Table of Contents
Şimdi de Haksöz ve Özgür-Der Çevresinin 2010 Sonrasında Yazdıklarını Okuyun ve Büyük Değişimi Görün
Lütfen iki dönem yazılanları mukayeseli okuyun ve insafla söyleyin: 2007 öncesi yazdıkları ile 2010 sonrası yazılanlar iddia ettikleri gibi gerçekten aynı mıdır? Birbirinin tam zıttı iki ayrı çizgi oldukları son derece açık değil mi?
RP döneminde yazılanlar ile bugünkü AKP destekçisi konumda yazılanlar aynı mıdır? İkisi de laik Atatürkçü söylemlere sahip olsa da RP’nin İslam’a zararı asla AKP’nin onda birisi kadar bile değil. Belki de RP’nin iktidar süresi az olduğu ve tek başına iktidar olamadığı içindir. Buna rağmen, RP’ye hiçbir destek vermeyenler, yandaşlık yapmayanlar, neden bugün AKP destekçiliği uğruna en temel ilkelerini kolayca terk edebildiler?
Mehmet Pamak
Aşağıda Bu çevrenin önde gelenlerinin, Haksöz Dergisi ve Haksöz Haber sitesinde yayınlanan bazı yazılarından konumuzla direkt ilgili kısımları alıntılamaya ve bunlara dair açıklama ve eleştirilerimi de hemen altlarında ismimin baş harflerinden oluşan MP rumuzu yanında farklı renkte notlar halinde ilginize sunmaya çalıştım:
Haksöz; Kemalist Zorbalık Düzenine Karşı Bir Mevzi Olarak 12 Eylül Referandumu
Eylül 2010
İslam’a cepheden savaş açmış bu sistemi de onun anayasasını da reddetmekle mükellefiz. Aynı şekilde doğrunun ve hakkın ölçüsünün oligarşik iktidarlar olmadığı gibi, sayısal çoğunluklar da olmadığını biliyoruz. Bu durumda bizler açısından anayasa değişikliklerinin önemsenmesi ve desteklenmesinin ancak mücadele zemininin geliştirilmesi ve genişletilmesi bağlamında savunulabileceği açıktır. Sistemin baskı ve zulmünü azaltacağını umduğumuz düzenlemelere olumlu yaklaşırken, cari sistemi hiçbir biçimde meşru görmediğimizin altını çizmekte yarar var. Özetle üzerimizdeki yükü hafifletecek, tebliğ ve davet imkânını daha geniş kesimlere, kitlelere ulaştırılmasına katkı sağlayacak değişikliklere olumlu yaklaşmamız aklın bir gereğidir.
Bilindiği üzere bir müddettir gerek dâhili gelişmeler, gerekse de harici konjonktür nedeniyle açık ve yakın bir darbe tehlikesi Türkiye gündeminden düşmüş görünmekte; buna karşın darbecilerin boşalttığı, boşaltmak zorunda kaldığı alanın yargı bürokrasisi tarafından doldurulması vakası yaşanmaktadır. İşte referandum neticesinde çıkabilecek güçlü bir ‘evet’, tüm bu bürokratik ikame çabalarına ciddi bir darbe olarak yorumlanabilir.
Referandumda bir dizi değişiklik konusu gündeme alınmakla birlikte, Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın asıl ağırlık merkezini oluşturduğu biliniyor. … 1960 darbesinin bir ürünü olan AYM, kurulduğu tarihten bu yana temel misyonu olan sistemi halkın iradesine karşı korumak ve halkın taleplerini püskürtme görevlerini bihakkın yerine getiriyor.
Nispeten çok daha küçük fakat duyarlılık sahibi bir kesim ise anayasa tartışmalarını Allah’ın hükümranlığına ortak arama faaliyeti şablonuna sıkıştırarak, düzene bulaşmama adına hayattan soyutlanmış bir tutuma yöneldi ve netice itibariyle politikasızlık anlamına gelecek bir söylem üreterek böylesine temel bir gündeme dair bir sözü olmadığını beyan etmiş oldu.
Sürece Sırtımızı Dönemeyiz!
Biz ise uzunca bir süredir ülkenin bir numaralı gündem maddesini teşkil eden bu tartışmada tarafsız kalmanın doğrudan kimliğimizle ve geleceğimizle ilgili bir gündeme sırt çevirmek olduğunu düşünüyoruz. İçinde yaşadığımız ülkeyi ve toplumu doğrudan ilgilendiren bu meseleye tavırsız kalmanın ise sorumluluk bilincimizle örtüşmediğine inanıyoruz. Özgürlüklerimizi kısıtlayan, bizi kuşatan, sindirmeye çalışan statükocu zihniyet ve işleyişin geriletilmesini talep ediyoruz. Ve bu zaviyeden baktığımızda militarizmin ve hukuk kılıfına büründürülmüş yargı despotizminin etkinliğinin kırılmasını getirebilecek düzenlemelerin lehimize, hayrımıza olduğunu görüyoruz.
Bugün bu tutumumuzu kavramakta zorluk çeken, bizleri düzen içi saflaşmaya savrulmakla suçlayan kardeşlerimizinse, en azından bir kısmının, hatta kahir ekseriyetinin, düzene karşı mücadele çerçevesinde ortaya somut hiçbir tez, hiçbir çaba koymamak gibi bir zaaf taşıdıklarını görüyoruz. Keskin sözler, iddialı konum biçmeler dar çerçevede sahiplerine güven ve huzur verebilir belki ama kitlelere somut politikalar önermeyen, somut politikalar önermek bir yana düpedüz çelişik ve tutarsızlıkla malul algılanan söylem ve tavırlarla toplumsal şahitlik geliştirilemeyeceği açıktır.
Yılmaz Çakır; Değişimin Adı Değil, Adımı Olarak Referandum
Eylül 2010
Yıllardır her fırsatta dillendirdiğimiz taleplerimizin çok büyük oranda olmasa da önemli oranda karşılığının alınabileceği bir sürecin arifesinde tutarlı olmak önem arz etmektedir. Onlarca demecin, yüzlerce etkinliğin ve yıllardır yapılan mücadelenin gereği yerine getirilmelidir. Bunun yolu ise referandum sürecini desteklemekten ve aktif katılımdan geçmektedir. Aksi her girişim, azılı İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek ve dolayısıyla kendi kalemize gol atmak olacaktır.
Zaten oylama da anayasanın bütünü üzerine olmayıp, kimi maddeleri üzerinedir. Bunların da özünü vesayet sisteminin geriletilmesi oluşturmaktadır.
Burada asıl dikkat çekenler ise ‘boykot’ tavrı içinde olanlardır. Düzenin kendisine ve uygulamalarına muhalif olmak adına ortaya konan bu tavrın, üçüncü yol ya da tarz olma iddiası; iki sonuçtan birine mecbur referandumu, statüko lehine olmak üzere etkilemekte ve beklentileri ertelemektedir. Zira boykot, hal-i hazırdaki mevcut anayasanın zımni onaylanması olarak okunabilecek bir sonucu beslemeye ve beklemeye mahkûm gibidir.
(MP : Referandum hakkında önemli bir bilgilendirme: Bilinmesi gerekir ki, laik Kemalist bir sistemde yasalarla ilgili referandum; parlamentodaki milletvekillerinin, kendilerini seçen halkı temsilen hevaya göre kaldırdıkları parmaklarıyla oylarını belli ederek şirk usulü yasa yapma/teşri’de bulunma eyleminin, doğrudan halk tarafından referandumdaki sandıklara atılan oylarla tekrarlanması, yani aynı yasa yapma/teşri’ eylemini doğrudan halkın yerine getirmesi ve üstelik milletvekilinin yapamadığını yaparak şirk anayasasını nihâî biçimine kavuşturmasıdır. Milletvekilinin yaptığı yasa AYM’nin denetimine tabi iken halkın oylarıyla referandumda yaptığı yasa bu denetime bile tabi olmayan nihâî yasa olmaktadır. Yani milletvekilinin vahye aykırı yasa yaparak işgal ettiği ilahlık konumunda, referandumda oy verenler yer almaktadır. Üstelik Müslümanların bile, sözüm ona “vesayet ve darbelerden kurtulma umuduyla” bu teşri’ye oylarıyla iştirak ederek yaptıkları bu ilkesizliğe rağmen, sonuçta tam tersi olmuş ve çok daha ileri vesayet ve darbelere giden yolun taşları döşenmiştir. Müslümanların, bu temel sapmayı, olağan bir durummuş gibi bu kadar kolayca ve yaygın biçimde yaşamalarının sebebi; Allah’ın ayetlerinde bildirdiği temel bir hakikati, te’vilden tahrife kayan bir saptırıcı yorumla içselleştirme sonucunda “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin, (inkâr etmedikleri takdirde) mümin ve Müslim oldukları” hurafesine inanmalarıdır. İşte bu büyük yanlışlık sonucunda zihinlerini kirletip kendilerini kuşatan derin bir basiretsizlikle görülmeyen, şirk sistemi içinde şirke dayalı alanda yaptıkları ve iyi olacağını zannettikleri her şey de böyle hüsranla sonuçlanacaktır. Çünkü Allah razı olmayacak ve rahmet etmeyecektir. Bu açık hakikati göremeyen gözlere, anlayamayan kalplere veyl olsun.)
Musa Üzer; Siyasal Olaylara Yaklaşımda Yaşanan Kriz ve Referandumun Yol Açtığı Tutarsızlıklar
Eylül 2010
Bu düşünce sahiplerinin zihinlerinin işleyiş biçimine göre o halde Kur’an’ın Mekke cahiliye sisteminin kız çocuklarının diri diri gömülmesine, ölçüde tartıda haksızlık yapan sistemlerine, köleliğe itiraz etmesi, bunların değiştirilmesini buyurması hâşâ o cahilî sistemi kabul ettiği anlamına gelecektir.
(MP : Önemli bir dikkat çekme: Laik Kemalist TC küfür devletinin laiklik çerçevesinde işleyişini düzenleyen şirk anayasasında, hem de yasama ve icranın yasa ya da kararlarının laikliğe, Atatürk ilkelerine ve şirk anayasasına uygun olup olmadığını denetleyen bir ilah kurumu olan Anayasa Mahkemesinin bu işlevini görmek üzere yeniden yapılandırılmasına dair değişiklik için yasa yapmaya katılmak, referandumda oy vermek (evet veya hayır demek) suretiyle iştirak etmek, batıl bir teşride/yasa yapma eyleminde bulunmak olup önemli bir akıdevî ilkesizlik değil midir?
Nasıl ki, İslam’ın hâkim olduğu bir sistemde gayr-i Müslimlerin bazı sorunlarının çözülmesini İslamî yönetimden istemeleri halinde, İslamî devletin şurası, İslam’ın tanıdığı ölçüler içinde onların makul taleplerine dair bir karar alırken onların da desteğini ya da kural koyma sürecine iştirakini istemeyecek ve sadece vahyin ölçüleri içinde kendisi bu kararları alacaksa, batıl bir sistemdeki aynı konumda da Müslümanların kimi isteklerine dair hevaya göre yasa yapma sürecinde Müslümanlar da bu sürece katkı vermezler, şirk usulü teşride bulunmaya iştirak etmezler, edemezler.
Peki, Rasulullah’ın (s) “Mekke cahiliye sisteminde kız çocuklarının diri diri gömülmesine, ölçüde tartıda haksızlık yapan, yetimi itip kakan sistemlerine, köleliğe itiraz etmesi, bunların değiştirilmesini buyurması” ile sizin şirk sisteminin yasa yapma süreçlerine katılarak yaptığınızın hiçbir bağlantısı ve benzerliği var mıdır? Asla benzerlik olmadığı halde, sanki Dar’un-Nedve’de bu konularda bir yasa yapılmak istenmiş de Rasulullah da müşriklerin bu yasa yapmasına oy kullanarak iştirak etmiş gibi bir imaj oluşturmuşsunuz. En azından ayıp ve günah değil mi? Bu kadar cüretkâr olma cesaretini gösterirken, hangi güçlü delile dayanıyorsunuz?
Böylece te’vil edeyim derken tahrife yol açan bu yorumunuzla, sırf kendi batıl tercinizi meşrulaştırmak için Rasullullah’a açık bir iftirada bulunmaktan çekinmemişsiniz. Halbuki küfür sisteminin yöneticilerine ve cahiliye toplumuna yönelik olarak Hak mesajı beyan etmek ve zulüm olan uygulamalarının yanlışlığını ifade edip karşı çıkmak tebliğ etmek ya da münkerden nehyetmek sorumluluğunu yerine getirmektir. Hakkı tebliğ ve ma’rufu emretmek Mü’minlerin Allah’a kulluk sorumlulukları iken, küfür sisteminin meclisinde yer alarak ya da yer alanları destekleyerek veya yasa yapma eylemlerine oy kullanmak suretiyle bizzat iştirak ederek katılmak ise, kaçınmaları gereken alkıdevî bir sapmadır.
Ayrıca Rasulullah (s), bahsettiğiniz tebliğ ve uyarıları yaptığı süreçte, aynı zamanda ve özellikle “Yaratmak da emretmek de Allah’a aittir” (Araf, 54), “Hüküm yalnız Allah’ındır” (Yusuf, 40), “Allah’ın dinde izin vermediği şeyleri sizin için şeriat/kanun haline getiren (Allah’a eş koştuğunuz) ortaklarınız mı var?” (Şura, 21), “Sonra seni de emrimizden bir şeriat üzerinde kıldık, o halde ona uy, bilmeyenlerin hevasına uyma”(Casiye, 18) içeriğindeki Mekkî olan Kur’an ayetlerini de tebliği ediyor ve bunlara da uymadıkları müddetçe razı olmuyor, her türlü zulme ve işkenceye rağmen bu hükümleri ve temel ilkeleri gündemleştirmek de ısrar ediyordu.
Görüldüğü üzere, Erdoğan ve bahsettiğiniz diğer kişilerin ve hatta sizlerin konumu asla Rasulün konumuyla aynı olmadığı ve hatta tam zıttı olduğu, üstelik ikisi arasındaki farklılıklar çok temel ve akıdevi olduğu halde nasıl bir benzerlik kurabiliyorsunuz? Size ne oldu da bu bariz ve açık farkı göremiyorsunuz? Çok yazık. Nasıl oldu da bu hale gelebildiniz?)
Bir tarafta sırf insanlara eziyet vermesin diye yol ortasındaki bir taşın kaldırılıp kenara konulmasını buyuran Hz. Resul’ün o muhteşem örnekliği; öte tarafta dünya yıkılsa dahi tevhidi koruma iddiasıyla sorunlara duyarsız ve ilgisiz tutum. Oysa aynı insanlar bu sistemin içerisinde yaşıyorlar, çocuklarını laik-Kemalist şirk ideolojisinin öğretildiği okullara gönderebiliyorlar, kapitalizmin kural ve kaidelerinin geçerli olduğu ticaret hayatında çok rahatlıkla yer alabiliyorlar. Hatta kapitalist tüketim kültürü hayatlarının her evresini kuşatabiliyor. Olsun, önemli değil bütün bunlar. Tağutun anayasasındaki bazı maddelerin değiştirilmesine ‘evet’ demiyorum ya! Ya da seçim zamanı oy vermiyorum ya! Tevhid elbisesini en güzel biçimde korumanın yolunda yürümekten son derece emin ve memnun olarak gönüller huzur içerisindedir! Hakikaten enteresan bir durum. Bütün beden cahiliye kültürü içinde iken, “Namazda Allah’ı birleyen elim, tağutun bir hükmünü dahi tasdik etmeyecek!” şeklinde kulağa hoş gelen sloganlarla avunanlara söylenecek çok fazla şey yok.
İslam’ın hâkim olmadığı bir coğrafyadaki hâkim modern sistemin nasıl işlediğini, yaygınlık ve kuşatıcılığını bilmeden bazı Müslümanların zayıf birkaç argümana sarılarak kendilerinin sistemin dışında yaşadıkları ve mücadele ettiklerini iddia etmeleri kendi düşünceleridir.
Yaşadığı coğrafyadaki haksızlıkları, zulümleri, çelişkileri kendi gündemi yapmayan bir zihnin dünyanın diğer bölgelerinde ortaya konulan mücadeleler dışında ne gibi bir gündemi olabilir ki? Oysa Kur’an diri diri gömülen kız çocuğunu, ölçüde tartıda yapılan haksızlığı, yetimin itilip kakılmasını, malının yenilmesini, köleliği gündemi yapıyor. Ve bu gündemdir Allah Resulü ve arkadaşlarının Mekke panayırlarında, küfrün meclisinde horlanmalarına, dışlanmalarına, baskı, eziyet, işkence görmelerine sebep olan.
Bu tür bir tevhid-şirk söyleminin ortaya çıkardığı tutum kaçınılmaz olarak apolitiktir. Tutunulan ve baz alınan siyasal-sosyal olandan uzak kriterin darlığının ürettiği bu mutlu, mutmain ve muvahhid tipinin boğazına kadar çelişkiler içerisinde yaşaması önemli değildir.
Rıdvan Kaya; Tavırsızlık Sahih Tavır Olabilir mi?
Eylül 2010
Bu itibarla örneğin anayasa değişikliklerine destek vermenin, değişiklikleri onaylamanın akidevî bir sapma olduğu iddiası ile bu tavrın İslami mücadeleyi geriletecek, Müslümanları kafa karışıklıklarına sevk edecek yanlış bir tutum olduğu tezi arasında bariz bir fark bulunduğunun altını çizmekte yarar var.
Konuyu itikadî zemine oturtanlar anayasanın Kemalist sisteme temel meşruiyet zemini ve çerçevesi sağlayan bir işlev gördüğünü, ister bir bütün olarak isterse de kısmen bu metnin benimsenmesi, onaylanması anlamına gelecek bir eylemin tağuta kulluk demek olduğunu iddia etmekteler. Konuyu daha ziyade siyaset zemininde ele alanlar ise geçmişte İslam’ı hâkim kılma mücadelesi içindeki kadroların önemli bir kısmının 28 Şubat sürecinde düzene savrulduklarını, AK Parti ile bu sürecin ivme kazandığını, bağımsız bir İslami çizgi geliştirme çabalarının referandum tartışmalarıyla birlikte daha fazla erime tehdidi altında olduğunu ileri sürmekteler. Referandum sürecinde aktif tavır sergilemenin sistem içi restorasyon çabalarının bir parçası olmayı kabul etmek anlamına geleceğini ve kimlik krizine yol açacağını savunmaktalar.
Sonuç itibariyle maruz kaldığımız zulüm uygulamalarının en azından bir kısmının giderilmesi, üzerimizdeki baskının hafiflemesi için gündeme gelen anayasa değişikliklerini olumlamanın, herhangi bir mağduriyetimizi gidermek için herhangi bir resmi merciye başvurmaktan niteliksel bir farkının olmadığını düşünüyoruz. Nasıl çocuğumu okula kayıt ettirirken Kemalist eğitim sisteminin tümünün çocuğumun zihnine aktarılmasına onay vermiş sayılmıyorsam; nasıl kimliğimden ve eylemlerimden ötürü yargılandığım bir mahkemede cari yasal çerçeve içinde savunma yapmamdan ya da aleyhimdeki kararı temyiz için düzenin üst yargı kurumuna başvurmamdan Kemalist hukuk düzeninin bütününü meşru gördüğüm sonucu çıkartılamazsa anayasa metninde yapılacak kısmi değişiklikleri lehime bulup desteklemem de tağuti güçlerin hükümranlığını onaylamam olarak görülemez.
İslamî kesim için AK Parti’ye endekslenmek, hatta eklemlenmek ciddi bir sorun, bir tür kendini imha programı… Dolayısıyla eklemlenmeme adına yok sayan, görmeyen bir tutum yerine AK Parti’yi de etkilemeye, yönlendirmeye yönelik tutumlar geliştirmeye çalışmak lazım.
