Çeçenistan, Afganistan, Pakistan, Irak ve Filistin’deki emperyalist işgaller ve katliamlar, buralardaki Müslüman halklara büyük acılar yaşatarak kimisinde on yıllardır, kimisinde de yaklaşık on yıldır sürdürülüyor. AKP hükümeti ise, geçmişte bu işgallere ve buralardaki mazlum halklara karşı duyarlılığı yüksek kadroların başını çektiği bir hükümet olmasına rağmen, şimdi İsrail haricindeki diğer işgalci güçlerle ABD-NATO ve Rusya ile tam bir işbirliği içinde, hatta Afganistan’da işgalci gücün içinde yer alıp doğrudan taraf olarak emperyalist politikaların ya sürdürücüsü ya da destekçisi konumunda bulunuyor. Üstelik bu işbirlikçi politikaları sürdürürken, hiç de isteksizmiş gibi yaparak ve ayak sürüyerek, mecburen yapıyormuş gibi izlenimler uyandırarak değil, tam tersine çok istekli görünerek ve sivil halka, çocuklara yönelik katliamlara bile, Gazze halkına yönelik olanlara gösterdiğinin çok altında kalan cılız bir itiraz ve eleştiri dahi getirmeden tam destek veriyor.
Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanı seviyesinde, sürekli işgalci ABD-NATO ve Rusya ile en ileri derecede politika örtüşmesi yaşadıklarını ve “teröre karşı müttefik” olduklarını açıkça ifade etmekten çekinmemektedirler. Bu işgalci güçlerle, bölgede “teröre karşı müttefik olduklarını” söylerken, onların terörden kastının işgal ettikleri ülkelerdeki Müslüman halkların direnişçi çocukları olduğunu da, duyarlılıklarını korudukları dönemlerden çok iyi bilmektedirler. İslami ifadesiyle ülkelerindeki askeri işgale, halklarına karşı yapılan katliamlara karşı, topraklarını, canlarını, mallarını ve namuslarını korumak, kendi ülkelerinde insanca, Müslüman’ca ve özgürce yaşama iradesine kavuşmak için bağımsızlık, özgürlük, İslami bir hayat ve adalet eksenli cihad eden onurlu mücahid Müslümanlara “terörist” yaftasını yapıştırıp işgalcilerin safında yer alabilmektedirler.
Bu ülkelerdeki işgalci güçlerin entrikalarla yönetime getirdikleri ve işgalciler adına kendi halklarına zulmeden Karzai, Zerdari ve Kadirov misali zalim işbirlikçi yöneticileri Türkiye’de ağırlayıp ya da bizzat onları ziyaret edip “teröre karşı işbirliği” adı altında tam destek vermekte, onların bölgede meşruiyet kazanmaları için katkılarda bulunmayı esirgememektedirler. Oralarda yaşanan işgal ve katliamların, Müslüman sivil halkların üzerlerine yağdırılan füze ve bombaların gölgesinde süren bu işbirliği sürecinde, maalesef pek çok Müslüman çevre de AKP’nin ülkede ve bölgede temsil ettiği kimi görece olumluluklardan etkilenerek, ya da devşirdikleri iktidar nimetleri hatırına hükümetin bu politikalarına eklemlenip yaşanan büyük ve yaygın ıstırapları gündemlerinden çıkarmakta, özgün gündemler oluşturamamakta, İslami sorumluluklarını unutmaktadırlar.
Evet, Türkiye’deki gelişmeler, gündemler bizi çok çabuk kuşatıyor ve biz ümmet coğrafyasıyla ve orada yaşanan ıstıraplarla bağlantıları kolayca koparıyoruz. Müslüman kardeşlerimizin işgal altında neler çektiklerini, bombalar üzerlerine yağarken ve mülteci kamplarında ne büyük ıstıraplar yaşadıklarını, ümmetin diğer parçalarının ne halde olduğunu hemen unutuveriyoruz. Tabii ki, diğer coğrafyalardaki Müslüman kardeşlerimiz için yapabileceklerimiz gücümüzle sınırlıdır. Nihayet, onların hukuklarını, haklarını, haklı davalarını; bağımsızlık, adalet, özgürlük ve tevhid mücadelelerini panel, konferans, yayın, eylem vb etkinliklerle gündemde tutmak, onlar lehine kamuoyu oluşturmak, onlarla maddi imkânlarımızı paylaşmak, yardım ve dayanışma içinde olmak, kendi ülkelerimizdeki yöneticilerin işgalci katil devletlere ve emperyalist organizasyonlara destek vermesini engellemek vb suretiyle kardeşlerimize yardımcı olmak ve en önemlisi de vahiyle ümmeti inşa ederek Allah’ın yardımını üzerimize celp etmek suretiyle ümmetin bütün olarak kurtuluşunu sağlayacak çabalara katkı sunmaktan ibarettir.
Ancak bizler ülke içi halka ve Müslümanlara görece daha yakın duran hükümetler iş başına geldiğinde bu sorumluluklarımızı bilinçsizce de olsa onlara havale etme konumuna sürüklenip edilgenleşiyor ya da onların bir bildiği vardır, onların politikalarını sıkıntıya sokmayalım gibi yanlış yönelişlerle yükümlülüklerimizi terk ediveriyoruz. Sanki Türkiye’deki ve bölgedeki Ak Parti politikaları çok iyi gidiyor ve sanki bütün ümmetin lideri doğuyor, bütün sorunlara çözüm getiriyor ve bütün ümmet özgürleşiyormuş gibi bir havaya girip oralarda yaşanan katliamlara destek sunan bir hükümetin emperyalizme paralel politikalarına eklemlenip, bunlarla yetinip bütün işgal ve katliamları görmezden gelebiliyor, unutuveriyoruz.
İşte tüm bunların vebalinin çok büyük olduğuna inandığımdan dolayı, kendi nefsimden başlayarak bütün kardeşlerime Allah rızası için bu büyük İslami sorumluluğumuzu, bir daha hatırlatmak ihtiyacı duyuyorum. Çünkü hepimiz bunun farkında bile olmadan bir şekilde etkileniyor ve özgün gündem ve ilkelerimizden şu veya bu ölçüde uzak noktalara zaman zaman kayabiliyoruz. Yönlendirilmiş, manipüle edilmiş sistem içi medyatik gündemler bizi kendi asıl gündemimizden bir ölçüde de olsa uzaklaştırabiliyor ve daha sonra bu hal giderek kanıksanıp kalıcı ve yaygın bir hal alabiliyor. Ümmet bilincine ve İslami kimliğin üzerimize yüklediği sorumluluklara aykırı biçimde yönlendirilebiliyoruz. Yakın bölgemizdeki işgal ve katliamlara muhatap kardeşlerimizin başlarına gelenleri bile çoğu kez sessizce takip konumuna sürüklenebiliyoruz.
