Pazartesi, Kasım 4, 2024
Ana sayfa KONFERANSLAR Konferans: Kur’an’ı Okuma, Anlama ve Yaşama Mecburiyetimiz

Konferans: Kur’an’ı Okuma, Anlama ve Yaşama Mecburiyetimiz

by İlkav Editor
6,8K 👁
A+A-
Reset

 

AYAN : KUR’AN’I GEREĞİ GİBİ OKUMAK VE YAŞAMAK HER MÜMİNİN GÖREVİDİR….

İlkav’ın Alternatif Eğitim Konferansları eğitimci- ilahiyatçı Emrullah Ayan’ın vermiş olduğu  “Kur’an’ı Okuma, Anlama ve Yaşama Mecburiyetimiz” konulu sunumu ile devam etti.

Konferans Kenan Doğan‘ın okumuş olduğu Kur’an ve Meali ile başladı. İlgi ile takip edilen konferansta Ayan, ümmetin şu anda düşmüş olduğu zilletin sebebini Kur’an’ı hakkıyla okuma görev ve sorumluluğunu Müslümanların terk etmelerine bağladı. “Kur’an; bizim varlığımızın biricik şartıdır. Kur’an’sız bir İslam düşünmek, ruhsuz bir beden düşünmek gibidir. Bizim hayat kaynağımız Kur’an’dır. Biz, ancak Kur’an’ı yaşadığımız ve hayatımızı Kur’an’a göre kurduğumuz zaman, gerçek anlamda Müslüman oluruz. Yoksa Müslümanlığımız isim olmaktan öte geçemez.” İfadeleri ile sözlerine devam eden Ayan, Kur’an’ı önyargısız okuyan herkesin mutlaka anlayabileceğini ve istifade edebileceğini de belirtti. Günümüzde Kur’an’ın mevlitlerde dolgu malzemesi, stadlarda güzel okuma yarışmaları veya mezarlıklarda ölülere okunan ve öğüt alınmayan bir kitaba dönüştürüldüğünü ifade etti. Müslümanlara düşenin Kur’an’ın mesajının anlaşılıp hayata resulün güzel örnekliği çerçevesinde aktarılması olduğunu dile getirdi. Konferansın özeti aşağıya alınmıştır.

Ekitap için tıklayın

KUR’AN’I OKUMA, ANLAMA VE YAŞAMA MECBURİYETİMİZ                                                                

“Doğrusu o Kur’an, senin için de, kavmin için de bir uyarıdır/öğüttür ve siz yakında ondan sorguya çekileceksiniz.” (Zuhruf: 44)

 Bu ayet bize sorumlu olduğumuz ve bu sorumluluğun bir gereği olarak da kendisinden ahirette sorguya çekileceğimiz bir kitapla muhatap olduğumuzu haber veriyor. Ayetin ikinci cümlesi sonuçla alakalıdır. İşin gerisinde hayatı kendisi ile düzenlediğimizde mutlu, özgür ve huzurlu olacağımız eksiksiz ve hatasız ilahi bilgi kaynağı yani Kur’an-ı Kerim ile muhatabız.
Kur’an; bizim varlığımızın biricik şartıdır. Kur’an’sız bir İslam düşünmek, ruhsuz bir beden düşünmek gibidir. Bizim hayat kaynağımız Kur’an’dır.

Biz, ancak Kur’an’ı yaşadığımız ve hayatımızı Kur’an’a göre kurduğumuz zaman, gerçek anlamda Müslüman oluruz. Yoksa Müslümanlığımız isim olmaktan öte geçemez.
Kur’an, hayatın kitabıdır. Günlük hayatta yaşanmak için inmiştir. Bütün emir ve yasaklarıyla eksiksiz yaşanmak için… Ne yazık ki, yüzyıllardır, biz –bilerek veya bilmeyerek, isteyerek ve istemeyerek- Kur’an’ı hayatımızdan uzaklaştırdık. Bunun sonunda biz de hayattan uzaklaştık. Dünya halklarına lider olmak üzere yeryüzüne gönderilmiş bir ümmetken, “Siz; insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” (Al-i İmran: 110) diye buyrulmuşken Kur’an’dan uzaklaşmamız sonucu yeryüzündeki halkların peşinden sürüklenen ölü bir kitle olduk.       

