27. 10. 2007 Tarihinde Yapılan Mazlumder İstişare Toplantısında Mehmet PAMAK’IN Yaptığı Konuşmanın Tam Metni:
Mazlum-Der Genel Merkezinin, eski/yeni merkez/şube yönetici ve üyelerinin iştirakiyle “MAZLUMDER’in kurulduğu yıllardan bugüne kadar Türkiye’de ve dünyada birçok sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik değişimler oldu. Bu değişimler insan hakları mücadelesinde yöntem olarak veya esasa yönelik herhangi bir değişikliği gerektiriyor mu? MAZLUMDER’in bugüne kadar yaptıklarını hesaba katarak daha verimli ve etkili bir çalışma ortaya konması için gerekli değişiklikler var mıdır?” sorularına cevap aramak üzere gerçekleştirdiği istişare toplantısında, Genel Başkan Halit Çelik’in davetiyle toplantıya katılan Mazlum-Der’in Kurucu Genel Başkanı Mehmet PAMAK da bir konuşma yaptı.
Mazlumder Genel Merkezi söz konu toplantıyı internet sitesinde haberleştirdi. Ancak bu haberde Mehmet Pamak da dahil olmak üzere sadece katılanlardan bazılarının isimlerine yer verilip, toplantının verimli olduğuna ve mutlaka her yıl tekrarlanması gerektiğine dair kimi dileklerin ifade edildiğinden bahisle yetinildiği görülmektedir. Mehmet PAMAK, Derneğin Genel Başkanına ve yardımcılarına, yaptığı konuşmanın aşağıdaki tam metnini göndererek Mazlumder sitesinde yayınlanmasını talep etmiş, ancak bu talebin yerine getirilmesi söz konusu olmamıştır. Bunun üzerine M. Pamak, Genel Başkan Halit Çelik’i arayarak, şunları ifade etmiştir: “sitenizde yer alan haberde benim 11 yıl aradan sonra ilk defa katıldığım bir Mazlumder toplantısında konuştuğum haberleştirilip içerikten bahsedilmeyince, sanki benim de artık Mazlumder’i bugünkü haliyle kabullenip onunla bütünleşmekte bir sakınca görmediğim imajına yol açılmıştır. Halbuki ben o günkü toplantıda ısrarla başlangıçta esas alınan İslami kimlik ve ilkelerden uzaklaşarak yaşanan sekülerleşmeden geri dönmeye, kuruluşta olduğu gibi İslami ilkeler çerçevesinde bir insan hakları mücadelesini yapmaya davet ettiğim konuşmam sonunda, bunun gereğini yaparsanız size destek olmaktan şeref duyarım, aksi taktirde ben uyarımı yapmış oldum, herkes de hesabını Allah’a verecektir diyerek, Mazlumder’in bugünkü halinden beri olduğumu ve asla desteklemeyeceğimi ifade ettim. Ancak bu sözlerimden habersiz üyeleriniz ve kamu oyu sadece sitenizdeki haberle yetinirse yanlış anlamalar kaçınılmaz olacaktır. Bu sebeple size gönderdiğim konuşma metnimi yayınlamanızı ve bu yanılgıyı engellemenizi rica ediyorum” demiş ve Halit Çelik de, “bu konuda henüz bir karar vermedik” cevabını vermiştir. Bunun üzerine, M. Pamak, “bu durumdan kaynaklanacak yanlış anlamaları önlemek amacıyla biz konuşma metnini yayınlamak zorundayız” deyince Halit Çelik de, “tabii ki yayınlayabilirsiniz” cevabını vermiştir.
İşte bu süreç sonunda, öncelikle, Mehmet Pamak’ın 11 yıl aradan sonra Mazlumder istişare toplantısına katılma gerekçesinin ve muhtevasının doğru anlaşılması amacıyla, ikinci olarak da, söz konusu toplantıya katılımın azlığını dikkate alarak, Mazlum-Der mensupları için önemli bazı hatırlatma ve uyarıları ihtiva eden bu konuşmanın tam metnini, (ki bu metnin tamamına yakın önemli bir kısmı söz konusu toplantıda sözlü olarak muhataplara ifade edilmişti) diğer Mazlum-Der üyelerinin de duyma hakkı olduğu inancıyla aşağıda yayınlıyoruz.
İLKAV-HABER
Söz Konusu konuşmanın Tam Metni:
Bismillahirrahmanirrrahim!
Sizleri, Allah’ın selamıyla selamlıyorum.
Son 11 yılda ilk defa bir Mazlum-Der Genel Başkanının bizzat yaptığı nazik bir davetle muhatap oldum. Mazlum-Der’in çizgisi üzerinde bize de görüşlerimizi açıklama fırsatı veren, istişare amaçlı böyle bir toplantıya ilk defa davet ediliyordum, sorumluluk bilinciyle kabul ettim. İşte bu amaçla 11 yıl aradan sonra bugün, kurucu genel başkanlığını yaptığım bir kuruluşta bulunuyorum ve 17 yıl önceki ilk dönem arkadaşlarımdan bir kısmını da karşımda görüyorum. Bu sebeple, yaşamadıkça anlayamayacağınız bir ruh hali içindeyim. Ahiret ve hesap bilincinin üzerime yüklediği sorumluluğun gereğini bir daha huzurunuzda yerine getirmek amacıyla geldim. Yeni tartışmalara yol açmak için değil ama, bu derneğin kurucu genel başkanı olarak davet ediliş sebebinin üzerime yüklediği sorumluluk gereği görüşlerimi açıklamak istiyorum. Bana iletilen gündeme göre, sadece yönteme değil esasa yönelik bir değişimin gerekli olup olmadığı ve ne istikamette olması gerektiği konuşulmak isteniyor. Ben de tam bu nokta üzerinde durmak ve daha önce yaşanan esastaki değişimin yanlışlığı noktasında uyarılarda bulunmak ve ilk İslami kimlik ve ilkelere dönüşü tavsiye etmek üzere görüşlerimi açıklamak istiyorum.