Bu konudaki tespit, eleştiri ve önerilerimi, İLKAV Cuma konferansında açıklamıştım. Bu konferansta söylediklerimin ilk iki bölümü de daha önce http://www.haksozhaber.net/news_detail.php?id=14572 ve http://www.haksozhaber.net/news_detail.php?id=14603 linklerinde yayınlamıştı. Bir hafta önce gerçekleşen söz konusu konferansta aynı konuyla ilgili söylediklerimin son bölümünü de burada paylaşmak istedim.
Aynı Emperyalistler Ülkemizi İşgal Ettiğinde, Halkımıza Yardımını Esirgemeyen Afgan Halkına Vefanın Gereği, Bugün Onlara Saldıranlara Destek Vermek mi Olmalı?
Afgan, Çeçen, Irak İslami direnişine “terörist” diyen ABD, Batı, NATO ve Rusya HAMAS’a da “terörist” demiyorlar mı? Onlar için sapkın seküler Batı değerlerine teslim olmayan, kapitalist emperyalizme, işgale ve katliamlara karşı çıkarak bağımsızlık ve özgürlük isteyen herkes “terörist”tir. Bu sebeple, bu ülkelerle “teröre karşı ortak mücadele” adı altında ittifak ederek, Taliban’ı ve Çeçen mücahidlerini, Irak’taki direnişçi Müslümanları emperyalist jargonla “terörist” ilan eden Türkiye yönetiminin, HAMAS’tan yana söylemler geliştirmesi çelişki değil midir? AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanının bu katil ülkeler ve işbirlikçi yönetimlerle “teröre karşı ortak mücadele” çağrısı yaptıkları süreçlerde Afganistan, Pakistan, Çeçenistan ve Irak’ta da gerçek terörist ABD, Batı, NATO ve Rusya’nın katil orduları, bu ülkelerin Müslüman mazlum halkların üzerine bombalar yağdırıp katliamlar yapmayı, yani gerçek anlamıyla terör estirmeyi sürdürmüyorlar mı?
Hâlbuki Türkiye’nin Batılı emperyalistlerce askeri işgale muhatap kılındığı süreçte, tüm fakirliğine rağmen Afgan halkı maddi yardımları ve dualarıyla Türkiye halklarının yanında yer almış, Türkiye’nin emperyalizme karşı savaşını desteklemişti. Bugün aynı emperyalist güçlerin Afgan halkının topraklarını işgal edip, toplu bir biçimde katliamlar gerçekleştirdikleri bir süreçte, ideolojik işgal altındaki Türkiye’nin emperyalistlerin safında yer alıp, işgalci, katliamcı gücün içinde asker bulundurması, dost Müslüman Afgan halkını ve bağımsızlık için mücadele eden direnişçi evlatlarını katleden emperyalist devletlerle işbirliği yapıp üstelik direnen Afganlıları “terörist” olarak suçlaması insani erdemlerle, ahlaki ölçülerle ve İslami duyarlılıklarla hiçbir mazeretle bağdaştırılamayacak utanç verici bir durum değil midir?
Afganistan, Çeçenistan ve Irak İşgal Altında ve Katliama Muhatap Değil mi?
Filistin İçin Öne Çıkan Söylem Neden Bunlar İçin de Gündeme Gelmiyor?
İşgalci terör devleti İsrail’in Gazze saldırısında 1400 masum insanı katletmesine gösterilen haklı ve vicdanlı tepki neden daha çok sayıda masum insanın katledildiği Afgan, Çeçenistan ve Irak halkları için gösterilmiyor? Yoksa onlar mazlum halklar değil mi? Bu ülkeler de işgal altında değil mi? Misket bombaları, papatya biçenler ve fosfor bombası misali kitle imha silahları Afganistan’da da düştüğü her yeri ve tüm canlıları yakıp yıkmıyor, vahşi katliamlar yapmıyor mu? Amerikan uçakları Pakistan’da ve Irakta da katliam yapmıyor mu? Rus katil orduları Çeçenistan masum Müslüman halkın kanını dökmüyor mu? Bütün bu işgal topraklarında, on binlerce sivil masum halk ve binlerce bağımsızlık mücadelesi veren İslami direnişçi, işgal güçleri tarafından kendi topraklarında, haksız yere ve alçakça katledilmiyor mu? Gazze katliamına ve İsrail’e haklı ve vicdanlı tepkiler gösterip, ABD ve NATO’nun Afganistan ve Irak’taki katliamlarına suskun kalmak, hatta desteklemek, üstelik mazlum halkın onurlu direnişçilerini “terörist” olarak nitelemek büyük tutarsızlık, çirkin bir çelişki ve çifte standart değil mi?
AKP yönetiminin olumlu adımlarını takdir edip desteklemek, yanlış olan politikalarını eleştirmeye engel oluyorsa, ortada topyekûn teslimiyet hali ve tam anlamıyla eklemlenme durumu var demektir. Bu konuma sürüklenmememizin yolu, darbecilere, despotizme, oligarşik diktatörlüğe karşı hak, adalet ve özgürlük mücadelesinde AKP yönetimiyle fiili müttefik gibi olsak bile, başka ülkelerde ABD, NATO ve Rusya ile ittifak halinde Müslümanlara yönelik katliamlara katılmalarına ya da suskun kalmalarına ve bölge Müslüman halklarını dönüştürmeye, kapitalist sisteme eklemlenmiş, Protestanlaştırılmış İslam anlayışı oluşturmaya dair emperyalist projelere alet olmalarına yönelik itiraz ve uyarı sorumluluğumuzu ertelememekten geçer.
Filistin’e yönelik söylemsel Ak Parti desteği de artık çok bir şey ifade etmiyor, Türkiye’nin İsrail’e de tam desteği devam ediyor
Evet, Çeçenistan, Afganistan, Pakistan ve Irak’ta AKP politikalarıyla da desteklenen işgal ve katliamlarla ilgili acı tespitlerden sonra şimdi de gelelim Filistin’e. Filistin’de Siyonist işgal ve katliam 60 yılı aşkın bir zamandan bu yana tüm acımasızlığı ve soykırımcı vahşetiyle sürüyor. Buna rağmen kimi söylemsel çıkışlarından kalkarak, hiç olmazsa Filistin’de Ak Parti politikaları, Pakistan’da, Afganistan’da, Çeçenistan’da ve Irak’taki işgalci, katliamcı Rusya, ABD ve NATO paralelindeki AKP politikalarından daha farklıdır diye bir umuda kaplıyorsunuz, ama uygulamadaki işbirlikçiliğe bakınca da eliniz böğrünüzde kalıveriyorsunuz. Diğer dört ülkedeki işgalcilerin yaptıkları katliamlara “teröre karşı ortak mücadele” adı altında işbirliği yapıp destek sunarak meşruiyet kazandırıcı, görmezden gelici, hatta Afganistan’da asker de göndererek ve işbirlikçi ordunun askerlerini eğiterek doğrudan destek sunan, katillerle iş birliği yapan, tek yanlı haksız emperyalist savaşa katkıda bulunarak elini Müslümanların kanına bulayan bir durumdadır AKP hükümeti.
