Table of Contents
Halimizi Sorgulamak – 7
Bismillâhirrahmânirrahîm
Ey “Kur’an’cı”, “Hadisçi” ya da “Ehl-i Sünnet” Olarak Tanınan Müslümanlar! Gelin Halimizi Sorgulayalım ve Tevbe Edelim
Ey Müslümanlar! Neden “Kur’an” ve “Hadis” ilişkisinde; Allah’ın kelamı Kur’an’ı belirleyici kılan ve diğer rivayetleri ise, hadis usulünün de gereği olarak metin tahkiki ve tahlili yapmak suretiyle Kur’an’a arz edip uygun olanı alan bir “vasat”ta duramadık? Neden kimimiz tüm hadis rivayetlerini reddeden, kimimiz de hadis kitaplarında yer alan bütün rivayetleri Kur’an seviyesine çıkaran, hatta “vahy-i gayr-i metluv” olduklarını iddia eden aşırılıklara sürüklendik? Hatta neden Kur’an’a açıkça aykırı olan bir rivayeti bile, aykırı olduğu ayetleri tevil edip bu rivayetlere uydurarak savunan ve ayeti değil de rivayeti tercih eden iflah olmaz çarpık uçlara savrulduk?
Söz konusu uçlara savrularak, üstelik davetimizin muhatabı bilmeyen kitleler önünde kaos oluşturularak, neden “ıslah etme” sorumluluğumuzu terk edip fitne ve fesada yol açıldı? Böylece “Hablullah’a topluca sarılmak” yerine, kamuoyu nezdinde “Kur’an’cılar” ve “Hadisciler” ya da “ehl-i sünnetçi”ler adı altında tefrikaya düşerek çıkarılan fitneyle İslam’ın doğru anlaşılmasının önünde engeller oluşturma konumuna düşmek, neden bu uçlarda yer alanları rahatsız etmiyor? Neden, “Din gününde nasıl hesap vereceğiz” endişesi duyulmuyor? Üstlenilen büyük vebalin hesabı, neden bu uçlardaki âlimleri ve öncüleri sarsmıyor?
Neden kimimiz tarihsel naklî birikimi, Kur’an ölçüleriyle ve vahye teslim olmuş akılla sorgulayıp doğrusunu ve vahye uygun olanı tespit etme gereği duymadan olduğu gibi kör bir taklitle sahiplenip, ifrat olan bir uca savrulduk? Neden kimimiz de Kur’an’ı merkeze alan ama aklı vahyin emrine veren bir vasat yerine, aklı vahyin üstüne çıkarıp rasyonalist bir sapmaya, sonuçta da vahyin söylemediklerini, zanna dayalı olarak akılla ürettiklerimizi, zorlama yorumlarla vahye söyletmeye cüret eden aşırılıklara ve tefriti temsil eden diğer bir uca sürüklendik?
Neden Vasatta Durup Rasûl’ün (s) Bize Şahidliği/Güzel Örnekliği Gibi İnsanlara Şahidlik/Örneklik Yapmak Yerine Uçlara Savrulup Fitneye Sebep Olduk?
Vasattaki doğru bir İslamî temsil yerine savrulduğumuz bu uçların hepsi de İslam’ın anlaşılmasının önünde engeller oluşturmakta ve davetin muhataplarını, hatta Müslüman olanları bile İslam’dan uzaklaştırmakta olduğu halde, neden bu büyük vebali yüklenmekten sakınılmıyor ve neden hiçbir hesap korkusu yaşanmıyor? Neden, her konuda vasat yerine uçlara savruluyoruz? Bu bağlamda, neden Rasûl’ün örnekliği konusunda da hurafeci ve dışlayıcı iki uç oluşturduk?
Bu konudaki uçlardan birincisi, yüzyıllara sâri gelenekselci anlayışla, hurafeci tarihî birikimle aktarılarak gelen uydurulmuş rivayetlerle ya da üstad ve şeyhlerinin zanna dayalı beyanlarıyla Rasûlullah’ı insanüstü bir varlık konumuna oturtarak ilahlaştıran ve insanlara örnek konumundan uzaklaştıran bir sapkınlığa sürüklenmiş olanlardır. Rasûl’ün ahlakını ve Kur’an’ı ahlak edinen, hayatında ete kemiğe büründüren şahidliği ve tevhidi hâkim kılmak için ortaya koyduğu mücadele sünnetiyle ve güzel örnekliğiyle hiç gündemine almayan bu kesim, tamamen kendisine özel kimi ferdi tercihlerini, nasıl yediği, neyi sevdiği, nasıl giyindiği gibi konular ve “abdest suyu”nun, “idrar” ve “sümüğü”nün mukaddesliğine dair bir sürü iftira ve sapkınlık içinde oyalanmaktadır. Vahye aykırı olmanın yanında Rasûl’ün ahlakına, risalet misyonuna ve sünnetinin bütünlüğüne de açıkça aykırı birçok uydurma rivayeti sahiplenip, Rasûlullah’ın “Kim bana bilerek bir yalan isnad eder uydurursa Cehennem’deki yerine hazırlansın.” (Buharî, İlim, 38) hadisindeki uyarıya rağmen yayanlar, yoksa cehennemden korkmuyorlar mı?