Oturum başkanı kardeşimiz Mazlum-Der’in, (sanki insan hakları üzerinde pek düşünülüp tartışılmadan ve bilinçli bir hazırlık yapılmadan) tepkisel bir tutumla kurulduğunu söyledi. Bu doğru değildir. Mazlum-Der, Ankara ve İstanbul’da, ağırlıkla da benim bu iki ildeki bürolarımda ve bazı evlerde yapılan geniş katılımlı çok sayıdaki toplantılarda aylarca süren tartışmalar sonucunda kuruldu. İnsan hakları üzerinde, uzun görüşmeler, araştırmalar ve tartışmalar yapıldı. Hatta, bu batı menşeli kavramın kullanılıp kullanılamayacağı, kullanıldığı taktirde Batı seküler anlayışından farklılıklarımızın ne olduğu ve nasıl vurgulanması gerektiği tartışıldı.
Bilindiği üzere, ben 1980’li yılların ikinci yarısında tevhidi bilince ulaştığımda, Müslümanlara yönelik yaygın hak ihlalleri vardı ve Mazlum-Der’den 5 yıl önce kurulmuş bulunan İHD, Müslümanlara yönelik ihlalleri görmüyor, ideolojik bir tutumla çifte standart uyguluyordu. Bu sebeple ben, tevhidi bilince ulaşmadan önceki ülkücü kimliğimle bürokrasinin üst kademelerinde, parlamentoda ve bugünkü MHP’nin kurucu genel başkanlığında bulunmuş olmamdan kaynaklanan geniş ve etkili çevremi, Müslümanlara (ayrımsız olarak, kendini İslam’a nispet eden herkese) yönelik hak ihlallerini gidermek veya mazlumların yanında yer alıp onlarla ilgilenmek için seferber ediyordum. Yani Mazlum-Der öncesinde, benim üzerimde yoğunlaşan bireysel bir insan hakları mücadelesi söz konusuydu. Ankara’daki bürom başörtüsü yasağına muhatap kızlarımızın toplantı mahalli, insan hakları ihlal edilen Müslümanların müracaat yeri konumundaydı. Ancak bu yoğun, yorucu ve uzun soluklu mücadelenin bireysellikten çıkıp kurumlaşması ve süreklilik kazanması gerekiyordu. Bu sebeple, yaklaşık üç yıl bireysel olarak sürdürdüğüm (zaman zaman Burhan Kavuncu gibi kardeşlerimin de yardımcı oldukları) bireysel insan hakları savunuculuğu sonunda, Müslümanların, bir insan hakları kuruluşunu oluşturmaları ve vahyin ölçülerine dayalı bir insan hakları mücadelesini gündeme almaları gerekliliğini konuşmaya başladık. Bu amaçla başlatılan toplantılar sonucunda kurulan Mazlum-Der’in ilk Genel Merkezi de benim bürom olmuştu.
İnsan hakları zaviyesinden Müslümanların hali de pek iç açıcı değildi. Çünkü geleneksellikten, ulusalcı kirlenmelerden ve sağcılıktan yeni yeni kurtulunuyor, Kur’an yeni yeni akıde ve amelleri belirleyici ve Müslüman şahsiyetleri inşa edici bir konuma geliyordu. Bu sebeple insan hakları kavramı, hak ve adalet mücadelesi henüz yaygın bir biçimde Müslümanların gündeminde değildi. Kurumsal bir insan hakları mücadelesine dair bir eğilim bile yoktu. Biz gündeme getirip, Allah’ın bütün kullarının haklarını, ayrım yapmadan savunmaktan bahsettiğimizde ise, “Kafirin insan hakkı mı olur” denilerek, sadece Müslümanların haklarını savunmamız gerektiğini söyleyenler çıkıyordu. Kürt sorunu gibi yakıcı sorunlara vahyin ölçüleriyle adil yaklaşım bile “Kürtçülük” yaftasıyla mahkum edilebiliyordu. Kimileri de, şirk sistemi içinde dernek kurmanın küfür olduğunu söyleyerek, bu teşebbüsümüzden dolayı bizi tekfir edecek kadar ileriye gidebiliyordu. Az da olsa kimileri de, bir İslami cemaat kurduğumuzu zannederek bize biat etmek istediğini söylüyordu. İnsan hakları kavramını kullanmanın gayri İslami olduğunu ifade edenlerle uzun tartışmalar yapılarak nasıl davranılması gerektiği üzerine düşünce üretilmeye çalışılıyordu. Bütün bunlara rağmen, kuruluşla birlikte öylesine net bir İslami kimlik ibrazı ve öylesine net bir tevhidi duruş ortaya kondu ve vahyin ölçüleri öylesine belirleyici kılındı ki, başta tekfir edenler ya da insan hakları kavramını kullanmayı gayri İslami bulanlar bile bilahare destek vermeye ya da bu kavram konusundaki rezervlerini korusalar da saygı göstermeye başladılar.