Nasıl Müslümanlığımız sadece bir isimden ibaret hale gelmişse, elimizde bulunan Kur’an da sadece klasik bir metin haline gelmiş bulunuyor. Biz bu metnin anlamını kavrayıp hayatımızda uygulamak yerine, onu; ölülerimiz için okunan bir dua ve hastalarımız için okunan bir şifa kitabı haline getirdik. Kısaca, elbirliğiyle, Kur’an’ı hayatımızdan uzaklaştırdık.

Kur’an’dan uzaklaşınca da hayattan uzaklaştık. Günümüzde büyük bir uyanış içinde bulunan Müslümanların tez elden, yeniden Kur’an’a dönmeleri ve Kur’an’ın ışığında yeni bir hayat tarzını tekrar ortaya koymaları zamanı gelmiş ve geçmektedir. Bunun için de Kur’an’ı bir başucu kitabı haline getirmek ve onun buyruklarını sürekli olarak canlı ve gündemde tutmak zorundayız. Bunu yapabildiğimiz an, hayatımızın akışı değişeceği gibi, olayların peşinden sürüklenmek ve hep “antitez” olarak çıkmak yerine, olayları kendi doğrultumuzda yönlendirip “tez” şeklinde ortaya çıkmamız mümkün olacaktır.

Okumak, anlamak ve yaşamak mecburiyetinde olduğumuz kitabın nasıl bir kitap olduğunu, mahiyetinin ne olduğunu bilmek gerekir.İster Kur’an’a inansın ister inanmasın, Kur’an okuyan kişinin her şeyden önce Kur’an’ın mahiyetini bilmesi gerekir. Mademki bu kitabı anlamak istemektedir. Öyleyse öncelikle Kur’an’da yer aldığı şekliyle Kur’an’ın temel ilkelerine yönelmesi gerekir. Kur’an, kendisine indirilmiş olan zatın, yani Allah’ın Rasulü Muhammed (S)’in açıkladığı tarzda anlaşılmalıdır. Kur’an’ın temelinin aşağıdaki noktalar üzerinde kurulmuş olduğunu söyleyebiliriz.

1- Yüce Allah bu evrenin Yaratanı, Malik’i ve Hakimidir. İnsanı yaratmış, ona bilme, düşünme ve kavrama güçleri vermiştir. Ona bir tür bağımsızlık (otonomi) vererek yeryüzünün halifesi kılmıştır.

2- Allah insanoğluna bu önemli görevi lutfederken onun ruhunun derinliklerine şu gerçekleri yerleştirmiştir: “Ben senin Rabbinim. Bu alemlerin Rabbi benim. Hem senin ilahınım hem de bu evrenin ilahıyım. Hem senin Hakiminim hemde bu evrenin Hakimiyim.”

3- Şanı yüce olan Rabb, ilk insana ve onun eşine -Adem ve Havva’ya- kendi katından izleyecekleri bir hidayet yolu lutfetmiştir. Hem bu ikisine hem de yeryüzündeki torunlarına… İnsanı ilk başta karanlık ve bilgisizlik içinde yaratmamıştır.

Aksine Adem ve Havva’nın, yeryüzündeki hayatlarına bir tür bilgi ve aydınlık içerisinde başlamalarını sağlamıştır. Dolayısıyla ilk insan gerçeğin ne olduğunu biliyordu. Ve kendisi için lazım olan hayat kanunundan haberdar idi. Bu hayatta tuttuğu yol, Allah’a itaat yani İslamdı.
4- İnsanoğluna bu sınırlı bağımsızlığı lutfetmiş olan Allah; onun yaratanı olmak niteliğiyle insanlardan dosdoğru yolu bırakıp sapıklığa dalanları zorla ve baskı ile tekrar doğru yola çevirmek için zor kullanıp müdahalede bulunmadı.

