Table of Contents
İLKAV’ın her Ramazan ayında düzenlemiş olduğu ve bu yıl onuncusu gerçekleştirilen Ramazan ve Kur’an paneli Altınpark Anfa B salonunda yapıldı. Büyük ilgi ve katılımla gerçekleşen bu yılki panelin konusu “Kuran’da İman, İbadet, Ahiret, Cihad ve Şehadet Konuları Çerçevesinde Kulluk” olarak belirlenmişti. Konuşmacılar Ramazan Kayan, Mehmet Pamak ve Şeyho Duman idi.
Sunuculuğunu Osman Yıldız’ın yapmış olduğu panel, Ramazan KOÇ’un Kur’an-ı Kerimden ilgili ayet ve meallerini okuması ile başladı.
Açış konuşmasını eğitimci Emrullah AYAN yaptı.
Ayan konuşmasında özetle şu hususlara değindi:
Ramazan’ın Yüceltilişi, Kur’an’ın İhmal Edilişi
Rabb’imiz, Kur’an’ı, “bin aydan daha hayırlı olan kadir gecesinde”[Kadir, 97/1-3.], Ramazan ayında indirmeye başladığını beyan etmektedir. “O Ramazan ayı ki, insanlara yol gösteren, hakkı batıldan ayırma ölçüsü ve hidayetten belgeler taşıyan Kur’an O’nda indirilmiştir…”[Bakara, 2/185.] ayetiyle de Ramazan’a değer ve anlam kazandıran olaya vurgu yapılmıştır.
İnsanlar için hidayet rehberi olan, hakkı batıldan ayırma ölçüsü furkanı ve hidayet için belgeleri ihtiva eden Kur’an’ın bu ayda indirildiği bildirilmiştir. Ancak yüzyıllar süren bozulma ve kaynaktan uzaklaşma süreci, bütün ibadetlerde olduğu gibi Ramazan algısında da önemli sapmalara yol açmış bulunmaktadır.
Ramazan’ın ve Kadir Gecesi’nin değerli ve mübarek oluşu, insanlığı kurtaracak mesajın bu ay ve bu gecede indirilmesinden kaynaklanmakta ve bu değere bizzat Kur’an işaret etmektedir. Bu açıklama şu sonucu doğurmalıydı; madem Kur’an’ın indirilmeye başlandığı gece bin aydan hayırlıydı, o halde Kur’an’ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya tahsis edilmiş bir gün de yine bin aydan daha hayırlı olarak algılanarak, her günün ve gecenin Kur’an’a uygun olarak ihya edilmesi için seferber olunmalıydı.
Buna rağmen yüzyıllar süren, kaynaktan kopuş ve bozulma süreci sonunda, Kur’an bir kenara bırakılmış, Ramazan ve Kadir Gecesi ise içi boşaltılarak yüceltilmiştir. Böylece, anlamın tüketilmesi sonucunda içeriksiz formları yücelten bir süreç başlamıştır. Bu süreç, vahyin özne olmaktan çıkarılmasına, bu durum da insanların rehbersiz kalmasına, hak ile batılı ayıramaz konumlara sürüklenilmesine yol açmıştır.
Gelinen noktada, “Müslüman’ım” diyenlerin büyük çoğunluğu, Kur’an’ı hayat dışına çıkarırken, pek çok bid’at ve hurafeyi Kur’an’ın getirdiği dinin yerine ikame edip kutsallaştırmışlardır. Ramazan ayı ile Kadir Gecesi’ni bile, vahiyden soyutlanmış bir kutsallıkla ihya etmeye yönelmişlerdir. İnsanları, zulumattan nura, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak Kur’an’ın indiği ay ve gece, Kur’an’dan soyutlanınca, karanlıklara götürecek bid’atların icra edildiği zemin haline dönüştürülmüştür. Sonuçta, değeri Kur’an’dan kaynaklananlar, Kur’an’dan daha çok önemsenirken, Kur’an ihmal edilmiştir.
Bu Kitap Niçin Gönderilmiştir?