(MP : Yine bir dikkat çekme: Neden iki tutum arasındaki şu önemli fark görülemiyor ya da görülmek istenmiyor? Birincisi zulmü azaltmaya yönelik şirk sistemini kendi yasalarını değiştirmeye zorlamak ya da teşvik etmek iken, ikincisi zulmü azaltacağı sanılan şirk anayasasını bizzat yapmaya ve laiklik çerçevesinde teşri’de bulunmaya yahut da şirk usulü teşri’de bulunmak üzere aday olan laik demokratik partilere oy verip bu pozisyonda yer alınmasını desteklemeye kalkışmaktır.
Ayrıca çocuklarını laik eğitim veren zorunlu eğitim okullarına vermek ya da sistemin mahkemelerinde yargılanmak zorunda bırakılmak ile Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen hükmetme makamlarında bulunmak ya da bu tür hükmetme makamındakilere aktif destek vermek, hatta bu tür hevaya göre yasa yapmaya referandumda oy vererek doğrudan iştirak etmek, nasıl olur da aynı konumda görülebilir? Size ne oldu da bu kadar açık farklılıkları, üstelik akıdevî boyutu olan farklılıkları göremez, anlayamaz hale gelebildiniz?
Üstelik bütün bu oy verme, destek verme sonucunda oluşturduğunuz birinci anayasa değişikliğinde Yargı vesayetine son vereceğiniz umarak Gülen çetesinin Yargıyı tamamen ele geçirmesine ve sonuçta önce Yargı darbesine, sonra da 15 Temmuz askeri darbesine teşebbüs etmesinin yolunu bizzat siz açtınız. İkinci referandumda ise, sözüm ona koalisyonlara ve vesayete yol açan sistemi değiştireceğinizi ummuştunuz. Peki, ne oldu? Bizzat akıdevî ilkelerinizi ayaklar altına alma pahasına, hem Bahçeli ile MHP’nin hem de Doğu Perinçek ve Partisinin kalıcı koalisyon ortağı olup geminin rotasını belirleyecek konumlara gelmesini, sonuçta da AKP ve hükümetinin, Mustafa Kamal döneminden sonra görülmemiş derecede aşırı biçimde Türkçü ve Kemalist söylem ve politikaları esas almasını yine bizzat siz oylarınızla sağladınız. Buna rağmen, neden kibirli bir tutumla içine sürüklendiğiniz bu büyük ilkesizlik ve yaşadığınız büyük istikamet krizini itiraf edip tevbe etmeye, eski doğru yolunuza dönmeye dair bir ıslah çabası içine girmiyorsunuz?)
Şüphesiz öncelikli görevi sahih, net ve kuşatıcı bir İslami hat inşa etmek olan Müslümanların gündelik politikanın anaforuna kapılıp düzen partilerinin peşinden sürüklenmesi büyük bir tehlikedir. Bununla birlikte bu tehlike toplumsal hayatı birebir etkileyen gelişmelere sırt dönerek savuşturulamaz. Birileri kendileri adına bunu yaparken, bu duyarlılığı koruduklarını zannederken, hitap ettikleri geniş bir tabanın sessizce ve derinden sözü edilen olumsuz sürece entegre olmasını seyretmişlerdir. Oysa bütün bir ülkeyi ve halkı doğrudan kuşatan siyasal gelişmelere sırt dönmek yerine, kendi kimliğimiz ve taleplerimizle bu süreci değerlendirme ve belirlemeye çalışmanın daha mantıklı ve etkili bir tutum olacağı açıktır.
Seçimlere ve sandığa ilişkin tavır konusunda geçmişte kimin nasıl bir tavır geliştirdiği ve bu tavrın neticesinde ne tür kazanımlar elde ettiğine ilişkin herkes kendi değerlendirmesini yapmalıdır. Bizler açısından bu konu hiçbir zaman iman-küfür ayrışmasının göstergesi şeklinde algılanmamıştır. Bağımsız ve tutarlı bir İslami kimlik inşası ve iddiasının gereği olarak hep mevcut partilerin bizi temsil edemeyeceğini vurgulamış, bu partilerin çelişkili politikalarının tümüne birden onay vermek konumuna düşmemek için oy verme konusunda çekimser davranmıştık. Bununla birlikte değişik mülahazalarla oy kullanan Müslümanları da partili bir kimliğe yönelmemeleri durumunda asla eleştirmemiştik.
Hamza TÜRKMEN; Ulusal Yönetimleri Aşmanın Hayali ve Realitesi
01 Nisan 2011
Ulusal ve küresel cahili sistemleri aşmak noktasında realitemize uymayan veya realitemizi okuyamayan romantik yaklaşımların ve mücadeleci hayallerin sorunlarıyla da karşı karşıyayız. Sünnetullahı gözetmeyen bu tür hayallerin oluşturduğu beklenti ve çabalar süreç içinde bedbinlik, çaresizlik, çözülme ve kadercilik yanlışına evriliyor.
(MP : Görüldüğü üzere Kur’an’a ve Rasûlün mücadele sünnetine uygun nebevî yöntemi takipten yana olan Müslümanlar, “realitemize uymayan veya realitemizi okuyamayan romantik yaklaşımların ve mücadeleci hayallerin peşinde sorun çıkaran, bedbinliğe, çaresizlik ve çözülmeye yol açan” taraf olarak yaftalanıp aşağılanıyorlar. Acaba Rasûlullah’ın (s) bulunduğu realitenin en zor şartlarındaki iddia ve tutumu ne kadar romantik ve hayalciydi? İşte o, Rabbimizin bize güzel örnek olarak sunduğu ve o günkü şirk realitesini bütün boyutlarıyla alt üst eden bu onurlu, tavizsiz ve direnişçi ruhu, realite şartlarında o gün hayal bile edilemeyecek iddia ve hedeflerle ortaya konan özgün tutumu bugün ilkesel olarak takip etmekten yana olanları, romantizm ve hayalcilikle suçlayabiliyorlar. “Egemen cahilî sistemleri aşmak için, realiteye uyumlu olanın, batıl sistemin küfrü haykıran ilkelerine ve anayasasına bağlı kalarak ve şirkle hükmederek iktidara gelenlerden ‘taraf’ olup ‘aktif destek’ vermektir” demeye getiriyorlar. Üstelik bunu İslamî sorumluluk olarak görüp merhale fıkhı gereğince takip edilmesi gereken yöntem olduğunu, romantik ve hayalci olmaktan uzak akıllıca ve gerçekçi yol olduğunu herkese de dayatıyorlar. Ondan sonra da mevcut sistemi ve oluşumunu tahlil ederken, aşağıya alıntıladığımız satırlarda ortaya koydukları tespitlerle takip ettikleri yöntem bakımından nasıl da büyük çelişkiler içine düştükleri gerçeği, aslında zihinlerinin çok karışık olduğunu göstermektedir.)
Ama Sanayi Devrimi ve Aydınlanma Felsefesi’nin taşıyıcısı yeni kapitalist sınıf ve pozitivist elitler, gaybi alanı ve Tanrı’yı hayatın ve gelişmelerin dışında bırakarak yeni bir toplumsal yapı kurgulamışlardı. Bu da ulus toplumdu.
Sanayi Devrimi’yle birlikte köylerden uzaklaşılarak fabrikalarda iş ve aş aranıyordu. Fabrikalarda ve çevresinde yığılan kalabalıklar şehirleşme sürecini getirdi. Avrupa’ya özgü bu yeni dönüşümde tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiliyordu. Yeni toplumsal yapı, Tanrı ve gaybi alandan uzaklaşılarak kurgulandı. Hayatın belirleyicisi olan insan aklıydı. Aydınlanmacı elitler “toplumsal sözleşme” olarak, egemen sınıf ise yukarıdan aşağıya “toplumsal mühendislik” olarak Avrupa’ya özgü etnik tarihler kurguladılar ve bu kurgular üzerine ulus toplumlar oluşturdular. Ulus toplumları bir arada tutacak kutsal değerler icat edildi. Vatan, tarih, sınır, devlet, bayrak ulus toplumların seküler kutsalları olarak oluşturulan ortak değerler haline getirildi.
Yeni kurgulanan ve oluşturulan seküler temelli Türk ulus yapısı, aynı zamanda laik bir sistem yapısı oluşturdu. Laik ulus devlet, İslami kimliği tasfiye etmeye, edemediği oranda alt kimliğe indirgemeye çalıştı. I. ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra işgalci Batı, topraklarımızdan geri çekilirken, Türkiye denilen bölgede olduğu gibi tüm İslam coğrafyasında da başımıza sınırlarını ve yapılarını onayladığı ulus sistemler bıraktı. Onaylanan ulusal sistemlerin bazısı cumhuriyet, bazısı monarşi idi.
Bizi, fıtratımızdan ve vahiyden uzaklaştıran her türlü yabancılaşmadan hem fikri hem fiziki planda vazgeçmemiz gerekmektedir. Ancak yabancılaşma dediğimiz cahili tutum ve yapılar, çözülmüş olan İslam ümmetini de, yeniden asıllara dönmek isteyen İslami oluşum ve hareketleri de kuşatmış bulunmaktadır. Mevcut cahili yapılardan kopmak ve onların değerlerinden ayrışmak için içe de dışa da dönük sorumluluklarımız bulunmaktadır.
Dış sorumluluğumuz bize dayatılan cahili şartları gücümüz oranında direnmemizi; bu bağlamda kapitalist tüketim felsefesinden ve diğer karanlıklardan olduğu kadar ulusal kutsalların ve telakkilerin kimliğimize bulaştırdığı kirlerden de uzaklaşmamız gerekmektedir.
Ulusalcılığın ürettiği beşeri kutsallardan uzaklaşılmadığı oranda, diğer ulusçularla yaşanacak cahili çelişkilerden kurtulunamaz. Ve Müslüman olmanın bireye yüklediği yeniden İslam ümmetini inşa etme merhalesinin ödevleri üstlenilemez. Örneğin hislerini Türk ulusalcılığının asabiyesi ile karartan bir Müslüman, Kürt sorununa adaletle yaklaşma basiretini sergileyemez.
Bu doğrultuda Kürtçülük asabiyesini İslam’la telif edenlere kızan bir Müslüman, ilk olarak kendi İslami kimliğini Türk veya diğer ulusal asabiyelerden koruması ya da arındırması gerekir. Ancak bu konuda ihtiyaç duyulan basiretli ve adil yaklaşım itikadda, düşüncede, siyasette veya kültürde Kur’ani ölçülerle buluşmamıza ve fıtratımızın üzerine kapatılan kirli örtülerden kurtulmamıza bağlıdır. Ulusal sistemi aşmanın ilk şartı, dünkü geleneksel kirlerden bugünkü modernist hurafelerden arınacak vahiy merkezli bir şahsiyet inkılabını kuşanabilmektir.
- Önce kuşatması altında bulunduğumuz ulusal sistemi aşmak için, İslami değerlere şahitlik edecek, öncü ve yeterli bir tebliğ ve mücadele ekibi olunabilinmelidir.
- İslam’a savaş açan veya İslam’ı ikinci kimliğe indirgeyen ulusal iktidarlara tavır alınmalıdır. Ulusçuluğun gerek seküler temeli gerek işbirlikçi özelliği teba konumuna düşürülen Müslümanlara uygun bir dil ve üslupla gösterilmelidir.
- Müslümanları ulusal ve diğer dünyevi değerlerden, tevhid ve adalet iklimine hicret etmeyi önceleyen kuşatıcı bir davet dili ve pratiği oluşturulmalıdır.
(MP : Bu tespitleri yaparak uygulamadaki tercihleriyle çelişkiler yaşamaktadırlar. Görüldüğü üzere daha çok sistemin “ulusal kimlik dayatmasına, ulusçu politika ve uygulamalarına itiraz etmede yoğunlaşılmakta, sistemin laik demokratik ve hehaya göre hükmetme niteliği yeterince gündem yapılarak hak ettiği itirazlara ve ayrışmaya vesile kılınmamaktadır. Halbuki, pratikte yaptıkları gibi demokrasinin kullanılması, savunulması despotizmi geriletme ve yılana sarılma maslahatıyla söz konusu olabiliyorsa, ulusal birlik de toplumsal kesimlerin birliği, bütünlüğü ve çatışmaması adına savunulamaz mı? Ümmetçiliği dışlayarak ulusal kimlik dayatılması ve ulusalcı politikalar güdülmesi ne kadar batıl, yanlış ve karşı çıkılması gereken cahiliye asabiyesi ise, laik demokratik nitelik ve politikalar da en az o kadar hatta daha fazlasıyla karşı çıkılması gereken hevayı ilahlaştırma ve küfür hükümleriyle hükmetmeye yol açan cahiliye sapkınlığı değil midir? Buna rağmen, “merhale fıkhı” adı altında demokrasiye, laik demokratik “çoğulcu yönetim”e razı olarak, batıl sistem içi şirk yönetimlerine aktif destekçilik yapmak suretiyle davetin muhataplarını bu batıl iktidarlara destek vermeye çağırarak Hakk’a hizmet ve hak hedefe ulaşmak mümkün müdür? Bu tür batıl yollarda oyalanarak, tevhidî toplumsal değişim ile İslamî inkılabı sağlayacak ve adalet sistemini inşa edecek bir cehd gerçekleştirilebilir mi? Bir de şu aşağıdaki satırlara bakın.)
Ulusal sistem içinde dağılmış ümmet yapımıza baktığımızda yeniden inşa için merhale ve tekamül süreçlerine dikkat etmeliyiz. Romantik, hayalci ve maceracı açılımlardan uzaklaşmalıyız. Toplumsal dönüşüm ve hidayet için sünnetullahı iyi kavramalı, içinde bulunduğumuz safhanın gereklerine göre bir mücadele ve tebliğ tanıklığı kuşanmalıyız.
Kuşatıldığımız ulusal sistem içinde hak ve özgürlükler mücadelesini öne çıkartmalı, kendimize kendimizi oluşturacak yeni alanlar kazanmalıyız. İHL’ler, başörtülü okuma hakkı, tebliğ özerkliği gibi elde edilen kazanımları korumanın, ulusal sisteme sığınma olmadığı, “Ümmeten bir millet yarattık” sloganıyla gasp edilen haklarımızı geri alma mücadelesi olduğu bilinciyle davranmalıyız.
Kitleleri gereğince vahiyle uyaracak örnek bir tebliğ modeli olmadan, Kur’an toplumu olma konusunda kitleleşme sürecine adım atılamaz. Kitleleşme aşamasına bile adım atılmadan ulusal sistemi tümden değiştirmek ve iktidarı devralmak doğrultusunda bir mücadeleyi öncelemek gibi çocukluk hastalıklarından veya romantik kurgulardan arınıp, mücadelenin mücadele içinde safha safha kazanılacağı bilincini örneklendirmeliyiz.
Vahiy temelli köklü bir değişim yerine, dayatılan ulus kimliklere dindar motifler ve dindar efsaneler eklenerek rahatlamaya çalışılmıştır. Dindar ulusçuluk diyeceğimiz bu tutum, seküler amaçlı ulusçuları rahatsız etse de, dindar ulusçuları seküler ulusçularla ulusun/”milletin” ortak paydaları konusunda aynılaştırmaktadır. Sadece dindar ulusçular vatan, bayrak, devlet gibi ortak paydalara dini anlamlar yüklemektedir. Oysa cahiliyyenin üzerine hangi elbiseyi giydirirseniz giydirin, cahillik örtülmez
(MP : Kur’an toplumu nüvesi oluşturmak ayrı, kitleleşme ayrıdır, İslami adalet sistemine gidiş yolunda tevhidî toplumsal dönüşümü hedeflemek ve bu hedefin gerektirdiği ilkesel ve tutarlı duruşu aynı hedefe yönelik bütün safhalarda korumak ayrı, batıl sistem içinde iktidarı devralmaya yönelik mücadeleyi öncelemek ayrıdır. Hamza Türkmen ise,”Kitleleşme aşamasına bile adım atılmadan ulusal sistemi tümden değiştirmek ve iktidarı devralmak doğrultusunda bir mücadeleyi öncelemek gibi çocukluk hastalıklarından veya romantik kurgulardan arınıp, mücadelenin mücadele içinde safha safha kazanılacağı bilincini örneklendirmeliyiz.” diyerek, kitleleşme safhasına kadar, batıl sistem içi küfürle hükmeden ama bize bazı kazanımlar sağlayacak laik demokratik iktidarları desteklemenin İslamî mücadelenin safhalarından birisi olduğunu, hiçbir delil gösteremeden ve nebevî yönteme tamamen zıt bir zihnî karışıklık eseri olarak iddia etmektedir. Üstelik, nebevî yöntemi savunanlar, tevhidî davet, eğitim ve şahidlik sorumluluklarına yoğunlaşarak vahye dayalı toplumsal bir değişimi sağlayarak ve toplum müstahak olduğunda da Rabbimizin İslamî adalet sistemini takdir etmesine zemin hazırlamak isteyenleri, haksız yere “kitleleşme safhasına gelmeden ulusal sistemi tümden değiştirip iktidarı devralmayı öncelemek”le suçlamakta, sonra da bu düşünceye “çocukluk hastalığı” ve romantik kurgu” yaftasını yapıştırmaktadır. Ancak kendisi ise, batıl sistem içi iktidarları desteklemeyi İslamî mücadelenin bir merhalesi, safhası olarak görebilmektedir.
Halbuki, İslamî mücadelenin hiçbir safhasında karşıtına sığınarak, karşıtının ideolojik, felsefi, inançla bağımlı değer, ölçü, kavram ve modellerini “ödünç almak”, geçici de olsa kullanmak ya da hiçbir safhada “başka çaremiz yok” iddiasıyla batıl “yılana sarılmak” yoktur. Hiçbir safhada batılla, batıl kavram ve modellerle uzlaşmak, birlikte olmak, aynı ideolojik safta buluşmak, batıl mücadelenin hiçbir versiyonunda yer almak yoktur.
Buna rağmen, Hazma Türkmen ve Haksöz çevresi ile istikamet krizi yaşayan diğer Müslüman guruplar, demokrasi ve şirk anayasa değişikliğiyle taguti yapıların bu nitelikleriyle yeniden inşa edilmesine de tağutî sistemin iktidarına da verdikleri aktif destekleriyle, büyük yozlaşmaya yol açan ve İslami kılıflarla örtülmeye çalışılan cahiliye amelleri gerçekleştirmişler, diğer insanları ve Müslümanları da bu cahiliye amelini işlemeye davet etmişlerdir. Üstelik destekledikleri AKP dönemindeki kazanımlar sıralanırken, o alanlarda bizzat AKP iktidarının yozlaştırma etkisiyle son 15 yılda yaşanan çok daha büyük kayıpların söz konusu olduğunu örtmektedirler. Bu büyük kayıpları, daha önceki yazılarımızda madde madde yazmış bulunuyoruz. Ayrıca kazanımlar arasında sayılan “tebliğ özerkliği”ne biz neden rastlamadık. İLKAV kapatma davası, İLKAV Cuma baskını, İLKAV Cuma imamı ve yöneticileri olarak bizlerin gözaltına alınmamız, 28 Şubat darbe sürecinde bile hiçbir şekilde muhatap olmadığımız baskılardır ve hepsi AKP döneminde yaşanmıştır. Bu tür baskılara daha fazlasıyla, diğer istikametini koruyup AKP’ye aktif destekçi olmayan gruplar ve öncüleri de muhatap olmuşlardır.)