5- Allah, kendisine inananlardan elçiler seçmiş, bu elçileri çeşitli toplumlara ve değişik bölgelere göndermiş, binlerce sene ardı ardına gelen bu peygamberler kafilesi birbirlerini izlemişlerdir. Hepsi de tek bir dinin yolcusu idiler. Hepsi de aynı hidayet yoluna tabi idiler.
6- Nihayet, Allah Teala, Hz. Muhammed (S)’i Arabistan topraklarında daha önceki peygamberler gibi aynı görevi yüklenerek göndermiştir. O’nun çağrısı, arasında diğer peygamberlerin tabileri de bulunmak üzere bütün insanlara yönelikti.

Kur’an’ı Okuma ve Anlama Mecburiyetimiz

Okumak nedir?                                                                                                                                     

Okumaktan amaç herhangi bir metnin harflerini sadece telaffuz etmek midir?                                                                                                                       

Kur’an’ın bizden istediği metnini düşünmeden, anlamadan seslendirmek mi?

Kur’an’ı anlamak gibi bir amaçtan yoksun olarak onun metnini telaffuz etmek yani seslendirmek onu okumak anlamına gelir mi?

Kur’an’ı anlamak amacından uzak olarak telaffuz etmek/seslendirmek ile öğüt alınabilir mi?
Konuya dair soruları daha da artırabiliriz.

Kur’an zikirdir yani bir öğüttür, bir nasihattır. Zikir kelimesi sözlükte; hatırlatmak, uyarmak ve tavsiye etmek anlamlarına gelir. Bütün peygamberlere gönderilen kitaplar da Kur’an gibi birer zikir idiler. Aynı şekilde tezkira kelimesi de uyarıcı manasında kullanılmaktadır.
“O (Kur’an) alemler için yalnızca bir zikir (öğüt, uyarı)dir.” (Sad: 87) “Sad, zikir dolu Kur’an’a andolsun.” (Sad: 1)

Kur’an zikir doludur, yani Kur’an şereflidir, nasihat doludur, unutulanları hatırlatıp gafletten uyandıran bir kitaptır.

Kimler için Kur’an bir öğüt ve uyarıdır?

“O (Kur’an) muttakiler için kesin bir tezkira’dır (öğüttür, uyarıdır.)”(Hakka: 48)

“O (Kur’an) bütün alemlere öğüttür. Elbette ki aranızdan doğru yolda gitmek isteyenler için!” (Tekvir: 27, 28)

“Gerçek (şu ki), o (Kur’an), elbette bir öğüttür. Artık kim dilerse öğüt alıp düşünür.” (Müddessir: 54,55)

Görüldüğü üzere Kur’an ancak doğru yolda olmayı dileyenlere, öğüt almak isteyenlere öğüt verir. Yoksa Kur’an’ı anlamını bilmeden dolayısıyla da düşünmeden telaffuz eden veya kültürel bir bilgi birikimi olsun diye okuyanlar ve okuduklarıyla da amel etmeyenler bu Kur’an’dan öğüt alamazlar.

