aynı partide toplanmış bulunmaktadır. Ancak, bu risk vardır diye hiç özgürleşme olmasın, zulüm daha şedit bir biçimde sürsün denemez. Bilinmelidir ki, aşırı baskı ve zulmün de; İslam’ın, marufun/iyi olanın davet, tebliğ ve eğitimini engelleyerek, eğitim sistemini, medyayı ve kültür kurumlarını kullanarak, fıtratları baskı altına alıp bozarak, insani erdemleri bile köreltip yok ettiği, kötülüğü yaydığı, fesadı yaygınlaştırdığı, insanları ve toplumları çürütüp yozlaştırdığı ve münkire/kötüye doğru zorla dönüştürdüğü de bir vakıadır. Bu sebeple, bir yandan görece özgürleşmeyi bir olumluluk olarak değerlendirip teşvik etmek ve bu ortamı İslam’ın/iyinin davet, tebliğ ve eğitimi, fıtratın korunup geliştirilmesi için kullanmak, diğer yandan da bu imkânı sağlayan partiler üzerinden sisteme eklemlenme ve sekilerleşme riskine dikkat çekip uyarılar yaparak bu riski azaltmaya çalışmak durumundayız. İnsanların, sistem içi değişimle zulumatın koyu karanlığını temsil eden Kemalizm’den, aynı karanlığın açık tonlu “gri” kulvarlarına geçişi, aydınlığa çıkış olarak algılama yanılgısına düşmemelerine vesile olacak uyarılarımızı ısrarla sürdürmeliyiz.
Müslümanlar, Sistem İçi Değişimi Temsil Eden Partiler Üzerinden
Sisteme Eklemlenme Riski Altındalar
İslamı bireysel alana hapseden ve bu alanda da kimi şekli ibadetlerle sınırlayan, başta siyaset ve ticaret olmak üzere, üretim, tüketim ve yönetim alanında seküler kapitalist kültürü içselleştirerek, bu hayat alanlarında vahyi ölçüleri dikkate almayan ve zamanla da bu hali kanıksayarak, zaten böyle olması gerektiğine inanmaya başlayan “Müslümanlar”ın sayısı giderek artmaktadır. Hayatın belli alanlarını vahyin belirleyiciliğinin dışına çıkararak, hevayı ve seküler anlayışları esas alan ve Kapitalist Batının seküler değerlerini belirleyici kılan sapma yaygınlaşmaktadır. Bu sebeple, Özal dönemiyle hız kazanan bu sekülerleşme, birinci AKP döneminde zirveye çıkmış, dinin sabitelerinden bile taviz vermekten çekinmeyen, dünyanın süslerini belirleyici kılmış, kredi, ihale, makam, mevki hırsıyla ve bunların sağladığı zenginlik ve refah içinde konformist bir tutumla seküler bir hayatı yaşamaya yönelmiş Müslümanların sayısı artmıştır.
AKP önderleri, küresel ve yerel egemenleri, değiştiklerine ikna etme meselesine fena halde kafalarını takmış bir dönem geçirdiler. Bu sebeple, başta Erdoğan olmak üzere, olur olmaz her yerde, ülkede ya da uluslar arası platformlarda, geçmişleri ile ilgili bir sorgulamayı mutlaka yapmaya çalıştılar ve geçmişte yaptıkları bir iş yada söyledikleri bir sözden beri olduklarını açıklayarak, hatta küçümseyerek, aşağılayarak reddetmeyi çok önemsediler. Aslında böyle yaparak bazı çevrelere mesajlar vermeye çalıştılar. Ancak, bu hususta o kadar aşırılığa kaydılar ki, bu kompleksle bir nevi özür dileyici, itirafçı bir tutumu benimsediler ve sonuçta o birilerini ikna edemeseler bile, bu süreçte kendileri söz konusu aşırılıklara ve statükoya doğru gerçek bir dönüşüme uğradılar. Ve giderek, bu “geçmişlerini red”de dair tutumu daha samimi ve daha inanarak ortaya koymaya başladılar. Değiştim diye diye gerçekten değiştiler. Yerel ve uluslar arası statüko ve egemenleri ile gerçekten iç içe geçerek belli ölçülerde bütünleştiler ve başlangıçta zarureten söylediklerini giderek özümsediler ve bir süre sonra samimiyetle öyle inanarak söylemeye başladılar. Çünkü, “inandıkları gibi yaşamayanların, bir süre sonra yaşadıkları gibi inanmaya başlamaları” kaçınılmaz bir sonuçtu.
Aslında bu hal, tavize, uzlaşmaya, pragmatizme dayalı ilkesiz yöntemlerin de kaçınılmaz bir sonucudur. Bu yöntemleri tercih edenler, iktidar eksenli bir hayat tasavvuru içinde mutlaka dünyada bir sonuç almaya, bir şeyler elde etmeye endekslenmiş olanlar, pragmatizmin çürütücü, öğütücü ortamında kaçınılmaz olarak büyük dönüşümler geçirirler. Şahsiyetlerinden, daha önce savundukları çok temel değer ve ilkelerinden tavizler vere vere ilerledikleri süreçlerde, şüphesiz bir takım dünyevi karşılıklar elde ederler, ancak bunun karşılığında çok şeylerini, daha önce kendilerini inşa etmiş olan ahlaki ilkelerini ve onurlarını bile feda edecek noktalara sürüklenebilirler.
AKP Bir Yandan Kendisi Değişip Küresel Kapitalizme Eklemlenirken Bir Yandan da Dönüştürme Misyonu Üstlenerek Müslümanların Sekülerleşmesine Yol Açıyor
Bu derecede geçmişi ile hesaplaşmaya ve temel inanç ilkelerini bile reddetmeye zorlanan AKP önderleri de, Amerikancı danışmanların kılavuzluğunda değişerek dünyevileştiler, sekülerleştiler ve böylece kimi dünyevi sonuçları elde ederek ilerlediler. Tercih ettikleri pragmatik, iktidar eksenli yöntemin öğütücü girdabında sürekli yeni konumlara savrularak gerçekten büyük değişime uğradılar. Kendi değerlerinden kopup, egemen güçlerin değerlerini benimsedikçe iktidar ve ikbal kapıları açıldı, iktidara yerleştikçe de yeni değişimler, yeni savrulmalar ve statüko ile bütünleşme kaçınılmaz bir sonuç olarak kendini dayattı. İşte bu sebeple her yeni aşamada geçmişlerine ait bir değeri, bir duruşu, bir ahlaki ya da akıdevi ilkeyi kıra kıra, yıka yıka ilerlediler. Çünkü ülkenin ve dünyanın İslam düşmanı ilahları her adımda bir başka değeri ya da ilkeyi kurban etmelerini istiyor, bekliyor ve dayatıyorlardı.