İkinci uç ise, hurafeci geleneksel yaklaşıma haklı tepkiyle kazandığı meşruiyeti kötüye kullanıp, ifrata karşı tefrit ucuna savrularak Rasûl’ün sünnetini, şahidliğini ve güzel örnekliğini tamamen dışlamaktadır. Bu uç, hurafeci kötü örneğe tepki gösterip “Kur’an yeter” sloganıyla “mealci” bir sapmaya sürüklenmiş bulunmaktadır. Oysa Allah Rasûlü’nün ilk önemli vasfı ümmetine “şahid”/örnek/model kılınmış olmasıdır. Rasûlullah’ın (s) şahidliğini, vahyi hayatında ete kemiğe büründüren örnekliğini ve mücadele sünnetini devre dışı bırakarak Kur’an’ın doğru anlaşılmasının mümkün olmadığını anlamak için Müslümanda biraz samimiyet ve çok az da aklın varlığı yeterlidir. Buna rağmen, aşırılıklara sürüklenip İslam’ı herkesin zanna dayalı aklına göre anlamasının yolunu açanların iyi niyetli olduğunu kabulde zorlandığımı ifade etmek isterim.
İki ucun ortasında “vasat” olan ise, Kur’an’ın da istediği konumdur. Vasat olan, uydurma rivayetleri ve Kur’an’a aykırı olarak tarihsel süreçte üretilenleri reddetmek, ancak Kur’an’ı doğru anlama ve hayata hâkim kılma mücadelesinde, Kur’an’ın dur dediği yerde durarak Rasûl’ün sünnetini örnek almaktır. Rasûl’ün önemli vasıflarından olan vahye şahidliğini, kendi hayatında vahyi ete kemiğe büründürüp modelleştirerek ümmetine sunma anlamındaki sünnetini ve güzel örnekliğini esas almanın imanî bir sorumluluk olduğunu kabul etmektir.
Her mü’min bilir ki, Allah kâdir-i mutlaktır ve “ol deyince oldurur, Kur’an’ı 23 yılda tamamlamak yerine tamamlanmış bir kitap halinde dünyadaki her haneye melekleriyle attırabilir ve akıl verdim, irade verdim okuyun amel edin” diyebilirdi. Ancak Allah (c), vahyini, hep bir Rasûl aracılığıyla ve o Rasûl’ün hayatında örnekleyerek, onun izinden gidilmesini, ona itaat edilmesini isteyerek göndermiş ve Kitap o ilk hayatı inşa ederek tamamlamıştır. Çünkü Rasûl (s), Allah’tan aldığı vahye, kendisine vahyin yanında indirilen “hikmet” gereğince, vahyin en doğru anlayışını ve en isabetli uygulamasını ortaya koyarak şahidlik yapacaktır. Vahyin nasıl anlaşılması ve yaşanması gerektiği konusundaki sünnetiyle güzel örneklik oluşturacak ve iman edenlerin Kur’an’ı doğru anlama ve yaşamalarında mutabakat sağlamalarına, herkesin kendi aklına göre farklı bir anlayışa saparak ihtilafa düşmelerine engel olacak bir “mihenk” oluşturacaktır.
İşte bu hikmete binaen, Rabbimiz Kitabını Rasûl’üne peyderpey indirmiş ve 23 yılda tamamlamıştır. Vahyin ilk şahidi olan Rasûl’ün sünneti, yaratılış gayemiz olan yalnız Allah’a kulluk/ibadet etmek ve bu minvâlde hayatı ibadet kılmak, hayatın bütün alanlarında yalnız Allah’a secde ve itaat etmek (Hac, 22/77) ve bu hâli ölüm gelene kadar sürdürmek (Hicr, 15/97, 98) konusunda şahidlik ve örneklik yapmasının bütünüdür. Rabbimiz, bu konuda vahyin ilk şahidi olan Rasûl’ün hayatının bizim için güzel örnek olduğuna dikkat çekmiştir. “Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Rasûlü’nde güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21). Bu âyet, Rasûlullah’ı bizler için “usvetun hasenetun” olarak nitelemekte, onu bizler için takip edilmesi gereken bir örneklik olarak zikretmektedir.