Tevhidi camiayı oluşturanların çoğunluğu da, kendi grup ve cemaatlerinin bir yan kuruluşu olmadığı için, bir yandan tam sahiplenmeyerek ve tam destek vermeyerek uzak durmaya çalışırken, bir yandan da, henüz nasıl bir sonuca ulaşacağı belli olmayan bu çalışmanın dışında da kalmamaya çaba gösteriyorlardı. Zaman zaman düzenlediğimiz toplantılara temsilci göndererek, foksiyonel olmayan zayıf katılımlarda bulunuyorlardı.
Diğer yandan, yine bir ilki gerçekleştirerek, iki hanım kardeşimizi de Mazlum-Der yönetim kuruluna aldığımız için bizi eleştirenler çıkıyordu. Böyle olacaksa, yönetim kurulu toplantılarında aynı salonda oturmamamız ya da hanımların perde arkasında durmaları gerektiğini söyleyenler çıkıyordu. Bugün buraya katılanlara bakıyorum da, Mazlum-Der bu konuda da geriye gitmiş görünüyor. Bizim 9 kişilik yönetim kurulumuzda iki hanım üye yer alırken, bakıyorum ki sizin 40-50 kişilik istişare toplantınızda bile hanım üye sayısı ikiyi geçememiş bulunuyor.
Kuruluş dönemiyle ilgili bir başka tespit de şudur: başta RP olmak üzere mevcut partilerden ve geleneksel cemaatlerden bağımsız, Kur-an merkezli bir insan hakları kuruluşu oluşturmak oldukça zordu. Çünkü bu parti, grup ve cemaatler insan ve maddi imkan potansiyelini parsellemişler, yeni ve bağımsız yapılanmalara da asla tahammül edemiyorlardı. Nitekim o süreçte, RP camiası da “Temel Haklar ve Hürriyetler Derneği” adı altında bir bir dernek kurmaya çalışıyordu. Biz bu haberi alınca, dernek çalışmasını yürüten Recai Kutan’la görüşmeye gittik. “Bize göre sizin tevhidi ölçülerle bağdaşmayan bir yönteminiz ve tercihleriniz söz konusu, ancak neticede siz de, biz de kendimizi İslam’a nispet ediyoruz ve hepimiz aynı sistemin mazlumlarıyız, gelin zulme karşı mücadele verecek insan hakları kuruluşunu birlikte oluşturalım, zulme karşı ‘Hılf-ul Fudul’ misali bir yapı içinde güç birliği yaparak, birlikte mücadele edelim” dedik. Recai Kutan ise, “biz kendi derneğimizi kuruyoruz, ya gelin bize tabi olun, ya da siz de gidin kendi derneğinizi kurun” dedi. İşte Mazlum-Der böyle bir ortamda, tevhid ve adalet eksenli İslami mücadelenin bir yan kuruluşu olarak İslami kimlik ve ilkeler çerçevesinde insan hakları mücadelesi vermek üzere kuruldu.
İlk yönetim kurulunda yer alan ve bugün burada bulunan arkadaşların da çok iyi bildikleri üzere, yaptığımız ilk basın toplantısında ve diğer kuruluşlarla temas sırasında açıkça deklare ettiğimiz kuruluş amacımız şuydu:
– Mevcut insan hakları anlayış ve uygulanmasındaki ideolojik, seküler sapmalardan
korunmuş, vahyi merkeze alan, İslami ölçü ve ilkelere dayalı bir örneklik oluşturmak.
– Uygulamadaki çifte standarlı anlayışa karşı, ortaya, insanı baz alan, ayrımsız, çifte
standartsız, adil bir insan hakları mücadelesi örnekliği koymak.
– Mevcut insan hakları mücadelesiyle çatışmak yerine, var olana, fıtri erdemlerle uyumlu,
vahyin ölçüleri ile belirlenen özgün bir anlayışı gündemleştirerek, dinamik ve devrimci bir
soluk katmak.
– İdeolojik tarafgirlikle zaaflı, sınırlı ve çifte standartçı mevcut anlayışa yeni bir açılım ve
yeni bir ufuk kazandırmak.
– Müslümanların bu konudaki açığını kapatmaya çalışmak, sonuçta hem insan haklarını
muhteva bakımından vahye uygun daha onurlu bir konuma/hakkettiği yere oturtmak, hem
de adil çifte standartsız haklar mücadelesiyle, Allah’ın bütün kullarını, bu imtihan
dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri adalet ve özgürlük (dileyen iman
etsin dileyen inkâr etsin ayeti çerçevesinde tercih özgürlüğü) vasatına kavuşturmak üzere
kurulduk.
– Bu alandaki tüm kavramlara, vahyi tanımlar kazandırmayı amaçladık. İnsan, Hak,
Hukuk, Adalet, Zulüm, Mazlum, Zalim v.b. tüm kavramları vahiyle gerçek tanımlarına
Kavuşturmaya çalıştık.