Mesela gün geldi, inandıklarını söyledikleri İslam’ın toplumsal boyutuna ve temel ilkelerine aykırı düşse de, Batının ve resmi ideoloji ilahlarının duymak istediğini ifade ederek, “dinin bireye ait” olduğunu açıklayabildiler. Gün geldi, “Bir zamanlar, iktidara geldiğinde faizi kaldırabileceğini düşünenler vardı.. Buna aklınız yatıyor mu?.. Bu dünyanın gerçeği değil..” diyerek, İslam’ın en temel hükümlerinden birinin bu dünyanın gerçeği olmadığını söyleyebildiler. Yine gün geldi, “Paranın, ekonominin dini-imanı olmaz” diyerek, tevhid inancıyla, hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam’la bağdaşmayan başka sözler sarf edebildiler. Ya da “İslâm Birliği diye bir şey olmaz! Hangi çağda yaşıyoruz?” şeklinde sözler ederek İslam’ın ümmet anlayışını reddeden yaklaşımlar sergileyebildiler. Bir başka zaman, Allah’ın ayeti olan başörtüsünü bırakın, kendi hanımlarının başörtüsünü bile savunmaktan acze düşüp, “Başörtüsü sorunu sadece %1.5 un sorunudur” diyerek, hem yalan olan hem de zalimlerin ekmeğine yağ sürecek ve başörtüsü yasağına karşı verilen onurlu mücadeleyi arkadan hançerleyecek sözleri rahat bir biçimde ifade edebilecek kadar savrulabildiler. İLKAV başta olmak üzere, kimi İslami ve ilmi faaliyetlere, hukuka aykırı keyfi uygulamalarla baskılar yapabildiler, haksız ve keyfi kapatma davaları açabildiler. Kendilerinin çıkardıkları TCK’da, laik devletin izni dışında Kur’an eğitimi yapanlara 1 yıl hapis cezası verilmesi hükmüne yer verebildiler.
Bütün bunlar, karşı tarafa kendini kanıtlama, “değiştiğini” ispatlama endişesi ile yapılıyor olsa bile, sonuçta hem kendilerini sistemin ideolojisine doğru değişime uğrattı, hem de bu değişimin muhatabı olan Müslümanların zihinlerini de baskı altına alarak, çıkarcı pragmatizme alıştırarak yada özendirip dünyevileştirerek değişime yönlendirdi. “Biz düşüncelerimizi değiştirerek, iktidar ve ikbale ulaştık, siz de artık 30 yıl geride kalması gereken bakış açılarınızı, iktidar, ikbal, kazanç gibi somut sonuçlara ulaştırmayan ilke, değer ve duruşlarınızı terk edip, zihninizdeki ahlaki, imani ölçü, değer ve ilkeleri değiştirirseniz, hem riskten korunur hem de dünyevi çok boyutlu kazançlarla sonuç alırsınız” mesajı verildi. Diğer taraftan bu yönlendirmeyle, CIA raporlarında çok uzun zamandan beri yazıla gelen, “Müslümanları dönüştürmek için onlara kredi, ihale verin ticaret yapsınlar, demokratik zemine çekin siyaset yapsınlar” tavsiyelerinin amaçladığı dünyevileştirme, sekülerleştirme amacına da hizmet edilmiş oldu. Bir çok Müslüman da, gerek iktidar ve ranttan pay kapmak hırsıyla, gerekse tevhidi dönüşümün uzun soluklu mücadelesine nefesleri yetmediği için, uzun vadeli mücadeleyi göze alamayarak, İslami toplumsal dönüşümden umudunu keserek, önceleri dönüştürme iddiası taşıdıkları cahiliye toplumunun cahili değerlerini yeniden keşfedip, onlara doğru savrulmakta bir beis görmediler.
Muvahhidler, AKP’nin Üstlendiği Dönüştürme Misyonunu Fark Edip, İlkeli
Yürüyüşlerini ve Savrulmaları Önlemeye Yönelik Uyarılarını Sürdürmelidirler
AKP’nin hizmet ettiği bu amaç, NATO da devreye sokularak BOP ile sağlanmak istenen sonuçla örtüşmekteydi. Zaten AKP bu projenin eş başkanlığını da, “Medeniyetler Arası Uzlaşma” adı altında servis edilen bir başka sekülerleştirme, uzlaştırma projesinin öncülüğünü de bu misyonu sebebiyle üstlenmişti. AKP’nin içinde açıkça yer aldığı tüm bu emperyal projelerin hedefi de, İslam’ı tahrif edip sekülerleştirerek, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki tüm alanları düzenleyen hükümler vaz eden İslam’ı tüm bu iddialarından vaz geçmiş, vicdanlara ve camilere çekilmiş bir din haline getirerek, Müslüman halkları Batı değerleri istikametinde dönüştürmek değil midir? AKP önder ve kadrolarının, değişmekle ilgili tüm eylem ve söylemleri de, işte tam bu amaca, emperyalizmin “ılımlı İslam projesi”ne hizmet eden bir çizgide ilerledi/ilerliyor. Sonuçta AKP’liler, sadece kendileri değişmekle kalmıyorlar, kendilerini izleyen Müslüman kitleleri de aynı istikamette dönüştürüp, Batının ve yerli batıcıların gerçekleştirmekte zorlandıkları, uğruna kan döktükleri “Müslüman halkları Batı değerleri istikametinde modernleştirip, dönüştürme projelerine” de büyük katkılarda bulunuyor ve örneklik teşkil ediyorlar. AKP yanlısı Yeni Şafak Gazetesinde, Ali Bayramoğlu öncülüğünde gerçekleştirilen yönlendirici anketler yayınlayarak, İslami camiada yaşanan modernleşmeyi, sekülerleşmeyi büyük bir olumluluk olarak sunarak, bir yandan yerel ve küresel seküler ilahlara AKP’nin bu gelişmelere zemin hazırlamak bakımından değerini kanıtlamaya, diğer yandan da sekülerleşme yönündeki eğilimleri tahrik ve teşvik etmeye çalışıyorlar. Ve bu sebeple de, bu tür eylem ve söylemleri konusunda hem yerli Batıcılar, hem de Batılı ülkeler tarafından alkışlanıp, teşvik ediliyorlar. Batılılar ve Batıcı “aydın”lar, Müslümanları, akıdevi ilkelerinden koparıp sekülerleştirdikleri, modernleştirip kapitalist sisteme uyumlu hale getirdikleri için AKP yönetimine övgüler yağdırıyorlar.
İşte bu sebeple, önceki konferansımızda, İslami kimlik ibrazında net olmayan ve tevhidi bilince sahip bulunmayan halkın, darbecilere, Kemalist despotizme karşı çıkarak özgürlükten yana tavır alma anlamında ve kendi değerlerine daha yakın bulduğu için AKP’yi desteklemesi ve böylece “şer” yerine “ehven-i şer” olanı tercih etmesi halk adına görece bir olumluluktur demiştik. Ancak, AKP’nin halktaki bu görece olumluluğu bile politika alanına yansıtmada gösterdiği büyük zaafa ve halkın iradesini temsilde ortaya koyduğu dirayetsiz, ferasetsiz, yüreksiz ve ilkesiz uygulamaya dikkat çekerek, aynı görece olumluluğun AKP açısından da geçerli olamadığını ifade etmiştik. AKP’nin, halkın değerler ve kimlik alanındaki arzu ve isteklerini, gasp edilmiş temel haklarının geri iade edilmesi anlamına gelen taleplerini siyaset alanına yansıtmak ve gereğini yapmak konusunda gösterdiği büyük zaaf yanında, üstelik küresel ve yerel dönüştürme projelerine eklemlenerek, halkın İslami kimliği ve değerleri bakımından önemli bir risk de oluşturduğunu vurgulamıştık. Bu tespitin ardından aynı konferansımızda şu ilkeleri de hatırlatmıştık: “tevhidi bilince sahip, vahyin inşa ettiği bir iman ve hayat tasavvuruna sahip mü’minlerin, bu tür sistem içi değişimlere meyletmeleri, destek vermeleri ise, aydınlıktan karanlığa savrulmaktır, gerçek anlamda “irtica”dır, geriye gidiştir. Bilinçli bir mü’min, tevhidi bir yönelişle, her şartta Hak’ka bağlanmak, Hak’kı temsil etmek ve Hak’kı Batıla hakim kılmak üzere çalışmak ve hiçbir sebeple hak ile batılı karıştıracak konumlara savrulmamak sorumluluğunu taşımak zorundadır. Mü’min şahsiyet, “şer” ile “ehven-i şer” arasındaki tercihe kendisini kapatarak, “ehven”i tercih dışı bırakma konumuna düşemez. Her şartta ehveni arzulamak, ehven yolunda çaba göstermek ve bu tercihinden asla taviz vermeden uzun soluklu ilkeli bir duruş ve yürüyüşü istikrarlı bir biçimde sürdürmek mü’min olmanın en temel gereğidir. Mü’min şahsiyet, iman amel bütünlüğü içinde, iman ettiği değerleri hayata hakim kılarak vahyin şahitliğini üstlenmek sorumluluğunu kuşanmak ve iman ettiği değer ve ilkelerden taviz vermeyen bir tutarlılığı yaşamak durumundadır. Bu sebeple hiçbir mü’min, ikrah olmadıkça, Hak ile Batılı karıştıran şirke dayalı düşünce, model, yol ve yöntemlere yönelemez, küfrü, şirki benimsediğini söyleyemez, küfre, şirke dayalı ideoloji ve ilkelere bağlılık sözü veremez ve İslam şeriatını dışlayarak, Allah’ın kullarına, küfür ve şirk hükümleriyle hükmetmeyi tercih edemez.”