Hz. Peygamber, bizler için müjdeci, uyarıcı, mübelliğ, şahid, örnek ve bir itaat merciidir. Nitekim Rabbimiz, Nisâ Sûresi 64 ve 80. âyetlerde, “Biz Rasûllerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir amaçla göndermedik…” ve “Kim Râsûl’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse, (bilsin ki) biz seni onlara bekçi göndermedik.” hükümleriyle, Rasûlleri kendilerine itaat edilmesi dışında bir sebeple görevlendirmediğini beyan etmektedir. Âl-i İmran Sûresi 31. âyette de “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” buyurarak, Rasûl’üne itaati, kendisini sevmenin ön şartı olduğunu bildirmektedir.
Kur’an, bir hayata inmiş ve o hayatın içine okunmuş, hayatın içinden okunmuş ve o ilk hayatı, yani Rasûlullah’ın (s) ve ilk Kur’an nesli olan ashâbının hayatını inşâ ederek tamamlanmış bir Kitaptır. Bu sebeple de, o ilk hayattan koparılan, soyutlanan bir Kur’an okuması, öncelikle Kur’an’ı doğru anlamada isabetsizlik oranının artmasına, sonra bugünkü hayatla da bağı kurulamayacak teorik bir kitabın ortaya çıkmasına ve ilk şahidlikten kopmaya, bugün de hayata taşınması ve sosyalleştirilmesi güç bir din anlayışının doğmasına yol açar.
Evet Kur’an, ilk indiği hayatı inşâ etmek ve Kur’an’la inşa edilen bu ilk hayatı insanlığa örnek kılmak, toplumu kuşatan zulümâtın zindan duvarlarını yıkarak onları aydınlığa çıkarmak için indirilmiş bir Kitaptır. Bu sebeple de Kur’an, o ilk hayattan koparılmadan/soyutlanmadan okunursa, o ilk inşa ettiği hayatın içinde, o ilk neslin hayatıyla birlikte dosdoğru okunursa, hakkıyla (tertîlen, yani sindire sindire, ağır ağır, anlama ve özümseme çabası öne çıkarılarak) okunursa, dinde isabet oranı artacaktır. Evet Kur’an, ilk inşa ettiği hayatla bağ kurularak, nüzul ortamı, kavramların nüzul ortamındaki karşılıkları, mümkün olduğunca nüzul sebepleri bilinerek ve siyerle iç içe geçirilerek okunursa, bugün de hayatla bağı kolayca kurulabilecek pratik ilkeleri yakalamak ve ilk örneği bugünkü hayata taşımak mümkün olacaktır. Üstelik bu tür bir okuma, dini anlamada isabet kaydetmek için zorunludur.
Bilinmelidir ki, Rasûlullah’ın (s) ve diğer peygamberlerin sünnetinden bize en sağlam bilgiler veren ve verdiği bilgilerin kesinliği şüphe taşımayan temel ve tartışılmaz mütevatir kaynak, onun risâlet görevinden, yaptıklarından, mücadele sünnetinden haber veren vahiydir, Kur’an’dır. Sünnetin ilk ve tartışılmaz kaynağı, tertilen (bölüm bölüm, hayatın ve mücadelenin safhasına göre doğan ihtiyaçlara cevaplar vererek 23 yılda) indirilip (Furkan, 25/32) Rasûl’ün (s) Mekke-Medine sürecinde tüm yaptıklarını, ilk Kur’an neslini ve vasat ümmet olan ilk “Kur’an Toplumu”nu ve sonuçta Medine İslâm toplumu ve devletini inşâ sürecindeki tüm çabalarını, amellerini yönlendiren Kur’an’dır. Kur’an-ı Kerim’in, Hz. Muhammed’in (s) modelliğini konu edinen sayısız pratiği, sözünü ve tutumunu bize aktardığı ve onları tâbi olunması gereken güzel örneklikler olarak gösterdiği çok açıktır.