Mazlum-Der’in ilk döneminde insan haklarının ölçü ve sınırının vahiyle belirlenmesi esas alındı. İslami kimlik ve ilkelere referans çok açık bir biçimde ifade ve ibraz edildi. Bütün bu muhteva, hem ilk basın toplantımızda, hem çıkardığımız yayın ve bültenlerde, hem değişik İnsan Hakları kuruluşlarına gönderdiğimiz kendimizi ve ilkelerimizi tanıtan metinlerde, hem de değişik kuruluş ve kesimlerle bizzat yaptığımız görüşmelerde açıkça ortaya konuldu. Faaliyetlerimiz başladıktan bir süre sonra, bir grup solcu yazar Mazlumder’i ziyarete gelmişlerdi. Bu heyette yer alan yazar Tanıl Bora şunları söylemişti; “Mehmet bey, çıktığınızdan beri bizi şok ediyorsunuz, son derece adil ve çifte standartsız bir insan hakları mücadelesi veriyorsunuz, sizin bu tür adil tutumunuzu yansıtan bildirilerinizi biz de beğenerek İHD’de panoya asıyoruz, ancak kısa sürede yırtılıp atıldığını görüyoruz. Yani bizimkiler sizin adaleti savunan bildirilerinize bile tahammül edemezken, siz bu kadar adil olmayı, düşünce, inanç ve ırk ayrımı gözetmeden herkesin hak ve özgürlüklerini savunan bir çizgi oluşturmayı nasıl başarabiliyorsunuz” mealinde sözler söylemişti. Biz de şu cevabı vermiştik, “Tanıl bey, biz İslam’ı tercih edene kadar özgürüz, ama bağımsız irademizle İslam’ı tercih ettikten sonra artık vahye teslim oluyoruz. Bu bakımdan, hayatımızın bütün alanlarında ve bu arada insan hakları alanında da, Kur’an’a tabi olmak zorundayız. Yani bizim, sizin de takdir ettiğiniz, çifte standartsız adalet ve hak anlayışımızın ölçülerini, sizin de, bizim de Rabbimiz, yaratıcımız olan Allah belirliyor. Eğer biz de sizin gibi beşeri bir ideolojinin müntesibi olsaydık, biz de şu veya bu ölçüde çifte standartlara sürüklenebilirdik. Ancak sizin de, bizim de Rabbimiz olan Allah, ayrım gözetmeksizin bütün kullarının haklarının ve adaletin tecellisinin güvencesi olmamızı bize emrettiği için biz böyle davranmak zorundayız. Yani takdire şayan buluğunuz adil tutumumuzun arkasında, böyle davranmamızı emreden Rabbimiz ve adil ölçüleri belirleyen Kur’an vardır. Ülkücü kimliğe sahip olduğum süreçte, solcuların insan haklarının ihlal edilmesi beni ilgilendirmezdi. Ama şimdi onların hak ve özgürlüklerinin de savunuculuğunu yapıyorum. Ben de bu adil değişimi sağlayan Kur’an’dır.”
Mazlum-Der olarak, vahyi ölçüler içinde özgün bir insan hakları anlayış ve pratiğini gündemleştirirken, bir yandan da, Batının insan hakları anlayışını kendi orta çağına, engizisyon karanlığına göre önemli bir gelişme ve olumluluk olarak değerlendirip, taktir ve teşvik etmeyi ihmal etmiyorduk. Ancak bu seküler ölçülerin, değerlerin insanlığın ortak değerleri kabul edilmesinin mümkün olmadığını ifade ediyorduk. Hazırlanışında bile, insanlık ailesini teşkil eden tüm kesimlerin katılımıyla, bütün inanç, felsefe ve düşüncelerin ortak bir ürünü olarak üretilmemiş olan bu seküler değerler, dayandıkları kaynak bakımından da zaaflıydı. Arka planında vahyin kırıntıları ve kimi fıtri eğilimler rol oynasa da, ilahi vahye dayanmamaktaydı, seküler aklın heva ve zanna dayalı üretimi durumundaydı. Bu sebeple, Batının seküler insan hakları anlayışı, bölgesel modern kültürün sınırlı, zaaflı ve ideolojik önyargılarla kuşatılmış ürünü olarak doğdu. İşte bu zeminde üretilen BM İnsan Hakları Beyannamesi, bırakınız evrensel olmayı, bütün insanlığın ortak üretimi olmadığı için, o çağdaki tüm dünya insanlığının ortak değeri olmayı bile başaramamıştı. Batının modern paradigmasının, hümanist, rasyonalist düşüncenin sınırlı ve ideolojik bir ürünüydü. Evrensel ölçü ve değeri, ancak, bütün insanlığın Rabbi olan Allah koyabilir. Batıdaki görece olumlu arayışları temsil eden doğal hukukçular, doğru bir tespitle (“bilginin kaynağında Tanrının varlığı” ön kabulüyle) hareket etseler de, sonuçta bu bilgiye ulaşma da sorun yaşamışlardır. Çünkü vahye uzak durmuşlardır. Bu sebeple, pozitivistlerle aynı noktada buluşarak, seküler aklın belirleyici kılındığı heva ve zanna dayalı düşünceler, değerler üretmekten kurtulamamışlardır.
Biz Müslümanlar, “insan hakları mücadelesinde neyi ölçü alacağız?” sorusuna doğru cevabı ancak tevhid inancı çerçevesinde verebiliriz. Müslümanın hayatında, Allah’tan ve Allah’ın dininden soyutlanmış hiçbir alan tasavvur edilemez. Bu sebeple, Din ve ideolojilere eşit uzaklıkta duran, onlardan soyutlanmış nötr bir insan hakları anlayışı yoktur ve oluşturulamaz. Ya İlahi vahiy ölçü ve esas alınacak ya da insan aklının vahiy dışında hevaya ve zanna dayalı üretimleri esas alınacaktır. Müslümanlar, insan hakları mücadelesini, tevhid ve adalet mücadelesinin bir alt başlığı olarak algılamak zorundadırlar. Müslüman, yaratılış gayesi gereğince, hayatını ibadet kılma çabasıyla ömrünü geçirmek durumundadır. İnsan hakları mücadelesi de, ancak vahyin ölçüleri içinde kalarak yapılmak suretiyle ibadetleştirilebilir.