İşte Müslümanlar olarak, yukarıda bahsedilen dönüştürme projelerinin farkına vararak, her şart altında, tevhidi İslami kimlik ve ilkelerimize sadakati, sabiteler alanındaki değişmez değer ve ölçülerimizi savunup yaşamlaştırmayı ısrarla sürdürmeliyiz. Müslümanların, bu tür partilerin sağlayacağı, kimi özgürlüklere kavuşma yada refahtan pay alma karşılığında, onlardan razı hale gelerek, onların destekçileri, taraftarları haline dönüşerek, kendilerini “Allah taraftarları” olmaktan çıkaracak eğilimlere doğru savrulmamaları için uyarılarımızı sürekli kılmalıyız. Nefsimizi ve tüm Müslümanları, vahyin ölçüleriyle uyarmak ve ıslah etmek sorumluluğumuzu, “emri bil maruf ve nehyi anil münker” yükümlüğümüzü ciddiyetle yerine getirmekten bir an bile uzaklaşmamalıyız. Bilmeliyiz ki, halktaki değişimi doğru okuma ve yeni duruma uygun açıklamalarla daveti ulaştırma amacıyla toplum tahlili yapmak üzere gelişmeleri takip edip değerlendirmek ve toplumdaki görece iyileşme yada kötüleşmelere dair tespitler yapmak başka bir şey, toplumdaki bu görece değişimleri ulaşılması gereken nokta olarak kabul edip oraya eklemlenmek, tevhidi dönüştürme iddialarımızı terk edip toplumun cahili değerlerine doğru savrulmak başka bir şeydir. Birincisi doğru bir toplum analizi yapmak ve ona göre projelerimizi hazırlayıp, yönlendirmek açısından önemli bir gereklilik iken, ikincisi akıdevi olanı da kapsayan bir sapmayı ifade etmektedir.
Birinci 5 yılını boşa harcayan ve halka vaat ettiği özgürlük ve adalet konusunda tek ciddi adım bile atmayan AKP’nin ikinci döneminde de aynı performansı sürdürmesi halinde, görece özgürleşme istikametinde çok fazla umutlu olmak mümkün görünmemektedir. Buna rağmen AKP, artık bu sefer halkın büyük desteğinin yüklediği ahlaki sorumluluğunun ve siyasi yükümlülüğünün gereğini yerine getirip de, adalet ve özgürlükler alanında vaat ettiği görece iyileşmeleri sağlayacak adımlar atarsa, mesela vaat ettiği gibi, “resmi ideoloji ve militarizmden arınmış sivil bir anayasa” çıkarmayı, başörtüsü, İHL ve Kur’an eğitim ve öğretimi alanındaki yasakları kaldırmayı, eğitimde ve bilimsel alandaki özgürleşmeyi, Kemalist dogmatizmden arınmayı, din ve düşünce özgürlüğü alanını genişletmeyi başarabilirse, halkın değişim iradesini kısmen de olsa siyasal alana yansıtmış olacaktır. Bu bakımdan önceki konferansımızda şunları söylemiştik: “Biz Müslümanlar, yaratılış amacımız olan kulluk sorumluluğumuzun gereği olarak, İslami kimlik ve ilkelerden ve uzun soluklu tevhidi değişim mücadelemizden taviz vermeyen yürüyüşümüzü ısrarla sürdürürken, İslami sistem kurulana kadar zulüm devam etsin diyemeyiz, zulmün devamına gözlerimizi kapatamayız. Bu bakımdan, şirk sistemi devam etse de mevcut zulmünü geriletip, görece bir adalet ve özgürlük vasatını sağlayacak sistem içi değişimleri de, Allah’ın kullarının kendilerini özgürce gerçekleştirmelerine yönelik görece bir olumluluk olarak değerlendirip, şirk sistemlerinin insanlara zulmetmemelerini, haklarını ihlal etmemelerini talep edebilir, bu bağlamda zulmün ve adaletsizliğin geriletilmesi çalışmalarını teşvik edebiliriz. Hatta bu bizim için, zulme ve ifsada karşı özgürlük ve adalet mücadelesi bağlamında bir sorumluluktur. Ancak bu tür taktik, konjonktürel ve görece özgürleşme ihtiyaçlarımız uğruna, bizi İslami kimlik ve ilkelerimizden uzaklaştıracak olan, stratejik hedefimize aykırı yöntemlerin peşine takılamayız. Her şart altında kendi özgün gündemimize yoğunlaşmak, İslami toplumsal dönüşüme yönelik çabalarımızı ve tevhid-şirk eksenli arınma ve ıslahat mücadelemizi taviz vermeden sürdürmek mecburiyetinde olduğumuzu asla unutmamalıyız. Kur’an nesli projemizi hayata geçirip ümmeti vahiyle yeniden inşa sürecini ısrarla sürdürmek ve ne pahasına olursa olsun tevhid gemimizi inşa etmeye devam etmek sorumluluğumuzu gündemimizden hiç çıkarmamalıyız.”