Diyorduk ki hiç olmazsa Filistin’de şimdilik söylemde de kalsa zulme itiraz ediyorlar. Ama gelişen olaylar ferasetle değerlendirildiğinde, sanki çeşitli konjonktürel sebeplerle ve AKP hükümetli Türkiye’ye bölgedeki Müslüman halkların İslam algılarını ve siyasal tercihlerini, yaşam biçimlerini küresel kapitalist sistemle uyumlu bir istikamette dönüştürmek için model olma konumu uygun görüldüğü için, bu etkinin daha tesirli olması bakımından müsamaha ediliyor olabilir ihtimali üzerinde düşünmek kaçınılmaz oluyor. Muhtemelen, işte İsrail’le ilişkileri de kesmeden, tam tersine bütün ekonomik, istihbâri ve askeri anlaşmaları sürdürerek ve Filistin direnişini de uzlaşma ve anlaşmaya ikna etmede daha tesirli olması için İsrail’e karşı kimi söylemsel eleştiriler yapılması müsamaha edilmiş bir alan olarak bırakılmış gibi görünüyor. Keza bir başka gelişme de bunu desteklemektedir. Küresel sistemin aktörleri, ABD, AB ve Rusya açısından bile, İsrail’in fazla aşırı gitmesi artık rahatsızlık uyandırıyor. İsrail’in dünya insanlığının gözleri önünde cereyan eden saldırganlıkları, sivil katliamları, Gazze halkına yönelik savaş suçu niteliği taşıyan saldırı, abluka ve kuşatmaları, İsrail’in bu suçlarını tespit edip kınayan BM raporları ve bunun kendi halklarında da büyük tepki alması sebebiyle birçok Avrupa Birliği ülkesi yönetimlerinin de tepki vermesine ve İsrail’in giderek dünyada yalnızlığa sürüklenmesine yol açmış bulunuyor. Ayrıca, Amerika’nın içinde OBAMA kanadı da İsrail’le ilişkilerinde bir takım rahatsızlıklar yaşıyor. Tabii tüm bunlar İsrail’i terk etmeleri ve onu sahiplenmekten vazgeçmeleri sonucunu doğurmuyor, hatta hâlâ destekleri sürüyor. Ama yine de onların, İsrail’in kendilerine sürekli dayatma yapması, sürekli kendilerini zorlaması bakımından sıkıntıları var. İsrail’in hiç değilse söylem düzeyinde hırpalanması, eleştirilmesi, artık onun da bir miktar terbiye edilmesi bakımından işlerine geliyor olabilir.
Dolayısıyla İsrail’e hiçbir yaptırım uygulamaya varmayan, sadece söylemde kalan bir takım ifadeleri AKP hükümetinin kullanmasına müsamaha gösteriyorlar diye düşünüyorum. Hatta yukarıda ifade ettiğim sebeplerle işlerine bile geliyor diyebiliriz. Ayrıca AKP hükümeti ve Erdoğan bu çıkışlarla ülkesinde ve bölgede kahramanlaşıyor. Kahraman bir lider haline gelip, Ortadoğu halklarını ve Türkiye Müslümanlarını dönüştürebilecek misyonunu daha rahatlıkla yerine getirebilecek bir seviye ve etki gücü kazanıyor. İşte bence müsamaha edilen bu alanda, AKP öncüleri şüphesiz ki vicdani, insani duyarlılıkları da müsait olduğu ve böyle bir tutumu kendileri de benimsedikleri için bu tür itiraz ve eleştirileri İsrail’e yöneltiyorlar, ama küresel güçleri de karşılarına almamak için sadece söylemde bırakıp arkasından atılması gereken tek bir somut adım da atmıyorlar. Davudoğlu’nun da Erdoğan’ın da, Abdullah Gül’ün de İsrail katliamına karşı böyle bir insani ve vicdani tepki gösterme duyarlılıkları şüphesiz ki vardır. İşte bu duyarlılıklarla, küresel gelişmelerin konjoktürel müsamaha etme pozisyonu örtüşünce, İsrail’e yönelik hiç değilse söylemler düzeyinde bir şeyler ifade ediyorlar.
Ama sıra müttefik olarak algıladıkları, ABD, NATO, Rusya vb.nin işgal ve katliamlarına gelince, hem kendileri aslında bu görevlere gelmeden önce Afgan, Çeçen halklarına karşı da iç dünyalarında barındırdıkları, eylem ve söylemlerinde yansıttıkları bütün bu duyarlılıklarını terk edip, siyasi çıkar eksenli pragmatizmle, işgal atındaki Müslüman halkların aleyhine bir konumu benimseyip, emperyalist müttefikleriyle “teröre karşı ortak mücadele” jargonu altında zulme ortak oluvermekteler. Üstelik onlarla birlikte aynı gerekçelerle birçok Müslüman çevre de bu politikalara eklemlenip aynı halklara karşı duyarlılıklarını tarihe gömmekten kurtulamamaktalar. Hatta bugün, Afganistan, Çeçenistan, Pakistan ve Irak’taki, Rusya ve ABD-NATO işgal ve katliamları karşısında AKP politikalarının etkisiyle edilgenleşen, sessizliğe gömülüp pasifize olanların bir kısmı geçmişte Rusya işgaline karşı başta Afganistan olmak üzere o bölgelere gidip “cihad”a fiili destek verecek derecede duyarlılıkları yüksek kesimlerdi. 28 Şubat şokunun ardından AKP iktidarının getirdiği kimi nimetlere kavuşmuş olmanın rehavetiyle onun politikalarına eklemlenip bu bölgelerdeki işgal ve katliamları unuttular. Bir kısmı da, tam tersine buralardaki ABD-NATO ve Rusya işbirlikçisi kukla yönetimlere aynı sebeple meşruiyet kazandıracak politikaların, projelerin ya suskunlukla dolaylı ya da doğrudan rol üstlenerek direkt destekçisi konumuna sürüklenmekten kurtulamadılar.
AKP Hükümetinin, Bölgeyi Laik-Demokratik-Kapitalist Yönde Dönüştürücü Bir Model Olması İsteniyor
AKP hükümetinin, hem diğer bölge hükümetlerine hem de TC’deki geçmiş iktidarlara nazaran ortaya koyduğu görece iyi tutumlarını ve haklı insani, vicdani, ahlaklı tepkilerini takdir etmekle beraber yetersiz ve terör devletiyle bütün ilişki ve işbirliğinin aynen devam ettirilmesi bakımından da söylem ve eylemlerini çelişkili buluyoruz. Ayrıca AKP’nin HAMAS’ı silahsızlandırma, AKP’lileştirme, demokratikleştirme ve dönüştürme riski taşıdığı konusunda da hem direnişi hem de destek veren Müslümanları dikkatli ve uyanık olmaya çağırıyoruz.