Biz, Mazlum-Der’i kurarken seküler insan hakları alanı zaten doluydu, İHD kurulmuştu. Boşluk vahye dayalı insan hakları alanındaydı. İşte biz Müslüman olmanın doğal gereği olarak bu alana talip olduk. Ve biz, İslam’ın değişmezler, sabiteler alanında kalan ve bu anlamda akidevi boyutu da olan bir hukuk ve haklar anlayışını gündemleştirmeye çalıştık. Gerçekten evrensel olan bu İslami temel ilkeleri, her çağda ve her bölgede geçerli olacak değer ve ölçüler olarak esas aldık ve bunlardan taviz verilmeyeceğini vurguladık. Gerek esas aldığımız İslami ilke ve ölçülere dayalı özgün insan hakları anlayışımızı, gerekse, batının seküler, ideolojik haklar anlayışına dair bu eleştirel yaklaşım ve değerlendirmemizi ihtiva eden bir metni İngilizce olarak dünyanın 40 civarında insan hakları kuruluşuna ulaştırdık. Ayrıca İHD genel merkezini ziyaret ederek bizzat anlattık. Derneğimizi ziyaret eden, farklı kesimlere de bu özgün bakış açımızı vurgulayarak, onların da ufkunun açılmasına ve vahyin adil yaklaşımından haberdar olmalarına vesile olmaya çalıştık ve bunu İslami kimliğimizden hiçbir zaman ve hiçbir sebeple soyutlanamayacak, ayrılamayacak tevhidi davet ve adalet sorumluluğumuzun en tabii gereği olarak gördük.
Vahyin ölçülerinin, sadece bireysel alanla sınırlandırılamayacağını, Kur’an’ın toplumsal ve kurumsal bütün alanları kuşatan hükümler vazettiğini, ancak bu kuşatıcılıkla hayatın ibadet kılınabileceğini ve ancak böyle bir bütünlük içinde tevhid akıdesine uygun davranılmış olacağı hakikatini açıkça ifade ettik ve Dernek faaliyetlerinde de bu tevhidi bilince uygun davranmaya çalıştık.
Ancak bizden sonraki arkadaşlar sol ve liberal çevrelerle ilkesiz, pragmatik ilişkiler kurarak, onlardan etkilendiler, onların kavram değer ve ölçüleriyle kendilerini tanımlamayı tercih ederek, fikri ve düşünsel değişimler yaşadılar. Kendilerini zamanla bu seküler kavram ve ölçülerle ifade etmeye yönelince, artık bunların doğru olduğunu, aklın vahiy olmaksızın doğruyu bulmaya yeteceğini bile söylemeye başladılar. Batının entegrizim ve sekülerizm tecrübelerini ve sonuçlarını İslam alanına taşımaya kalkmaları temel yanlışlıklara yol açtı. İslami temel ilkeleri, nassları, sabiteleri, herçağda geçerli evrensel ölçüler kabul edip, tavize yanaşmayanları, ENTEGRİST olarak tanımlayanlar, kaçınılmaz olarak bunun karşıtı olan sekülerizme savrulmaktan kurtulamazlar. Halbuki bu kavramlar, ancak batının özgün pratiğinde anlamlı ve geçerlidirler. Kilisenin, Ruhbanın ürettiği değer ve ölçüleri doğmalaştırarak dayatması, aklı ve vahyi dışlaması, entegrizm ve teokrasi, bu duruma karşı haklı başkaldırı ve itiraz sonucunda savrulunan diğer uç ise sekülerizm ve laikliktir. Korunmuş bir vahyin bulunduğu İslam’da ise, hukuk ve haklar alanındaki muhkem naslar, temel esaslar insanların ürettiği doğmalar değil, Allah’ın koyduğu hükümlerdir ve her çağda geçerli evrensel değerlerdir. Bunların her zaman, her toplumda geçerli olduğunu savunmak da teokrasi, dogmatizm ve entegrizm değildir. Aynı zamanda şu çelişki de görülmelidir. Vahyin belirlediği ilke, ölçü ve değerleri evrensel değişmez nass kabul etmeyi entegristlikle suçlayanlar, Batının seküler değerlerini, insan hakları üretimlerini “evrensel” olarak kabul ve ifade çelişkisi içindedirler. Batının pozitif seküler insan hakları hukuku ile ilahi vahyin insan hakları anlayışı, asla çelişkisiz ve tam bir uyum içinde değildir. İnsan ve hak kavramlarına yaklaşımları arasında o kadar temel, hatta akidevi farklılıklar vardır ki, bu temel farklılıklar, benim tespitime göre 7 ayrı başlık altında ifade edilecek çok farklı haklar anlayışına yol açmaktadır.
Bugün yaşanan olaylar ve insanlığın geldiği nokta bir daha ortaya koymaktadır ki; Dünya insanlığı, sahici temel haklarına, gerçek adalet ve özgürlüğe ulaşmak için, vahyin karanlıklardan aydınlığa çıkaracak mesajına ve tüm insanların Rabbi tarafından vaz edilen evrensel adalet ve hak ölçülerine muhtaçtır. Emperyal projeler, İslami kimliği ve Müslüman halkları Protestanlaştırmaya/sekülerleştirmeye, dönüştürmeye çalışırken, Batılı seküler değer ve kavramları kullanmak konusunda daha titiz ve duyarlı olunmalıdır. Kavramların nötr olmadıkları ve arka planlarında taşıdıkları felsefi düşüncelerle girdikleri zihinleri zamanla dönüştürdükleri unutulmamalıdır.