Tabii ki, kim vesile olursa olsun, gasp edilmiş bu hak ve özgürlüklerimizin iadesi halinde bunları alacağız ve halka daveti ulaştırmak için bu zeminleri kullanacağız. Ancak bu taktirde bile, tevhid ehli Müslümanların böyle bir değişimi sağlayan partiye meyletmesi, saflarında yer alması söz konusu olamaz. Menderes ve Özal dönemlerinde, muhalif halkın bu sebeple sistemle eklemlenmesi sağlanmış, daha önce gasp edilmiş bir takım özgürlüklerin iadesi üzerinden sistemin ömrü uzatılmıştır. Halbuki, sistemin 80 yıldır gasp ettiği haklarımızın bir kısmının, yine sistemin bir partisinin eliyle iade edilmesi sebebiyle bu partiden ve bu parti üzerinden sistemden razı hale gelmek, bu görece iyileşmeyi sağlayan parti üzerinden şirk sistemine eklemlenmek tevhidi imanla bağdaştırılamaz. Malımızın tamamını çalan hırsız, çaldıklarının bir kısmını iade edince, “Allah senden razı olsun” diyerek hırsıza şükran mı duyacağız? Tam tersine, çalınan hak ve özgürlüklerimizin tamamını elde edinceye kadar, şirk ve ifsadın hakimiyetini sona erdirip, bireysel ve toplumsal hayatımızın bütün alanlarına Allah’ın hükümleriyle ve adaletle hükmedilmesini temin edinceye kadar, fitne ortadan kalkıncaya ve tağuti sistem ve ideolojilerin Allah’ın kulları üzerindeki tahakkümü ve zorbalığı sona erinceye, insanların bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri özgürlük ve adalet vasatına kavuşmalarını temin edinceye kadar, tevhid-şirk eksenli İslami mücadelemiz, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak vahyin kurtarıcı mesajını yayma mücadelemiz sürecektir/sürmek zorundadır. İktidar ve ranttan pay kapmak yada kitlelerle bütünleşip “marjinallikten” kurtulmak adına, bizi biz yapan, bize değer, anlam ve şahsiyet kazandıran İslami kimlik, ilke ve akıdemizden tavize yanaşamayız. Bu tavizler karşılığında bütün dünyayı bize verseler bir değer taşır mı? Böyle zelil bir hayatı sürdükten sonra yaşamamızın bir anlamı ve değeri olabilir mi?
Asla Taviz Vermeden Takip Etmemiz Gereken Yol,
Peygamberlerin ve Islah Önderlerinin yoludur
İnsanlık, bilinen tarihi serüveninde cahiliyeyi üretti ve cahiliye ile kuşatılmış bir hayatı yaşamaya başladı. Peygamberlerin yolunun yolcusu olan muvahittler, her dönemde, bu cahili toplumları uyarmaya, vahiyle arındırmaya, ıslahata ve yeniden inşaya çalıştılar. Elhamdülillah, Rabbimizin lütfu ve muvahhidlerin samimi gayretleriyle bu tevhidi gelenek zinciri hiç kopmadı. Kopacak derecede zayıfladığı dönemler yaşanmasına rağmen, her dönemdeki, sadece Allah rızasını gözeten ve bu amacı, stratejik, vazgeçilmez, taviz verilmez bir hedef haline getiren vahiy şahidlerinin, Kur’an ahlakıyla ahlaklanan ve kulluk sorumluluğunu ihlasla kuşanan, Allah yoluna adanmış örnek ve öncülerin çabalarıyla hiç kopmadan devam etti. Bu sebeple, biz de bu yolun kutlu öncülerinin, Peygamberlerin, ıslahat önderlerinin, ihya ve ıslah çabalarını sürekli kılan muvahhitlerin yolunun yolcusu ve o zincirin son halkasını oluşturup bizden sonraki halkalarla bütünleşmesinin vesilesi olmaya çalışmalıyız. Bu hedefe kilitlenmek, bizim için çok büyük, çok önemli ve asla ertelenemez, vazgeçilemez bir sorumluluktur. Kimi gündelik olaylar, bir takım dünyevi hesaplar, çıkarlar, korkular ve kimi konjonktürel ihtiyaçlar, beklentiler bizi bu temel ve stratejik hedefimizden alıkoyamamalıdır. Şeytan ve dostları, tağuti sistemler ve müstekbirler, pek çok iğvalar, saptırma çabaları ve propagandalarla, korku ve yasaklara dayalı politikalarla, işkence, zulüm ve cezai tehditlerle veya dünyevi menfaatler dağıtıp dünyanın süslerine bağlanmaya, şehvetlerin peşine takılmaya tahrik ve teşvik ederek, toplumu Allah yolundan uzaklaştırmaya çalışabilirler. Ama bütün bunlara rağmen, ahiret, hesap ve kulluk bilinciyle, ne pahasına olursa olsun sırat-ı müstakıymde ayaklarımızı sabit tutacak onurlu bir direnişi sergilemeliyiz. Her şeye rağmen, esas gündemimiz olması gereken İslami kimlik ve değerlerimizi savunmaktan, vahye dayalı sahih bir din anlayışını oluşturup, Kur’an ahlakıyla ahlaklanmaktan ve bu kurtarıcı mesajın doğru şahitliğini yaparak yaygınlaşması için çaba sarf etmekten tavize asla yanaşmamalıyız.
Her şeye rağmen, bu tür sapma ve savrulmalara prim vermeyen ilkeli bir mücadele ve kirlenmemiş onurlu bir örneklikle, sahih bir din anlayışını ve doğru bir mücadele yöntemini, tevhidi geleneğin bugüne ait bir halkası halinde oluşturup gelecek nesillere emanet olarak bırakmaya dair çok samimi ve çok ciddi bir çaba göstermeliyiz. Bu uzun soluklu ve başka nesillere de geçerek devam edecek tevhidi yolculukta, Kur’an neslinin öncülüğünde, vahyin ölçüleri ile ümmeti yeniden inşa etmek bizim en temel programımızdır. Bu program, asla şaşmadan ve şaşırılmadan devam ettirilmesi gereken, kulluk ve ahiret bilincinin yönlendiriciliğinde ihlasla sürdürülmesi gereken bir programdır. Bizim projemiz, Allah’ın toplumsal yasası gereğince, içinde yaşadığımız topluma karşı sorumluluklarımızı yerine getirmeye, ilk Kur’an nesli örnekliğinde ve Resulün şahitliğinde bugünün Kur’an neslini yetiştirmeye ve bu neslin öncülüğünde toplumun özündekini tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olmaya yönelik bir projedir. Rad süresi 11. Ayette beyan edilen Allah’ın sosyal yasasının işleyişinde üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmektir. Kur’an’ın mesajını, kendimizden başlayarak, önce kendi ahlakımızda örnekleyip şahitliğini üstlenerek diğer insanlara da taşıyıp, tebliğ, davet ve eğitim faaliyetlerimizle ve “emr-i bi’l maruf, nehy-i an’il münker” yükümlülüğünün gereğini yaparak, halkımızın da özündekini tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olmak üzere yaygınlaştırmaktır. Rabbimiz, toplumları, halkları kendi kaderleri üzerinde söz sahibi kılarak şereflendirmiştir. Hiçbir sistem insanlara böyle etkin bir rol vermemektedir. Bütün beşeri sistemler bir avuç egemenin zorbalığı altında toplumları edilgenleştirmekte, baskıyla yönlendirmekte ve toplumlar sürü haline getirilmektedir. Kaderi üzerinde söz sahibi olmaktan çıkarılmaktadır. Yaratıcımız ise bütün insanların, bütün halkların, bütün toplumların kendi kaderleri üzerinde, özgür iradeleriyle söz sahibi olmalarını sağlayacak bir yasa vazetmiştir.