Hamza TÜRKMEN; Yeni Anayasa Tartışmaları ve Müslümanların Gerçekliği
06 Aralık 2011
Ötekilerin mücadelesinde sevinilecek taraf bulan Müslümanların halini yansıtan Rum Sûresi’ndeki ilk ayetler kümesi ve Habeşistan hicretinde gayr-i İslami yönetsel şartlar içinde kendi özgünlüklerine alan bulan veya açan sahabenin tavrı, bu konularda temkinli, mesafeli veya ilgisiz duruş ile ilgili tutumları aydınlatıcı örneklerdir. Mekke cahili yapısında Rasulullah’ın (s) sistem içi bazı uygun araçları kimliğini gizlemeden, ayetlerin üzerine örtmeden ve müdahane etmeden değerlendirme, uygun olmayanlardan beri durma örnekliği de üzerinde fıkhedilmesi ve tertil fıkhına konu olması gereken bir mevzudur.
Müslümanların toplumsal tutumlarını akidevi perspektiflerinden, ayrıca tarih ve toplum değerlendirmelerinden ayrı değerlendiremeyiz. Bu konuda mevcut anayasa tartışmaları karşısında temkini elden bırakıp sistemin restorasyonuna eklemlenenlerin de, eklemlenmemek adına bu tartışmaya ilgisiz kalanların ve konuyla ilgili ilkeli yaklaşımları suçlayanların da yorumlarını akaidleştirdiklerini görüyoruz.
Sünnetullah’a ve Muhammedi Sünnet’e uymayan gizli mücadele anlayışı ile şehitliği yaşamın içinde örneklendirme konusunda bilgi ve örneklik yoksunluğu ile metodik açılımları içtihadi olmaktan çıkartıp metodik yorumları tartışılmaz ve akidevi ilan etme totalitarizmi ile bu konularda tutarlı bir yaklaşımın sergileneceğinden bahsedemeyiz.
İnançlarımızın, hukukumuzun özgür olmadığı ulus toplumlarda adeta tutsak durumundayız. Hem bu tutsaklıktan kurtulmak hem de kendimizi vahiy ekseninde yeniden var edebilmek, oluşturabilmek için müdahanesiz ortamlara ihtiyaç duymaktayız. Ulus topluma ait olan anayasa yapımındaki ilgileri de, daha büyük bir zulüm karşısında, Rum’un galip gelmesi meselesiyle irtibatlı olarak tartışılabiliriz.
Siyer’deki Habeşistan hicreti ile ilgili fıkhımızı da bu bağlamda ele almalıyız. Dolayısıyla yeniden biçimlendirilecek TC Anayasası’na ilgimiz onun Habeşistan şartlarını hatırlatıcı düzeyde özgürlükçü olup olmamasıyla ilgilidir. Bu konuda Hz. Yusuf’un vahiy dışı sistemdeki yönetimle ilgili örneklemi değerlendirilmelidir. Veya bu bağlamdaki anayasa tartışmalarına, Kâfirun Sûresi’ndeki bağlamdan, Müntehine Sûresi’nin 8. ve 9. ayetleri ekseninden bakabilmeliyiz. Yeni yapılacak anayasa hepimizi ilgilendirdiği için zulmün olabildiğince giderilmesi, inanç ve düşünce özgürlüklerinin kısıtlanmaması doğrultusundaki basınç bizim için de bir imkandır. Ancak temkinliliğimiz, kısmi özgürlük alanlarını büyütmek adına, pozitivist Atatürkçü ilkeleri, laikliği, seküler ulusçuluğu yeniden meşrulaştırma dayatmalarına teslim olmamak adınadır.
Bilinçlenme sürecindeki Müslümanlar için anayasa yapımına ilgisizliğin nedenlerini de özetlemek gerekir. Bunun nedeni asosyalite olabilir. Apolitikliği aşamamak olabilir. Ütopik gelecek tasavvurlarıyla günü oyalamayla ilgili olabilir. Tertil fıkhı üretmek konusunda usulî yetersizlik söz konusu olabilir. Yorumlarını genel geçer nasslar düzeyinde görme yanlışlığı hatta bazı kere de müstağniliği ile de izah edilebilir.
Oysa bize lazım olan, Rasulullah’ın (s) Mekke’de himaye, eman, ilaf ve panayır müesseseleriyle; Sasani’lere, Yemen’e değil de Habeşistan’a veya Taif’e değil de Yesrib’e hicret etmekte gözettiği gibi daha müsait imkanlardan veya özgürlük alanlarından yararlanmaktır. Çünkü öncelikle yapmamız gereken ibadet, öncelikle dağılmış ümmet yapısı içinden inançta, düşüncede ve amelde yeniden ıslah ve inşa faaliyetlerini yükseltecek vahyi talimden geçmiş, istişari merkezli, şahitliği üstlenmiş, belki ufak ama nitelikli Kur’an nüveleri olabilmemizdir. Ancak bu nüvelerin tutarlılığı, yeterliliği ve niteliği oranında yaygın bir tebliğ, kitleleşme ve gerçekçi mücadele sürecinden, yani sünnetullahı yakalamaktan bahsedebiliriz.
TC Anayasası’nı ideolojik renklerden ve Kemalist tabulardan uzaklaştırmaya çalışmamız, yeni yapılacak olan anayasaya kimliksel eklemlenme içinde olmamız değil, zulme ve küfre “La” dememizle alakalı bir durumdur. Bu konuda resmi ideolojiyi ne kadar geriletirsek, kitle psikolojisini yönlendirmek o kadar mesafe alıyoruz demektir. Örneğin Nisan 2010’da TBMM’de gündeme gelen kısmi anayasa değişikliği teklifine İslam düşmanlığı yapmaması, resmi ideoloji ve Kemalizm dayatmaması şartıyla destek verileceğini açıklayan 20 Nisan 2010 tarihli İslami kuruluşlar bildirisi oldukça önemliydi. Ama bu bildiriyi, tevhidî değerleri mücessime gibi selefi bir şekilcilikle ele alan ve yorumunu nasslaştıran bazı İslami öbekler “İslami Kuruluşlardan Tağuti Anayasaya Destek Çağrısı” gibi kabul edilemez ve konuyu çarpıtan yüzeysellikle değerlendirdi.
Anayasal baskıların ve yasakların kalkmasını istemekle, Kureyş müşriklerinin kervanına üç deveyle iştirak etmek veya Ebu Talib’ten himaye istemek arasındaki illiyet bağını kuramayan sığlık ve şekilsel anoloji taraftarı kişilerin mantığı vahim bir durumdur.
(MP : Pes doğrusu, hangisi sığlıktır, üstelik basiretsizlik ve ilimsizliktir siz karar verin: Şirk sisteminin laikliği dayatan anayasasında yine laiklikle hükmedecek ve görevi yapılacak yasaların laiklik ve kemalizme uygun olmasını sağlamak, kısmen de İslam’a dayalı bir sistemi arzulayan partileri ise kapatmak olan AYM’nin yeniden yapılandırmaya dair değişikliği nasıl da abartmışlar. Üstelik çok kısa sürede, umduklarının tam tersini, yani yeni vesayet ve darbeleri bizzat kendi oylarıyla sağlama konumuna düşmelerine sebep olan büyük bir basiretsizlik ve ferasetsizlik içinde oldukları da ortaya çıkmış bulunmaktadır. Şu sığlığa ve ferasetsizliğe bakar mısınız? Neymiş efendim, şirk anayasasında şirkle hükmeden bir kurumu yeniden yapılandırmaya dair teşri sürecine katılmak, Kureyş müşriklerinin kervanına üç deveyle iştirak etmek veya Ebu Talib’ten himaye istemek gibi bir şeymiş.
Gerçekten pes. Var olduğunu zannettiğimiz niteliklerini bu derece tüketerek düştükleri konum bu derece sığ olduğu halde, kendilerinin bu kadar seviye kaybını bile hâlâ yüksek gören bir kibirle, hiçbir alakası olmayan bu iki durum arasında var olduğunu zannettikleri “illiyet bağını kuramayan”ları “sığlık ve şekilsel anoloji taraftarı kişilerin vahim mantığı” olarak niteleyebilmiştir. Bir de 15 yıldır sürekli tekrarladıkları, içine sürüklendikleri konumla yine hiçbir illiyet bağı olmadığı halde, batıl tercihlerini meşrulaştırmak için “Rum ordusunun Sasanilere galip gelmesine sevinilmesi”, “Habeşistan Hicreti”, “Eman Müessesesi”, “Hudeybiye”, “Mümtehine 8-9. ayetleri” ve “Yusuf (as)’ın Mısır’daki konumu” gibi İslam tarihine ait bazı durumları alakasız biçimde istismar edip saptırarak araçsallaştırmaktan çekinmedikleri görülmektedir. Bu konuları daha uzun biçimde ilmî delilleriyle yazmaktayım. İnşaAllah ilginize sunacağım.)
Önce kendini İslam’a ait kabul eden İslam dünyasındaki sayısı milyarı aşan kitleyi, yakınlarımızdan başlamak üzere vahiyle uyaracak ve tevhidi yaşama şahitliğini oluşturacak istişari temelli ve yeterli Kur’an ve tebliğ nüveleri olmamız gerekmektedir. Bunun için de donanımlı İslami şahsiyetlerin İslami mücadele içinde yetişmelerine, diyaloglarına ve birlikte iş yapabilme becerilerine zorunluluğumuz vardır.
(MP : Bilindiği üzere, rahmetli Ahmed Kalkan, Hamza Türkmen, Ramazan Kayan ve benim öncülük ettiğimiz tevhidî kesimi bir şura altında toplamaya yönelik vahdet çalışmasına dair “maslahat”ı, 2010 şirk anayasasına verilecek “evet oylarını” birkaç yüz adet arttırma “maslahatı” hatırına harcayan da bizzat Haksöz ve AKDAV” olmuştu.)
19.yüzyıldan devraldığımız ıslah ve ihya sürecinin başarısı ise, anarşizmin etkisinde kalan bazı Müslümanların aradığı baskı ve zulüm ortamlarında değil, tüm rasullerin hayatlarında gördüğümüz gibi hukuk ve özgürlükler konusunda daha imkanlı mekanlarda gelişebilir.
(MP : Halbuki, bu iddiaların tam tersi geçerlidir. Eğer, Mekke’de yaşanan baskı, zulüm, şiddet ve işkencenin binde birini bile görmeyen sizlerin verdiğiniz tavizin binde birisini Rasulullah (s) verseydi, böylece “hukuk ve özgürlükler konusunda daha imkanlı” bir ortama kavuşarak kardeşlerini işkencelerde şehid olmaktan kurtarıp rahatlattı diyebilirdiniz. Tam tersine Rasulullah (s), bir avuç ashabı ağır işkencelere, ekonomik ve sosyal boykotlara muhatap iken, kardeşlerinin canını kurtarıp rahatlatmak için dahi taviz vermemiş ve üstelik devlet başkanlığı teklifini bile reddetmiştir. Buna rağmen, kendi ilkesiz konumunuzu meşrulaştırmak adına “ıslah ve ihya sürecinin başarısı tüm rasullerin hayatlarında gördüğümüz gibi hukuk ve özgürlükler konusunda daha imkanlı mekanlarda gelişebilir” diyerek tersi vaki olmuş gibi sunmanız utanılacak bir haldir. Şirk anayasasına ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin şirke dayalı iktidarına oy vermek ya da içinde yer almak suretiyle destek olmayıp Rasullerin nebevî yolunu takipten yana olan mü’minleri ise, “anarşizmin etkisinde kalarak baskı ve zulüm ortamlarını aramakla” nitelendirmeniz de bir başka utandırıcı iftira ve zulüm olmuştur.)
İçinde yaşadığımız cahili sistemi mücadelemiz için daha imkanlı kılabilecek ilkeli mücadele ve girişimleri de bu bağlamda ele almak gerekir. 17 Aralık 2010’dan bu yana ön plana çıkan Ortadoğu İntifadası da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bu intifada süreci Müslümanlar için bir İslami dönüşüm veya inkılab değildir; ama köklü bir toplumsal ve zihni dönüşümü hazırlamak için şartların elverişli hale getirilmesi, bazı sıkıntılar ve engeller olsa da Yesrib gibi özgürlük ortamlarının geliştirilmesi anlamına gelmektedir.
(MP : Zamanında yaptığımız uyarılara kulak kapatarak, sahip oldukları sığlık ve basiretsizlik sebebiyle, bu konuda da büyük bir yanılgıyı yaşadılar. Kendilerinin de destek oldukları BOP eşbaşkanı liderliğindeki iktidarın yanlış politikaları ve yönlendirmeleri sonucu, başta Suriye ve Mısır olmak üzere bütün bölge Müslüman halkları büyük acılar yaşadılar ve milyonlarca masum insan katledildi, on milyon civarında insan sefalet içinde muhacir oldu. Sonuçta bölgedeki İslamî mücadele de belki 50 yıl süreyle belini doğrultamayacak kadar geriye itildi. Neden hiçbir sorumluluk almıyor, özeleştiri ahlakının gereğini yapmıyorsunuz?)
Toplumsal mutabakatla ilgili bir yoruma dayanan anayasa algımızı Kur’an’la aynılaştırmak; metod ve şeriatla ilgili yorumlarımızı akaid temelli olduğu savıyla tevhid olarak sunmak; mâsiyet ve zulüm taşıyan yönetim biçimlerini savunan akaid kitaplarından ve iç hastalıklardan hicret edemeden ve ümmeti yeniden inşa etmeden iktidar olmaya kalkmak; hayali iktidarlar için hayali anayasalar ve pragmatik/şaz yöntemler üretmek gibi yanlışlar hep yapıldı. Bizler bu yanlışlara iyi niyetli olarak yaklaşacak olursak, ancak onları tevhidi kimliğimizin oluşumundaki çocukluk yıllarıyla irtibatlandırabiliriz. Ayrıca hala çocukluk yıllarına terk edilmesi gereken argümanlarla günümüz Müslümanlarının gündemini tartışmaya kalkışan yaklaşımlarla da didişmek yerine, onlara çocukluk çağlarımıza yönelttiğimiz nasihat üslubuyla yaklaşmamız gerekmektedir.
(MP : Bu kadar yanılmış, bu derece savrulmuş ve bu kadar basiretten, ferasetten yoksun yaklaşımların peşinde hüsranlar yaşamış oldukları halde, bir de mahcubiyet bile duymadan, istikamet üzere durmayı başaran, nebevî yönteme sadakatle yürüyerek uçlarda heba olanlara, tebliğ, eğitim ve şahidlikle toplumu vahiyle inşa yolunda güzel örneklik sunan vasattaki Müslümanları aşağılayıcı bir tutumu da sürekli kullandıkları bir üslup edinmişlerdir.)
Özcesi, Türkiye’deki anayasa tartışmalarının, dolaylı da olsa bizlerin yeniden ümmet olması ve itikadımızın muktedir kılınması önceliğimizle alakası vardır. Bu, hayatı vahiyle biçimlendirmek ve ümmet olmak çabalarımıza uygun ortam arayışı edinmekle alakalı bir tartışmadır. Bu tartışmada inancımızı, kimliğimizi ve insanlığımızı vesayet altında tutan sistemin zincirlerinin gevşetilmesi çabası önemlidir.
Rasul (s) ve Rasul’le birlikte olanların talim ettiği “tertil fıkhı”nın yönelttiği de bu doğrultudur diye düşünüyoruz.
Türkmen yorumu
Türkiye Müslüman kanaat önderleri olaya masa başından bakıyor. Birçoğu sol öykünmeci komplo varsayımlarından kurtulamıyorlar. Oysa oturdukları masada tahsil ettikleri perspektif de, Ortadoğu İntifadası’nın arkasındaki örgütlü gücün (İhvan’ın) ve entelektüellerin kitaplarıydı. 17 Aralık 2010’da başlayan Ortadoğu intifada rüzgarının kitleselleşme hızını, krizlerle boğuşan aciz kapitalizm nasıl denetleyip de yönlendirecekti?
(MP : Şu basiretten yoksun yaklaşımın, sloganik sığlığına bakar mısınız? Tutulan yolların nebevî yönteme aykırılığını dahi idrak edemeyen, laik demokratik Erdoğan’ın yönlendirmesine kapılarak üç beş sene sonra nereye varacaklarını da fıkhedemeyen bir körlüğün sonucunda maalesef büyük hüsrana yol açıldı.)
Hamza TÜRKMEN; Mücadele Araçları ve Duruş
26 Nisan 2011, Özgün Duruş Sayı 85.
Kur’ani mesajı sosyalleştirme, yeniden inşa ve ıslah çabalarının taşıdığı ruhu paylaşmak istemelerine rağmen, içinde bulunduğumuz merhale ve yol haritamızla ilgili tertil fıkhını gereğince istişare edemeyen bazı kardeşler, abartılı bir endişe içindeler.
(MP : Gelinen noktadaki büyük kirlenme ve yozlaşma, sizin abartarak desteklediğiniz anayasa değişikliklerinin ve aktif destekçisi olmakla kalmayıp herkesi de “taraf olmaya” çağırıp zorladığınız laik-demokratik, Kemalist ve kapitalist olan iktidarın ürünü olduğuna göre, uydurduğunuz “tertil fıkhı” sizi bataklığa sürüklenmekten kurtaramadı. Üstelik sizlerin basiretsizlikle göremediğiniz bizim endişe ve uyarılarımızın da abartılı değil haklı olduğu vakıa ile de 10 yılda ispat oldu. Hâlâ akletmeyecek misiniz?)
İslami mücadele saflarımızdan sistem içi değerlere savrulanlara baktığımızda bu endişeyi anlamamız mümkündür. Ama mücadele safhamızın gereklerine göre yapılan istişari içtihadlar karşısında, vakıa bilgisinden kopuk yorumlar ve son gelişmelerle ilgili İslami oluşumlara ve şahsiyetlere ağır ve çoğu zaman da vakıa ile tekabüliyeti olmayan ağır eleştiriler kullanılmaktadır. Bu savunmacı ve itham edici dil, içe kapanmakta ve yorumlarını nasslaştıran farklı bir yanlışlıklar sürecine işaret etmektedir.
Kur’ani eksende modernizmin ve gelenekçiliğin kirlerinden arınarak oluşturduğumuz ilkelerimiz, değer olarak egemen sistemin dışında veya tüm beşeri sistemlerin üstündedir. Ama özel ve tüzel varlığımızla yerel ve küresel cahili sistemin içinde bulunuyoruz. Zorunlu ve temel ihtiyaçlarımızı sistem içi ilişkilerle elde ediyoruz. Bu çerçevede Mekke cahili ortamı içinde Haşimoğullarının silahlarının himayesinde veya Habeşistan veya Yesrib’te kendilerine sınırlı da olsa özgürlük alanları bulan Rasul (s) ve Rasul’le birlikte olanların duruşu ve örnekliği bizler için biriciktir. Ve Mekke cahiliyyesinin kuşatması altında sorunlaşan farklı ilişkiler konusunda vahiyle bildirilen diğer Rasullerin farklı yöntem, ilişki ve tavır örneklikleri de. Asıl olan cahili sistem içi ilişkilerde açık şahitlik ve ilkeli duruş hattının günümüzde de yaşatılabilmesidir.
(MP : Batıl sistem içinde kimi araçları kullanmak ya da hicret etmek gibi kimi ruhsatlara başvurmayı, laik Kemalist sistemin hükmetme makamlarında yer alarak “Allah’ın inzal ettiklerine aykırı teşri”de bulunmakla ya da bu şirk eylemini gerçekleştirenlerin hem de Müslim oldukları saptırıcı beyanıyla aktif destekçisi olmakla özdeş gösterecek kadar aşırı uçlara kayabildiniz? İşin aslı saptırdığınız gibi asla değildir ve “Mekke cahili ortamı içinde Haşimoğullarının silahlarının himayesinde veya Habeşistan veya Yesrib’te kendilerine sınırlı da olsa özgürlük alanları” aramaları, “eman” vb. sistem içi işleyişten istifade etmeleri, akıde ve temel ilkelerinden hiçbir taviz vermeden ve onların şirk amellerine bulaşmadan kullanılan araçlardır. Rasûllerin böylesine ilkeli kalarak ve taviz vermeden kullandıkları kimi araçlarla, sizin benzettiğiniz ve büyük tavizler vererek gerçekleştirdiğiniz laik Kemalist partileri desteklemek ya da laik meclis ve hükümetlerde yer alarak hevayı ilahlaştıran biçimde teşri’de bulunmak gibi durum ve amellerin hiçbir alakası yoktur.)