"Elif, Lam, Ra. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumattan nura, herşeye galip ve hamde layık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik." (İbrahim, 1) "O bir peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki, iman edip salih amel işleyerek zulumattan nura çıkasınız." (Talâk, 11)
Kur'an'sız hayât, karanlıkların nuru örttüğü, hevanın azgınlığında zulmün kuşattığı tuğyan etmiş bir hayâttır, zindan hayâtıdır, körlerin hayâtıdır. "Kim benim zikrimden (Kur(an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayâtı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir." (Tâhâ, 124-127)
Kur’an’a, Doğru Yaklaşmanın Ölçüsü
Önyargılarımızdan mümkün olduğunca arınmış olarak, bütünlüğünü ihmal etmeden ve Rasulullah’ın güzel örnekliğini, şahitliğini de dikkate alarak, Allah rızasını kazanmak amacıyla bir an önce okuyup, anlamak, öğüt almak ve hayata taşımak üzere Kur’an’a yaklaşmak gerekmektedir.Kur’an pek çok ayetinde, insanları, esas indiriliş maksadına uygun bir biçimde kendisini okumaya ve öğüt alıp, hükümleriyle amel etmeye çağırmakta, mümin olmanın ve kurtuluşa ermenin de ancak böyle mümkün olabileceğine dikkat çekmektedir.“Gerçekten Allah’ın kitabını okuyanlar … asla zarara uğramayacak bir ticareti umabilirler.” (Fatır, 35/29 )Kitab’ı okumak, anlamını düşünmek, anlamak, öğüt almak, etkilenmek, onunla amel etmek gibi bütün boyutları kapsar.
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den bazısı) onu, hakkını gözeterek (gereği gibi) okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler.Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.” (Bakara 2/ 121)
Rabbimiz bu ayetinde, kitabı yüzeysel ve alelade bir tarzda okumanın anlamsızlığı ve yetersizliğine dikkat çekmektedir. Ancak hakkını gözeterek ve gereği gibi okuyanların, Kitaba iman ettikleri ifade edilmektedir. O halde bilmeliyiz ki, Kur’an’ı elimize alıp, “ben bu kitabın Allah katından indirilen vahiy olduğuna iman ediyorum” desek, ancak daha sonra da o Kitabı hiç okumadan tozlu raflara terk etsek ya da sadece manasını anlamadan ölülere okusak, bu Kitaba iman etmiş sayılmayız. Çünkü Rabbimizin beyanıyla Kitaba imanın gereği, onu hakkıyla okumaktır. Hakkıyla okumak ise, anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla okumaktır.
Kurtuluşa ve izzete ulaşabilmek, ümmeti gerçek nitelikleriyle vahyin ölçüleri içinde yeniden inşa edebilmek için; Allah’ın azabından korkarak, Allah’ın ipi olan Kur’an’a sımsıkı ve topluca sarılmamız gerekmektedir. Hesap günü Peygamber’in (s); “Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı terk edilmiş olarak bıraktı.” (Furkan, 25/30) şikayetine muhatap olacak hallere düşmekten kaçınmalı, bugün toplumumuzda yaygın olarak yaşanan “Kur’an’ı terk edilmiş bırakma”konumundan kurtulmak için ciddi ve samimi çabalar göstermeliyiz.
İlk Kur’an nesli, Allah’ın kendileriyle Kur’an ayetleri aracılığı ile konuştuğuna ve emir ve talimatlar verdiğine kesin olarak iman ederek bir an önce onları hayata aktarmak heyecanını yaşıyorlardı. Bu sebeple de Kur’an’ın bereketi onları kuşatıyor, onlara izzet ve şeref kazandırıyordu. Daha sonra bu bilinç, bu iman ve kaynakla bütünleşme terk edilince bugünkü yaygın zillet meydana geldi. İman ve amellerimiz eksen ve anlam kaybına uğradı, istikamette büyük sapmalar meydana geldi.
İşte bugün 10. Sunu gerçekleştirdiğimiz Ramazan ve Kur’an panellerini, Ramazan’a anlam ve değer kazandıran Kur’an’ı hakkıyla okumayı insanların ve öncelikle de “Müslüman’ım” diyenlerin gündemine sokmak, bu konudaki emri bil maruf sorumluluğumuzu yerine getirmek ve her Ramazan ayını Kur’ani bir inkılaba yönlendirici hatırlatmaların vesilesi kılmak için düzenlemekteyiz. Rabbimiz kabul etsin, on yıldır süren ve bundan sonra da sürmesi için dua ettiğimiz bu çabaya katkı sunanlara ecirlerini versin, bu çalışmaların sürekli, etkili ve bereketli olmasını nasip etsin.
Açış konuşmasından sonra panele geçildi. Panelin yöneticisi ve konuşmacısı olan Mehmet PAMAK, panelin amacını açıklayan sunuş konuşmasında şunları ifade etti:
İslam coğrafyasının her yanında, diktatörlükler, emperyalist işgaller ve bunların baskı, işkence, tecavüz, sömürü ve katliamlarıyla, sefalet, kan ve gözyaşı egemen bulunuyor.