Mısır ve despot Arap rejimleri kötü polislik yaparak İsrail’le birlikte hareket edip HAMAS’ı yıldırmaya, yok etmeye ya da FKÖ ve İsrail’le teslime zorlamaya çalışırken, AKP hükümeti de iyi polislik yaparak, sahip çıkıp destekleyerek dönüştürmeye, AKP’lileştirmeye, silahı bırakıp demokratik parti haline gelmeye ve İsrail’i tanıması için ikna etmeye çalışmaktadır. Mısır ve işbirlikçi despot Arap rejimlerinin korkusu HAMAS’ın Filistin İslam devletini kurma ihtimalidir. Bu yüzden Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ile İsrail arasında ABD desteği ile süre gelen dayanışmanın amacı: HAMAS’ı ve ona destek veren Müslüman Gazze halkını, açlık, sefalet, ilaçsızlık, susuzluk, elektriksizlik, yakıtsızlık vb. en zaruri ihtiyaçlarını temin etmesini engellemek, nefes borusu konumundaki tünelleri de çelik duvarla kapatarak kesmek suretiyle, İsrail’i ve işgali tanımaya, kabule zorlamak, direnişten ve İslami hükümet kurmaktan vazgeçirmek, sonuçta ABD, İsrail işbirlikçisi FKÖ’ye teslim olmalarını sağlamaktır.
AKP Hükümeti ise, diğer bölge hükümetlerinden ve 80 yıllık tüm TC hükümetlerinden daha vicdanlı ve ahlaklı davranarak erdemli, insani tepkiler vererek HAMAS’a ve Filistin halkına destek vermektedir. Tabii ki planlanmış art niyetli bir rol olmamakla beraber, küresel emperyal ilişkilerin yönlendirmesi, yerli oligarşik diktatörlüğün tasfiye edilememiş olmasının da etkisiyle bulunulan sıkıştırılmış konumdan kaynaklanan fiili durum olarak AKP hükümetinin payına iyi polis rolü düşmektedir. Bu rol, TC politikasını yönlendiren Başbakan ve Dışişleri Bakanının özel insani, vicdani ve ahlaki duyarlılıklarından da kaynaklanan doğal yönelişle Filistin halkına sahiplenmeleri ve bu bağlamda yaptıkları olumlu çıkışlarla onlar nezdinde itibar kazanan bir arabulucu olmaları, sonuçta kötü polisin sopayla yapamadığını, kucaklayarak, sahiplenip destekleyerek, yani havucu uzatarak onları uzlaşmaya, demokratikleşmeye, silahı bırakıp İsrail’i tanımaya, FKÖ ile bütünleşmeye doğru yönlendirmek ve emperyal küresel sistemin arzuları istikametinde dönüştürmeye vesile olmaktır. Aslında Türkiye, laik demokratik ve küresel kapitalizme eklemlenmiş sistemi ve ülkeyi yöneten, bireysel ibadetlerle sınırlanmış İslami algıya sahip siyasilerin önderliğinde bölge halkları için dönüştürücü bir model haline getirilmek istenmektedir.
Katar'ın başkenti Doha'da "ABD-İslam Dünyası Forum"u yapılmıştı. İslam ve Batı dünyasından gelen yaklaşık 200 katılımcı Doha'da üç gün boyunca Amerika-Ortadoğu ilişkilerini, Ortadoğu'nun bugününü ve geleceğini tartıştıkları bir toplantıda Amerikalı resmi yetkililer, "oyunun kurallarına bağlı kalınması" şartıyla HAMAS ve Lübnan Hizbullahı gibi İslami grup ve örgütlerin Ortadoğu'daki reform sürecine katılmalarından yana olduklarını, bundan herhangi bir rahatsızlık duymayacaklarını açıkladılar. Oyunun kurallarını da "demokratik ve hukuki prosedürlere bağlılık" olarak açıkladılar. ABD'nin İnsan Haklarından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Scott Carpenter da, HAMAS ve Hizbullah benzeri örgütlere demokratik sürece katılma imkanı tanınmasının yanlış değerlendirilmemesi gerektiği üzerinde durarak, bu yeni anlayışın Amerika'nın İslamî rejimlere onay vermesi şeklinde yorumlanamayacağına dikkat çekmişti. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ise, Amerikan Gazete Editörleri Derneği üyelerine yaptığı konuşmada ''İslam, Müslüman dünyası ve demokrasinin'' birbiriyle çelişmediğine örnek olarak Türkiye'yi ve AKP hükümetini örnek göstermişti. Yani emperyalist batının razı olduğu sistem, yöneticilerinin seküler dünya görüşüne sahip olduğu, ekonomik, soysal, siyasi ve hukuki kamusal alanlara karışmayan, vicdanlara çekilmiş ve en fazla bireysel ibadetlere alan açan Protestanlaşmış bir din algısına sahip bulunduğu, siyasal ve hukuki sistemi laik demokratik, özgürlükler alanında liberal, ekonomik planda kapitalist bir sistemdir. İşte AKP örnekliğinde tüm Ortadoğu’ya sunulan model budur ve bütün Müslüman halklar bu modele çağırılarak, bu modelin önü açılarak dönüştürülmek istenmektedir.
ABD ve Batı, Siyasi, Hukuki, Ekonomik Hayata Müdahale Etmeyen, Bireysel İbadetlerle Sınırlı Bir İslam’ı Bölgeye Egemen Kılmak İstiyor
Rice'ı destekleyen bir başka ifade de S. P. Huntington'a aittir. Bu yazar Türkçe'ye Medeniyetler Çatışması adıyla çevrilen kitabında; Türkiye'nin lider olma potansiyelinden söz ettikten sonra şunları söylüyor: "Türkiye'nin kültürel ve dini geleneklerini canlandırmanın, İslam ve Osmanlı mirasının üzerine modern bir ekonominin ve demokratik bir siyasetin inşa edilebileceğini göstermenin zamanının geldiği düşünebilir… İnanıyorum ki, Türkiye bu yüksek gayeye sahip çıkacaktır ve eğer İslamî bir anlayışla kalkınmayı ve demokrasiyi birleştiren bir model olabilirse bundan hem Türkiye hem de dünya faydalanacaktır…..”