Önümüzdeki ay Türkiye, genel seçim arafesinde olacak. 12 Eylül referandumunda ise sistemin kimliğimizi ve geleceğimizi tasfiye etmeye çalışan tutumuna karşı, sistem içi şartları kolaylaştırıcı bir revizyon imkanı gerçekleşti. (MP: Tam tersine en kanlı vesayet ve darbenin yolu açıldı.) Son Ortadoğu intifadasında ise İslami çevrelerin dilinde tiranlara ve işbirlikçi rejimlere karşı demokrasi talepleri dolaşıyor.
Seçimler demokrasinin aracıdır. Demokrasi ise halk yığınlarını ve iktidarı temsil eden kelimelerden türetilmiş Eski Yunan’a ve Batı paradigmasına ait bir kavramdır. Toplumsal yönetimde her türlü kimliğin ifadesine temsil hakkı verdiğini iddia eden demokrasi modelleri, halk yönetimlerini ifade etmektedir. Ama iddia edildiğinin aksine kadınlara eşit oy hakkı ABD’de 1960’a, İsviçre’de 1971’e kadar tanınmamıştır; daha ziyade temsil yeteneğini ya profesyonel politikacılar ya da baskı grupları olarak lobiler oluşturmaktadır. Rabbimizin mutedil olanların dışında çoğunluğun yaptığı işlerin kötü olduğunu bildiren (5/66) hükmü, karşımıza çoğunluğun tiranlığı olarak çıkabilmektedir. Ama bütün bu tür zaaflarına rağmen kuşatıldığımız batılı sistem ve paradigma içinde totaliter sistem türlerine nisbetle demokratik sistem daha imkanlı bir işleyiştir. Türkiye’de veya Ortadoğu’da cahili sistemlerin daha az zararlı yüzünü ifade etmemiz, kuşatılmışlığımızın, İslami kurum ve kavramlarımızı asırlardan bu yana modelleştirememiş olmamız nedeniyledir.
(MP : Bu acımasız bir iftiradır. Cahilî sistemlerin daha az zararlısının peşinde tükettiğiniz enerji ve zamanınızı özgün kavram ve modelimizi kavramak ve üzerinde düşünmek için sarf etseydiniz bugünkü büyük savrulmayı yaşamazdınız. Özgün kavramlarımız, nebevî yöntem ve modelimizin temel taşları, vahiyle ortaya konmuş, Rasûlullah (s) ve ashabının güzel örnekliğinde Mekke-Medine sürecinde ete kemiğe büründürülüp takip edilmesi gereken yolun işaretleri belirgin biçimde bize ulaştırılmıştır. Kur’an’ı nüzul sırasıyla ve siyerle paralel biçimde okuyan herkes, Rasulün ve ashabının bıraktıkları yoldaki işaretleri fark etmekte asla zorlanmaz. Bunları yok sayarak “İslami kurum ve kavramlarımızı asırlardan bu yana modelleştirememiş olmamız” içerikli kendi zaafınızdan kaynaklanan sonuçları asırlara yıkmaya çalışmanız ve Mekke-Medine sürecinde adeta bağıran “yoldaki işaretleri” görmezden gelerek kendi savrulmalarınıza bahaneler aramanız, sizde var olduğunu inandığım birikim adına gerçekten üzücüdür.)
Eğitimde, ticarette, kültür hayatında veya siyasette çoğu zaman iddia düzeyinde de kalsa demokratik sistemin eşitlik ilkesi dolayısıyla faaliyet gösterebiliyoruz. Bizi kuşatan yerel ve küresel sistemin daha kötü şartları karşısında, daha az kötü olan uygulamasıyla ilgili kavramlarını ödünç olarak kullanıyoruz.
(MP : Zihinleri “ödünç” batıl kavramlarla işgal edilmiş olanlar, bu kirlenmiş zihinleriyle asla özgün düşünce ve projeler üretemezler. Ödünç kavramlarla özgün inşalar gerçekleştiremez ve sistemin ufuklarını aşamazlar. Ancak sizler gibi, “karşıtına sığınarak var olmaya” çabalarlar ve sürekli batıl sistem içinde oyalanıp bu bataklıkta çırpındıkça batarlar. İnşaAllah bu açıklamalar, yeni nesillerin aynı delikten ısırılmasına ve aynı ufuksuzlukla aynı bataklığa sürüklenmelerine engel olacak bir uyanışa vesile olur.)
Ama bu sistem içi araçların taşıdığı değerlere demokrat olmak, liberal olmak, sosyal demokrat olmak şeklinde biat etmek, İslami kimlikli bir şahsiyet için söz konusu olmamalıdır. Ticaretten siyasete kadar sistem içi araçları kullanmanın şartı İslam’ı ve İslami kimliği örtmeyen bir duruştur. Seçimlerden, dergi, dernek, işletme, toplantı ve gösteri faaliyetlerine kadar sistem içi araçlarla ve olaylarla irtibatımız, ancak İslami duruşumuzla birlikte değerlendirilmeli; çıkar amaçlı değil, inşa ve ıslah faaliyetlerimize özgürlük alanı açmaya matuf olmalıdır.
(MP : Bir daha altını çizelim ki, küfür sistemi içi şirk usulü anayasa ve yasa yapmak amacıyla oy kullanmak ya da küfürle hükmetme makamlarına gelmek için laik demokratik seçimlere katılmak yahut da bu şirk makamlarına gelmek için seçilmek üzere aday olanlara “aktif destekçi” olmak, akidevî ilkeler ve nebevî yöntemle zıt bir sapmayı teşkil etmektedir. Buna rağmen, laik sistem içinde “seçimler ile dergi, dernek, işletme, toplantı ve gösteri faaliyetlerine kadar” her şeyi aynı kategoride değerlendirip aynı meşruiyet zemininde değerlendirmeye çalışmak eğer cehaletten kaynaklanmıyorsa, ki muhataplarımız için bu şık muhaldir, o halde kasıtlı bir saptırma hedefi güdülmektedir.)
Mısır intifadasında İhvan-ı Müslimin, safhalı ve tekamülcü bir inkılap anlayışı içinde şartları özgürleştirici taleplerden yararlanmasını bildi. Ama sisteme eklemlenme riski konusunda hala bir imtihan eşiği altında bulunuyor. Türkiye’deki son referandum oylamasında da totaliter sistemden kurtulma imkanları yakalandı. Ama 12 Haziran seçimlerine yaklaşırken laik, Kemalist ve kapitalist sistemi aşma niyeti gösteren bir açılım temayüz etmedi.
(MP : Çok kısa süre sonra böyle bir imkanın asla yakalanmadığı ortaya çıktığına göre, demek ki kısa süre sonra bu batıl yolun nasıl bir riske yol açacağını ve umdukları imkanları asla yakalayamayacaklarını göremeyecek biçimde basiretleri körelmiş durumdaymış.)
Batılı değerlere dayanan ulusal sistemi/sistemleri aşmamız, birikimimizi ve içtihadi çabalarımızı bütünleştirmekle mümkündür. Bu nedenle Kur’an temelli bir metodolojiye, doğru bir dünya ve sistem analizine, hikmetli bir bakış, yöntem ve üslup tarzına ihtiyacımız bulunmaktadır. Seçimlerimiz çıkardan, tüketimden, hazdan yana değil; insanları hakka davet konusunda özgünlüğümüzü hissettirmekten yana olmalıdır.
Hamza TÜRKMEN; İslami Mücadele ve Metot Konusunda Muhasebe
Mayıs 2011
Sindirilmiş olan Müslümanların 1945’te çok partili sisteme geçerken sunulan kısmi özgürlük ortamından yararlanma çabaları, yeni oluşturulan ulusal sistem içi şartları algılamadaki hazırlıksızlığa, sahih bilgi yetersizliğine rağmen İslam’ın sosyal alanda unutulmuşluğunu aşma gayretlerini alevlendirdi. Bu alev yeterli bir bilince değil ama o sahih bilince yönelmenin ortamını ateşleyen bir İslami duyarlılık çevresinin genişlemesine neden oldu. Yeniden alevlenme imkânı bulan İslami duyarlılık, Müslüman camia için gelenekçi ve uzlaşmacı söylemlerle de olsa gündemde yer almanın İslami şartlarını tartışmaya açmış oldu.
(MP : Daha önce bu durumu, “karşıtına sığınarak var olma ve sağcılaşıp sisteme entegre olma” örneği olarak gösterirlerdi. Bugün kendi geldikleri durum da o günkü sisteme doğru savrulmanın benzeri olunca, bugünkü kendi durumlarını meşrulaştırmak için o günle ilgili eski değerlendirmelerini de revize etme cihetine gittiler. Böylece daha önce “karşıtına sığınarak var olma ve sisteme eklemlenip sağcılaşma” olarak niteledikleri DP’ye taraftar ve destekçi olmaya savrulmak biçimindeki değerlenndirmelerini, bugünkü kendi durumlarını dikkate alarak, “İslam’ın sosyal alanda unutulmuşluğunu aşma gayretlerini alevlendirdiği ve bu alevin yeterli bir bilince değil ama o sahih bilince yönelmenin ortamını ateşleyen bir İslami duyarlılık çevresinin genişlemesine neden olduğu ve sonuçta da yeniden alevlenme imkânı bulan İslami duyarlılıkları” yükselttiği iddiasına dönüştürdüler. Aşağıdaki satırlar da aynı revize teme çabasının ürünü olarak yazılmış görünmektedir.)
Müslümanlar medreselerinin ve camilerinin kapatıldığı, alfabelerinin ve hac farizalarının yasaklandığı bir süreçten geliyorlardı. Türkiye’de çok partili sisteme geçilirken Müslümanların sistemin işleyişine katılması da amaçlanmıştı. Müslümanlar kurulan yeni tuzakları kavrama deneyimine henüz sahip değillerdi ama demokrasiye geçiş olarak adlandırılan yeni kısmi özgürlük alanlarından sınırlı da olsa yararlanmaya çalıştılar. Çok partili sisteme geçerken dergi, dernek, parti aracılığı ile Müslümanlar kendilerini dışa dönük yüzleriyle hissettirmeye çalıştılar. Ama İslam’ı yeniden tebliğ etme çabaları, eklektik kimliklerini aşacak kıvamda değildi. Hatta sistem içi araçları hangi ölçülerle kullanacaklarını bilememenin getirdiği yetersizlik ve deneyimsizlik de söz konusuydu.
Müslümanların bu zaaflı ve zayıf hali, eklektik kimliklerine ulusal ideolojinin bazı kirliliklerinin de eklemlenmesini önleyemedi. Ama İslam’ı yaşama arzusu, onun adalet ve esenlik iklimine duyulan özlem aidiyeti, modern süreç ve pratik sorunlar içinde “İslami çözümün ne olacağı ve nasıl sağlanacağı” tartışmasını gündemleştirdi. Atalet ve sessizlik içine itilmiş, sindirilmiş Müslümanların hayatla yeniden buluşma gayretleri tuzaklarla çevrili hale gelse de önemliydi. Kıyametin kopacağı bilinse de elde tutulan fidanın dikilmesinden vazgeçilmemesi eğitimine sahip olan insanların, yeterli arınma ve mücadele deneyimlerinden geçmeden kendilerini “mağara ashabı”na benzetmeleri doğru değildi.
…“değer” (dünya görüşü, ideoloji ve yasama) olarak sistemin dışında veya üstünde ama kuşatıldığımız vakıayı ifade etmek bağlamında da sistemin içinde olduğumuz ve kendi inancımıza hürriyet alanı buluncaya kadar ekonomiden kültüre, eğitimden siyasete kadar uygun sistem içi araçları kullanmanın kaçınılmazlığı gerçeği de atlanmamalıdır.
Yorumlar:
- Hamza Türkmen/ 07 Mayıs 2011 10:00
Önce demokratik ortamı istediği için İHVAN’ın “tevhidi stratejisinden kayma” yaşadığı yaklaşımına bakalım. Şu anda Batılı paradigmanın ürettiği ulusal şirk sistemlerinin içinde yaşıyoruz. Ümmetimiz bilinç ve güç düzeyi olarak dağılmış. Ehven-i şer de dense, “daha az kötüyü tercih etmek” İslam fıkhının bir kaidesidir ve delillerinden bir tanesi de Rum Suresi’nin ilk ayetidir.
Önemli olan “daha az kötü”yü ona eklemlenmek için mi tercih ettiğimiz, yoksa inşa ve ıslah faaliyetlerimiz için daha uygun bir ortam olarak değerlendireceğimiz için mi? Bu husus İHVAN’ın imtihanı olduğu kadar; dergi, dernek, parti, ticarethane, memurluk-işçilik-tüccarlık gibi ulusal sistem içi araçları kullanan tüm Müslümanların da imtihanıdır.
Ulusal sistem içinde totaliter ortamları demokratik ortamlara tercih etmek, kendine tevhidilik vasfını yakıştıran kişilerden daha çok zalimlerin tercihidir. Mekki sureleri ve Siret’i Mekke ve Habeşistan ortamına göre okuyamamak demektir.
- Ekram Daştan / 14 Mayıs 2011
geçen sene referandunda bir takım gerekçelerle evet oyuna taraf olmuştunuz şimdi kazanımları koruma adına önümüzdeki seçimlerde akp’ye taraf olunacak yarınlarda başka başka gerekçeler çıkacak ve yine mevcut statükonun işleyişine bir şekilde katkı sağlanarak ümmet yol bulmaya çalışacak.benim korkum “kazanımlarımızı koruma adına” cümlesinden yola çıkarak ülkedeki politikanın bir parçası haline dönüşmek ve hatta partileşerek kulluk sorumluluğunu da siyasete havale etmek. etrafımızda “ehveni şer” dilini kullanarak savrulan o kadar çok müslüman var ki sizlerinde bu dili kullanmanız sizleri takip eden biri olarak beni endişelendiriyor.
Hamza TÜRKMEN; Vahyi Ölçülere Göre İdeal Politika – Reel Politika
28 Mayıs 2013
Ulusal sınırlar içinde her birimiz tutsak konuma düşürülmüştük. Hayatın bütünü içinde inancımızı şahitleştirmenin yasak olduğu bu açık hava cezaevlerinin artık numaralanmış üyeleriydik. Onlar için ilahi kadim bir geleneğin özneleri değil, tüketim kültürünün istatistiki sayılarıydık.
Peki İslami aidiyetlerimiz içinde var kalabilmek, özgürleşebilmek ve modelleşebilmek nasıl mümkün olacaktı? 1. Kuşatılmışlığımızı ve donanımsızlığımızı gözetmeyen vakıa dışı planlar ve romantik özlemlerle mi olacaktı? 2. Yoksa donanım zayıflığımızın ve kuşatılmışlığımızın farkındalığı içinde ideal olan ile reel olan arasında tutarlı çözümleme ve korelasyonlar oluşturarak mı olacaktı?
İlk Kur’an talebelerinin gündemine, kuşatılmışlıkları içinde o zamanki bilinen boyutuyla dünya hakimleri arasındaki mücadele Rum Sûresi’nin ilk ayetleri ile taşınmıştı. Ve müşrik özellikler taşıyan Rum’un diğer müşrik güç olan Sasaniler karşısında sevinçle karşılanacak bir galibiyet alacağından bahsedilmesi, ideal siyaset içinde reel siyasetin (reel politiğin) önemini gösteren bir işarettir.
..reel siyaset, ideal siyaset doğrultusunda meşruiyetini vahyi ölçülerin izin verdiği ruhsatlardan almalıdır.
Müslümanlar için reel siyasetin şaz/aykırı olan üretilmiş teorisi, genellikle daru’l-hap fıkhı’nın cevaz verdiği yanlışlardan beslenir. Reel siyasetin doğru olan ilke ve örnekliğini ise Kur’an kıssaları içinde en vazıh olarak Hz. Yusuf’un mücadelesi ortaya koyar.
AK Parti Hükümeti, içinde bulunduğu sistemi Kemalist, laik, Türkçü, Batıcı ve NATO’cu yapmadı. Kendini bu cahili sistem içinde var kıldı.
(MP : Bu doğru olduğu gibi, Türkçülüğü, kemalizmi ve batıcılıkla NATO’culuğu önce kendisi benimseyip bölgeyi onların istediği istikamette dönüştürmek üzere BOP ve Medeniyetler Arası İttifak eş-başkanlıklarını da üstlenerek modellik yapan da daha önce İslamî duyarlılıkları sebebiyle bu sapkınlıklara meyletmeyen kesimi “Allah ile aldatmak” suretiyle sistemle barıştırarak bu sapkınlıkları benimsemelerini sağlayan da “hak maskeli batıl” Erdoğan oldu. Üstelik bütün bunları, sizin de desteğinizle Bahçeli ve Perinçek’i mihmandar edinerek gerçekleştirdi.)
Yeterli görelim veya görmeyelim kolonyalist bir sistem ve küresel bir kuşatma içinde reformlar yoluyla tedrici özgürlük alanları açmaya; iç ve dış politikada halkının İslam kültüründen gelen değerlerine saygılı olmaya çalışıyor.
(MP : “Laiklik İslam ile bağdaşır”, “din bireyseldir”, “ekonminin-paranın dini imanı olmaz”, “1400 yıllık hükümlerle olmaz”, “İslam’ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. Siz İslam’ı 14 asır öncesi hükümleri ile bugün uygulayamazsınız.” diyerek mi “halkının İslam kültüründen gelen değerlerine saygılı olmaya çalışıyor?” Üstelik siz de bugüne kadar bu İslam’ı tahrif edici açıklamalarına dair bir tek eleştiri cümlesi kurmadınız ve bunlara rağmen desteklemeyi sürdürdünüz.)
Hamza TÜRKMEN; Seçilmek ve Kefen Giyme Bilinci
15 Nisan 2015
Dünya Sosyal Formu’nun meydanlarda milyonların haykırışıyla gündeme getirdiği arayışın sloganı ise ‘Başka bir dünya mümkün!’ idi.
Dünya egemenlerinin inisiyatifini kırmak için R. T. Erdoğan’ın söylediği ve söylemekte olduğu da farklı değil: ‘Dünya beşten büyüktür!’
Ekonomik, kültürel ve hukuki sömürü ağı içinde kurulan bu düzeneğe, hayat rehberimiz olan Kitab-ı Kerim ‘cahiliyye’ demektedir.
Türkiye’de ve tüm ümmet coğrafyasında Müslimlerin derdi de cahiliyyeden ayrışabilmek ve istikballerini üretebilmektir.
Hizmette asıl olan, bu bilinç seviyesinde olabilmek ve özgürlük yolunda elde edilen kazanımlardır.
Bu imtihanda üç seçeneğimiz var:
- Aşmak,
- Eklemlenmek,
- İnzivaya çekilmek.
Raşid Gannuşi’den Halid Meşal’e, Muhammed Bedii’den Recep Tayyip Erdoğan’a duyulan ilgi ve sevginin nedeni de birinci şıkkın istikametini seçtiklerindendir.