Çünkü uzun tarihsel süreçte Kur’an (mehcur) terk edilmiş bırakıldı.Allah’ın inzal edilmiş ipine (hablullah’a) topluca sarılmaktan uzaklaşıldı. Resulullah’ın (s) şahidliği, örnekliği ve mücadele sünneti terk edildi ve cahiliye yeniden üretildi. Tarihsel süreçte uydurulan ya da başka felsefe ve dinlerden alınan bid’at, hurafe ve İsrailiyatlar karıştırılarak farklı ipler üretildi. Bundan sonra, insanlar, Allah’ın ipi yerine, haktan unsurlar da taşıyan, hak-batıl karışımı “ılımlı” İslam algılarına (statüko dinleri) dayalı üretilmiş iplere çağırıldılar.
Bu uzun bozulma ve yozlaşma sürecinde, tevhidi nitelik kaybedildi, Kur’ani akıdeden uzaklaşıldı, ümmet olma vasıfları yitirildi, vahdet bozuldu, sonuçta da parçalanma, bölünme ve dağılma kaçınılmaz oldu. Rabbimiz Enfal 46. Ayetinde; “Allah'a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir“ buyuruyordu ve bu ayetin işaret ettiği sakınılması gereken hale sürüklenildi.
Bu bozulma ve dağılma süreci sonunda, zayıf düşen, Allah’ın yardımına, rahmetine müsait halini yitirerek, gücünü ve izzetini kaybeden ve böylece sömürüye müsait hale gelen ümmetin üzerine işgalci emperyalist devletler çullandılar ve sömürgeleştirdiler, işbirlikçi despot yönetimleri egemen kıldılar. Sonuçta Müslüman halklar bu zillete sürüklendiler.
Bugün Filistin’de, Afgansitan’da, çeçenistan’da, Irak’ta, Suriye’de Arakan’da vb daha nice belde de Ramazan ayında da kitleler halinde Müslüman katlediliyor. Yüreğimiz kan ağlıyor. Bakın on yıl önceki ilk Ramazan ve Kur’an panelinin sunuş konuşmasında neler söylemişim:
“Her Ramazan ayında aynı iç burukluğunu yaşıyoruz. Yüreklerimiz kan ağlıyor. İslam coğrafyasının pek çok bölgesi, İslam düşmanlarının saldırı ve sömürüsüne muhatap bulunmakta. Her tarafta kan ve gözyaşı var. Müslüman halklar işgaller, istilalar, işkenceler, tecavüzler, katliamlar ve soykırımlarla yok edilmeye, zora ya da gönüllülüğe dayalı değişik adlardaki projelerle dönüştürülmeye, kendisi olmaktan çıkarılmaya çalışılıyor.
Mazlum Müslüman halkların çocukları, bizim çocuklarımız gibi gülüp oynayamıyorlar. Karınlarını sağlıklı yiyeceklerle doyuramıyor, eğitim göremiyor, ilaç ve doktor bulamıyorlar. Milyonlarca mazlum insan mülteci kamplarında. On yıllardır yokluk ve yoksulluk içinde. Üstelik, yıllardır can güvenliğinden yoksun bir biçimde yaşıyorlar, aslında yaşamıyor tam anlamıyla sürünüyorlar. Kaynakları sömürülmüş yüz milyonlarca mazlum Müslüman insan, tek dişi kalmış canavar olan Batı medeniyetinin dayattığı bu zulümler altında açlığa, sefalete, kan ve gözyaşına mahkum edilmiş bulunuyorlar.”
Bugün maalesef aynı şeyleri söylemek zorunda kalıyoruz. Aynı şartlar devam ediyor, çünkü o gün bu hale düşmenin nedeni olarak dikkat çektiğimiz, Kur’an’da ve Resulullah’ın güzel örnekliğinden kopuş devam ediyor. İlk Kur’an neslinin aynı Kur’an’ı okuyarak, emredilen aynı ibadetleri yaparak nasıl bir inkılap yaşadıklarına ve nasıl izzet ve onur kazandıklarına ve sayıları Medine’de 1500 civarını bulan bu ilk neslin İslam’ın mesajını nasıl bütün dünyaya ulaştırdıklarına değinip halimizi sorgulamıştık. Bu zilletten çıkmak için, Kur’an’a topluca sarılıp hakkıyla okuyarak ilk neslin Kur’an ve ibadet algısını yakalamak sorumluluğumuzu kuşanmamız gerektiğini, işte bu sebeple de bu Ramazan ve Kur’an panellerini düzenlemeye karar verdiğimizi ifade etmiştik. Bugün de aynı sorun devam ediyor.