Kur’an’ın öğüt olmasının anlamı şudur: Manası anlaşılmadan okunan Kur’an insana hiçbir fayda sağlamaz. Kur’an’ın öğüt ve uyarı olabilmesi için manasının anlaşılması mecburidir. Manası anlaşılsın ki, doğru yol bulunabilsin ve sapıklığa düşülmesin. Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Andolsun Biz, Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?” (Kamer: 17, 22, 32, 40)

“(Bu Kur’an) Ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri (Ulu’l-Elbab) öğüt alsınlar diye indirdiğimiz mübarek bir Kitap’tır.” (Sad: 29)

Ayetler apaçık göstermektedir ki, düşünebilmek ve öğüt alabilmek için manasını bilmek gerek. Bunun için de mutlaka Arapça bilmek gerekmez, Arapçayı öğrenmek ve bilmek en iyisidir. Fakat Arapçayı bilmeyen bir insan “ben Arapça bilmiyorum” diyerek, Kur’an’ın manasını anlamaya çalışmamak ve bunu bir mazeret olarak ileri sürmek akıl karı değildir.
Arapça bilmeyen bir insan rahatlıkla Kur’an’ı Türkçe meal ve tefsirler aracılığı ile bu da mümkün değilse bilen birisinden dinleyip ders almak suretiyle anlayabilir.

Kur’an’ı Kerim, önyargılı olmaksızın kendisini, manasını anlayarak okuyan ve dinleyenlere vaaz ve öğüt vererek yol gösterir, kötülüklerden ve batıldan sakındırır ve böyle fertlerden oluşan seçkin ve orta yollu bir ümmet yetiştirir.

Şüphesiz Kur’an, daha önce de vurguladığımız gibi, doğru yolu ancak önyargılı olmaksızın kendisini okuyanlara gösterir. Kur’an’ı okuyacak olanlar da elbette mü’minlerdir. Diğer bir ifadeyle Kur’an’a iman edenler onu okumak zorundadırlar. Hem kendilerine hem de başkalarına… Tıpkı Rasulullah (S)’in okuması gibi…

“(Peygamber) Onlara (Allah’ın) ayetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitab’ı ve Hikmet’i öğretiyor. Ondan önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Al-i İmran: 164)Kur’an’ı okumaktan maksat; manasını bilerek ve anlayarak tertil üzere okuyup, öğrenilenle amel etmek yani yaşamak ve aynı zamanda öğrenilen ayetleri insanlara ulaştırmaktır. Sadece anlamadan telaffuz etmek veya kültür elde etmek için okunduğunda ve amel edilmediğinde Kur’an’dan hiçbir fayda elde edilemez. Aynı şekilde manası bilinmeksizin Arapçasının telaffuz edilmesiyle veya diğer bir ifadeyle seslendirilmesiyle de Kur’an’dan yararlanılamaz.
Kur’an’ı okumak; manasını anlayarak okumak, üzerinde düşünmek, yaşamak ve bildirip-tebliğ etmek demektir. Şimdi bu manada, mü’minlerin Kur’an’ı okumaları gerektiğini gösteren

ayetlerden misaller verelim:

“Kendilerine verdiğimiz Kitab’ı gereği gibi okuyanlar var ya, işte ona iman edenler bunlardır.” (Bakara: 121)

“Gerçekten Allah’ın Kitab’ını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak edenler, kesin olarak zararauğramayacak bir ticareti umabilirler.” (Fatır: 29)

 “Ve Kur’an’ı tertil üzere oku!” (Müzzemmil: 4)

“Ve Kur’an’ı okumakla emrolundum.” (Neml: 92)

“Sana Kitab’tan vahyedileni oku ve namazını kıl.” (Ankebut: 15)

Dikkati çekmek istediğimiz son üç ayette hitap görünüşte Hz. Peygamber’e olsa da aslında bütün mü’minleri kapsamaktadır. Çünkü Kur’an okuma ve namaz kılma, mü’minin sadece batıl ve kötülüğün şiddetli fırtınalarına cesaretle karşı koymasını değil, aynı zamanda onları yenmesini de sağlayan güçlü bir karakter ve mükemmel bir kapasiteye kavuşturan vazgeçilemez ve ertelenemez iki önemli imkândır.