R.T. Erdoğan’ın çizgisi için birçok eleştiriler yapılabilir. Ama onun egemenler karşısında halk, çevre ve fıtri değerler adına ‘idam gömleği’ni giymeyi göze almadığı söylenemez. Muhammed Bedii, Muhammed Mursi hatta Raşid Gannuşi için de…
HAMZA TÜRKMEN; Tarafınız Belli Olsun!…
01 Haziran 2015
Asıl imtihan, Mekke Dönemi panayırları, îlaf kurumu, himâye-emân müessesesi, Habeşistan şartları gibi zorunlu kaldığımız sistem içi alanları ve araçları kullanırken ne kadar özgün kalabildiğimiz, elbisemize çamur sıçratmadan yürüyebildiğimiz konusundadır.
1991’den itibaren yayınladığımız Haksöz Dergisi’nin 6. sayısında ciddi bir tarih, toplum ve durum değerlendirmesi gerekliliği üzerinde durduktan sonra kullandığımız bir iki ifadeyi hatırlatayım:
Araçlar, inisiyatif altına alınabildiği ölçüde değer taşırlar. Ayrıca İslami amacın evrenselliği ve sürekliliği, araçların ise izâfiliği ve geçiciliği unutulmamalıdır.”
Sisteme eklemlenenlere ve temiz kalmak sanısıyla mağaralara çekilenlere karşın, bugünkü cahili sistemi aşmanın yolu, âdâbı içinde imkânları değerlendirebilmektir.
AK Parti öncü kadrosunun halktan, ümmetten, düşünce ve inanç özgürlüklerinden yana oluşturduğu alan tüm ümmet coğrafyasının sevinci haline gelmiştir. Haksöz’ün son kapak manşeti bu ilgiye dikkat çekiyor: ‘Ümmetin Dostları ve Düşmanları Arasında 7 Haziran Seçimleri”
Ama bizler Suriye, Gazze, Mısır ve diğer coğrafyalarımızla ellerimiz ayrıştırılsın istemiyoruz. Bizler yeniden derin yapıların; Ant tapıncının; başörtüsü ve İmam Hatip Okulları yasaklarının geri gelmesini istemiyoruz.
Bu nedenle de Müslümanlara tarafınızı belli edin; mağaralara çekilmeyin ve nefsinizin ayartmalarına yenilmeyin diyoruz.
Yorumlar:
- selahaddin karakılıc/ 02 Haziran 2015 16:41
kat i naslarla sabit olan bir vakıa için ictihat olmaz görüş de olmaz şöyle yapsak böyle yapsak da denmez menfaatımız bunu gerektiriyor da denmez vs vs.
Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.(ahzab 36)
oy vermezsek daha kötü olacak diye, bir beşer olarak gayba yönelik bir yorum ve bir hüküm koyamayız koysakta ilim ifade etmez ”…Allah bilir de siz bilmezsiniz.”(bakara 216)
- ali tezkorkmaz/ 02 Haziran 2015 12:05
olay içtihadi deniyor ama hamza bey’in içtihad olarak sunduğu “ya oy vereceksin! yada OY VERECEKSİN!” seçenekleri mevcut. birini sakin söylüyor, ufacık bir eleştiri söz konusu olunca ikinci seçeneğe geçerek, hiddetli bir şekilde OY VERECEKSİN! diyor. Müslümanların bir kısmı ak partiye muhalif olmadıklarını ama oy vermeye duygusal olarak karşı olduklarını yada itikadi olarak karşı olduklarını yada ak parti içindeki pislikler yüzünden (ki bunların sayısı çok fazla) oy vermek istemediklerini söylemeleri Hamza Bey’i çıldırtıyor. ister kendi camiasından olsun ister dışarıdan hemen o şahısları siliyor. vallahi de billahi de yakışmıyor. selam ile…
- vel asr/ 02 Haziran 2015 11:41
Haksöz, kendi süreçlerine, hareket fıkıhlarına dört başı mamur bir özeleştiri getirmeden, her dönem de hep en doğrusunu söylediğini ve hep en doğru yerde durduğunu iddia ede gelmiştir. Oysa yapması gereken toplumu, siyaseti, parlamentoyu, demokrasiyi, milli İslamcılık hurafeleriyle
ilişkilerindeki dönüşüm ve değişimleri bir ya da bir kaç sayıda dergide tartışmalıdır diye düşünüyorum. Ondan sonra “Haksöz camiası olarak genel seçimlerde Ak Parti’ye oy veriyoruz, sizleri de vermeye davet ediyoruz” yorumu üzerinde konuşulabilir. Daha önceleri göreceli olarak özgürlüklerden yana tavır alan partiler (liberal muhafazakar özal) ve Erbakan hoca siyaseti ümmet ve özgürlükler için ne ifade ediyordu? O zamanlar da böyle çağrılar sıklıkla ve büyük puntolarla yapılıyor muydu? Bu ve buna benzer tavırlarda okuyucu yorumları aslında tarihsel evrilmenin ipuçlarını veriyor olamaz mı?
- Ahmet/ 02 Haziran 2015 10:06
Hamza abinin kendi içtihadını veya haksözün içtihadını millete dayamaktan, mutlak doğruymuş gibi addetmekten ve kendisi gibi düşünmeyip oy kullanmayanları “mağaralara çekilen” insanlar tanımlamaktan vazgeçmesi gerek. Bu sert üslup, bu kaba tanımlamalar başta hamza abiye sonra da haksöze yakışmıyor.
“…. ve temiz kalmak sanısıyla mağaralara çekilenlere karşın…” böyle bir üslup olabilir mi ya? Hem mesele içtihadi bir meseledir diyeceksiniz, hem de oy kullanmayanları mağara insanı olarak tanımlayacaksınız öyle mi?
- serdar/ 02 Haziran 2015 08:42
dört yanlışın bir doğruyu götürdüğünü sayarsak AKP’nin bütün doğrularının yaptığı yanlışlarla gittiği bir dönemdeyiz. islami bildiğimiz bir oluşum veya parti, ne yazık ki islami değerlerden uzak yaşıyor. şirk ve ululaştırma söylemlerine ses çıkarılmıyor, haramlar helalleşiyor. adalet kaybolan değer. özgürlükler ise her kesime aynı. bu yüzden ateist dernekleri kuruldu, LGBT yaygınlaştı, serbestleşti. vb. bunlar düşünüldüğünde islam adına olumlu bir tavır görülmemektedir. alim suskun, diyanet suskun..böyle uzar gider..
- selahattin karakılıç/ 01 Haziran 2015 16:33
islamda ölçü şer’i hükümdür eğer bir müslümanın davranışıyla alakalı bir yazı yazıyorsanız şer’i delillere dayandırarak yazmanız gerekmektedir. o halde bu yazı kim için, bir müslüman olarak alacağımız bir şey yok malesef Allah korusun Rabbimizin hakkı olan rububiyet ve uluhiyeti bir beşeremi vereceğiz o beşeri hükümde Allah a ortakmı kılacağız bu nasıl bir sevdadır……..
Hamza TÜRKMEN; Seçimler Arifesinde Nasihatleşme…
02 Haziran 2015
Şu bilinmeli ki AK Parti’nin kazanmasını istememiz, bir partinin desteklenmesi değil, ümmetin kazanımlarının ve imkânlarının savunulmasıdır. Tabii ki Suriye İslami mücadelesinin, Gazze intifadasının, Mısır direnişinin veya Arakan’ın tek sesi ve ümidi haline gelen bir yönetimin yaşamasını ve kaybetmemesini istemek, İslami davayı yüreğinde hissedenlerin işi olabilir.
(MP : Tam tersine, Ümmetin aleyhine olan politikaları lehinde olduğu zannedilenlerden çok daha fazla olmuştur. Her şeyden önce ümmeti emperyalist projeler istikametinde dönüştürmeye laikleştirmeye çaba sarf etmiştir. Suriye’nin de Mısır’ın da bu hale gelmesinde ve büyük bedeller ödemelerinde kendilerinden sonraki en büyük vebal Erdoğan’ın Batı etkisiyle ürettiği yanlış politikalara aittir.)
Haksöz Dergisi de Özgür-Der rehberliği de hayatın içinde vahiyle fıkhetmek konusunda Türkiye Müslümanlarının geçmişten bugüne sınavlardan geçerek gelen öncü ve hikmetli çizgisini ifade etmektedirler. Sistem içi araçları vahyi çerçevede Resulullah’ın ve tüm resullerin hayatlarından çıkarttıkları ilkelerle kullanmanın yolunu şimdi gündeme getirmiyorlar.
AK Parti bir kitle partisi. İçinde birçok eğilim var. Bizim istediğimiz bu kurum içinde Müslümanların ümmetin sesine kulak vermesi, Müslimlere düşmanlık yapmayacak politikalar kurmalarıdır. AK Parti’de mücadele vermeyi seçen Müslümanları, imkân olursa bağımsız İslami kimlik ve duruşun önemini anlatır, ideal olanı göstermeye çalışırız; ama kişi yerinde sabit kalmayı önceliyorsa ve İslami duyarlılıktan da kopmamışsa, “O zaman hiç değilse Türkiye’de ve ümmet coğrafyasında Müslümanların önünü açacak siyaset üretin” deriz.
Ancak bu hedefe varıncaya kadar tutsağı olduğumuz cahili sistemler içinde tanıklık yapan; ayrıca sistem içi araçları vahyi ölçüler içinde kullanan Resul-u Ekrem’in ve diğer Resullerin örnekliğini Kur’an bütünlüğünden ve Mütevatir Sünnet’ten kavrayarak çıkarttığımız ilkelerle bir açılım yapmaya çalışıyoruz. Bu açılımımızı Türkiye Müslümanlarına en azından basın alanında mevsuk olarak 1988’den beri anlatmaya, yardımcı olmaya ve tanıklık etmeye çalışıyoruz.
AK Parti konusunu şer’i olarak 60/8-9 bağlamında ele almamızdan, hatta tüzel kişilik bağlamında Rum Sûresi’ni hatırlatmamızdan rahatsız olanlar yorumumuza mı kızıyorlar, yoksa Rabbimizin bildirimlerine mi?
Sorumuz yanlış anlaşılmasın; bazı selefi ve rivayetçi tipler tarihte de bazı kere günümüzde de zanni rivayetlerle veya yorumlarıyla Kur’an’ın ayetlerini bile nesh edebilme cahilliğini, bazen de üslup olarak küstahlığını göstermeleri nedeniyle bu soruyu bu şekilde soruyorum. Bu sorum, sadece bir yorumcuya değil; bu tarzda eleştiri sunarken durdukları yerden yaklaşımımızı “eklemlenme” olarak niteleme bühtanında bulunanlara da yönelik. (Üsluba bak)
Aykırı yorumlar yapan arkadaşlara diyeceğim şu: “Tekfirci IŞİD çizgisindekiler hariç tüm ümmet coğrafyasındaki ezilenler ve kanaat önderlerimiz Tayyip Erdoğan çizgisini takdir ediyor. O zaman tüm ümmet coğrafyasındaki İslami oluşumlar yanlış yapıyor, sadece klavyeye tıklayan sizin elleriniz mi doğruyu yazıyor?”
Bu süreçte AK Parti’ye oy vermeği ümmetin geleceği için faydalı gören yazı ve tavırlarımız için yorum yazanların biyografilerini ve gerçek kimliklerini de bilmiyoruz.
Şahitlik ya da adalet duygusunu yitirmiş ve havanda su döven kelamcılardan/”tevhidilerden” mi?
Yorumlar
- Hakan y./ 03 Haziran 2015 00:00
Önce mesele içtihadidir diyeceksiniz, sonra kendi yorumunuzu mutlak doğru olarak addedecek ve sizin gibi düşünmeyenlere mağara insanı, selefi kafa, fıkhedemeyen kişi vs diyeceksiniz sonra da nasihat… Hamza abi insanları kırmadan görüş belirtemiyor mu acaba?
- Adem/ 02 Haziran 2015 20:09
Her müslümanı bir şeyle yaftalamışsınız Hamza Bey. yalnız vermiş olduğunuz hükümlerde bir tane bile delil zikretmemişsiniz. Önceki yazınızı da okudum hangi delile binaen ak partiyi desteklemeliyiz bulamadım. Sizin şahsi fikirleriniz ümmeti bağlamaz. nasihatleriniz Kur’an ve sünnete uymadığında insanları yönlendirmiş olduğunuz cahili sistemlerden dolayı Allah’a hesap vereceğimizi unutmamanızı tavsiye ederim. Hüküm Allah’ındır ve O asla hükmüne ortak kabul etmez.
- Fatih İncesu / 03 Haziran 2015
Necaşi örneği, Taifte Resulullahın (s.a.v) kendisine sığınıp eman müessesesinden istifade ettiği şahsın örneği, Resulullahın (s.a.v) tebliğ faaliyetleri için bir çeşit fırsat olarak algıladığı panayırlar örneği, ilaf müessesesi örneği, Ebu Talib himayesi, Ambargo zamanında Mekke’nin insaflı müşriklerinden karınca kararınca da olsa gizlice yapılan yardımları kabul etme örneği, Hudeybiye anlaşması vs vs.. ve bunlara ek olarak verilebilecek olan Mümtehine 8-9 veya Hz.Yusuf’un maliye bakanlığına denk bir konumda zikredilen örneği, Rum ve Persin savaşında Rum’un galibiyetinden yana olma örneği vs..
Mekke’nin zalim, baskıcı, müşrik Ebu Leheb’indense Habeşistanın Adil, Hristiyan Necaşi’sini stratejik olarak tercih etmek, yani bir çeşit hayati sığınma örnekliğini okurken şu noktayı nasıl görüyoruz: Sığınmak bir çeşit teba olmaktır. Teba olmak ise karar mekanizmasında etken, belirleyici olmak değil; verili sistem içinde sana ilkesel bir tavizi de gerektirmeyen istifadeciliği konum kılar ki bu noktada Mekke’den göç eden müminlerin Habeşistan’daki mevcut idari mekanizmada, yönetim sürecinin ve işleyişinin direkt, aktif bir katılımcısı olduklarını söyleyebilir miyiz?
Mesela eman müessesesinden “istifade” etmek; bir usul olarak eman müessesesini işleten mekanizmada belirleyici, düzenleyici hukuki kaideleri işleten tahkimata-hükümata bir tarz dahiliyyet anlamı taşıyor diyebilir miyiz? Acaba burada ilkesel bir sakıncası bulunmayan bir müesseseden istifade edilebilirliği müessese ve kaide üreten yönetim organlarında belirleyici rol üstlenmek şeklinde nasıl anlarız?
Ha keza İlaf müessesesinden de istifade edilmesi ilaf müessesesini üreten mekanizmanın belirleyiciliğine yetkili olan sistemin yönetsel mekanizmasına aktif katılımı da içeriyor diyebilir miyiz? Kısaca yukarda verilen örneklerden kaç tanesi zarureten tabiiyyet gerektirdiğinden dolayı ve temelinde istifade edilmesinde sakınca bulunmayan hususlar iken bunlara biz sistem içi araçları üreten mekanizmanın da yönetim ve hüküm süreçlerinin belirleyiciliğine dahil olunmanın da örnekleri olduğunu söyleyebiliyor muyuz?
Nihayetinde Resulullah tüm bu sistem içi araçlardan istifade etmiş olsa bile bu araçların hiç biri bizatihi sistemin yönetsel, tahkim mekanizmasını ifade etmiyor. Oysa bugün bizler elbette niyet olarak ümmetin maslahatlarını önceleme endişesini temele alarak sistem içi araçların bizim tevhidi duruşumuza zarar vermeyen, ilkesel çatışma yaratmayan araçlarından istifade edebiliriz; ama bu araçları üreten mesela vakıf veya dernek kurma kanununu üreten hukuk belirleyici-yönetsel süreç ve araçların işletim hakkını da devralmak aynı şey midir?
Şayet bugün oy vermeyi biz bu örneklerden yola çıkarak ve sistem içi araçlardan istifade kapsamında ele alacaksak bence bu kıyas daha farklı, daha doyurucu örnekler istiyor.
Nihayetinde farkına varılmadan belki de aşındırdığımız beşeri ahkamın belirleyicisi olmamak hususunda oy verilmemesinin kendisiyle delillendirilmeye çalışıldığı kitabi referansların açtığı içtihadi çizgiyi geçersiz kılacak; uğrunda hicretin gerçekleştiği, müdahanenin reddedildiği, pratik manada bir çok ekonomik ve sosyal kazanımı vaazeden usullerin benimsenmediği nihai nokta sistem içi araçlardan istifadeyi mübah sayarken sistem içinde belirleyiciliği (yani bir bakıma sistem olmayı) kabul etmemiştir.
Şayet bu çıkarımlarım oy kullanmanın bir çeşit, sistemin belirleyici mekanizmalarını ele geçirip bunu Müslümanların ve ümmetin görece maslahatı için kabzetmeyi olumlayan esaslı delillerle geçersiz kılınacaksa; o halde bundan önceki süreçlerde neden Refah Partisini desteklemediğimi sorgulayacağım. Veya bundan sonraki süreçte Ak Parti içinde daha aktif bir şekilde ıslah düşüncesi fertlerinin konumları ele alıp bu araç üzerinden emanet ve liyakate uygun güçlü adımlar atmalı değiller mi? Değilse şayet bu aracın dışında kalıp salt nasihatle araç üzerinden ümmet maslahatı gütmemiz de bir çeşit tavırsızlık olmaz mı?
Hamza TÜRKMEN; Seçimler ve Ümmetin Geleceği
03 Haziran 2015
Sorumluluğun veya gafilliğin, dayanışmanın veya ayrışmanın açığa çıktığı bir seçim sürecini yaşıyoruz.
İçeride ve dışarıda ümmete dostluk elini uzatanlar ve ümmeti imkânlı kılmaya çalışanlarla; değerlerimize savaş açanların, zalimlerin ve emperyal hesaplara yardım edenlerin bloklaştığı bir seçim süreci bu.
Ümmetin haklarını savunanlar ve sesi olmaya çalışanlarla; ümmetin kimliğini sindirmek, alt kimliğe indirgemek hatta yasaklamak isteyenlerin…
İnanç, düşünce, ekonomik ve hukuki güvenlik ortamını güçlendirmek isteyenlerle; bu imkânları darbelemek, İslami kazanımlarımızı ellerimizden almak isteyenlerin bloklaştığı bir seçim süreci bu.
Bu tüzel kişiliklerin içinde deist, ateist, ulusalcı, liberal veya sosyalist kişiler yanında, tabii ki Müslümanlar da var. Ama önemli olan bu tüzel kişiliklerin Müslümanlara, ümmete ve Hak’tan olan değerlere karşı tutumunun ne olduğudur?
Bir tarafta Gezi Parkı Kalkışması’yla bütünleşen Türkiye’den Mısır’a, Suriye’ye kadar insani ve İslami gelişmelerin önünü kesmeye çalışan, Tel Aviv-Washington çizgisinin işbirlikçisi blok. Öbür tarafta yerli olanı; hukuku, halkın ve Müslümanların kazanımlarını savunan blok.
İslam’ı azaltmaya çalışanlarla, İslami bütünlüğe hürmet edenler…
Ümmettin düşmanlarıyla, dostları…
Müslümanların seçimlerde AK Parti’ye vereceği desteğin önceliği partiye değil, ümmetin geleceğinedir.
Tunus İslami Yöneliş ve Nahda hareketlerinin kurucusu Abdulfettah Moro’nun geçen gün verdiği demeç, tedebbür edeceğimiz keyfiyetin kapısını tıklamalı:
“AK Parti, İslami Hareketlere Yönelik Kuşatmayı Kırdı!..”
Hamza TÜRKMEN; Barikatları Aşmanın Yolu!..
05 Haziran 2015
Fıtratımızı okşayan, kalbimize dokunan ‘One Munite’ veya ‘Dünya beşten büyüktür’ sözleri çok önemli. Ama bu sözü söylemek de onu alkışlamak da yetmiyor; arkasını doldurmak gerekiyor.