Nitekim, daha önceki dışişleri bakanı Babacan, “one minute” çıkışının hemen sonrasındaki günlerde yaptığı bir açıklamada, “HAMAS silahlı bir örgüt mü, yoksa siyasi bir parti mi olacağına karar vermelidir” demişti. İşgal altındaki topraklarını kurtarma sorumluluğuyla haklı bir direniş mücadelesi verenleri silah bırakıp işgalci gücü tanımaya çağırmak ancak işgalciyi memnun edecektir. Türkiye sürekli, HAMAS’ı silahlı mücadeleyi bırakarak, FKÖ ve İsrail ile uzlaşmaya, demokratik bir parti olmaya yönlendirmektedir. Bu ABD’nin de, İsrail terör devletinin de, Mısır başta olmak üzere bölgedeki İslam düşmanı despot rejimlerin de arzu ettikleri bir sonuçtur.
Nitekim İngiliz Başbakanı David Cameron’un askerî danışmanlığına atanan ve Afganistan’daki İngiliz işgal güçlerinin komutanı olan emekli General Dannatt de BBC Radyo’ya verdiği bir demeçte daha birkaç gün önce şunları söylemiştir: “ Güney Afganistan’da, Afganistan’da veya Güney Asya’da, bir İslâmi takvim var ve biz İslâmî takvime karşı muhalefet etmez ve yüzleşmezsek, şayet samimi olmak gerekirse bu etki artarak büyüyecektir. Bu ilerlemenin Güney Asya’dan başlayarak, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya ve 14. asır ile 15. asırdaki büyük İslâm Halifeliğinin ulaştığı (Tuna) çizgileri de aşacaktır”.
Gen. Sir Richard Dannatt açık bir şekilde, “Şayet Müslümanlar İslâmî politik ideallere kendilerini uyarlar ve Halife düzenini talep ederlerse, bu İngiltere açısından kabul edilemeyecek ve askerî operasyonların garantisi olacaktır” ifadelerini kullanmıştır. Aynı General Dannet, Batılı seküler değerlerin politik hayatı düzenleyen modelini kuşanmış, ama bireysel olarak namaz kılan veya manevî ibadetler yapan Müslümanlarla bir sorunlarının olmadığını da bu sözlerine eklemiştir. (timeturk-haber)
Tıpkı 1918’de Türkiye’yi işgal eden, İngiliz, Fransız ve İtalyanların, Mustafa Kemal ve arkadaşlarından “İslami bir devlet kurulmayacağı, İslam şeriatına göre süren yönetime son verilip Hilafet’in kaldırılacağı ve yerine Batıcı modern laik ulus devlet kurulacağı” sözünü aldıktan sonra tek bir silahlı çatışmaya girmeden işgal ettikleri toprakları terk etmelerinde olduğu gibi. İşte o zamandan beri, Batılı emperyalistlerin İslam coğrafyasında yeniden İslami bir sistemin doğabileceği ve bütün bölgeyi kuşatabileceği endişesi temel korkularını oluşturmaktadır. Ve işte bu gelişmeyi, İslam’ı tamamen karşıya alarak engelleyemeyeceklerini anladıkları için, CIA-RAND raporlarında da açıkça ifade ettikleri üzere artık içerden “ılımlı”laştırdıklarını, “radikal” ya da “terörist” olarak tanımladıklarının karşısında “destekleyip” teşvik ederek, bir yandan bu yandaş “ılımlı”lara “radikal”leri tasfiye ettirirken, diğer yandan da devlet sistemi ve kamu alanında laik-demokratik-kapitalist, bireysel alanda dindar ılımlıların modelliğinde bütün İslam coğrafyasını dönüştürüp laik-demokratik-kapitalist küresel sisteme entegre etmeyi hedeflemiş bulunmaktadırlar.
Bu sebeple, bir taraftan AKP hükümetince ortaya konan görece olumluluklardan istifade edilip, söylemde de kalsa AKP’nin bu görece olumlu çıkışları teşvik edilmeli, diğer taraftan ise, AKP’nin bulunduğu konumdan kaynaklanan, söz konusu emperyalist proje istikametinde taşıdığı küresel kapitalizme entegrasyon amaçlı dönüştürme hedefi, İslam’ı ve Müslüman halkları Protestanlaştırma, sekülerleştirme riski de fark edilip uyanık, uyarıcı ve tedbirli olunmalıdır.
Siyonist Terör Devletinin OECD’ye üyeliğine onay veren AKP hükümeti, neden Müslüman çevrelerden yeterli tepki almadı?
Küresel kapitalist sistemin Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) adında bir kuruluşu var. Bizim için hiçbir meşruiyet değeri yok. Ama küresel kapitalist sistemin dünya hegemonyasını sürdürürken kullandığı önemli araçlardan biri olan bu örgüte yirmi yıldır İsrail de, hem siyasal, hem de ekonomik yeni imkânlar ve meşruiyet katkısı sağlamak amacıyla girmeye çalışıyor ve giremiyordu. Örgütün sözde kalan bir ilkesi de var, insan hakları ihlalleri yapanları bu örgüte almamak. İsrail yirmi yıl sonra, birkaç hafta önce OECD’ye kabul edildi ve bir meşruiyet daha kazandırıldı. Buna engel olmak için “one minute”ci Tayyib Erdoğan’ın yani TC hükümetinin veto hakkı vardı. Türkiye’deki ve dünyadaki insan hakları kuruluşları, birçoğu AKP politikalarına eklemlenmiş kimi STK’lar bu konuya özel ziyaretler, özel açıklamalar yaptılar. Hatta Avrupa’dan gelip hükümetle görüşenler ve bu konudaki büyük sorumluluğunu hatırlatanlar oldu. “Ne olur veto edin” diye rica ettiler. En azından İsrail’e bir takım yaptırımları şart koşun, bunları yapmadıkça bu üyeliği onaylamayın diyenler de oldu. Buna rağmen, Filistin lehine hiçbir somut adım attırmadan, Amerika’nın AKP’ye baskısıyla ve tamamen hediye olarak bu üyelik İsrail’e verildi
İsrail basınının haberine göre, Türkiye hükümeti Amerika’nın baskısıyla onay vermeyi kabul ediyor ama “tamam onaylayalım ama yardım konvoyunun Gazze’ye geçmesine izin verilmesini sağlayın” diye bir de ricada bulunuyor. Arap ve ülke kamuoyundaki konumunu kurtarmak adına yapılan bu talep konusunda da sonuç alıp almadığı henüz belli değil. Velev ki bu konuda bir sonuç alsalar ne yazar ki? Hatırlayın, buraya gelen HAMAS ve İslami Cihad temsilcileri ne demişlerdi? Sizlerin bizlere gönderdiğiniz maddi yardımlarınız için Allah arzı olsun, halkımızın bunlara çok ihtiyacı var ve size dua ediyorlar. Ama şunu bilin ki, kendi ülkenizdeki yönetimlerin İsrail terör devletine askeri, ekonomik, siyasal destekler vermesine yönelik itiraz ve engelleme çabalarınız ve bu konularda somut adımlar atmaya zorlamanız, bizim ve halkımız için maddi yardımlarınızdan daha önemli ve daha önceliklidir. Çünkü sadece bizim karnımızı doyurmanızla sınırlı kalan yardımlarınızla, sonuçta sizin hükümetinizin de desteğine sahip terör devletince en fazla, aç karınla değil de tok karınla öldürülmemizi temin etmiş olursunuz.
