Bu ayet gerçekten hayret vericidir. Bu ayet, mü’minin kalbine, güzellik, tatlılık, sevgi, yakınlık, hoşnutluk, güven ve bağlılık duygularını serpiyor. Mü’min bu nimetlerle, huzur içinde güvenli bir şekilde yaşar. Allah; “Onlara de ki; en yakınım” demiyor. Bilakis, sadece isteklerine cevap vermek için Yüce zatıyla kuluna aracısız yöneliyor ve “yakınım” diyor. Ve “yakarışlarını duyarım” da demeyip; en acil şekilde yakarışlarına icabet ettiğini ifade için, “dua edenin duasına icabet ederim” demekte… İmandan ve icabetten kaynaklanan bu durum olgunluğun, doğruluğun ve hidayetin ta kendisidir.
Allah’ın seçtiği Rabbani metod, doğru yola ileten yegane metoddur. Onun dışındakiler, doğrudan hoşnut olmayan ve sonuçta doğruya götürmeyen cahili metodlardır. Allah’a icabet ettikleri ve doğru yolda oldukları sürece Allah, kullarının dualarına icabet eder. Kulların dua etmesi ve fakat acele etmemeleri gerekir. Çünkü Yüce Allah, hikmetli kaderi doğrultusunda icabet zamanını takdir buyurur.
Selman-ı Farisi’den naklen Rasulullah’ın (s) şöyle buyurduğunu rivayet edilir:
“ Kul iki elini açarak, Yüce Allah’tan hayır dilerse, Allahu Teala onları boş çevirmekten haya eder.”
Yine Rasulullah (s) şöyle buyurur:
“Sizden biriniz, ‘dua ettim kabul olunmadı’ diyerek acele etmedikçe Allahu Teala duanızı kabul eder.”
Yüce Allah, bize dua etmemiz ve yalnızca O’na yönelmemiz için kapılarını açıyor. Dua edene karşılık vermeyi üzerine aldığını ilan ediyor. Büyüklük taslayarak dua etmekten kaçınanları, kendilerini bekleyen alçaltıcı ateşe düşmekten korkutuyor:
“Rabbiniz şöyle dedi: ‘ Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir. ‘ “ (Mü’min: 60)
Dua için, uyulması gereken bir edep vardır: Allah’a hulus-i kalple yönelmek, zaman, mekan ve belirgin bir şekil tayin etmeksizin icabete bağlılık… Çünkü şart tayin etmek, istemenin adabından değildir. Aynı zamanda dua için Allah’a yönelmenin bir ilahi tevfik olduğuna inanmak gerekir. Buna göre, icabet başka bir lütuftur.Hz. Ömer (r.a.) şöyle derdi:
“Ben duama icabetin kederini taşımam, duanın kederini taşırım. Çünkü dua etmek ilham edilince icabeti de onunla beraberdir.”
Bu söz, Allah’ın icabet etmeyi dilediğinde duayı ilham ettiğini idrak eden asil bir kalpten taşan sözdür. Dua ve icabet, Allah tevfik ettiği zaman, birbirine uygun ve mutabık olurlar.
Büyüklük taslayıp Allah’a yönelmekten kaçınanlara gelince, onların cezası, alçalmış ve küçülmüş olarak cehenneme girmektir. Bu, küçük yeryüzünde, basit hayatta kibirlenen, Allah’ın yaratmasının büyüklüğünü ve azametini, gelmesinden şüphe bulunmayan Ahiret’i ve yeryüzünde büyüklük taslayıp kibirlenmenin Ahiret’teki alçaltıcı azabını unutmaya uygun bir karşılıktır.
Allah’tan başkasına dua etmek sapıklıktır. Çünkü Allah’tan başka kimse dualara karşılık veremez.
“Gerçek dua O’nadır. O’ndan başka çağırdıkları, onlara bir şeyle karşılık veremezler. Ancak onların hali, suya ulaşmak için iki avucunu açan ve fakat bir türlü suya kavuşamayanın haline benzer. Kafirlerin duası sapıklıktan başka bir şey değildir.” (Ra’d: 14)
Bir tek dua vardır ki, karşılığını hak eder ve karşılık bulur: Allah’a dua etmek, O’na yönelmek, O’na güvenmek ve O’nun yardımını, rahmetini ve hidayetini istemek… Bunun dışındakiler, batıldır, ziyandır ve boştur. O’ndan başkasına dua edenin halini görmüyor musunuz? İşte onlardan biri, susamış, avuçlarını açarak kollarını uzatmış ve ağzını açmış dualar mırıldanıyor. Suyu istiyor, suyun başına kavuşmak istiyor, fakat kavuşamıyor. Bunca çabaya didinmeye ve yorulmaya rağmen kavuşamayacaktır da. Çünkü gördüğü su değil, seraptır. Allah’a iman etmeyenlerin, ortak koştuklarına yaptıkları dua da böyledir.
Allah’tan başka ilahlar edinenler, onlara yönelip korku ve ümitle dua edenler de dahil olmak üzere, her şey Allah’a itaat eder, O’nun iradesine tabi olup O’nun kanununa boyun eğerek, o kanunlara uygun hareket ederek hayatını sürdürür. Onlardan mü’min olanı inanarak ve itaat ederek boyun eğer, inanmayanıysa, zorla ve mecburen boyun eğer. Allah’ın iradesinin dışına çıkmaya ve O’nun hayat için koyduğu fıtri kanunun dışında yaşamaya kimsenin gücü yetmez.
“Göklerde ve yerde olanlar, sabah, akşam gölgeleriyle birlikte ister istemez Allah’a secde ederler.”(Ra’d: 15)
Şirk, eski müşriklerin bildikleri o basit şekliyle sınırlı değildir. Nice müşrikler vardır ki, iktidar sahiplerini, mevki ve mal sahiplerini Allah’a ortak koşarlar. Onlara yalvarırlar, dua ile onlara yönelirler. Oysa gerçek anlamda onlara icabet edemediği gibi kendi nefislerine de bir zarar ya da fayda dokundurmaya muktedir değildirler.
Göklerde ve yerde bulunanlar, O’ndan isterler… Çünkü istek mercii O’dur. Yalnızca O’na yönelen zarar etmez. O’ndan başka birine yönelen istek merciini, ümit noktasını ve icabet ihtimalini kaybetmiş olur. Fani olan, diğer bir faniye ne yapabilir? Kendisi muhtaç olan, diğer bir muhtaç için ne yapabilir?
Sonuç olarak; İslam akidesindeki tevhid düşüncesinin en belirgin özelliği, hayatın bütününe nüfuz etmesi, hayatın onun esasları üzerine kaim olması ve hayatın pratik ve faal bir metodu olmasıdır. Etkisi itikatta olduğu gibi sosyal hayatta da görülmelidir. Hayatın her tarafında etkisi görülmedikçe tevhid akidesi gerçekleşmiş olmaz.
Yüce Allah, uluhiyette tek olduğundan ve herkes O’nun kulu olduğundan, yalnızca O, ihtiyaç sahiplerinin başvuracağı mercidir. Sadece O, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını giderir. Her şeye O hükmeder, O’nunla beraber hükmeden biri yoktur.
19.09.2014
Hazırlayan: Emrullah AYAN