Kelâmileşmiş tevhîdilik nutukları atmak yerine, cahiliyyenin barikatlardan bir tuğla sökmeye koyulmak veya -şu veya bu tarzda- zincirlenmiş ezilenlerin nefesi olmaya çalışmak çok daha fıtri ve İslami.
Musa (a)’ın kavmine “Allah’ın size yazdığı kutsal toprağa (Beytu’l Makdis’e) girin” dediği ve mücadele kapısının da gösterildiği halde (5/21-23) yan çizenler gibi, bugün de zor geçitler karşısında içtihadlarını veya ilmihallerini yenilemesi gerekenler, mazeret üretici laflara dalıyorlar.
Hanifler gibi temiz kalmak sanısıyla gündeme dâhil olmayanlar, Türkiye’deki sisteme öfkelenen gençleri, ya hududullahı gözetmeyen feda eylemcilerinin romantizmine sevkediyorlar, ya da İslami değerlerden yabancılaşmış çözülüşlerin akıntısına kaptırıyorlar.
Değişen şartlara karşı vahyi ölçülerle içtihadlarını veya ilmihalini yenilemeyen birikim, küflenmeye ya da yosun tutmaya mahkûmdur.
(MP : Şu hepsi de hak ile batılı ileri derecede karıştırmış ve batıla Hak maskesi geçirip insanları “Allah ile aldatmak” üzere statüko dinine teolojik destek vermeye adanmış ifadeleri, lütfen dikkatli okuyun ve bu karışık, ekletik zihnin İslâm’a, İslami kimlik ve değerlerimize, tevhidî uyanış sürecimize daha fazla zarar vermemesi için lütfen Müslümanları uyarın.)
Hamza TÜRKMEN; Yenilgi Hepimizin, Yeni İmtihanlara Hazır mıyız?…
07 Haziran 2015
(MP : Bu yazıları okurken, laikliği içselleştirip bütün İslam coğrafyasına da kabul ettirmek için mücadele etmekle de yetinmeyerek “İslam’ın laiklikle bağdaştığını, dinin bireysel olduğunu, ekonominin-paranın dini-imanı olmadığını ve kendisinin de, partisinin de sırat-ı müstakim üzere olduğunu ve ayrılanların saptığını” iddia ve iftira ederek İslam’ı tahrif etmek için sürekli çaba sarf eden BOP eşbaşkanı Erdoğan ve laik, demokratik, Kemalist AKP ile ileri derecede bütünleşmiş ve bu amaçla Hakkı batıl için araçsallaştırmaktan çekinmeyen bir zihnin ürettiklerinin şok edici etkisi altında kaldığınızı biliyorum. Ancak İslam’a ve Müslümanlara bu derece büyük zararlar veren bu tür zihinleri tanımanın ve ifşa edip zararlarını azaltmanın önemli sorumluluğumuz olduğunu unutmamalıyız.)
İç ve dış istikbar, global bir dayanışma ile başarılı oldu.
AK Parti genel seçimleri kaybetti.
Bu seçim sürecinde vesayet karşıtlarının mı, Batıcı statükonun mu ya da ümmet dostlarının mı, karşıtlarının mı kazanacağı hepimizi ilgilendiriyordu.
Görüşlerini nasslaştırıp veya tevhidi bilgilerini kelâmileştirip oy vermeyi ‘şirk’ sayan eğilimi de -kendi tutumlarıyla çelişse bile- seçim sonuçları ilgilendiriyordu.
Ve şimdi, hemen, acilen yenilgiden ders çıkartmanın, çözücü değil yapıcı eleştirilerle yeni hamlelere hazırlanmanın vakti.
Ayrıca AK Parti, ümmet coğrafyasına açtığı yüreğini, 28 Şubat’tan bu yana darbecilere ve Aydınlanmacı çözülmeye karşı duran ıslah ve şahidlik çizgisinin birikimine, yani “İslamcılara” da açmalı.
Özellikle rantsız, ihalesiz, torpilsiz niyet ve tavırlarla hakkı ve adaleti savunan ıslah ve inşa çizgisinin Türkiye birikimini dinlemeli… Klasik “milli dindar” cemaat sığınmacılığını ve türbecilik tazimciliğini bırakmalı.
Başarısızlığın çöküntüsü sadece bizleri etkilemiyor; ümmet coğrafyasında da düş kırıklığı oluşturuyor.
Muhammed ümmetine dosluk gösteren tüzel kişiliğin yani AK Parti’nin birçok yanlışları olsa dahi, kimliğimizle ilgili yasaklara karşı olduğu ve ümmet coğrafyasına el uzattığı için oyumuzla ya da gönlümüzle destekledik. Seçim kritik dedik. İslami olmayan AK Parti’nin Batılı cephe karşısında kaybetmesini sanırım hiçbir Müslüman istememiştir. “Sasaniler” yenilsin, sonra “Rumlar”ın yanlışlarını gündeme getirelim dedik.
Dua ile veya Müslümanların oyu ile desteklenmek istenen bir tüzel kişilik bu seçimlerde kaybetti ise tabii ki maslahat açısından bu bizlerin de kaybı değil midir?
(MP : Söylediğiniz ya da uydurduğunuz şeylerin hiçbirisi doğru değil. “İslamî Kimlikle ilgili 100 yasaktan birkaç tanesini” kaldırmasının karşılığında İslamî kesimin imanını çalan, “Darbeci-baskıcı kemalizmin laikleştiremediği beş vakit namaz kılan “dindar” halkının %70’ini laikleştirme başarısını(!) gösteren”, kendini İslam’a nispet eden halkının değerlerinin tümünü çürütecek “6284 misali yasalar, İstanbul Sözleşmesi misali sözleşmeler yürürlüğe koyarak aileyi yıkıp dağıtan, zinayı serbest bırakıp genç evliliği yasaklayarak hem de tecavüz suçuyla hapislere tıkıp çocuklarını sefalete mahkûm eden, eşcinselliği teşvik edip yayan, yeni nesilleri sekülerleştirip deist olmaya iten, şarap fabrikalarının sayısını, ulusal kumarhane piyangonun çeşidini arttırmakla övünen hep sizin desteklediğiniz Erdoğan ve laik Kemalist kapitalist iktidarı değil mi?
Kemal Kılıçdaroğlu iktidar olsaydı, açık batıl olduğu için “hak maskeli batılın” İslam’a verdiği zararı siteseydi dahi veremezdi. Dilinize doladığınız ve asla vakıayla örtüşmeyen ezberinizi ne kadar tekrarlarsanız tekrarlayın, Erdoğan, güttüğü ve uyguladığı bu politikalarıyla, İslam’ı tahrif ve laik devlet için araçsallaştıran açıklama ve uygulamalarıyla Rum ve Sasanilerin toplamından daha büyük bir tehlike olmuş ve sizin Rum ordusuna asker yazılmanız sebebiyle de İslam’a İslamî uyanışa çok büyük zararlar vermiştir.
İnsanî ve İslamî değer adına ne varsa yozlaştırıp kirletmiş ve en önemlisi İslam’a büyük zararlar verip toplumsal ahlakı çürütmüş bir iktidarın dönemiyle ilgili eleştirilip itiraz edilmesi gereken o kadar çok husus var ki, buna rağmen itiraz edenler sadece bazılarına eleştiri getirip aktif desteklerinin devamını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bazı konularda itiraz edip eleştirenler, “biz doğrularını destekleyip yanlışlarını eleştiriyoruz” diyerek kendilerini rahatlatmaya ve konumlarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Ancak itiraz edip eleştirmedikleri konuların tamamını da destekledikleri sonucunun çıkması sebebiyle “laiklik İslam ile bağdaşır”, “din bireyseldir” misali İslam’ı tahrif etmeye yönelik açıklamaları ve İslam’ı laik devlet ve kurumları için araçsallaştırmaya ve aileyi yıkan, gençliği seküler ve deist hale getiren, yolsuzluk, yoksulluk ve haksızlık üreten politikalara ve daha nicelerine destek vermiş konumuna düşmüş bulunuyorlar.
Bu çevrelere seslenerek diyoruz ki; AKP ve Erdoğan’ın “Doğrusunu destekleyip yanlışına karşı çıkıyoruz” sözünüze itibar edip pratikte de sadece “Türkçülük, Atatürkçülük konusunda ve kimi hak ve hukuk ihlalleri” için itiraz edip de İslâm’ı laik devlet ve (TSK, Yargıtay, MİT, Jandarma vb) kurumları için araçsallaştıran politikalarına desteğinizi de dikkate aldığımızda, İslam’ı tahrife yönelik açıklamalarının hiçbirisine de tek bir eleştiri cümlesi kurmamanızdan hareketle, bu tahrifatları sizin de desteklediğiniz ve benimsediğiniz sonucu çıkarılabilir. Nitekim Hayrettin Karaman ve Faruk Beşer misali ABANT Konsili katılımcısı Saray “alimleri”ni baş tacı ederek, onların te’vili abartıp tahrife yol açarak Maide Suresi ayetlerini çarpıtmak suretiyle yaptıkları ayet metniyle ilgisiz çıkarımlarını esas almak suretiyle, “inkâr etmeden” ilavesi yaparak “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin mü’min/muvahhid ve Müslüman oldukları” kanaatine varmış olmanız da böyle bir sonucun doğru olacağına işaret sayılabilir.)
Hamza TÜRKMEN; AK Parti ve Yenilenme İhtiyacı
12 Eylül 2015
Kurulduğundan bu yana ‘3 Y’ ile yani ‘yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar’ ile mücadele edecek ‘muhafazakar-demokrat’ ya da ‘milli dindar’ bir kimlikle yürüyen AK Parti iktidarına Batı-dışı toplumlarda ve ümmet coğrafyasında model olarak bakıldı. Bu yaklaşım, küresel kapitalist baronları oldukça tedirgin etti.
‘Türkiye Modeli’, işbirlikçi rejimler altında ezilen Müslüman halkların ve müstezafların özlemini duyduğu hukukileşen açık bir rejimi ifade etti. AK Parti’nin takdir toplayan bu başarısı da 3 Y istikametinde finale ulaşmaktan ziyade; ekonomik kalkınma ve istikrarı yakalama, yasakları ve işkenceyi engelleme; ayrıca yerel ve küresel vesayetten kurtulma hamlelerine dayanıyordu.
Resul’u Ekrem’in Mekke toplumunda cahili kuşatmayı vahyin işaretleri doğrultusunda îlâf, davet yemekleri, hicretli iltica, panayırlar, himaye müessesesi gibi imkânları gözeterek aşma uygulamaları ve Rum Sûresi’ndeki örnekte olduğu gibi dünyanın gidişatının lehte ve aleyhte olan boyutlarının takip edilmesi tabii ki bizler için hem itikadi hem siyasi örneklikler oluşturmaktadır.
Evrensel İslami ölçüleri hakem belirlemenin yasak olduğu rejimlerde, reel siyaset alanıyla irtibatımızı, tabii ki Resulullah’ın vahyin rehberliğinde gösterdiği hat istikametini gözeterek kurmalıyız.
Laik anayasa kuralları içinde kurulan; ama İslam’a düşman olmayan; yasaların yükümlülüğü dışında Müslim olanlarla, ümmetin maslahatı ile savaşmayan hatta dostça davranmaya çalışan AK Parti tüzel kişiliğine de Rabbimizin işareti gereği (60/8) adaleti oranında adil davranmak zorundayız.
Organik bir parçası olmayanlardan da, ümmetin maslahatı ve vesayetin giderilmesi için fiili veya duygusal destekler kazanan bu partinin bir araç olarak tabii ki daha imkânlı olmasını, Mısır’dan Arakan’a, Şam’dan Diyarıbekir’e kadar fıtrat ve adaletten yana olan hangi fıtratı bozulmamış insan, hangi Müslüman istemez ki?
AK Parti Türkiye’yi vesayetten kurtarmak isteyen sosyolojinin ve ‘Dünya beşten büyüktür’ haykırışındaki özgürlük arayışının mevziidir. Fıtrat ve adaletten yana bu mevziinin önemini kavrayamayan ve sadece kendi çıkarlarını, menfaatlerini ön planda tutan cemaatler, lobiler, yöneticiler ve mebuslar 7 Haziran 2015 seçimlerindeki mağlubiyetin gerçek müsebbipleridirler.
Yeni AK Parti, Erdoğan-Davutoğlu çizgisinin çok iyi bildiği ‘fıtri özellikler’ ile buluşan ve ‘adil bir dünya’ arayışının kalbine dokunan tercihleri ön plana çıkartmalıdır.
Hamza TÜRKMEN Beklenilen 3 Yden Ötesi…
14 Eylül 2015
Recep Tayyip Erdoğan niçin sevilir?
Öncelikle İstanbul Belediye Başkanı iken çizdiği başarılı Müslüman yönetici profili nedeniyle sevilir.
ezilen kimliklerin, ötelenen ortak değerlerimizin gücü yettiği oranında sesini ve özlemlerini dillendirdiği, bu doğrultuda adım attığı için sevilir.
Tarihin ve ümmetin akışıyla barışık AK Parti’nin üstlendiği misyonun (7 Haziran 2015 seçimlerindeki yenilgiyle) bu yürüyüşte aldığı yara, Türkiye’de olsun ümmet coğrafyasında olsun Rabia yürekli insanları üzdü.
Hamza TÜRKMEN; Ümmetin Maslahatı
19 Eylül 2015
AK Parti hak ve adalet mücadelesinde Çevre’nin sesi olmak, yerel ve küresel vesayeti aşmak, baskılanan ve ezilen İslâmî kimliğimize alan açmak için sistem içi en önemli araçlardan birisi hâline geldi. Ve bu aracın mesafe alması için de tutarlı ve gözünü budaktan sakınmayan bir yürüyüş üzere olmak gerekliydi. AK Parti yürüyüşünün öncüsü riskleri aşa aşa gelen, statükoya boyun eğmeyen ve bedel ödemeyi göze alan Recep Tayyip Erdoğan oldu.
Bu öncülüğü ve misyonu paylaşmak isteyenler bölünmeyi veya devirmeyi isteyenler olamaz.
Seçim arifesindeyiz. 7 Haziran seçimleri için Haksöz Dergisi’nin attığı manşet şuydu:
‘Ümmetin Dostları ve Düşmanları Arasında 7 Haziran Seçimleri’.
Bu başlığın ifade ettiği şartlar devam ediyor.
Hamza TÜRKMEN; Verili Devleti Aşmak Ya da Dönüştürmek
Haksöz Dergisi – Sayı: 295 – Ekim 15
Coğrafyalarımızda Sykes Picot’la planlanan ve 1921’de haritası çizilen statükoları aşmak ve ümmeti diriltmek doğrultusunda üç toplumsal tavır öne çıkmıştır.
Birincisi: Muhammed Reşid Rıza, Muhammed İkbal, Mevlana Ebu’l Kelam Azad, Hasan el-Benna, Ebu’l Âla Mevdudi, Malik bin Nebi, Takiyyuddin Nebhani, Ruhullah Humeyni, Raşid Gannuşi, Muhammed Bedii gibi öncü kişilerle birlikte “dikey veya yatay dönüşüm” çabalarıyla tutsaklıktan kurtulmak, Müslümanlara özgürlük alanları açmak için mücadele veren özeleştiriye açık ciddi bir deneyim süreci yaşanmıştır.
İkincisi: Hükümran (Firavun) olan “melik”in “konum” verip yardımcılığına getirmek istediği Yusuf (a)’ın, hazinedar olmayı talep etmesi konusu (12/54-55) İslami olmayan sistemler içinde de yönetim tecrübesiyle ilgili tefekkuh etmemiz gereken bir kapıdır. Bu konuda Suud’da yönetime gelen Faysal bin Abdülaziz (1964-1975), Türkiye’de iktidara gelen R. Tayyip Erdoğan (2003-2015), Gazze’de yönetime gelen HAMAS (2006-2015), Mısır’da yönetime gelen Muhammed Mursi (2012-2013) yöntem itibariyle de, Müslümanlara hizmet itibariyle de müzakere edilmesi ya da tartışılması gereken önemli deneyimlere imza atmışlardır.
Üçüncüsü: İşgale ve sömürüye karşı zaruri olarak silaha sarılan direniş hareketleri Müslüman olarak var kalabilmek yanında “dikey veya yatay dönüşüm” hareketlerinin yolunu izlemektedirler.
“La” ile tamamlanan “İlahe İllallah” şiarımızdaki bütünlük, Resulullah’ın (s) sireti ile örneklendirdiği cahiliyeyi aşmanın ve Kur’ani bütünlükteki mesajın formülleşen ifadesidir. Yani hayatın bütün alanlarında Rabbimizin otoritesinden başka bütün otoriteleri reddetmenin taahhüdüdür.
Kur’an’dan ve tüm resullerin siretlerinden öğrendiğimiz kelime-i tevhid algımız, her türlü tutsaklığa, zulme, şirke, zorbalığa ve tüm cahilî eğilimlere muhalefet içinde Rabbani doğrulara yönelmek ve bu hattı yaşatmak azmi demektir. Bu istikamet bütün muslihlerin, salihlerin, şehitlerin hattıdır. Bu hat, modernist ve gelenekçi algıların asabiyelerini aşmaya yönelmiş ıslah hareketlerinin hattıdır. Bu hat, ıslah eğilimi içinde dirayet çizgisini göğertmek, dinde derin bir anlayış ve ilim elde etmek (tefekkuh) için sefere çıkanların(9/122) imkânıdır. Bu hat ile bütünleşmeyen tüm “La” söylemleri sahte muhalefetlerden ve öykünmeci itirazların cahiliyesinden kurtulamaz.
. Kur’an bütünlüğünde muhkem ayetlere ve aslı Kur’an’da bulunan Mütevatir Muhammedi Sünnet’e dayanan sabitelerimiz genel-geçerdir, başka bir ifadeyle evrenseldir. Değişkenlerimizden oluşan nasslardan ve Muhammedi Sünnet’ten çıkarımlarımız, yorum ve içtihatlarımız ise zaman ve şartlar değiştikçe tabii ki sabitelerimiz çerçevesinde yenilenmelidir.
Ulus devletlerde legal anlamda işleyen sistem demek; vatan, bayrak, tarih, sınır, devlet gibi kutsalların varlığını cumhuriyetçi, kralcı, diktacı veya demokratik uygulamalarla ulusal sınırlar içinde yaşayan vatandaşlarla bütünleştirmek demektir. Ulusu ve ulus-devleti oluşturan bu öğelerin tanım ve yorum biçimleri laik veya dinî formlarda yapılsa da önemli olan şeklî mutabakattaki müştereklerdir.
Maalesef ki, İslami özgürlükleri ve uygulamaları öncelemekle beraber duyarlılık düzeyini henüz aşamamış İslami hareketlerin ve yerel/bölgesel İslami çabaların önemli bir kısmı, kurtulmaya çalıştıkları ulusal cahilî sistemlerin mitolojik tarih, kavim asabiyesi, bayrak ve vatan mitleri gibi ulusçuluk ideolojisinin etkisinden yeterince kurtulup, bu konularda ıslah-ı nefs aşamasına ulaşamamışlardır.
İslami olmayan sistemler içinde tutsak hale düşen ümmeti uyandırıp yeniden bir ıslah ve inşa çizgisine yöneltmek gerekmektedir. Saldırılar ve baskılar karşısında direnişimiz var kalmak ve mevcut değerlerimizi korumak içindir. Bu tür süreçlerde de iktidara yürümek için ümmetin niteliksel temellerinin de farkında olunmalıdır. Temeli oluşmayan çatı inşaatları için emekler heder edilmemelidir.