Rabbimiz bu yasasıyla sanki şunu demektedir: “Nasıl yönetilmek istiyorsanız öyle olun, siz nasıl olursanız ben size o yönetimi/sistemi takdir edeceğim. Nasıl yönetilmek, nasıl bir sistemle yönetilmek istiyorsanız, özünüzde var olanı o sistemin değer ve ölçülerine doğru değiştirin/dönüştürün, ben de size o sistemi takdir ederim. Ama bu tercihinizin hesabını ahirette vereceksiniz.” Allah bu yasası gereğince, bir nevi şunu söylemektedir; “İslam’la, Allah’ın hükmüyle, adaletle yönetilmek istiyorsanız, o zaman da Kur’an ölçüleriyle, tevhidi istikamette özünüzdekini değiştirin ki, ben size İslamı takdir edeyim”. Yani İslam bir toplumu yönetecekse, toplum, Allah’ın hükümleriyle (adaletle) hükmedilen bir toplum haline gelecekse, bunun yolu sadece bu yasadan, yani özündekini tevhidi istikamette değiştirmesinden geçmektedir. Başka bir yol ve yöntem yoktur. Bütün peygamberlerin uygulaması da işte bu yasa ve yöntem dahilinde cereyan etmiştir. Bu sebeple, içinde yaşadığımız toplumu zora, şiddete dayalı yöntemlerle değiştiremeyiz, beşeri sosyalist, Kemalist ve faşist ideolojilerin baş vurdukları böyle bir yöntemi takip edemeyiz. İnsan ve toplumları baskıyla, şiddet kullanarak değiştirmeye teşebbüsü, Rabbimiz bize yasaklamıştır. Dinde zorlama yoktur. Toplum kendisini bozduğu, özündekini menfi istikamette değiştirdiği için bu hale düşmüştür. O halde bugün de kurtuluş, özündekini, gönüllü olarak olumlu anlamda, tevhide, Kur’ana doğru değiştirmekten geçmektedir. Bu değişim yaşanmadığı ve İslami yönetime müstehak hale gelinmediği sürece asla toplumun durumu değişmeyecektir. Ne yaparsanız yapın, nereyi ele geçirirseniz geçirin, toplum müstahak olmadıkça adaletle yönetilmeye, Allah’ın hükümleriyle hükmedilmeye, Nuh (s) döneminde olduğu gibi 950 yıl geçse de, İslami adalet sistemi asla gelmeyecektir. Ama toplum özündekini tevhide doğru değiştirirse, Mekke’de 23 yılda, Medine’de ise 10 yıl gibi çok kısa bir zamanda gerçekleştiği gibi, İslam devletinin, İslam sisteminin kurulması, çok kısa sürelerde de mümkün olabilecektir. Yani toplumun davete icabet edip, özündekini vahyin ölçüleriyle değiştirmesi, samimiyetle ve gönüllü olarak Allah’a teslim olmayı tercih etmesi gerçekleştiğinde, yasa hemen sonuç vermekte ve Allah İslami sistemi takdir etmektedir. Evet toplum özündekini süratle değiştirirse süre çok kısalabilir, ama değiştirmezse, davete icabet etmezse, cahiliyede direnirse o zaman da yüzyıllara ulaşabilir. Onun için bizim yapmamız gereken şey başka yöntemlere takılmamak, Allah rızası için kendi gündemimizle meşgul olmaktır. Bu sebeple, sadece davet, tebliğ, emri bil maruf, eğitim ve vahyin şahitliği konularında yoğunlaşmalı, vahyin ölçüleri içerisinde toplumun doğru bir istikamette, tevhidi bir istikamette, şirkten tevhide doğru, tağutlardan Allah’a doğru hicret etmesine, kendisini değiştirip dönüştürmesine vesile olacak hayırlı katkılarda bulunmalı ve toplumsal sorumluluğumuzu yerine getirmeliyiz.
Ancak zorba oligarşiler, Allah’ın bu yasasını engellemek üzere birçok provokasyonlar, baskılar, darbeler yaparak, şiddeti kullanarak toplumun iradesinin özgürce tecellisini engellemeye çalışıyorlar. İşte biz toplumların, halkların özgür olmasını isterken, Allah’ın bu yasası gereğince kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarını istemiş oluyoruz. Toplum dilerse İslamı seçer, dilerse başka bir inanç yada ideolojiyi seçer ve karşılığına da katlanır. Ama halklar, bir dayatma, kuşatma, baskı, darbe, silah ve şiddet olmaksızın özgürce tercihlerini yapabilmelidirler. Neye müstahak olurlarsa onunla yönetilecekler, kimsenin bir şey demeye hakkı olmaz, herkes ve her toplum kendi tercihlerinin hesabını Allah’a verecektir. Biz işte bu zorbalığın kalkmasını ve halkların kendi kaderleri üzerinde özgürce belirleyici olmasını istiyoruz. Her düşünce, her din ve ideoloji, barış ortamında ve özgür şartlar içerisinde kendisini insanlara anlatabilmeli. Ve insanlar da tercihlerini istedikleri yönde özgürce kullanmalı, özünde hangi değişimi yaşarsa, özünü hangi istikamette dönüştürürse Allah’ın vadi gereği o sistem takdir edilecektir. İşte vahyin ölçüleriyle ve Peygamberi örneklikle ortaya konan bu toplumsal değişimi esas alan yöntemde tebliğ, davet, eğitim, şahitlik, adalet ve merhamet ile güzel ve hikmetli üslup öne çıkmaktadır.
Bir ülke dışarıdan bir saldırıya uğramışsa, işgale muhatap olmuşsa, Afganistan, Irak, Çeçenistan ve Filistin’de olduğu gibi, o zaman o bölgenin onurlu insanlarına ve Müslümanlarına bu zalim emperyalist güçlere karşı silahlı mücadele de kaçınılmaz bir sorumluluk haline gelir. Ancak bir toplum kendi özündekini yüzyıllar süren süreçte değiştirip bozduğu için gayri İslami bir sisteme ulaşmışsa, o toplum, zor ve şiddet kullanılarak değil, merhametle, güzel ve hikmetli bir üslupla yapılacak kurtarıcı ve tavizsiz bir davetin, tebliğin ve eğitimin öne çıkarılmasıyla ıslah edilebilir. Bozulmuş, şirke bulaşmış olan toplum, net ve açık bir tebliğin yaygınlaştırılması suretiyle, bu sefer de özündekini vahyin ölçüleriyle değiştirmesine vesile olunarak İslami bir toplum haline dönüştürülebilir. Hiçbir Peygamber, içinde yaşadığı toplumu zor kullanarak, silaha ve şiddete baş vurarak yada dağa çıkıp toplumuna saldırarak değiştirmeye kalkışmamıştır. Tam tersine, egemen şirk yönetimlerinden, “Allah’ın yardımı ne zaman” diyecek hale gelene kadar darlandıkları büyük eziyetler, zulümler, işkenceler, ekonomik ve sosyal boykotlar gördükleri halde, toplumun içinde kalmaya, muhatap oldukları zulmü de ifşa ederek, bu mazlumiyet zemininde topluma vahyin şahitliğini yapmaya, kurtarıcı ve karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı mesajı topluma taşımaya ısrarla devam etmişlerdir.
Bu Kutlu Yolda Marjinallikle Suçlanmak Bizi Yıldırmamalı
İşte bu kutlu ama uzun ve zahmetli yolculukta, davet ve şahitlik yolunda, tavize yanaşmadığımız, toplumun cahili değerlerine doğru savrulup, şirk ve zulümle uzlaşarak kitleleşmediğimiz için marjinallikle suçlanabiliriz. Bir avuç adam diye gösterilebiliriz. Ama şunu bilmek zorundayız. Bütün Peygamberler, önce marjinaldiler. Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Safa tepesinde bir kayanın üstüne çıkıp, İslamın ilk mitingi denilen o miting meydanında, bütün kabilelerin isimlerini sayarak yaptığı hitabında, karşısında olanların hiçbirisi onun gibi düşünmüyordu. Yani İslam davasında tek başınaydı. Biz bugün bir mitingde konuştuğumuz zaman bizi alkışlayıp tekbirle destekleyen bir kalabalıkla muhatap oluyoruz. Allah’ın Resulu (s) İslam’ın ilk mitinginde, karşısındaki insanların hiçbirisinin kendisi gibi düşünmediğini bilerek konuşma yapıyor. Müthiş bir şey bu, bütün dünya karşısında o tek başına başlıyor. Birçok peygamber bu marjinal konumdan da çıkamadan ömrünü ve görevini tamamlayarak “marjinal” olarak Rabbine dönüyor. Toplumlar cahil ve zalim oldukları için zulmediyorlar, işkence ediyorlar, birçok peygamberi de şehit ediyorlar.