Mazlumder’in yaşadığı çizgi değişikliğinde, İslami kimlik ve ilkelerden uzaklaşmasında, Batılı seküler kavram ve değerlerin esas alınmasının yanında Kürt sorunu da önemli bir rol oynadı. Çünkü bu sorun hatırına, İslami kimlik ve ilkelerin ihmal edilmesinde bir sakınca görülmedi. Liberal ve sol çevrelerle, onların ideolojik kavram ve ilkeleriyle bu soruna çözümler üretme pragmatizmi, zamanla İslami ilkeler alanında çürümeye yol açtı. Kürt sorunu konusunda (PKK ile örtüştürülmeye yol açma ihtimali olan söylemler ve tutumlar ısrarla sürdürülerek) göze alınan riskler, nedense İslami kimlik ve değerler uğruna göze alınmadı. Mesela, Sivas’ta bir TV Kanalında, Mazlumder’e atılan “Kürt devleti kurmak üzere kuruldu” iftirasına cevap için çıktığım canlı yayında “Şehitlik” kavramına getirdiğim ilmi tanımla “laiklik ve Kemalizm uğruna ölenler şehid değildir, bu alandaki din istismarına son verilmelidir” mealindeki açıklamam sebebiyle medya ve sistem hain diye saldırdığında, en temel hakkım, düşünce özgürlüğüm en ağır ihlallere muhatap kılındığında, Mazlum-Der, benim düşünce özgürlüğümü savunacağına “Mehmet PAMAK’la, herhangi bir üyemiz olmasından başka, hiç bir ilişkimiz yoktur” açıklamasını yaptı. Eğer İslami kimliklerini korumuş olsalardı ya da en azından din istismarına karşı olsalardı, benim ilmi bir hakikat olarak ortaya koyduğum bu konudaki düşüncelerimi de savunmaları gerekirdi. İslami kimlik ve ilkeleri terk ettikleri için “şehidlik” kavramının gayri İslami amaçlar uğrunda ölenler için de kullanılmasını doğru kabul eder hale gelmiş olsalar bile, hiç değilse, “M. Pamak da bir insandır ve onun da düşüncelerini açıklama özgürlüğü vardır buna saygı gösterilmelidir” diyerek hak ve özgürlüğümü savunan bir açıklama yapmaları gerekirdi. Ancak böyle olmamış, Kürt sorunu konusunda, egemen sistem ve halk nezdinde “PKK yanlısı” damgası yemeyi göze alacak derecede cesur davrananlar, sıra İslami şiarlara, İslami kimlik ve değerlere ve bunları tavizsiz savunanlara sahip çıkmaya, hiç değilse bunları savunanların hak ve özgürlüklerini savunmaya gelince, hem de bu konuda özgürlüğü savunulması gereken kişi kurucu Genel Başkanları bile olsa görmezden geliyor, hatta onunla bir ilişkimiz yoktur açıklaması yaparak, zulmedenlerin saflarında yer almakta bir beis görmüyorlardı. Hepiniz bilirsiniz ki, Kürt sorunu konusunda adaletin tecellisi, mazlum Kürt halkının Allah’ın ayeti olan temel hak ve özgürlüklerinin savunulması, egemen siteme ve inkarcı, asimilasyoncu politikalarına karşı çıkılması konusunda, Kürt sorunu hatırına liberalleşenlerden asla az olmayan bir duyarlılığın ve pratiğin sahibi olan bir kişiyim. Aramızdaki fark, biz İslami kimlik ve ilkeleri, vahyin ölçülerini esas alarak ve bu referansları ısrarla gündemde tutarak bu hakları savunurken, Mazlumder’i İHD’leştirenler, seküler Batı değerleri, kavramları ve ölçüleriyle bu soruna yaklaşmayı esas almış bulunuyorlar.
İşte bu süreç sonunda, Mazlumder yöneticileri artık, “Mazlumder’in İslami mücadelenin ve tebliğin aracı olmaktan ve İslami kimlikten soyutlanması gerekir” (Haksöz Dergisi, Sayı: 88, Sh.11) demeye başladılar. “Din ayrı, insan hakları ayrı” diyerek, dinle insan haklarının birbirine karıştırılmaması gerektiğini, “Gelişen değer yargılarına göre Mazlumder’in ilkelerinin de değişebileceğini, …”ifade etmeye, (Haksöz Dergisi, Sayı: 88, Sh.11) “her şeyi dinselleştirmek-İslamileştirmek gibi bir hastalığımız var”, “Mazlumder’in ideolojik tartışmalardan uzak olduğunu bilerek derneğe girdik ve çalışıyoruz” demeye başladılar. Mazlumder Bülteninde, “… bugün gelinen noktada yalnızca insan hakları eksenli mücadelemizde doğru felsefi yaklaşımları yakalamak (için) inanç ve ideolojik kaygılarımızla değil, temelde insan hakları ekseninde çalışmalara zemin hazırlamak” amacı güttüklerini ifade ediyorlardı. Aynı yazıda “…. Kişilerin kendi dünya görüş, inanç ve tercihlerini bir yana koyarak, ortak adalet ve erdemlilik duygusunun oluşturduğu gönüllü bir dayanışmanın” öne çıkarılması gerektiğini vurguluyorlardı. (Mazlumder Bülteni, Temmuz 2000, Sayı 16, Sh. 14-16) Sanki, ideolojik yada dini anlayış ve yaklaşımlardan soyutlanmış bir insan hakları anlayışı mümkünmüş gibi. İnsan hakları anlayışının temel ölçü ve ilkelerini İslam’da vahiy, Batıda ise modern seküler kültür belirlemiyormuş gibi. Mazlumder yetkilileriyle görüşen kimi Batılı yazarlar da Mazlumder hakkında şu tespitlerde bulunuyorlardı: “Mazlumder,…meselenin insan haklarını Kur’an’a dayandırmak veya İslami açıdan yeniden tanımlamak olmadığını belirtmektedir. Mazlum-Der Batıda oluşmuş ve Uluslararası düzeyde tanımlanmış insan haklarını açıkça benimseyecek ve bunların gelişmesine dönük tartışmalara katılacaktır. Hatta bundan dolayı eski başkan Mehmet Pamak tarafından artık Müslüman bir örgüt olmadıkları gerekçesiyle eleştirilmişlerdir.” (Gottfried Plagemann, Gottfried Plagemann, Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik, İletişim Yayınları, İstanbul-2001, Sh. 382).