Ulus toplumlarda gündemleştirebildiğimiz, daha ziyade insani ve İslami duyarlılıklardır. Oysa bu duyarlılıkların vahyî bilinç seviyesine ulaşmada merhalelerin katedilmesi gerekmektedir. Bunun için de İslami ve fıtri haklarımızı elde etmeye, kendimize özgürlük alanları açmaya ihtiyacımız vardır. Bu da ister istemez nasıl bir devlet ve sistem içinde yaşadığımızın bilinmesini gerektiriyor. Rum Suresinin girişinde gösterildiği gibi öteki güçler arasında neyin yakın neyin uzak tehlike olduğunun farkında olunması gerekiyor.
Yusuf (a) dönemindeki Firavun’a da “melik” denmiş vebu melik muhtemel kıtlık vakıası karşısında hazinenin işleyişini Yusuf aleyhisselama tevdi etmiştir (12/54, 56). Bu melikin Yusuf’un tevhidi mesajına teslim olduğuna veya karşı çıktığına dair Kitab-ı Kerim’de herhangi bir işaret yoktur; ama Resul ile temasa geçtikten sonra onun kimliğiyle ve mesajıyla da kavga etmemiştir. Yusuf’u zindana attıran melikin vezirinin dayandığı Firavun sisteminin zulmü ve haksızlığından, Yusuf kıssasından anlaşıldığına göre daha sonraki aşamada Yusuf’un ilahi temelde yönlendirmeleriyle daha nizami ve fıtri bir sisteme adım atıldığı anlaşılmaktadır.
Kur’an’da halka hizmet fonksiyonu öne çıkan bu üçüncü melik türü, Mümtehine Suresinde Müslimlerle din konusunda kıtal yapmayan/savaşmayan ve onları diyarlarından sürmeyen güçlere (60/8) benzemektedir. Rabbimiz müminlere böyle davrananlara da iyilik etmeyi ve adaletle davranmayı men etmediğini bildirmektedir.
İşte İslami olmayan sistemlerde ya da devletlerde yönetim tecrübesi yaşayan Müslümanların durumu da Yusuf’un melik karşısındaki konumu ve melikin de değişen pozisyonu bağlamlarında ele alınıp müzakereye açılmalıdır. Bahsettiğimiz yönetimlerdeki Faysal, Erdoğan, HAMAS ve Mursi pratikleriyle ilgili pozisyonlar da yine bu bağlamda müzakere edilebilmelidir.
(MP : Bırakın Hz. Yusuf’u, ona iktidarı devreden Melik bile, Erdoğan gibi İslam hakkında konuşup tahrif etmeye kalkışmıyordu. Şirk hukuku ile hükmedip ben “sırat-ı müstakim üzereyim” demiyordu. Yusuf (as) da, “Melik’in şirk yasalarıyla hükmeden düzeni ile İslam uzlaşır” diyor muydu? Yusuf (as), Melik’in şirk hukuku ile mi hükmediyordu? Hayır. Tam tersine daha zindanda iken “Hüküm ancak Allah’ındır” diyen Yusuf (as), tüm ülkede tam yetkiyle hakim kılınmış ve bir Rasul nasıl ve neyle hükmedecek idiyse onunla hükmediyor ve tabii ki tedricen toplumu İslamî bir yönetime hazılayarak o istikamette değiştirerek ilerliyordu. Allah’ın hükümleriyle hükmedilen bir ülkeye doğru giden bu süreçte Melik tarafından hiçbir engel çıkarılmıyordu. Yusuf (as) Melik’e ve düzenine değil Melik Yusuf’a (as) teslim olmuştu. Bu hakkati, yandaşı olunan laik Erdoğan iktidarına meşruiyet kazandırmak adına çarpıtarak onun şirke bulaşmış ve İslam’ı tedricen uygulamaya koymayı bırakın var olan duyarlılıkları bile tüketip tahrif eden konumunu Yusuf’a (as) benzetmek, hem ayetleri tahrif hem de Hz. Yusuf’a iftira etmek değil de nedir?)
Erdoğan hükümetleri halkın İslami değerleriyle kavga etmediler, Müslümanların önüne barikatlar örmediler; üstelik hak ve hürriyetler konusunda halkın önünü açtılar. Böylece devletin dayatmacı, halkın insani ve İslami değerlerini baskı altına alan ceberut boyutunu geriletip, devletin hukuki boyutunu ve hizmet görevini ön plana çıkartmaya çalıştılar.
Bilinçli ve yeterli bir halk örgütlenmesi ve dayanışması oluşturamayan İran Devrimi gibi dikey, Mısır intifadası gibi yatay toplumsal dönüşüm stratejileri yanında; Yusuf (a) gibi mevcut sistem içinde ve şartları iyileştirerek Müslümanların geleceğe hazırlanmaları için özgürlük alanları açmanın, sistem içi rol üstlenmenin ilkesel şartlarını tartışmanın da önemi gittikçe gündemleşmektedir.
Ancak Resulullah döneminde Mekke’de olsun Habeşistan’da olsun sistem içi araçları kullanmanın veya Yusuf (a) gibi sistemde rol almanın ilkesel ve fiziksel şartları vardır.
AK Partililer eski duygu ve alışkanlıklardan kolay kolay vazgeçemiyorlar. 2015 Eylül ayında Star gazetesindeki başlıklardan birisi şuydu: “Erdoğan fani, devlet baki!” Oysa bırakın şirk kokan kutsal Türk devleti algısını, “hakem devlet”in bile kalıcılığını garanti etmek mümkün değildir. Çünkü Allah’ın yarattığı tüm kullar ölümlüyken, kul yapısı olan devlet gibi her varlık da haydi haydi ölümlüdür.
Sistem içinde rol alarak fıtrata ve vahyî çizgiye yol açma imkânını, inzal olan Yusuf kıssası ile Resulullah’a öğreten bizzat Allah-u Teâlâ’dır.
(MP : Bunları yazarak hem Yusuf (as)’a hem de Rasûlullah’a (s) iftira atarak AKP ve Erdoğan’ın konumunu meşrulaştırmaya kalkışan büyük bir saptırma çabası gösterebilmektedir. Hâlbuki bu batıl içindeki tarafgirliğinden ve kirlilikten bir miktar arınıp berrak bir zihne kavuşarak bağımsız düşünebilse kendi cümlesindeki çelişkiyi kolayca fark edebilecektir. Eğer iftira ettiği gibi “Sistem içinde rol alarak fıtrata ve vahyî çizgiye yol açma imkânını, inzal olan Yusuf kıssası ile Rasulullah’a öğreten bizzat Allahu Teâlâ” olmuş olsaydı, Rasûlullah’ın (s) neden onca baskı ve işkenceye rağmen, bir avuç iman etmiş arkadaşını korumak maslahatıyla Mekke sisteminin başına geçmek bile teklif edildiği halde, Türkmen’in beyanıyla hâşâ Allah’ın lutfettiği bir imkânı reddetmek gibi bir konumu tercih ettiği izah edilemezdi. Yoksa o, iddia ettiğiniz gibi “Allah’ın öğrettiği bu sistem içinde rol almak suretiyle fıtrata ve vahye yol açma imkânını” kabul etmedi de tavizsiz izzetli bir örnekliği hâşâ Allah’a rağmen mi ortaya koymuş oldu?
Eğer dediğiniz doğru olsaydı, Rasûlullah (s) asla bunu dikkate almayan bir tercih yapmaz, Allah’ın kendisine sunduğu bu imkânı kullanmayarak arkadaşlarını ağır işkence ve şehid edilmenin ya da hicretin zor şartlarına terk etmezdi. Eğer dediğiniz gibi olaydı, Rasulullah’ın (s) “kardeşim Yusuf Firavun’un şirk sisteminde ‘Maliye/Hazine Bakanlığına’ bile razı oldu, bana ise devletin başına geçmek teklif ediliyor, üstelik Rabbim de bana Yusuf kardeşimin batıl sistem içinde hükmetme makamında görev alınabileceğini örnek gösteriyor” deyip müşrik Mekke şehir devletinin başına geçme teklifini kabul ederek kardeşlerini de zulümden kurtarıp rahatlatmayı tercih etmesi gerekirdi. Kur’an ve siyer bilgileri Hamza Türkmen’i yalanlamakta ve Rasulün mücadele sünnetinde bunun tam tersi yaşanmış bulunmaktadır. Bu örnekten de anlaşılıyor ki, Türkmen, sırf Erdoğan’ın konumunu meşrulaştırmak amacıyla Allah’ın Rasûllerine iftira atmak anlamına gelecek te’villere tevessül etmekten çekinmeyecek bir zihnî karışıklığa sürüklenmiş görünüyor.
Yusuf (as), bir Rasul olarak önce Melik’ten başlayarak bütün toplumu tevhidî daveti götürmekte diğer taraftan emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker yapmakta, İslâmî toplumu inşa sürecini sürdürmekte diğer taraftan tedricen inzal olan hükümlerle hükmetmekte bu inzal ve toplumu hazırlama sürecinde Melik’in yasalarından o ana kadar inzal olmuş hükümlere aykırı olmayanların da yürürlükte kalmak zarureti söz konusu olmaktadır.
Erdoğan’ın iktidarının 20. yılının sonunda hükümet ettiği gibi bütün ülkeye ve bütün kamusal hayata şirkin hakimiyeti olan bir süreç, Yusuf (as)’ın ilk gününde bile yoktur. Yusuf (as) daha başlarken ülkenin tek hâkimi olan Melik’e “putlara tapmanın batıl bir sapkınlık olduğunu ve onları terk edip yalnızca yaratan, yaşatan ve öldürüp hesaba çekecek tek ilah ve Rab olan Allah’a kulluk yapmak gerektiğini” anlatıyor. Yani daha en başında tevhidî tebliğ ederek başlamakta ve “hükmün yalnız Allah’a ait olduğunu” söyleyip göreve gelince de hemen bu inancını uygulamaya koymaktadır. Kur’an bütünlüğünde ve tarihî aktarımlar eşliğinde bir okuma yaptığımızda oluşan kanaat, genel olarak, gerek Kendisine inzal olan gerek Yakup (as)’ın şeriatında var olan hükümlerden hemen uygulanacak durumda olanları uygularken diğer hükümlere uygun bir hukuk sistemini üretmek ve bu sisteme de toplumu hazırlamak için tedrice ihtiyaç olup bu süreçte Melik’in inzal olan vahye aykırılık teşkil etmeyen yasalarını uygulamaya devam ettiği biçimindedir.
Erdoğan ise, 20 yılın sonunda dahi Hz. Yusuf’un görev aldığı ilk gününde bile yapmadığını yapmakta, Kamal putuna ve onun sağlığında koyduğu batıl ilkelere bağlılığını tekrarlamakta ve ülkeyi tamamen onun laiklik ilkesi ve Batıdan ithal edilen hevaya göre yapılmış şirk yasalarıyla yönetmeye devam etmektedir. Hatta bununla da kalmayıp “İslam’ın da aslında laiklik ile bağdaşan bireysel bir din olduğunu” ve dinin devlet alanının dışında olduğunu iddia ve iftira edip tahrifat da yapmaktadır. Buna rağmen, laik Erdoğan dönemini Yusuf (as) örnekliğiyle benzeştirmek Erdoğan’ı meşrulaştırmak için Yusuf (as) ve İslam’ı araçsallaştırıp tahrif etmek fiilini işlemek değil de nedir?)
Kral Faysal’ın Rabıtatu’l-Âlemi-İslam ve IFSO araçlarıyla Türkiye’deki İslami uyanışa yaptığı derin katkıyı atlayamayız. AK Parti Lideri Erdoğan’ın iktidarı sürecinde TC tarihinin Müslümanlar üzerinde yığdığı birçok ağır yükü ve yasakları kaldırdığı ve İslami çalışmalar için uygun hukuki ve teamülî şartlar oluşturduğu da bir vakıadır.
Bu süreçte AK Parti’nin devlette veya polis, MİT, milli eğitim gibi alanlarda gerçekleştirdiği reformlar bir İslamileştirme değil, hukukileştirme ve eşit vatandaşlık söylemini fiiliyata geçirme keyfiyetidir. Bu keyfiyet, yani vesayetten kurtulma, hak ve özgürlüklerin önünü açma çabaları, ümmet coğrafyasında “Türkiye modeli” olarak algılanmaktadır. Ve halkı Müslüman olan ülke toplumları tarafından ‘Türkiye modeli’, kendi cahilî sistemlerine karşı yeni bir mücadele deneyimi olarak takip edilmektedir.
Coğrafyamızda Türkiye modeline paralel olarak demokrasiyi savunan tüm İslami hareketler, İslam dışı bir doktrini veya ideolojiyi akaidleştiriyor değillerdir. Onlar demokrasiyi ulusal devletlerin yönetimi ile ilgili totaliter sistemlere karşı, idari imkânların hukukileşmesi ve daha özgürlükçü bir tercih olarak değerlendirmektedirler.
Demokrasi felsefesinde mutlak olan ölçüyü insan bilir ve devlet için normlar insanların toplumsal sözleşmelerine dayanılarak gerçekleşir. Yani “Hakkın hâkimiyetini”, Prometheus’nin ateşi insanlar için tanrıdan çalması veya Firavunun kendini rableştirmesinde olduğu gibi tamamen insana tevdi ederek kişiyi ilahlaştıran bu felsefe şirktir ve bu anlamda hiçbir Müslüman demokrat değildir.
Ama demokrasinin farklı tanımları ve yürütmeyle ilgili anlamları içinde daha büyük bir cahiliye olan ulusal yapı içindeki totaliter sisteme karşı, demokratik sistem daha imkânlıdır.
Ulusal sistemler içinde totaliter yapı yerine “himaye, eman, davet örfü, ilaf, panayır” gibi sistem içi imkânlar sağlayan demokratik süreçler, Mekkeli Müslümanların Sasanileri seçmek yerine, Necaşi’nin daha özgürlükçü ve hukuki Habeşistan’ını seçmeleri gibidir. Reel siyaset dediğimiz tartışma da bu süreçle ilgilidir.
Reel siyasette demokrasi felsefesine ve “hikmet-i devlet” anlayışının kutsallığına mı hizmet edilecektir; reel siyaset imkânları bireysel veya lobi çıkarları için mi devşirilecektir; yoksa kimlik ve ilkelerimizi kirletmeden zulüm ve ifsadın geriletilmesi ve Müslümanların imkânlı kılınması için mi çalışılacaktır?
Hamza TÜRKMEN; Kim Neye Sevinecek?
31 Ekim 2015
(MP : Görüldüğü üzere, laik Kemalist sistem içi laik bir partinin seçimleri, bir zamanların muvahhid davetçisi Hamza Türkmen’in ve Haksöz çevresinin gündemini ve hayatını son derece kuşatmış bulunmaktadır. Artık tevhide ve Kur’an’a davetin yerini çok büyük ölçüde laik Erdoğan ve AKP’nin savunuculuğu, destekçiliği ve ona destek verme daveti işgal etmiş bulunmaktadır. Gerçekten bu derecede büyük bir savrulma tam anlamıyla bir eklemlenme değilse nedir?)
Yarın Genel Seçimler yapılacak.
Rabbimize şükür ki bu tarihi sosyal olgu içinde öne geçenler, yerli ve İslami kimliğini yitirmeden yayılmacı kapitalist paradigmanın liberal ve sosyalist tonlarına ve içimizden devşirdiği işbirlikçilerine karşı yaralarını onarma gayretinde, reel alanda da çözüm arayışları içindedirler.
Hayatın akışını çekildikleri mağaralarından okuyanlar ve her dönemin adamları bir tarafa, 1 Kasım gecesi sevineceklerin de ve üzüleceklerin de safları şimdiden bellidir.
Bir tarafta kendi kalmak, yerli ve İslami olanı göğertmek isteyenler.
Diğer tarafta Frenkleşmek, fıtri ve vahyi aidiyetlerini çözmek ve yabancılaşmak isteyenler.
Bir çizgi özgürleşme, vesayetten kurtulma, özgünleşerek medenileşme hattı.
Öbür çizgi eklemlenme, vesayet şartlarını tahkim ve post-modernizme öykünen yabancılaşma hattı.
(MP : Tabii ki, bu tür laik parti destekçisi yazılardaki büyük ölçüde batıl hâkimiyeti yanında aralara bir nakarat gibi tekrarlanarak sıkıştırılan İslamî unsurlar ve Kur’an ile siyere atıflar da batıl eylemlerine meşruiyet sağlayıcı bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu durum, tam anlamıyla Muaviye’nin Müslümanları Allah ile aldatmak amacı güderek “mızrakların ucuna Kur’an sayfaları takması”yla örtüşen anlamda bir istismar ve İslam’ı laik bir partiyi desteklemek için araçsallaştırmak değil de nedir?)
Hayata Kur’an’ın gösterdiği maksatlar ve onun en iyi uygulayıcısı Resulullah’ın Sünneti çerçevesinden baktığımızda, tabii ki hayatı da ve son Genel Seçimler’i de, külli maslahatlar ve zorunlu ihtiyaçlar (zaruret-i hamse) çerçevesinde okuyacağız.
Ve tabii ki ötekilerin karşısında, ümmetin maslahatından yana olan çizgiyi seçeceğiz.
01 Kasım 2015
AK Parti iç ve dış statükoya ve vesayet barikatlarına rağmen seçimleri kazandı.
Bir daha tökezlememek için 7 Haziran sonuçlarıyla ilgili yapıcı özeleştiriye de ihtiyacımız çok.
En önemli imkânı R. Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti Hareketi’nin açtığı özgürlük ve kendine yeterlilik hamlesi oluşturdu. Önümüz açıldı. Ümmetin ümidi göğerdi.
Ancak 07 Haziran Genel Seçimleri bir kırılmaydı.
1 Kasım Seçimleri’nde Türkiye halkı ve Müslümanları hikmet ve feraset birikimlerindeki ariflikle bu badireyi de aşmasını bildi.
Seçim sonuçları, fıtratıyla barışmak isteyen halkımız ve yitirdiği değerleri yeniden kuşanmak isteyen ümmetimiz ve ümmetimizin maslahatı için önemli bir aşamadır.
Bu kazanım bizi rahavete ve gevşekliğe sürüklememeli. Dikilecek daha çok söküğümüz var.
Hamza TÜRKMEN; Sevinç ve Teyakkuz
04 Kasım 2015
Seçim zaferiyle birlikte sevinç duaları hale hale.
Sevinenlerin gönülleri Türkiye kadar Suriye’de, Gazze’de, Mısır’da, Arakan’da, Tunus’ta veya Balkanlar’da benzer heyecanlar taşıyor.
kimisinin sevinci kıblemizi değiştirmeye çalışanların yenilgiye uğradığı için; kimisinin ki ümmeti diriltme imkânlarının önü açıldığı için; kimisinin ki Türkiye’nin iktisadi ve siyasi güçlenme fırsatını geliştirebileceği için; kimisinin ki ekonomik istikrarın sağlanacağı için; kimisinin ki PKK ve sivil mafyasının mevzii kaybettiği için…
Ümmet sorumluluğunu yüklenenler için 1 Kasım Genel Seçimleri önemli bir kazanım, önemli bir aşama. Çünkü Malik bin Nebi’nin İslami nahda/uyanış (Batılı literatürle rönesans) ve ıslah (köklü dönüşüm) dediği hedefe adım atmak imkânının kapısı daha çok aralandı.
Bu süreçle elde edilen imkânlar dünyevi refahımız ve kapitalist işleyiş çarkına sorgusuz-sualsiz eklemlenip daha güçlenip kibirlenmek istikametinde mi kullanılacak; yoksa devleti toplumun hizmetkârı kılma hedefi gibi ümmetin kültürünü, eylemini ve birlikte iş yapma kabiliyetini artırmak ve hayatı Kur’an ile aydınlatmak için mi seferber edilecek?