Evet, haklı olarak bizden maddi yardımdan daha önemli bir şeyi, yerli hükümetlerin İsrail’e destek konusunda geri adım atmaya zorlanmasını ve İsrail’le iş işbirliğinin bitirilmesini talep etmişlerdi, ama biz Müslümanlar olarak bu konuda tamamen suskunluğa gömüldük ve gerçekten utanç verici bir zillet içerisinde sesimizi çıkartmadan olayları takip eder hale geldik, işte AKP politikaları Müslümanları bu kadar etkiledi.
İsrail’in OECD’ye üyeliğine Avrupa’da bile protestolar yükseldi. Ama çoğunluk duyarlı kesimlerin AKP politikalarına eklemlendiği Türkiye’de ise maalesef sadece Özgür-Der’den ciddiye alınabilecek içeriğe sahip bir yazılı açıklama yapıldı. Biz de İLKAV olarak bu gün burada bir Cuma konferansını bu konuya tahsis ederek tavrımızı ortaya koyuyoruz. Bildiğiniz üzere yakın zamanda İstanbul’da bazı kuruluşlar masa başı bir basın açıklaması yaparak AKP den İsrail’in OECD’ye üyeliğini veto etmesi talebinde bulunmuşlardı. Hâlbuki bunu yapacaklarına, kitlesel meydan tepkisi ile tezkereye onay vermemeye çağrı amacıyla yaptığımız gibi hep birlikte meydanlarda tavır koyabilseydik, belki ancak o zaman tezkerede alınan sonuç gibi sonuç alınabilirdi.
Tezkerede hep birlikte meydanlara çıktık ve tezkereyi sevk eden AKP’yi hedef aldık, bunu yaparsan sen katillerden olacaksın, elin Müslüman kanına bulaşacak dedik ve uyardık. Erdoğan başta olmak üzere AKP yönetimi bu tepkilerden kesinlikle razı olmamışlardı ve onlar illa Amerika’yla ilişkiler adına tezkerenin geçmesini istemişlerdi. Ama bazı milletvekilleri bu eylemliklerden, toplu uyarılardan ve kendileri ile kurulan temaslarla gerçekleşen uyarılardan ve özellikle de “Amerika’dan değil Allah’tan korkun” pankartıyla da ortaya konan hesap günü hatırlatmasından etkilenmişler ve AKP yönetimini değil vicdanlarını dinleyerek oyunu bozacak oylar kullanmışlardı. Ama sonuç, hem AKP’nin, hem Türkiye halklarının hayrına bir sonuç olmuştu. Hem de Müslümanların istediği olmuş, Müslümanların da stratejilerine uygun ve hayırlı bir sonuç doğmuştu. Aksi olsaydı, yani Erdoğan ve AKP yönetiminin istediği olsaydı, emperyalist Amerikan’ın yüz bin civarında askeri Türkiye-Suriye sınırı boyunca konuşlanacaktı ve Türkiye’den Irak’a saldıracaktı. Ve bu katil askerlerin bir kısmı belki de Türkiye’de bu yıllara kadar hala var olmaya devam edecek, Türkiye karma karışık olacak, Irak’ta yaşananlara benzer olaylar bu ülkede de yaşanacaktı.
Demek ki, hep birlikte hareket ettiğimizde, meydanları doldurup AKP Hükümetini açıktan uyaran tepkiler verdiğimizde, tüm Amerika emperyalist savaşının karşıtlarıyla da beraber tepkiyi büyüttüğümüzde biz Müslümanlar ne kadar önemli bir olayı kitlesel tepkilerle önleyecek bir tavır ortaya koymuştuk ve sonuçta AKP’yi buna zorlamıştık. İktidarlar, kitlesel halk tepkisinden hem etkilenmekteler, hem de böylece muhataplarına karşı ellerini güçlendirecek ve etkilerini arttıracak bir argüman kendilerine verilmektedir. Nitekim Filistin konusunda da aynı şey olmuş, meydan eylemlerinin yüreklendirmesiyle Tayyip Erdoğan “one minute” çıkışlarını yapabilmiş, dış güç eleştirilerine karşı da “halkımın duyarlılıklarının aksine davranamazdım” demek durumunda kalmıştır. Yani söylemsel bir tepki göstermesine bile halkın meydanlardaki kitlesel tepkileri yön vermişti.
Özgür-Der’den Onurlu Tepki
Aramızda ilkesel bir mutabakat ve dayanışma olan Özgür-Der, “one minute” çıkışından sonra AKP’ye destek vermek için TC bayrakları açarak hava meydanına koşmuş, “ortak akıl” hareketi ile “laik demokratik hukuk devleti istiyoruz ne bir eksik ne bir fazla” diyebilecek konumlara kayabilmiş ve benzeri tavırlarla AKP yandaşlığı ve sistem içi değişime eklemlenme konusunda sabıkalı olan kesimlerle, anayasa değişimi konusundaki ve OECD’ye İsrail üyeliğine veto talebi hakkındaki basın açıklamalarında birlikte hareket etmiş olduğu halde, sıra AKP’nin İsrail’in OECD üyeliliğine onay vermesine tepki göstermeye geldiğinde, aynı şekilde toplu bir tepki gösterilmemiş, bilemediğimiz bir sebeple Özgür-Der tek başına bildiri yayınlamıştır. Diğerlerinden ise, İsrail’e 20 yıldır beklediğini bir çırpıda veren bu AKP politikasına yönelik herhangi bir ciddi tepki açıklaması duymadık (Mazlumder’in içerik olarak çok zayıf bir yazlı açıklaması dışında). Biz de bugünkü Cuma konferansımızı bu konuya tahsis ettik. Bakın Özgür-Der’in o haklı ve onurlu bildirisini, saygı duyduğum, takdir ve tasdik ettiğim bildirisini paylaşarak bazı kısımlarını sizlere de aktarmak istiyorum:
“İsrail’in OECD üyeliği meselesinde Türkiye Cumhuriyeti devleti yeni bir yanlışa, zulme imza atmıştır. Uzun bir zamandır OECD üyeliği için uğraş sarf eden Siyonist İsrail’in üyelik müracaatı, Türkiye de dahil olmak üzere hiçbir OECD üyesi tarafından veto edilmediği için kabul edilmiştir. Şüphesiz İsrail’e üyelik yolunu açan bu utanç verici tutum ırkçı işgale ve Siyonist katliamlara dolaylı destek anlamına gelmektedir. İşgal ve katliamlarla bölgede yer edinmeye çalışan İsrail’in sık sık “insan hakları karnesi”ndeki zayıflarını hatırlatan AK Parti Hükümeti’nin, İsrail'in OECD'ye üyelik sürecinde takındığı bu gayri ahlaki ve pragmatik tutumu açık bir işbirlikçilik suçu olarak görüyoruz. AK Parti Hükümeti’nin Siyonist İsrail ile ciddi hiçbir hesaplaşmaya girmeden, askeri ve diplomatik yaptırımlar alanına asla girmeksizin sürdürdüğü kamuoyuna yönelik popülist siyaset Siyonist çetenin OECD üyeliğinin veto edilmemesi ile resmen duvara çarpmıştır. Bu tavrıyla hükümet, İsrail’e karşı sadece söylem düzeyinde kalan bir siyaset yürüttüğünü ve zulme karşı ciddi, cesur ve samimi olmadığını ikrar etmiştir. Şüphesiz kapitalist dünya sisteminin bir organı olarak OECD’nin varlığını ve işlevini asla meşru görmemekle birlikte, Siyonist çetenin uluslar arası arenada kendisine alan açma çabalarının bir adımı olarak gördüğü bu üyelik girişiminin geri çevrilmesinin gerekliliğini vurgulamıştık. İsrail’in ırkçı ve işgalci militarizmine uluslar arası alanda yeni bir meşruiyet ve hareket imkanı açarak diğer üyeler gibi TC hükümeti de ırkçı ve işgalci militarizme zımnen onay vermişlerdir. Hükümetin bu onay karşılığında İsrail'den birtakım taleplerde bulunulduğuna ilişkin söyleminin hiçbir tutarlılığının olmadığının ve İsrail isimli çetenin hiçbir şartla meşrulaştırılmaması gerektiğinin altını çiziyoruz. Filistin halkının beklentisinin, İsrail'den sadır olabilecek birtakım lütuflar olmayıp, Siyonist çeteye ilkesel tavır almak olduğu görmezden gelinemez. Filistin’de yaşanan işgal ve cinayetlerden sadece Siyonist çeteciler değil bu suçlara diplomatik ve iktisadi destek verenler de sorumludur. Filistin’e söylemleriyle, Siyonist İsrail’e ise diplomatik, askeri ve iktisadi eylemleriyle destek olanlar adalete ve kardeşliğe hizmet edemezler. Filistin, siyaseten pirim yapmak için bir atlama taşı olmadığı gibi Siyonist İsrail ile yakınlaşmak da ahlaken, siyaseten faturası kolayca ödenebilecek sıradan bir konu değildir.”
AKP politikalarına eklemlenmeden, özgün tevhidi stratejimizle toplumun önünde En sahici alternatif olma konumumuzu ısrarla korumalıyız
Evet, değerli kardeşim Rıdvan Kaya’nın imzasını taşıyan bu Özgür-Der bildirisinde, “Filistin, siyaseten pirim yapmak için bir atlama taşı değildir” deniliyor ve son derece haklı ve ilkeli tespit ve uyarılar yapılıyor. Ama diğer kesimler, bir kısmı belki de vakit bulamadıkları için, kimisi de “bir hikmeti vardır, ne yapsınlar demek ki ancak bu kadar yapabiliyorlar” türü mazeretler üretip susmayı tercih ediyor olabilirler. (Bu bağlamda İsrail’in OECD üyeliğine verilen onaya tepki için Başbakanlık önünde tepki göstermeyen bir derneğin, İHH temsilcisi İzzet Şahin’in serbest bırakılmasına yaptığı katkıdan dolayı Başbakanlık önünde teşekkür amaçlı basın açıklaması yapması da anlamlıdır. Halbuki bir vatandaşının İsrail terör devletince haksız yere tutuklanması sebebiyle bir Başbakanın ilgilenip haksızlığın giderilmesini, bu korsan eyleme son verilmesini ve vatandaşının serbest kalmasını sağlaması en doğal ve en basit görevidir, ayrıca teşekkür için basın açıklamasını gerektirecek yanı da yoktur. Ama bu terör devletlinin 20 yıldır kapısında beklediği OECD’ye girmesine onay vermesi, Başbakanlık önünde protesto açıklaması yapmayı gerektirecek kadar önemli bir zaaf ve hatta İsrail’in işgal ve katliamlarına onay vermek kadar ciddi boyutlu bir destektir.)
AKP politikaları, özellikle Filistin konusundaki kimi çıkışları, ülke içindeki kimi görece olumlulukları, açılım çabaları hepimizi ve çevremizde yer alan duyarlı insanları etkiliyor, edilgenleştiriyor, pasifize ediyor, duyarlılıklarımızı köreltiyor. Bu tür etkilenmeler, AKP’nin içinde yer aldığı, tarafı olduğu emperyalist projelere karşı tepki göstermemizi, özgün politikalar üretmemizi, özgün ümmetçi tevhidi stratejimizi sürdürmemizi engelliyor. En azından “toplumdaki duyarlılıkları zayıflattığı için, yapacağımız bir tepki etkinliğinde yeterli desteği bulmayacağımız endişesine yol açarak pasifize olmamıza yol açıyor. Bu sebeple, belki de AKP Genel Merkezi ya da Başbakanlık önünde yapmamız gereken bir protestoyu Özgür-Der yazılı açıklamayla, biz de bu konferansla gerçekleştirerek sorumluluğumuzu yerine getirme konumunda kalıyoruz. Çoğunluksa susuyor. Tıpkı, birkaç ay önce, dünyanın en kanlı silahlı gücü ve emperyalizmin mazlum halklara karşı kullandığı küresel terör örgütü NATO’nun, Afgan halkına en kanlı saldırıları başlatma kararı aldıkları İstanbul toplantısı süresince Müslüman çevrelerden tek bir tepkinin yükselmemesi, bizim de yine ancak bir Cuma konferansını bu protestoya tahsis edebilmemiz gibi.
Bu sebeple, Afganistan, Pakistan, Çeçenistan ve Irak’taki işgal ve katliamlar konusunda tamamen pasifize olan, Filistin konusunda ise büyük çapta AKP politikalarına eklenip kısmen edilgenleşen duyarlı çevrelere daha önceki uyarılarımızı tekrarlayıp diyoruz ki; Ey Müslümanlar AKP hükümetinin NATO, ABD ve Rusya müttefiki olarak Afganistan, Pakistan, Çeçenistan ve Irak’ta gerçekleştirilen işgal ve sivil halklara yönelik, çocuk, kadın yaşlı ayırmadan gerçekleştirilen katliamlara, “teröre karşı ortak mücadele” adı altında verdiği direkt ve dolaylı destek karşısında, bütün bunları görmezden gelir bir konuma sürüklenmek biz Müslümanlara yakışmamaktadır.