İşte yerli ve yabancı herkesin açıkça görüp tespit ettiği, Mazlumder Genel Başkanlarının da açıkça itiraf ettikleri bu değişim tartışılmaz bir vakıadır. O halde, İslami kimlik ve ilkeler alanında yaşanan bu büyük savrulma ve çürümeyi durdurmak ve ıslah etmek için, vahyin ölçüleriyle halimizi, yaptıklarımızı ve yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızı Allah rızası için sorgulamalıyız. Müslümanlar olarak, batılı seküler kavram, ölçü, değer ve insan haklarını içselleştirmekten kendimizi, bakış açımızı onlarla tanımlayıp, ifade etmekten sakınmalıyız. Emperyal dönüştürme projelerine katkıda bulunan bir söylem ve eylemden uzak durmalıyız. İslami kimlik ve ilkelerimizin her alanda tavizsiz şahitliğini üstlenmeliyiz. Bu şahitliğin yapılacağı ve böylece hal ile tebliğe de yol açacak olan en önemli alan ise insan hakları alanı, hak ve adalet savunuculuğu ve mücadelesidir. Nihayet, bütün yaptıklarımızı, hangi alanda olursa olsun ibadet bilinciyle ve vahyin ölçüleri içinde kalarak yapmalıyız.
Bilmeli ve aklımızdan çıkarmamalıyız ki, hayat çok kısa ve ölüm ve hesap çok yakındır. Kısacık dünyanın çıkarları, süsleri ya da başka dünyevi hesaplara dayalı eğilimlerin tahrik ettiği dürdüler, kimi seküler entelektüel/akademik çevrelere özentiler, medyatik liberal ve sol çevrelerden beklenen aldatıcı itibar ve onlar nezdinde elde edilecek imajlar uğruna, kulluk eksenli, vahiy merkezli düşünmekten ve davranmaktan asla uzaklaşmamalıyız.
Bakınız bugün gelinen nokta da, ulusalcı tahriklerin, ülkemiz halklarını kamplara ayırıp birbirine karşı ötekileştiren/düşmanlaştıran politikaların yol açtığı yozlaşma ve çürüme ne boyutlara geldi? Ortadoğu’nun Müslüman halklarının ve yönetimlerinin, emperyalist batının seküler değerlerine ve devletlerine dost oldukça birbirlerine, köklerine, özgün kimlik ve değerlerine yabancılaşarak, ötekileşerek düşmanlar haline geldikleri görülüyor. Bütün bunların tek ilacının, fıtratla vahyin bütünleştiği, bütün insanları ve kavimleri haklar alanında eşdeğer ve saygıdeğer kılan eşit haklara sahip ayetler sayan İslam olduğu ortadayken, insanlık bu kurtarıcı ve aydınlığa çıkarıcı mesaj’a muhtaçken ve insanlık onurunu ayaklar altında sürünmekten ancak İslam kurtarabilecekken başka bir tercih, hele de vahyi ikinci plana itip, emperyalist devletlerde üretilen seküler kültüre savrulmak Müslüman’a yakışır mı?
Bilmenizi istiyorum ki, (burada pek çok şahidi de var) bu derneği, ibadet bilinciyle, İslami kimlikle, vahyin ölçüleri içinde kalarak insan haklarını gündemleştirmek ve savunmak, vahyin bu alandaki şahitliğini yapmak üzere kurduk. Ve bu sebeple, ibadet olarak gördüğümüz faaliyetler gerçekleştirdik. Bu duyarlılıkla 1.5 yılda, çok az sayıda insanla ve dar imkanlarla kalın bir kitap çapında faaliyet raporumuz oluştu. Çünkü en büyük motivasyon kaynağımız İslami kimlik ve ilkelerimiz ile ibadet bilincimizdi. Faaliyetlerimizi yaparken, Allah’ın koyduğu ölçüleri dikkate alarak hareket ediyor ve sadece O’nu razı etmeye çalışıyorduk.
İnsan hakları mücadelesi yüksek bir duyarlılık ve fedakarlılıkla yapıldığında, gece uykularmızı bile yok eden, yorucu ve yıpratıcı bir mücadeledir. Bu sebeple, ön saflarda sürekli görev değişimini zorunlu kılmaktadır. İlkeler baki kalmalı ama sorumluluk mevkiinde rol oynayanlar değişmelidir. Ben ise, 3 yılı bireysel, 1.5 yılı da Mazlumder genel başkanı olarak yaklaşık 4.5 yıl çok yoğun bir faaliyet içinde bulunmuştum. Diğer yandan, kişilere bağlı olmayan, ama temel ilkeleri devam eden bir kurumlaşmaya ihtiyaç vardı. Mazlumder giderek şahsımla özdeşleşiyordu. Şahsımla özdeşleşmemesi ve kurumlaşması için, Genel Başkanlığı başka bir arkadaşımıza devretmek zorunluluğu vardı. İşte bu gerekçelerle, ilk genel kurulda, ömür boyu görevde kalmama dair tekliflere rağmen, benden sonraki arkadaşa, neredeyse zorla ve uzun ikna çalışmalarıyla devrettim.