Bir fikir, düşünce ve duruşun taraftarlarının marjinal olması, azınlığı teşkil etmesi, onun yanlışlığının ve terk edilmesi gerektiğinin delili olarak ileri sürülemez. Aslında toplumlarda büyük değişim ve dönüşümlere sebep olan fikir ve çabalar başlangıçta hep marjinal konumda bulunmuşlardır. Toplumlara hamle yaptıran, ileriye taşıyan köklü fikir ve düşüncelerin sahipleri de hep tek kişi olarak başlamışlar ve bu büyük dönüşümün yolundaki ilk adımları da ya tek başlarına yada birkaç kişiyle atmışlardır. Marjinallikten kurtulup bir an önce ve ilkesizce kitleleşmek, aceleyle dünyevi sonuçlar elde etmek isteyenler; dönüştürmek istedikleri toplumdan farklarını oluşturan temel ilkelerini terk ederek, değiştirmek için yola çıktıkları statükoya ve toplumun cahili değerlerine savrulmaktan kurtulamazlar.
Hak ve adalet çizgisinde ısrarlı olmaktan kaynaklanan marjinallik şüphesiz ki şereftir. İnsanlığa hayırlı büyük değişim ve dönüşümlere sebep olan çabalar başlangıçta hep marjinal olmuşlardır. Önemli olan azınlıkta olup olmamak değil, doğru konumda bulunup bulunmamaktır. Kur’an bir çok ayetinde “insanların çoğunun bilmeme” noktasında bulunduğunu, hakikate kendilerini kapatan konumları tercih ettiklerini vurguluyor. İblis ilk isyanı gerçekleştirip şeytanlık, saptırıcılık fonksiyonunu üstlendikten sonra, Rabb’imize hitaben, “onların çoğunu şükredici bulamayacaksın” diyor. Bir başka ayette ise, “iman edip salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır” hükmü yer alıyor.
O halde anlamlı, değerli, itibarlı ya da doğru olmanın ölçüsü çoğunlukta olmak veya dünyada somut sonuçlar elde etmek değildir. Tek kişi bile kalsalar, hak, adalet ve tevhid çizgisinde bulunan kişilerin durduğu yer doğru, isabetli, değerli ve anlamlıdır. Hak istikametteki büyük değişimlerin yolunu açanlar da, hep marjinal kalma pahasına temel ilke ve değerlerinden taviz vermeden istikrarlı ve süreklilik arz eden onurlu ve şahsiyetli duruş ve çabaları ortaya koyanlar olmuştur. Bu anlamda bütün Peygamberler de marjinaldiler. Hatta toplumlarının çoğunluğunun, yani marjinal olmayanların yanlışta direnmesi, yalanlaması sebebiyle pek çokları da marjinal olmaktan hiç kurtulamadan ömürlerini ve görevlerini tamamladılar. Mesela NUH (s), 950 yıllık; tebliği, fesada karşı ıslah edici çabayı ve marufu emredip münkere karşı durmayı içeren tevhid ve adalet mücadelesinde, toplumun batılda direnmesi sonucu bir gemi dolduracak kadar insana bile ulaşamamış ve seküler mantığın ifadesiyle dünyada bir sonuç ya da başarı da elde edememiş, iktidar da olamamıştı. O halde, AKP ve destekçilerinin mantığı ile Nuh (as) yanlış yolda, manasız ve terk edilmesi gereken şeylerin peşinde boşuna bir uğraş mı vermişti? Allah’a sığınarak haddimizi bilmek kadar değerli ve önemli bir şey olamaz. Bize yakışan, istikameti kaybetmeden dosdoğru yolda ısrarlı ve istikrarlı bir yürüyüşü gerçekleştirmek, her şart altında tavizsiz bir biçimde ve Allah rızası için doğru olanı yapmaktır, Hz. Nuh’un örnekliğinde olduğu gibi kınamacıların kınamalarına aldırmadan tevhid gemimizi inşa etmeyi ısrarla sürdürmektir, sonuçları taktir etmek ise sadece Allah’a aittir.
Sonuç almak, başarılı olmak tamamen Allah’ın takdir alanına giren hususlardır. Bizim irademize bırakılmış olan ise, ne pahasına ve hangi şartlar altında olursa olsun, mutlaka yaratılış amacımız istikametinde üzerimize düşen kulluk görevimizi yerine getirmekten, Hakikatin mesajını hayatımızda örnekleyerek ısrarla insanlara ulaştırmaktan, tevhidin ve adaletin ikamesi için hayırlı, olumlu adımlar atmaktan, bu çabalarımızı ısrarla ve Allah rızası için sürdürmekten ibarettir. Bize düşen, siyasi ve dünyevi çıkarlarımız uğruna, bizi biz yapan bize şahsiyet ve şeref kazandıran temel ilkelerimizi, imani ve ahlaki değerlerimizi terk etmemektir. Niteliksiz kalabalıkların, küresel ve yerel zalimlerin istekleri yerine getirilerek, ilkeler feda edilerek belki marjinallikten kurtulmak mümkün olabilir, ancak bunun itibar kazandıran onurlu bir tutum olduğu söylenemez. Çünkü Kur’an “izzetin, onurun, şerefin tamamının Allah’ın yanında olduğunu” açıkça beyan etmiş bulunmaktadır. Onun için, izzeti ve itibarı yanlış yerlerde aramaktan Allah’a sığınmalıyız.
O halde, Kur’an’da da zikredilen güzel örnekleri dikkate alarak, asla marjinallikten korkmayacağız. Yani bir avuç olmaktan korkmayacağız, yılmayacağız, umutsuzluğa kapılmayacağız. Tek kişi bile olsak, söylediğimiz doğruysa, hakka dayanıyorsa biz haklıyız ve güçlüyüz demektir. Tevhidi istikametimizi, ölüm bize gelene kadar sürdürmek durumundayız. Önemli olan ve dikkat etmemiz gereken şudur, yeter ki biz nefsimizden kaynaklanan bir zorluğu Allah’ın dinine katmayalım. Allah’ın dinini zorlaştırmayalım. Eğer nefsimizden kaynaklanan böyle bir durum varsa, işte bu bir beladır, musibettir, Allah bizi bundan korusun. “Emri bil maruf” yaparak birbirimizi uyaralım, nefsimizi vahyin ölçüleri ve Peygamberi güzel örneklikle sorgulayalım ve böyle kötü bir duruma düşmemeye çalışalım. Kendimizi, “biz Allah’ın dinini zorlaştırıyor muyuz” diye sık sık hesaba çekelim, sorgulayalım ve düzeltelim. Ama bunu yapmıyor ve Kur’an’ın mesajını insanlara dosdoğru götürüyorsak ve insanlar buna icabet etmiyorsa, o zaman da sorumluluk davete karşı direnen insanlarındır, bizim yapacak bir şeyimiz yoktur. Biz, toplumun daveti reddetmesi sebebiyle bir avuç da kalsak, tevhidi davet yolumuza Allah için dosdoğru devam etmek zorundayız.