Evet, AKP’nin sadece Filistin konusunda çeşitli bölgesel ve küresel nedenlerle müsamaha edilen ve sadece söylemde kalan tepkilerine paralel çabalara hapsolmak Müslümanlara yakışmamaktadır. Nedense bazı Müslümanların gündemlerine sadece Filistin, Gazze konusu girmekte. Müslümanların yardım kampanyaları ve eylemleri sadece Filistin ve Gazze konusunda yoğunlaşmakta. Tabiî ki bunlar gerekli ve önemli, bizde destekliyoruz, üzerimize düşeni de yapmaya çalışıyoruz. Ama bunlar, ümmete karşı bütüncül sorumluluklarımız yanında son derece yetersizdir, hatta dikkatli ve ferasetli davranılmadığında vicdanları rahatlatarak diğer alanlardaki daha büyük ve daha yaygın işgal ve katliamlara sessiz kalmanın bir kamuflajı ve oyalamacasına da dönüşebilir.
Filistin ve Kudüs’teki işgal, Gazze’deki kuşatma ve zaman zaman gerçekleşen saldırılar, tabii ki yüreklerimizi yakacak ve ümmetin onuruyla özdeş olan Aksa ve onun onurlu bekçileri için bizi seferber etmeye devam edecektir. Ama unutmamamız gereken şey, Afganistan, Pakistan, Çeçenistan ve Irak’taki kuşatma, açlık, sefalet, katliam ve işkenceler, Ebu Gureyb misali cezaevi dolusu tutuklular, çocuk, kadın, sivil katliamları, mülteci sefaleti ve benzeri bakımından Filistin’de Gazze’de yaşanılanın bin misli boyutta denecek acılar, ıstıraplar, ölümler, işkenceler, kitlesel vahşetlerin de bizi aynı derecede seferber etmesi gerektiği hususudur. Neden Filistin ve Gazze sürekli Müslümanların gündeminde olurken, bunlar görmezden gelinmektedir sorusunu hepimiz kendimize sormalıyız. Tabii ki, Aksa ve Kudüs’ün ümmet için özel bir yeri vardır, ama fark bu kadar mı olmalıdır? Bu fark, birisi sürekli gündemdeyken, diğerlerinin tamamen unutulması şeklinde mi tezahür etmeli? Üstelik AKP’nin somut hiçbir adım atmayıp söylemde kalan politikaları bizi etkilemekte, sonuçta Filistin konudaki Siyonist devletin OECD üyeliği gibi cinayetler bile hak ettiği tepkiyi almamaktadır. Neden bu hale geldik sorusu üzerinde düşünmeliyiz.
Ben şahsen, tabii muhtemel tepkileri de dikkate alarak, kendimi iyi niyetli yorumlara ne kadar zorlasam da, Müslüman çevrelerin AKP politikalarına endekslenmeleri ve eklemlendikleri AKP’ye göre davranmayı tercih etmeleri, özgün İslami stratejilerinin olmaması dışında bu sorunun anlamlı bir cevabını bulamıyorum. Kim kızarsa kızsın ve kim benim söylemediklerimi de bana yamayarak hangi ağır, haksız eleştirilerde bulunursa bulunsun, yine de bu konuda ulaştığım kanaatimi, bu kesimler kendilerini düzeltme ihtiyacı duymadıkları sürece, emri bil maruf sorumluluğum gereğince söylemeyi, Allah için uyarmayı sürdüreceğim. Diğer Müslümanların da aynı şekilde bizi uyarmaları ve hatalarımızı böyle somut bir biçimde göstererek eleştiri sorumluluklarını yerine getirmeleri onlar üzerindeki hakkımız olup, bu hakkımızı da onlardan talep ediyoruz.
Görebildiğim ve okuyabildiğim kadarıyla AKP küresel ve yerel bağımlılıklar ve kuşatılmışlık altında kapabildiği rol kadar inisiyatif kullanabilmekte ve insani vicdani tavırlarını ancak bunlarla sınırlı olarak yerine getirebilmektedir. Diğer alanlarda ise, yerel ve küresel zalimlerin etkisi altında kalarak, bunlara karşı halkı devreye sokup, meydanlarda yükselen kitlesel tepkileri arkasına alacak bir beceri de gösteremediği için, kendisini kıstırılmış olmak durumunda görebilir ve iktidarını korumak ya da siyasi ulusal çıkarlar için ahlaki, insani sorumluluklarını feda etmeye kendisini ikna da etmiş olabilir.
Ama biz Müslümanlar böyle bir konumda ve böyle bir ilkesizlik tercihinde bulunamayız. Bizler biliyoruz ki, bizlere ve halkımıza bir takım dünyevi imkân ve görece rahatlama getirseler de, AKP ve politikaları cahili sistem içindeki İslami olmayan çabalardır ve geçicidir. Doğru, hak ve kalıcı olan Kur’an’i ilkelerimiz, Allah rızası için gerçekleştireceğimiz ahiret eksenli salih amellerimiz ve tevhidi istikametteki İslami çabalarımızdır. Bizler, mutlak adaleti temsil eden Kur’anı alternatifleştirecek özgün stratejimizin gerektirdiği tavizsizlik, uzlaşmazlık ve tevhidi adalet istikametinde ısrar etmek sorumluluğunu taşımaktayız. Her şeye ve her şarta rağmen ilk Kur’an nesli misali çağımızın Kur’an neslini oluşturma ve bu proje çerçevesinde toplumu Kur’an ile yeniden inşa etme mücadelemizde, sorumluluklarımızı omuzlayarak, tevhidi stratejik yolumuzda ısrarlı ve süreklilik arz eden bir mücadeleyi sürdürmek ve daima sisteme en sahici alternatif olma konumumuzu korumak durumundayız.
Çok önemli bir süreçten geçiyoruz ve pek çoğumuz farkında olmadan AKP hükümetinin politikalarına ve sistem içi değişim çabalarına eklemleniyoruz. Allah için bundan kurtulalım. AKP’nin olumlu çalışmalarını takdir edelim, teşvik edelim, ama asla onlardan razı olup yetinmeyelim, onlara eklemlenmeyelim. Biz Kur’ani alternatifi gündemde tutmaya ve toplumu Kur’anla dönüştürecek projeleri ikame etmeye, ümmet bilincini ayakta tutacak duyarlılıkları korumaya ve Allah’ı razı edecek söz, fiil ve amellerde, Allah yolunda fedakârlıklarda yarışmaya çalışalım ve ondan sonra da ölüm bize geldiğinde “iyi ki yapmışız” diyeceğimiz amellerimizle Rabbimize dönerek bir mazeret sunma imkânına kavuşalım. İnşallah Rabbimiz bize bunu nasip eder.