Eksikliklerimiz ulusal/‘milli’ olan daha da güçlensin diyenlerin zaviyesinden mi okunacak; yoksa yitirdiğimiz vahiy nimeti gençlerimizin, toplumun ve zaafa uğrayan ümmetin ruhunda/bilincinde yeniden yeşersin, reel ekonomik ve politik gücümüz ideal olana inkılâp ettirilsin kaygısıyla mı değerlendirilecek?
zorunlu ve hâci ihtiyaçların karşılanması bizi fıtri ve adil bir davanın emekçileri kılabilecek mi? Yoksa kapitalist tüketim kültürünün girdabına mı kapılacağız?
AK Parti Hareketi’nin lideri Tayyip Erdoğan’ın izlediği yol Müslümanlara dost bir çizgi…
Hamza TÜRKMEN; Halk ve Ümmet İçin mi Devlet İçin mi?
07 Kasım 2015
Raşid Gannuşi.
Tunus Nahda Hareketi’nin lideri.
‘1 Kasım günü Allah’ın lütfudur’ diyordu MÜSİAD salonunda.
‘Bu zafer hepimizin, tüm ezilenlerin, tüm ümmetin zaferi. 1 Kazım zaferi üzüntüyü sevince, karamsarlığı ümide dönüştürdü’ diyor.
AK Parti, ulus devleti topluma ve Müslümanlara egemen kılmak için değil, hizmetçi kılmak için reel siyasete adım atmış bir harekettir.
Kazanımlar içindeki ümmetin hakkı, İslamcıların hakkı asla ulus devletin yeniden tahkimi için heder edilmemeli.
Ulusal sistem anayasal yapısı ve ana ritüelleriyle devam ederken ‘Biz merkezi temsil ediyoruz’ gibi muallâk laflardan kaçınılmalıdır. Devlet halkın fıtri ihtiyaçları ve ümmetin maslahatı doğrultusunda araçsallaştırılmalı ve dönüşümüne devam edilmelidir.
Zorluklar, mevcut statükoya tutunmayı değil, aşmayı getirmelidir.
(MP : www.mehmetpamak.com’daki İstikamet Krizine Girmiş Tevhîdî Uyanış Süreci Öncülerini Hâllerini Sorgulamaya Çağırıyorum – VI. BÖLÜM’ü okuduğunuzda, Türkmen’in bütün yüceltici iddialarının tersine, destekledikleri iktidar döneminde İslam’a, Müslümanların bilincine ve genel olarak topluma çok büyük zararlar verilmiştir. “15 Yıllık Mustafa Kamal İktidarında ve 80 yıllık Dönemde Sağlanamayan “Dindar” Kesimi Laikleştirme, Yozlaştırma ve Batıl Sisteme Eklemleme, İstikamet Krizindeki Tevhidî Kesimin Desteklediği 20 Yıllık AKP İktidarında Gerçekleştirilmiştir.”
Tevhîdî uyanış süreci öbeklerinin peşine takılıp meşrulaştırmak için İslam’ı araçsallaştırmaktan bile çekinmedikleri AKP ve Erdoğan’ın 20 yıllık iktidarının sadece bazı sonuçlarını sıraladığımızda bile ne büyük bir felakete yol açtığı ve İslam’a verdiği zararın ne kadar büyük olduğu açık biçimde ortaya çıkmaktadır. Geçmişte tevhîdî uyanış sürecinde yer alıp önemli hizmetler yapan gruplar ve öncüleri, İslam dışı laik ve ulusalcı bir iktidara verdikleri desteğin, kendileri için ilkesel ve akîdevî sıkıntılara yol açmasının yanında bir de bu iktidarın seküler, laik, kapitalist ve ulusalcı politikaları sonucu olarak yaşanmakta olan bütün kirlenme, çürüme ve yozlaşmadan da bizzat sorumlu duruma düşmüşlerdir.
Yaşanan büyük değişim sonucunda, Baskıcı Kemalist Dönemden sonra meydana gelen yeniden tevhîdî uyanışla oluşan birikimin batıl siyasete destek uğruna heba edilmesi sonucunda, İslâmî kimliğin yeniden sosyolojik bir aidiyet iddiasına doğru dönüştüğü tam bir fetret dönemine girildi. Bunun müsebbibi olan iktidara destek verenler, aşağıdaki linkte yer alan yazımızda sadece bir kısmı sıralanan yozlaştırıcı bütün uygulamalardan da pay sahibi olmazlar mı?
Mutlaka Bilinmesi Gereken İlave Bazı tespitlerim:
Dışişleri bakanı olduktan sonra peşine takıldıkları stratejik derinlik yazarı Davutoğlu’nun derinlikten yoksun yanlış politikalarını desteklediler. “Suriye halkının düşmanları olan emperyalist Batılı ülkelerle” “Suriye’nin Dostları” adı altında basiretsiz toplantılar yaparak Suriye’li muhalifleri silahlı mücadeleye teşvik ettikleri süreçte, hangi sebeple olursa olsun Clinton ile kahkaha atıp çak yapabilen ve “Esed’in iki haftası kaldı” diyecek kadar sığ politikalarla emperyalist Batı’nın bölgeyi getirmek istediği kaosa hizmet ettiler.
Üstelik Suriye’de teşvik ettikleri yanlış yöntemi ve Batı güdümlü yanlış AKP politikalarını sürdürme adına vermediğiniz taviz, feda etmediğiniz değer ve ilke kalmadı. Suriye’ye “ulusal çıkar putu” adına müdahale eden ve orada sadece ulusal çıkar için asker bulunduran ve İslam şeriatını birinci öncelikli tehdit olarak görüp Kemalist laikliğin bekçiliğini yapan Atatürkçü TSK’yı “Müslüman halkın değerleri için savaşan ordu” olarak niteleyerek sahiplenecek ve savunacak duruma gelebildiniz. Bununla da yetinmeyip Özgür-Der olarak “TSK ile dayanışma yürüyüşü” düzenleyecek kadar ölçüyü kaçırabildiniz. Neden, neden, neden?
On yıllar geçiyor ama bu yanlış yollarda ilke, irade, bağımsızlık ve direniş ruhunu kaybedip kirlenen Müslümanlar; daha zalim gardiyan yerine zulmü daha az olan gardiyanı seçme dışında bir alternatif de üretemiyorlar. On yıllardır Kur’an okumalarına rağmen, sadece Kur’an ve Sünnet eksenli bir duruş ve davette istikrarlı olmayı, istikamet üzere kalmayı başaramadıkları ve kitleleri sadece vahye davetle yetinmeyip sistem içi laik demokratik siyasete de çağırdıkları için, davetin muhatabı kitlelere güzel bir ufuk, doğru bir istikamet ve sahih bir model de sunamıyorlar. Tam tersine giderek sistem içi düşünmeye daha yatkın hale gelip bâtıl sistemin, laiklik ve kemalizmin en sadık bekçisi ve İslam şeriatının en keskin karşıtı olan TSK’yı bile sahiplenip “Müslüman halkın değerleri için savaşan ordu” diye övecek kadar büyük bir sapmayı yaşayabilmekte ve bunun farkında bile olamamaktadırlar.
Zihinleri kirlenmiş Müslümanlar, sistem içi değişimle kendisini yenileyip yeniden üreten egemen şirk statükosu, statükonun “şirk dini” içinde daha fazla İslami unsura yer verdikçe, bâtıl statüko dininden ve statükonun giderek daha fazla İslami söylemler kullanan liderinden razı hale gelivermektedirler. Egemen statüko ve statükonun dini adına bazı beklentilerine cevap verildiğinde, görece olumlu imkânlar sağlandığında bu kesimlerin sisteme entegrasyonu kolayca sağlanabilmektedir. Zihinsel işgalin varlığı, statüko dininin kabulünü kolaylaştırıcı bir etki yapmaktadır. Müslüman zihin, kültürel işgalden ve demokratik-seküler düşünmekten kurtulup Müslümanca düşünme imkânına ve bağımsızlığına kavuşmadıkça, asla özgün İslami düşünce, fikir ve model üretemeyecektir. Zindan duvarları içindeki “ehven-i şer” arayışlarıyla oyalanıp yerel ve küresel sistemin sınırlarını, duvarlarını aşan bir gelecek tasavvurunu üretmesi de mümkün olmamaktadır, olmayacaktır.
Bu sebeple bir Müslüman, hiçbir şartta ve asla gardiyanlardan birini seçme zilletine razı olmamalıdır. Müslümana yakışan gardiyanlardan gardiyan seçmek değil, vahiyle inşa olan zihniyle zindan duvarlarını aşacak bir mücadeleyle, cezaevi duvarlarını, bâtıl sistemin kuşatma setlerini yıkıp içinde yaşadığı toplumlarda Kur’anî bir inkılâbı gerçekleştirmeye tâlip olmaktır.
Bu Kesimlerle Yaşadığım Bazı İlginç Hatıralarım ve Bu Kesimlerde Yaşanan Büyük Savrulmanın Yol Açtığı Büyük Yozlaşmaya Dair Tespitlerim
Hatırımdan kaldığı kadarıyla 2000’li yılların başlarıydı (2003 olabilir), Ahmet Davutoğlu Bilim ve Sanat Vakfı bünyesinde faaliyet gösteren bir akademisyendi. Yani henüz tağutî sisteminin laiklikle hükmetme makamında yer almamış, görece daha temiz bir konumdaydı. Hamza Türkmen, bana dedi ki, tevhidi uyanış süreci gruplarından olup AKP’ye ilk eklemlenen grubun liderini kastederek “(İMH reisi) M. Güney Ahmet Davutoğlu’na doğru meylediyor, seni dinler onu ziyaret edip bu konuda uyaralım” dedi ve birlikte İnsan vakfı merkezinde kendisini ziyaret ettik. Mehmet Güney’e birlikte mealen şu uyarılarda bulunduk; “Ahmet Davutoğlu’nun entelektüel birikimi yüksek iyi bir akademisyen ve iyi bir insan olduğunu, ancak henüz tevhid akıdesi konusunda yeterince netliğe ulaşamadığını, onunla kurulacak ilişkinin bu konuda ona yardım etmek amaçlı olması gerektiğini, aksine onun tasavvuf ve Osmanlı kültürünün etkisi altındaki geleneksel din algısını bizim çevremize anlatmasına yol açmanın yanlış olacağını” ifade etmeye çalıştık. O da “Davutoğlu çok birikimli birisi ona teslim olalım de bizi ve çevremizdeki kardeşlerimizi eğitsin” dedi ve sonuç alamadan oradan ayrıldık.
Ancak o gün beni M. Güney’in Davutoğlu’na meyletmemesi için uyarmaya götüren Hamza Türkmen’in, Davutoğlu tevhidi ölçülerle bakıldığında o günkü konumundan daha geriye giderek laik sistemin Dışişleri Bakanı olduktan sonra, ülke çapından birçok Müslüman’ı belli aralıklarla İstanbul’da toplayıp Davutoğlu’nun kendilerine brifing vermesini temin etme işlevi görmeye başlamış diye işittiğimde şok oldum. Ondan sonra da “demokrasiyi ödünç almak”, hedefe ulaşmak için bir “merhale” olarak kullanmak ve sonuçta da şirk anayasasına ve AKP’ye aktif destekçilik sürecine doğru hızla ilerlediler. Bu büyük savrulma ve çelişkisini, nasıl bir değişim ve dönüşüm geçirdiğini ifade etmek için 2014 yılındaki son görüşmemizde kendisine hatırlattığımda, “ben o toplantılarda gerektiğinde kendisini eleştiriyorum da” diyerek geçiştirdi. Bu nasıl bir haldir, anlamak da, anlamlandırmak da çok zor doğrusu.
Üstelik AKP destekçiliğine meyleden dört “eski muvahhid”, laik olmakla kalmayıp bütün İslam coğrafyasındaki halklara da laik olmayı tavsiye eden lideri Ankara’daki makamında ziyaret edip görüşmeyi de ihmal etmemişlerdi. Bunlardan birisi olan H. Türkmen, bahsettiğim süreçte 2014 yılında evime yaptığı son ziyaretinde, “laiklik İslam’la bağdaşır, din bireyseldir, paranın dini imanı olmaz” diyen ve laiklikle hükmeden bu kişi hakkında; “Abi baş başa görüştük inan ki senden benden farklı olmayan, senin benim gibi bir Müslüman” diyerek, sahiplenen övgü dolu sözler sarf etmişti. Şok olmuştum. “Senin gibi olabilir, çünkü sen değişerek onun yanına savruldun, ama asla benim gibi değil” diyebilmiştim. Türkmen’in yakın arkadaşı Kenan Alpay da aynı laik siyasi lideri, “mü’min ve muvahhid bir şahsiyet ve ümmetin umudu” olarak ilan edebilmişti. Üstelik, çok yakından tanıyıp serüvenini bildiğim bu siyasi lider, hayatının hiçbir sürecinde, “Laiklik, demokrasi, kapitalizm, kutsal ulus devlet ve İslam olarak da bireysel ibadetlerle Osmanlı ve tasavvuf kültürünü” uzlaştırıp meczeden bir statüko dinini asla aşamamıştır. Nihayet en sonunda 15 Temmuz sonrasında, bu sentezci statüko dinine bir de Perinçek ve MHP’de temsil edilen “Atatürkçülüğü”, “Ulusalcı Kemalizm”i ve “Türkçülüğü” de ilave etmiş bulunmaktadır.
Oysa insanlık Kur’an’ın aydınlığına ve İslam’ın adaletine muhtaç bulunuyor. Tüm dünya modern paradigmanın ürettiği modern cahiliyenin kıskacında, zulüm, sömürü ve adaletsizlik bataklığında çırpınıyor. Özellikle İslam coğrafyasında işgal, sömürü, katliam ve despotizm her yanda egemendir. Önce Despotları çıkar karşılığı destekleyerek, bugün de yine aynı saikle değiştirip yerine gelecek olanı yönlendirmeye çalışarak, emperyalist demokrasiler dünya insanlığına her yanda kan kusturuyorlar. Yolsuzluk, yoksulluk, açlık, sefalet, ahlaksızlık, yozlaşma, bunalım küreselleşti. Rabbine yabancılaşıp fıtratını bozan modern insan hayvandan aşağı konumlarda yer alıp fesadı küreselleştirdi, insanî değerleri ve insanı tüketti. Buna rağmen Müslümanlar, kendilerine on yıllarca zulmeden despotları da var edip destekleyen emperyalizmin rejimi olan demokrasinin peşinde koşuyorlar. İlim sahibi olanlar bile “denize düşen yılana sarılır” diyebiliyorlar.
Hamza Türkmen’in gurubundan Bahadır Kurbanoğlu bile “Ne yapalım demokrasiden başka çaremiz mi var” diyerek önce AKP savunuculuğu yapmak suretiyle bizi, bu yandaşlığı eleştirdiğimiz ve Erdoğan’ın İslam’ı laik devlet için araçsallaştırmasına tepki gösterdiğimiz için “mücadeleyi AKP karşıtlığına indirgemekle suçlayan” yazılar yazarken sonunda laik demokratik Gelecek Partisi kurucusu ve öncüsü konumunda yer alarak, şimdi kendi laik demokrat partisi adına sistemin en zalim partisi CHP ile bile işbirliği yaparak sürekli AKP karşıtlığı yapmaktadır.
Hamza Türkmen ve arkadaşlarının, “Bizim kavram ve modelimiz yok, onların kavram ve modellerini ödünç almak zorundayız” ya da “ehven-i şer’i seçmemiz fıkhen mümkündür” diyerek demokrasi yönünde yapılan yanlış tercihler için meşruiyet zemini oluşturmaya çalışmalarının sonu hep daha çok taviz ve daha çok zillet oldu. Feraset ve basiret yok oldu, batılın peşinde sürükleniliyor. Karşıtına sığınarak var olmaya çalışılıyor. Özgün İslamî kavramlar ve özgün bir İslamî dil ile insanlığı kurtaracak alternatif olan Kur’anî modeli üretme sorumluğunu taşıması gerekenler, ödünç kavramların işgal ettiği zihinsel zindanlarda zalimlerin modellerine meylediyorlar, inkılabî nebevî yöntemle zindandan duvarlarını yıkmak yerine gardiyanın daha iyisini seçmekle oyalanıp giderek zindanı kanıksıyorlar.
Tevhidî ilkelerde on yıllarca vahdet sağlayamayan, didişen gruplar, AKP politikaları ekseninde kolayca vahdet sağlayıverdiler. Sonuçta çok önemli ve ibret veren bir olay yaşanıyor. Türkiye’deki tevhidî uyanış süreci müntesibi çevreler 30 yılı geçen süreçte ortak tevhidî ilke ve hedefler etrafında mutabakat temin edip bir türlü tevhid akıdesi ortak paydasında vahdet sağlayamadılar. Ama maalesef son 15 yılda yaşadıkları hızlı ve yine maalesef çok büyük değişimle batıl sistem içi demokratikleşmeye ve bu bağlamdaki AKP politikalarına aktif destek vermekte, AKP’li bakanların brifinglerinde buluşmakta kolayca, hiç zorlanmadan ve hem de giderek güçlenen bir vahdeti sağlayıverdiler. Sistem içi demokratikleşmeye, şirk sisteminin anayasasının aynı laik kemalist ilkelerle yenilenmesine, sözüm ona “sivil anaysa taleplerine” uyumlu gördükleri için aktif destek vermekte kolayca bütünleştiler ve onlarca yıllık ortak birikimimizi kısa sürede batıl yolda harcayıp tükettiler, sonuçta da yaşanan büyük yozlaşmanın müsebbipleri arasında yer aldılar. Yazıklar olsun.
Laiklikle yani Allah’ın haram kıldığı ne varsa hevanın ilahlığında yasa çıkarıp helal yaparak şirkle hükmeden, üstelik “laiklikle İslam bağdaşır” “din bireyseldir’ “ekonominin, paranın dini imanı olmaz” diyerek İslam’ı tahrif etme çabası gösteren, bununla da kalmayıp sürekli Kuran’ı ve İslam’ı Araçsallaştırıp laik devlet ve kurumlarını meşrulaştırmak için istismar eden, bütün bunlara rağmen de “biz srat-ı mustakîm üzereyiz bizden ayrılan sapmıştır”, “biz Hakkı temsil edip batıla karşı mücadele ediyoruz” diyerek “srat-ı mustakîm”i ve “Hakk”ı tahrif etmeye, batıla Hak maskesi giydirmeye çalışan bu laik siyasi lider, bir de tevhidî uyanış sürecinin öncüleri diye bilinen kişi ve grupların medyada ilan edilen açık desteğini de alınca, son on beş yılda yaşanan İslam’dan uzaklaşma, sekülerleşme ve deizme kadar giden büyük yozlaşma kaçınılmaz oldu.
İşte bu yüzden, bilmeyenlerin nezdinde bu liderin İslam’ı temsil ettiği zannedilerek, yaptığı bütün adaketsizliklerin, zulümlerin, emekçinin sömürüldüğü zengini daha zengin fakiri daha fakir yapan laik kapitalist politikaların, her dönemden daha fazla olan yolsuzlukların, haksızlıkların, sadece kendi döneminde 3 saray yaptırıp lüks ve israf içindeki yaşantısının ve daha nice kötülüklerin faturasının İslam’a kesilmesine sebep olup insanların İslam’dan uzaklaşmasına yol açmasına rağmen Erdoğan’ın Müslümanlığına şahidlik edenler, sebep oldukları büyük yozlaşmanın ve İslam’dan uzaklaşmanın hesabını ahirette nasıl vereceklerdir? Lütfen bir düşünün sopa politikası uygulayan zorba ve açık batıl olan kemalist darbe süreçleri mi İslam’a daha çok zarar verdi, yoksa Hak maskeli Batıl olan ve suret-i Haktan görünüp Allah ile aldatarak dindar olduğunu söyleyen kesimin %70 ini laikleştiren, yeni nesilleri deizme iten Erdoğan’ın havuç politikası mı?