İbadet bilinciyle ve vahyi ölçüleri referans alarak kurulduğumuz için, büyük bir ihlasla yürüttüğümüz faaliyetleri ibadet, derneği de ibadethane hüviyetinde görüyorduk. Bu sebeple, derneği ele geçirme, orada Genel Başkan olmak için ayak oyunlarına başvurma gibi dernekçilik çekişmesine ve şahsi hakimiyet kulislerine gerek duymuyorduk. İktidar ve ranta ulaşma aracı kılınmayan sorumluluk makamlarını, dernekçilik oyunlarına girmeden, ibadet bilinciyle ve kolayca birbirimize devredebiliyorduk. Üstelik bu devri müteakip, ilk genel başkan sonrakine sekreterlik yapmaktan bile gocunmuyordu. Çünkü bu çatı altında Allah rızası için yaptığımız bütün işleri ibadet olarak algılıyorduk. Ama maalesef sonraki süreçte, sürekli dernekçilik oyunları ve Genel Başkanlık gerginlikleri yaşandığını biliyoruz.
Burada bir daha ifade etmek istiyorum ki, derneğin hiçbir yöneticisiyle şahsi sorunlarım olmadı. İnsani ilişkilerimizde, bizi birbirimizden koparacak, nefsani sorunlar yaşamadık. Sadece kuruluştaki İslami kimlik ve temel ilkeler ikinci plana itilip, giderek Batı seküler haklar anlayışı esas alındığı ve uyarılara rağmen bunda ısrar edildiği için ayrıştık. Doğrusu Genel Başkanlardan hiç birisi bana bir hakaret ve saygısızlıkta da bulunmadı. (kendisi burada olduğu için ifade ediyorum, sadece Ayhan Bilgen’in Haksöz Dergisinde yayınlanan yazısında ağır hakaretlere maruz kadım, ama ilkeler alanındaki savrulmaya yönelik eleştirilerimin bunun gölgesinde kalmaması için, bu hakaretlerden doğan hakkımı ona helal ettiğimi yine aynı dergideki cevabımda ifade ettim, burada bir daha ifade ediyorum) Benim de hiçbir Mazlumder yöneticisinin şahsiyetine ve nefsine yönelik, bırakın hakareti, herhangi bir eleştirim bile söz konusu olmadı. Eleştirilerim, şahsiyetleri değil ilkeler alanındaki savrulmaları hedef aldı. (Buna rağmen, yani açık bir durum söz konusu olmadığı halde, düşünsel ve eylemsel boyuttaki ilkesizliklere ve savrulmalara yönelik ilmi eleştiriler dışına çıkarak şahsi bir hukuk ihlalinde bulunmuşsam ben de muhataplarımdan helallik istiyorum). Yeter ki, ilkeler alanındaki savrulmalar vahyin ölçüleriyle ıslah edilsin.
Kuruluş ilkelerinden, İslami kimlik ve ölçülerden uzaklaşma konusunda en son 1996 kongresinde bizzat, 1998’de ise dolaylı biçimde uyarmaya çalıştım. Ayrıca bugün burada olmayan iki Genel Başkanı, özel görüşmelerde yıllarca uyarmaya çalıştım, ama dikkate alınmadı ve giderek İslami kimlik ve ilkelerden daha fazla uzaklaşılarak İHD’ye yaklaşıldı. Hatta, insan hakları algısı ve uygulamasında, kullanılan referans ve kavramlar alanında örtüşür hale gelindi. Başlangıçta İHD’nin ufkunu açacak, çevresindeki sol ve liberal kesimlerin vahyin adil yaklaşımından haberdar olmasını sağlayacak bir örneklik ve şahitlik misyonu olan Mazlumder, ilkesizlikler ve çürütücü pragmatizm sonucunda giderek İHD’ye benzemekten kurtulamamıştı. Bütün bu savrulmalar, tabiî ki kötü niyet ve ihanet kastıyla gerçekleştirilmemişti. Ancak ilkeli bir mücadele hattını ve hiç değilse sabiteler alanında tavizsiz bir çizgiyi takip etmeyenlerin, kendi ürettikleri maslahatların esiri olarak kurdukları pragmatik ve ilkesiz ilişkiler sonucunda iyi niyetle de olsa, bâtıla doğru savrulmaları kaçınılmazdır.
Son olarak şunu ifade etmek istiyorum: ölüm var, ayrılık var, belki bir daha görüşemeyiz. Allah rızası için uyarma sorumluluğumu, son bir defa da bizzat huzurunuzda yerine getirmiş, kuruluştaki İslami ilkelere dönülmesinin önemini ve gerekliliğini bir daha hatırlatmış bulunuyorum. Eğer bu bakımdan gerekli olan adımları atarsanız, dua eder destek veririm. İslami kimlikli ve vahyin ölçülerine dayalı bir insan hakları mücadelesi verirseniz, buna destek olmaktan şeref duyarım. Allah rızası için, “emr-i bi’l mâruf” kabilinden yaptığım bu uyarıları dikkate almazsanız, ben uyarı görevimi yerine getirmiş olarak, siz de bana göre sorumluluğunuzu yerine getirmemiş olarak Rabbimize döneriz. Bu kısacık dünyada hepimiz imtihan olmaktayız, sonunda varacağımız gerçek ve kalıcı yurdumuz ahiret yurdudur. Şüphesiz Rabbimiz, ihtilafa düştüğümüz konularda aramızda adaletle hükmedecektir.
Dini konusunda, doğruyu bulmada ve onu yaşamlaştırmada Allah yardımcımız olsun.