Kur’an okumaya gelince; boğazdan aşağısına, kalbe ulaşmayan bir okumanın değil kişiye küfre karşı koyma gücü vermek, imanında sebat etmesi için yeterli güç bile veremeyeceğine dikkat edilmelidir. Bu tür insanlar hakkında bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:

“Onlar Kur’an okuyacaklar, fakat Kur’an boğazlarından aşağıya geçmeyecektir. Onlar okun yaydan çıktığı gibi imandan çıkarlar.” (Buhari, Müslim, Muvatta’)

Ayrıca “Kur’an’ın haram kıldığını helal kılan aslında hiç Kur’an’a inanmamıştır.” (Tirmizi Süheyb-i Rumi’den rivayet etmiştir)

Böyle bir okuyuş, kişinin heva heves ve ruhunu ıslah edip güçlendirmez, aksine onu Allah’a karşı daha küstah, vicdanına karşı inatçı yapar ve karakterini tamamen bozar.

Çünkü Kur’an’ın ilahi bir kitap olduğuna inanan, onu okuyup Allah’ın neler emrettiğini öğrenen, sonra da O’nun emirlerine karşı gelen kimsenin durumu, bilmediği için değil, kanunu çok iyi bildiği halde suç işleyen sanığın durumuna benzer. Hz. Peygamber bu durumu çok kısa bir cümle ile ifade etmiştir: “Kur’an sizin lehinize de, aleyhinize de bir şahiddir.” (Müslim)

Yani, eğer Kur’an’a doğruca uyarsanız o sizin lehinize şahid olur.
Abdullah ibn Mes’ud şöyle diyor:“Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki; Kur’an’ın gerçek olarak okunması demek helalini helal, haramını haram kılmak demektir. Allah’ın buyurduğu şekilde okuyup kelimelerin yerini değiştirmemek ve ondan bir kelimeyi dahi te’vil edilmeyecek şekilde te’vile yeltenmemektir.”Abdullah ibn Abbas ise; “Kur’an’ı hakkıyla tilavet edenler ona nasıl uyulması gerekiyorsa öylece uyanlardır” demiştir.

Kur’an’ı Yaşama Mecburiyetimiz

Kur’an’ı anlamak, gerekli bir borç ve onu hayata geçirmek ise kaçınılmaz bir zaruret, bir mecburiyettir. Kur’an’ın gölgesinde yaşamak, ancak tadanların bilebileceği bir nimettir. Ömrü uzatan ve bereketlendiren, yüceltip temizleyen bir nimet! Bu nimeti, Kur’an’ın gölgesinde fiilen yaşayan, o nimetteki lezzetin farkına varıp izleriyle kucaklaşan ve onun verdiği huzuru, rahatlığı, mutluluğu ve güveni fark edenden başkası anlayamaz.

Seyyid Kutub, “İslam Düşüncesi” adında Türkçeye de çevrilen eserinde, Kur’an’ı anlama ve yaşama konusunda şunları söyler:“Kur’an’ın anlam ve ilhamlarını kavrayabilmede problem, onun sözlerini anlamada değildir. Alışageldiğimiz gibi problem, Kur’an’ın tefsir ve açıklaması değildir. Asıl mesele, her an etkin durumda olan bir duygu, algı ve deneyimler sistemini oluşturarak, bu ögelerin Kur’an’ın inişiyle ve o günkü Müslüman cemaatin yaşantısıyla birlikteliği sağlamaktır. O İslam cemaati ki, çarpışma ve mücadele (cihad) ortamında Kur’an’ı algılamışlardı.