Kur’an’da Yer Verilen Güzel Örnekler
Yolumuzu Aydınlatmalı
Ashab-ı kehfi düşünelim. Bir avuç gençtiler. Onlar saraylarda ve pek çok nimetler içindeler, kendilerine dünyevi bir sürü imkanlar sağlanmış durumda. Buna rağmen, bütün bunları bir yana iterek, sarayda zalim sultanın yüzüne hakkı haykırıyorlar. Hem de en zalim yönetimlerin baskısı altında, imparatorların, Allah düşmanlarının, tağuti sistem önderlerinin sarayında hakkı haykırdılar. Allah’dan başka İlahlara tapmayacaklarını söylediler. Sadece Allah’a kulluk ve ibadet yapacaklarını haykırdılar. Öyle bir marjinallik ki bu, başka bir şey yapamıyorlar ve bir mağaraya çekiliyorlar. Allah yolunda bir mağaraya çekilmek bile Allah’ın övgüsüne mazhar oluyor. Müthiş bir şey bu, büyük bir fedakarlıkla görevlerini ve kulluk sorumluluklarını yerine getirdiler, toplum ve egemenler davete icabet etmemiş, tam tersine onları öldürmeye kalkmışlardı, bu sebeple yapabilecekleri başka bir şey yoktu, davete direnen toplumlarını terk edip mağaraya çekildiler. Halbuki kendileri gibi binlerce genç vardı, mağara gençlerinin önde gelenleri de onlar gibi davranıp topluma ve egemen sisteme uyum sağlasalardı, refah içindeki hayatlarını saraylarda sürdüreceklerdi. Ama o zaman, o gençler gibi sıradan olup hem ahiretlerini kaybedecek hem de unutulup gideceklerdi. Ancak bu, riski göze olan fedakar çıkışlarıyla, zalim sultanların yüzüne hakkı haykırarak, Allah’ın dinin yardımcıları olmayı tercih ettiler, şeref kazandılar ve hükmü kıyamete kadar geçerli Kur’an’da bütün insanlığa örnek olarak sunulmayı hak ettiler. Bugünkü, oradan oraya savrulan Müslümanların verdikleri tavizin yüzde birini verseydiler, sarayları bırakıp mağaraya gizlenmek zorunda kalmazlardı.
Hz. Musa (s) da Firavunun sarayında büyüyor. Firavun tarafından da çok seviliyor. Eğer bugünkü Müslümanların verdikleri tavizlerin bir kısmını verse Musa (A.S.) sarayın hakimi olurdu. Sarayda bütün makamlar, mevkiler emrine verilirdi. Ama o, bütün bunları elinin tersiyle itip, her türlü riski, bedeli, öldürülmeyi göze alarak Firavunun yüzüne hakkı haykırmaktan, tevhidi tebliğ etmekten vazgeçmiyor. Aynı şekilde, sihirbazlar da, Firavunun sağladığı imkanlarla dünyevi refah içerisinde, lüks içerisinde, önemli makam ve mevkilerde yaşıyorlar. Onlar, Firavunun saltanatını ayakta tutan adamlar. Musa (s) vesilesiyle ortaya konan Rabbimizin mucizesini görünce, sihri iyi bilen bu insanlar, bunun bir sihir olmadığını hemen anlıyorlar ve hemen secdeye kapanıp iman ediyorlar. Bir anda gerçekleşen şok ve zirvede bir imanla karşı karşıyayız. Ve iman ettikleri o anda Firavunun kendilerine sağladığı bütün imkanları bırakıp, dünyanın bütün süslerini, makamları, mevkileri, refah içinde yaşamayı bir tarafa bırakıp, öyle bir iman ediyorlar ki, bu imanları uğruna her şeyi göze alabilecek onurlu bir duruşu ortaya koyuyorlar. Firavun diyor ki, “ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi asacağım”. Bu büyük tehdide rağmen, işkenceyle öldüreceğini söylediği halde, tabiri caizse vız gelir diyorlar Firavuna. Bu işkenceyle öldürme tehdidine karşı: "Biz de şüphesiz Rabbimize döneceğiz" dediler….."Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi Müslümanlar olarak öldür." diyerek güçlü bir imanın tezahürü olan onurlu bir duruşu sergiliyorlar. Biz nasılsa Rabbimize döneceğiz diyorlar, sen bize ancak dünyada yaparsın yapacağını, ahirete müdahalen yoktur. “Rabbimiz bizi Müslümanlar olarak öldür” diye dua ediyorlar. Şu imanı görüyor musunuz? Bugünkü Müslümanların makamlar, mevkiler, ihaleler, ticari zenginleşme hırsları, şöhret ve şehvetleri uğruna, Allah’ın dininden feda ettiklerinin yüzde birini feda etseydiler sihirbazlar, Firavunun yanında yer almaya devam eder, yüksek makam ve mevkilerde hayat sürerlerdi. İşte her şartta, böyle güçlü bir imanın sahibi olmaya çalışmalıyız. Hak dinin müntesipleri olmanın bize kazandıracağı büyük şeref ve onurla, hakkı temsil etmenin ve haklı olmanın sağladığı şerefle, hakkın sağladığı büyük ve yenilmez bir güce sahip olduğumuzu bilmeliyiz.
Yine Kur’an’da onurlu bir örnek olarak sunulan Hz. Nuh’un (s) örnekliğini düşünelim. 950 yıl çırpındığı halde bir gemi dolduramıyor. Bugünkü Müslümanların verdikleri tavizin yüzde birini verseydi Nuh (s) iktidar da olurdu, devlet de olurdu. Ama tavizsiz tevhidi daveti bu kadar uzun süre devam ettirdiği halde, oğlunu bile tevhid gemisine bindiremeyecek bir “marjinal”likte kalıyor. Çünkü insanlar zalimliği, cahilliği bırakmıyor ve davete icabet etmiyorlar. Zulüm, cehalet, şirk ve ifsadda direniyorlar. İşte bizim de, Nuh (s) misali yüzyıllarca da sürse, bizim zamanımızda somut bir takım sonuçlara yada “başarı”lara ulaştırmayıp, bizden sonraki nesillere intikal ederek devam edecek de olsa, tevhid gemimizi inşa etmekten asla vazgeçmememiz gerekiyor. Karada, dağ başında, suyun hiç olmadığı ve dünyevi mantıkla bir gün su gelmesi de mümkün olmayan bir kara parçasında gemi inşa ettiğimiz için insanlar alay da etseler, yine de imanın gerektirdiği özgüvenle, hiçbir kınamacının kınamasına aldırmadan tevhid gemimizi inşa etmeyi, tavizsiz, ilkeli ve ısrarlı bir azimle sürdürmeliyiz.