Neden Kur’an’sız Rasûl ya da Rasûl’süz Kur’an Uçlarında Yer Alarak Anlamsız Kavgalarla Mü’minlerin Vahdetine Engel Olduk
Aslında Kur’an ve Rasûl birbirinden asla bağımsız düşünülemeyecek, birbirinden koparılamayacak mefhumlardır. Ne Rasûl’ü Kur’an’sız doğru anlayıp değerlendirebiliriz, ne de Kur’an’ı Rasûlsüz doğru anlayabilir ve hayata aktarabiliriz. Tarih boyu iki uca giden ifrat ve tefrit yaklaşımlardan birisi Rasûlsüz Kur’an okumalarıdır ki bu, mealci, hayatla bağ kuramayan, hayata müdahale etmeyen, Kur’an toplumunu inşâyı hedeflememiş, bireysel bilgilenmeye dayalı entelektüel bir çabadan öte geçememektedir. Ayrıca Rasûl’ün güzel örnekliğinin, Sünnetinin yol göstericiliği olmadan gerçekleşen bu mealci okumada her birey farklı meallerle farklı anlayışlara sürüklenebilmekte ve aynı okuma tarzını benimseyen bireyler arasında da ortak bir Kur’an anlayışı ortaya çıkmamaktadır. Bu sebeple de bu okuma tarzı Kur’an’ın doğru anlaşılmasının ve hayata taşınmasının önünde önemli bir engel oluşturmaktadır.
Diğer uçtaki yanlış anlayış ise Kur’an’sız Rasûl anlayışıdır. Bu anlayış da, Kur’an’daki Rasûl anlayışına aykırı uydurma tarihsel birikimle onu yücelteyim derken ilahlaştıran, insanlara örnek olmaktan çıkaran, hurafelere dayalı, hayattan kopuk tarihî bir şahsiyet, soyut bir masal kahramanı konumunda görür. Bunların Rasûl anlayışı, hayatın bütününü vahiyle dönüştürüp inşa etmeye çalışan ve şirke, küfre, ifsâda karşı tevhid mücadelesi veren gerçek Rasûl ile ilişkisi olmayan ve bugünkü hayat için örnek olmaktan çıkarılarak işlevsiz hale getirilen bir Rasûl anlayışıdır.
Aslında iki uçta da, Rasûlün işlevsiz hâle getirildiğini, birisinde Rasûl hâşâ “postacı” konumuna düşürülürken, diğerinde ise ahlâkı ve tevhid mücadelesiyle örnekliği gündemleştirilmek yerine “Gül Muhammed” söylemlerine indirgenen, doğum günlerinde anlamaktan uzak anma törenleriyle geçiştirilen, ilahlaştırmaya götüren asılsız yüceltmelerle örnek olmaktan çıkarılarak işlevsiz hale getirilen, hurafelerle kuşatılmış bir Rasûl anlayışı söz konusudur.
Neden Uçlarda yer Alarak Yol Açılan Fitnenin Hesabından Korkulmuyor ve Neden Bu Büyük Yanlıştan Dönülmüyor?
İki ucun da Kur’an merkezli ve sünnet eksenli sahih İslam’a bu derecede aykırı oldukları apaçık olarak ortada iken, neden Müslümanların büyük ekseriyeti ifrat ve tefrit olarak ortaya çıkan bu uçlara daha çok itibar ettiler? Evet neden, İslam’ın doğru anlaşılıp doğru yaşanmasının ve Müslümanların ortak bir akıdede bütünleşip tek ümmet olmalarının önünde büyük engel teşkil eden bu aşırı uçlarda toplandılar?
Bu uçlar, medyatik imkânlara da sahip oldukları için insanların zihinlerini karıştıran beyanlarda bulunarak ve medyada sürekli üslupsuz ve hikmetsiz kavgalar yaparak, neden fitneye yol açtılar? Neden tevbe etmek, bu büyük yanlıştan dönmek ve Allah’a sığınarak ıslah çabasına yönelmek, bunca “ilme” daha doğrusu “bilgi”ye sahip olanların gündemine gelmiyor da artık nefsanî boyut da kazanan kavgalarda ısrar ediliyor? Neden… neden… neden…?
Çıkardıkları bu fitne ile toplumda fesada sebep olarak sahih İslam’ı bilmeyenlerin ve kimi Müslümanların zihinlerini karıştırıp sonuçta İslam’dan da uzaklaşmalarına yol açtıklarını ve yaşanan büyük yozlaşmada pay sahibi olduklarını neden akledemiyorlar? Herkesin, ölüm gelmeden halini ve konumunu sorgulayıp tevbe ederek uçlara kaymanın büyük vebalinden kurtulamaya çalışması gerekirken, neden bu sorumluluk da yeterince yerine getirilememektedir? Bu uçlarda yaşanan ve ifsada yol açan acı gerçek hâlâ neden akledilmez ve ölüm gelmeden “vasat”a ve vasatta vahdete doğru hicret başlamaz? Neden… neden… neden…?