Hem kendi nefisleriyle, hem de Kur’an’ın karşısına dikilen insanlarla, hem kendi heva ve arzuları, hem de düşmanlarıyla kıyasıya giriştikleri bir cihad ortamında algılamışlardı onu…
Ellerinden gelen tüm fedakarlıklar, korku ve umutlar, zaaf ve güçlükler, düşüp kalkmalarla… Mekke’nin atmosferi… Yeni doğmakta olan davet, sayıca azlık, kuvvetçe zayıflık ve insanlar arasındaki yadırganış…

Ebu Talip mahallesindeki kuşatma, açlık, terör ve Allah’tan başka herkesin onlardan ilgiyi kesmesi… Derken Medine atmosferi… İlk İslam toplumunun örgütlenmesi ve çabalar… Bedir, Uhud, Hendek ve Hudeybiye muhiti… Mekke’nin fethi, Huneyn ve Tebük seferleri… Müslüman ümmetin ve sosyal nizamının oluşumu… Bu oluşumun katmanları ve bu kuruluşun gölgelerinde, duygular, maslahatlar ve ilkeler arasındaki canlı uyum ve iletişim…
“Kur’an ayetlerinin canlı, hareketli ve gerçekçi bir şekilde indikleri bu ortam ve hava içerisinde kelime ve sözlerin anlam ve mesajları vardı.

İslami hayatın yeniden başlaması çabaları eşliğindeki böylesi bir ortam ve atmosfer içerisinde Kur’an, hazinelerini kalp ve kafalara açıyor, kokularını ve sırlarını saçıyor ve ondan hidayet ve ışık doğuyordu…”Seyyid Kutub, kendi yaşadığı gibi bizi de Kur’an’ın atmosferinde yaşamaya çağırıyor; “Kur’an’ı araştırmak, okumak ve ilimlerini öğrenmek, Kur’an’ın atmosferinde yaşamak anlamına gelmez. Bu, bizim kasdettiğimiz ‘Kur’an’ın Atmosferi’ değildir. Kur’an’ın atmosferinde yaşamak’la bizim kasdettiğimiz, insanın Kur’an’ın inmekte olduğu gibi bir hava, ortam, hareket, sıkıntılara katlanma, mücadele ve önemseme içerisinde yaşamasıdır.

İnsanın, bugün yeryüzünü kaplamış bulunan şu cahiliyeye karşı yaşayarak, kendi kalbinde, kendi hayatında ve insanların içinde ve hayatlarında İslam’ı kurması… Yeniden bir kez daha bu cahiliyeye karşı çıkarak… Onun tüm düşüncelerine, geleneklerine, önemsediklerine, pratikteki olgularına karşı çıkarak… İslam’a olan baskısına, onunla savaşmasına, onun Rabbani inanç ve metoduna mukavemet etmesine karşı çıkarak… Gayretler, cihadlar ve ısrarlardan sonra…”

İnsanın, içinde yaşaması mümkün olan Kur’ani atmosfer budur ve zevk alacağı Kur’an da budur. O, böyle bir atmosferde indi ve böylesi bir ortamda rolünü oynadı. Böylesi bir atmosferde yaşamayanlar, onu ne kadar okurlarsa okusunlar ve incelerlerse incelesinler, onun ilimlerine ne kadar dalarlarsa dalsınlar, Kur’an’dan uzaktırlar.

Merhum Kutub, Kur’an’ı okuma, üzerinde düşünme, ondaki hazinelere ulaşmanın sağlıklı yolunu bize gösteriyor ve şöyle diyor:

“Şüphe yok ki, bu Kur’an okunmalı ve Müslüman ümmet kuşaklarından bilinçle devralınmalıdır. Dipdiri irşad ve yol göstermeler olarak bugün iniyormuşcasına üzerinde düşünülmelidir. Böylece o irşadlar, bugünün meselelerini ele alsın ve geleceğe uzanan yolu aydınlatsın! Yoksa o sadece tecvid kurallarına göre güzel bir sesle ağır ağır okunan güzel bir kitap veya bir daha yaşanmayacak, geçmişte kalmış bir hakikat sicili olarak algılanmamalıdır!
Bugünümüz ve yarınımızda yaşayacağımız hayatımızı yönlendirecek irşadları onda bulmak üzere okumadığımız sürece bu Kur’an’dan asla faydalanamayacağız!