Tek başına bir ümmet olarak tanıtılan Hz. İbrahim (s) Örnekliğini düşünelim. İçinde babasının, ailesinin de yer aldığı kavmine karşı koyduğu tevhidi tavır üzerine tefekkür edelim. Yakılarak öldürülme tehditlerine rağmen nasıl hakkı haykırdığını, nasıl taviz vermediğini düşünelim. Kur’an’da, “İbrahim ve beraberinde olanlar da sizin için güzel bir örnek vardır” denmiyor mu? Rabbimiz Kur’an’ında bu örnekliği şu muhteva ile aktarıyor: “Onlar kavimlerine dediler ki, biz sizden beriyiz, uzağız, Allah’tan başka taptıklarınızdan da. Sizi reddediyoruz, inkâr ediyoruz. Ve siz Allah’ı tevhid edene kadar, sizinle bizim aramızda ebedi bir adavet/düşmanlık ve buğz meydana gelmiştir dediler”. Şu onurlu tavra bakın. Evet Hz. İbrahim ve beraberindeki mü’minler, müthiş onurlu bir duruş sergileyerek şirke, küfre ve ifsada karşı beraatlerini ilan ediyorlar. İşte İbrahimi tavır, işte toplumları dönüştürecek onurlu örneklik, işte vahyin şahitliği bu. Bütün bunlar süs için mi Kur’an’da anlatılıyor? Bizim için güzel örnek oldukları vurgulanarak anlatılan bu onurlu mücadeleler bizi niye bağlamıyor, bize neden örnek olmuyor?
Rasulullah (s)’e bakalım tek başına başlıyor, bütün dünyaya karşı. Sonra bir avuç inanmış mümin insan çevresinde yer alıyor. Hud suresi 112. ayette, “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” emriyle duruşunu ve davetine icabet edenleri inşa ediyor. “Hud süresi beni kocattı” dediği rivayet ediliyor. Evet “dosdoğru olabilmek, dosdoğru kalabilmek ve dosdoğru ölebilmek”. İşte gerçekten de temel mesele budur. Ama Müslümanların temel sorunu da buradadır, asla, dosdoğru olmayı ve dosdoğru kalmayı başaramıyoruz. İstikameti dosdoğru sürdüremiyoruz. Ha bire oraya buraya yalpalayıp zikzaklar çiziyoruz. Ölmeyecek miyiz, hesaba çekilmeyecek miyiz, bu dünya kısacık bir imtihan alanı ve az bir geçimlikten ibaret değil mi? O halde, bu dünya ve ahiretle ilgili uyarıcı ayetler üzerinde hassasiyetle durmalı, hayat ve ölümün yaratılış sebebi üzerine sürekli tefekkür etmeliyiz. Ölüm, ahiret ve hesap bilinci yolumuzu aydınlatmalı. Ölümü, çok canlı, çok diri bir şekilde hayatımızın içinde ve sürekli gündemimizde tutmalıyız. Ama nedense bunları yeterince yapmıyoruz. Kur’an’la ilişkimizi sürekli hale getirmiyoruz. Sanki dünyada sürekli kalacakmışız gibi dünyanın menfaatleri, süsleri uğruna, oradan oraya savruluyoruz. Rasulullah (s.) ve beraberindekiler en büyük işkencelere, haksızlıklara, zulümlere muhatap kılındılar, ekonomik ve sosyal boykotlara tabi tutuldular. Resulün en yakın arkadaşlarının işkencelerle vücutları parçalandı, önde gelen ashabından şehit edilenler oldu. Bilalüi Habeşi (r), kızgın kumların üzerine yatırılıp, vücudu üzerine da kızgın kayalar konularak, en acımasız işkencelere tabi tutulduğunda, onurlu ve örnek bir direnişle “Ahad… ahad…” diye haykırıyordu. Eğer o zaman onlar, bütün bu zulümlere rağmen tavizsiz bir direnişle “ahad ahad” diye haykırmasalardı, bugün biz “ahad” deme imkanından mahrum kalmaz mıydık? Bunu niye düşünemiyoruz?
Eğer biz bu bilinç ve sorumlulukla bugün üzerimize düşen tevhid eksenli ilkeli mücadeleyi, sıratı müstekiymde ayaklarımızı sabit tutan onurlu bir direnişi, İslami kimlik ve değerleri her şeye rağmen savunmaktan vazgeçmeyen bir sebatı gerçekleştirmezsek, Rabbimize nasıl hesap vereceğiz ve bizden sonraki nesiller bize ne diyecekler? Bizden sonraki nesiller, “Yazıklar olsun size, adam gibi mümin olmayı başaramamışsınız” diyecekler. “İmanın izzetine ulaşıp, iman ettiğiniz değerler uğrunda bedeller ödeyerek, yada bedel ödemeyi göze alan bir tavizsizlik örneği oluşturarak, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Nuh ve ashab-ı kehf misali, Hz. Muhammed ve ashabı Hz Bilaller gibi, örneklik teşkil etseydiniz, tevhid zincirini koparmasaydınız ve bize ulaşan bu tevhid zincirinin kendi döneminizdeki onurlu halkasını teşkil etseydiniz, tevhid zincirinin bize ulaşması için bir çaba gösterseydiniz, bu kutlu yolun belli basamaklarını inşa etseydiniz de, biz de onların üzerine daha ileriye götürecek basamakları inşa etme imkanına kavuşsaydık” diyecekler.
Rasulullah (s)’le beraber Mekke de oluşan o ilk Kur’an nesli, en şedit işkencelere tabi oldukları, ateş çemberinden geçtikleri halde, o ilk nesil imanına şirk bulaştırmadan, imanına zulüm giydirmeden, bize güzel bir örneklik teşkil ettiler. Allah için, o ilk neslin, Rasulullah (s)’in ve bütün peygamberlerin, muvahhitlerin, biraz önce bahsettiğimiz örneklerin örnekliğinde, biz de bugün, vahyin şahitliğini yapmak, bir yandan bugünkü topluma mesajı yaymak, diğer yandan gelecek nesillere örneklik teşkil etmek, onlara tevhidi geleneği ulaştırmak için, Allah yolunda ve Kur’an rehberliğinde ihlaslı, samimi bir çaba içerisinde olmak durumundayız. Rasulullah (s)’e o kadar ağır şartlarda getirilen uzlaşma tekliflerini düşünelim. Kendisine iman eden küçük bir grup, her taraftan kuşatılmış, ekonomik, sosyal boykotlar uygulanıyor, açlık ve sefaletten kıvranıyor, işkence ve katliamlar altında yok edilmek isteniyorlar. İşte böyle bir ortamda, gel diyorlar “devlet başkanımız ol”. “Devletin başına sen geç, zenginlik istiyorsan seni en zenginimiz yapalım” diyorlar. Uzlaşma karşılığında her şeyi vermek istiyorlar. Bugünkü insanların, çok cüzi bir kısmı için dinlerini feda ettikleri şeylerin hepsini Allah Rasulu (s)’e teklif ediyorlar, devlet başkanlığını altın tabakta sunuyorlar. Bugünkülerin mantığı ile bakılırsa; “devletin başına geçersem, hem şu işkenceler kalkar, ekonomik ve sosyal boykotlarla insanlar açlıktan ölüyorlar, bütün bunlar sona erer. Hem bir barış ortamı doğar ve barış ortamında daha iyi tebliğ yaparım. Hem de devletin başı olarak biz yöneteceğimiz için, toplumu daha kolay ve etkili bir biçimde dönüştürebiliriz” diye düşünülmesi gerekir değil mi? Hayır, tam tersi oluyor ve kıyamete kadar geçerli bir güzel örneklikle Resulullah (s), “bir elime ayı bir elime güneşi verseniz yine de davamdan taviz vermem” diyerek, şirk sistemine açık tavır alıyor, statükonun dini (atalar dini) adına ortaya konan tüm taviz ve uzlaşma tekliflerini reddediyordu.