Tıpkı, yaşadığı hayatın problemlerine her gün onda çözüm arayan ilk İslam toplumunun yaptığı gibi… Kur’an’ı bu bilinçle okuduğumuz vakit, istediğimizi onda bulacağız. Gafil zihinlere doğmayan şaheser güzellikleri onda bulacağız. İşte ancak o zaman kelimelerini, cümlelerini ve irşad eden yönlendirmelerini, canlı ve hareketli bir şekilde yoldaki işaretleri belirlediğini göreceğiz. “

Kur’an’ı Yaşayanlarda Bulunması Gereken Özellikler

-Kur’an; bize bir hayat tarzı takdim etmektedir. Bu hayat tarzının küçük ayrıntıları belirsiz olsa da temel çizgileri açıktır. Ve Kur’an ile sürekli irtibat halinde bulunan kişi, bu ana çizginin dışına çıkamaz. Ne zaman, nerede ve nasıl davranacağını bilir. Kur’an’ı yaşayan kişi; bütün davranışlarında kendini Allah’a ve Rasul’üne teslim eder.

Allah’ın hükmünü yerine getirir ve onun buyruklarına uyar. Ve bilir ki; bunda hayat vardır. Yaşamak; bir bitki, bir katı madde gibi belirli zaman dilimini doldurup gitmek değil, bir iz bırakmak ve Allah’ın insana yüklediği hilafet görevini yerine getirmektir. Bu şuurla hayatını Allah’a ve Rasul’üne adar: “Ey iman edenler; Allah ve Rasulü sizi; size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman icabet edin. Ve bilin ki; muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Sonunda O’nun katında toplanacaksınız.” (Enfal: 24)

Kur’an’ı yaşayan insanlar; tarihin her devrinde eşine rastlanmayan örnek davranışlar sergilemişlerdir. İlimde, san’atta, kahramanlıkta ve hayatın her alanında erişilmez harikalar meydana getirmişlerdir. Daha sonra, Kur’an’ı yaşadığını söyleyip de bunu laftan öteye geçiremeyen nesiller gelmiş ve atalarının yaptıklarıyla övünmekten başka bir şey yapamamışlardır. Onlarla bunlar arasında isim benzerliğinden başka ortak bir nokta bulmak mümkün değildir. Kur’an’ı öğrenmek ve uygulamak için bir öğrenci titizliğiyle kendimizi ona vererek okumalıyız. Dikkatsiz ve haylaz bir öğrenci gibi değil de disiplinli ve zeki bir talebe gibi Kur’an’ın önüne diz çökmeliyiz.

Sonuç olarak; İslam davasının kitabı olan şu Kur’an-ı Kerim, aynı zamanda davanın hem ruhu hem hareket kaynağı, hem desteği, hem varlığıdır. İslam davasının muhafızı ve koruyucusu o, tercümanı ve açıklayıcısı o, düsturu ve nizamı odur. Her dava adamı ondan faydalandığı gibi bu büyük davada; çalışma vasıtalarını, hareket metodlarını ve kendisini hedefe götüren yoldaki bütün ihtiyaçlarını ondan temin eder.

Evet, gerçek budur amma, eğer biz, bu Kur’an-ı Mübin’le canlı bir ümmete hitap edildiğini; bu Kur’an’ı, ümmetin hayatına onunla ışık tutulduğunu; yeryüzünde gerçek manada insanca yaşayabilmesinin onunla temin edildiğini ve yine onunla hem beşer ruhunda, hem dünya sathında ilerlemeler, müsbet faaliyetler ve anlayışlarla dolu büyük bir savaşın tahakkuk ettiğini anlayamadığımız ve idrak edemediğimiz müddetçe, onunla yani Kur’an-ı Mübin ile bizler arasında korkunç bir uçurum var demektir.

İnsanlık alemi denen şu varlıkla, Müslümanlar denen şu ümmetin Kur’an-ı Kerim ile hiç alakası yokmuş gibi onu sadece bir ibadet namesi zannederek telaffuz edip dinlemeye devam edersek elbette ki Kur’an’la kalplerimiz arasındaki kalın perde de varlığını muhafaza edecektir. Halbuki bu ayetler; yaşayan şahıslarla, hadiselerle ve canlı realitelerle ilgili olarak inmiştir. Gerçekten var olan hayat sahiplerine… Evet, gerçek ve canlı bir vakıa olarak insanlara, hadiselerle ve realitelerle hitab etmektedir. Bu yönelişten genel olarak bütün insanlık hayatında ve bilhassa İslam ümmeti hayatında bir takım özellikler meydana getirmiştir.

Kur’an-ı Mübin ilk İslam toplumuna nasıl şanlı bir hayat kaynağı olmuşsa, bize de aynı tazelik içinde hayat bahşetmek kudretine günümüzde de sahiptir. O’nun bugün de, yarın da bizimle olduğunu göreceğiz. Şu geçici hayatımızın gerçek safhalarıyla ilgilenmeyen ve sadece dua ve ibadetlerde okunan bir kitap olmadığını anlayacağız. Tarihe karışan insanlarla birlikte hüküm ve kudreti sona ermiş bir tarih kitabı olmadığını öğreneceğiz. Bu Kur’an bir ümmet meydana getirip bir devlet kurmak, bir toplum yönetip ruh, ahlak ve akılları eğitmek için Hz. Peygamber (S)’in kalbine inmiştir. İslam ümmeti; hayat ve hareket tarzını, tüm insanlara ilişkin tavır ve bakışını Kur’an’ın direktif ve emirlerine göre belirlemek zorundadır. Kur’an’ı bu maksatla okumak zorundadır. Çünkü Kur’an soyut teoriler ve saf fikirler değildir.

Yirmi üç sene boyunca İslami hareketi yönlendirmek için indi durdu. Hakk ile batıl arasında uzun süre devam eden çatışmaların ötesinde adım adım her merhalede yapma planlarını ve yıkma projelerini uygulayan bu Kitap’tır. Kur’an’ın gerekleri yerine getirilirse, dün Rasulullah (S)’in ve sahabesinin karşılaştığı olay ve zorluklarla bugün de karşılaşılacaktır, onlar adım adım izlenilecektir. O halde yapılacak tek şey Urvetu’l-Vüska olan Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak, onu okumak ve hayatın kendisi yapıp yürüyen Kur’an olmak, daha açık bir ifadeyle Kur’an’ın indiği hareket ortamına girmektir.

Kur’an-ı Kerim’i, Kur’an’ın indiği hareket ortamına girmeden ve aynı ortamın gereği olan tavrı takınmadan anlayıp tatmaya imkan yoktur. Kur’an’ın anlam ve muhtevasını, hareket ortamının dışında; evinde oturarak yorumsal ve edebi incelemelere tabi tutan kimselerin, Kur’ani hakikatten bir şey anlamalarına imkan yoktur.

Savaş ve hareket alanından soğuk ve durağan bir oturuşla Kur’an’ın anlaşılması mümkün değildir. Bu Kur’an’ın hakikati, hiçbir zaman yerinde çakılıp kalmış kimselere görünemez. Kur’an’ın güzellikleri, fevkaladelikleri Allah’tan başkasına ubudiyet, itaat ve dindarlığın bulunduğu bir ortamda rahatlık ve selamet arayan kimselere açılmaz.

Konferans poğaça ve çay ikramı ile son buldu.

 

Yorum yazın

* Bu formu kullanarak girdiğiniz bilgilerinizin saklanmasını ve size ulaşım için kullanılabileceğini onaylıyorsunuz.

İLKAV


İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı

Editör'ün Seçimi

Son Yazılar

İLKAV Teknik Komisyon