İşte bu sebeple, Ramazan ve Kur’an panellerini on yıldan bu yana sürdürerek, Ramazan’ın Kur’an ayı olarak idrakine zemin hazırlamayı ve Kur’ani bir inkılabın vesilesi kılınmasına katkıda bulunmayı hedefledik.
Bugün Ortadoğu değişim sürecinden geçiyor, arayış ve yönlendirmeler yaşanıyor. Despot rejimlerin arkasında yer alan liberal demokratik sistemler, şimdi de katliamlar ezip bunalttıkları halklara liberal demokrasi havucunu uzatıyorlar. Liberal demokrasilerin egemen olduğu bu ülkelerde de Wol street işgalcileri adı altında başlayan ve sonra 1000 i aşkın şehirde 82 ülkede halk ayağa kalktı, finans kapital kırallıklarını sömürüsüne itiraz ediyorlar. “Başka bir dünya mümkün” diyerek ayağa kalkan bütün dünya insanlığı fıtri bir adalet arayışı içinde ve Kur’an’ın aydınlığına, adaletine muhtaç bulunmaktadır. Çünkü, modern seküler paradigmanın kodlarıyla kuşatılmış, işgal edilmiş zihinleriyle bu aradıkları “adil dünyayı” üretemiyorlar. Fıtrat vahiyle bütünleşmeden sahici ve bütüncül bir adalet sistemini üretemez.
Bu büyük sorumluluk, vahiyle fıtratı bütünleştiren Müslümanların omuzlarındadır. Bu sebeple, İslam coğrafyasındaki ayaklanmalar, Kur’ani bir inkılaba dönüşmeli ve ümmet vahiyle yeniden inşa edilerek, İslami adalet sistemi modeli bölgemizde üretilip tüm dünya insanlığına sunulmalıdır. Aksi takdirde insanlık bizden davacı olacaktır: “Ya Rabbi biz liberal demokrasilerin ve seküler paradigmanın adalet yerine, zulüm, sömürü getirdiği haykırıp başka bir dünya ararken, Müslüman olduğunu söyleyen ve ellerinde Kur’an bulunan kulların, İslami adalet modelini üretip bizi de kendilerini de kurtaracak Kur’an mesajını dünyaya sunma sorumluluklarını yerine getirmediler. Tam tersine onlar da bizim seküler modellerimizin peşine takıldılar. En fazla bizim seküler modellerimizi bireysel ibadetlere indirgenmiş yanlış İslam algılarıyla sentez eden eklektik anlayışlara savruldular. Dolayısıyla bize de kendilerine de zulmetmiş oldular. Bu sebeple bize ne kadar azap uygulayacaksan onlara iki mislini uygula deseler haklı olmazlar mı? İşte bu sebeple Ramazan ve Kur’an panellerinin önemi büyük, inşallah bu tür çalışmalarla Kur’ani bir inkılabın, tevhidi toplumsal dönüşümün yaşanmasına katkıda bulunmaya devam edeceğiz. Rabbimiz kabul etsin.
Bu sunuştan sonra panele geçildi.
Oturum Başkanı Mehmet Pamak, birinci konuşmacı olan Ramazan Kayan’ın “Kur’an’da tevhid inancı, ubudiyet, kulluk eksenli hayat tasavvuru ve hayatı ibadet kılmak”, ikinci konuşmacı olan Şeyho Duman’ın “Kur’an’da ahirete iman, takva, takvayı hakkıyla kuşanmak ve sabikundan olmak”, üçüncü konuşmacı olarak da kendisinin “Kur’an’da ahlak, cihad ve şehadet” konuları çerçevesinde “Kur’an’da Kulluk Sorumluğumuz”a dair sunumlar yapacağını açıklayarak ilk sözü Ramazan Kayan’a verdi.
Ramazan KAYAN konuşmasında özetle şunları söyledi:
Rabbim günümüzü, programımızı mübarek kılsın. İstikamet ve ihlastan ayırmasın. Kitabına tabi olanlardan kılsın. Kitabı konuştuğumuz şu saatlerde Halep yanıyor. Arakan yanıyor.Sebebi Rabbim Allahtır diyen,inandıkları Kitab ‘a göre yaşamak isteyen özgürlük isteyen Müslümanların varlğıdır. Kitaba tabi olmanın bir bedeli vardır.Evrensel ve toplumsal sorumluluklarımızı hatırlayıp ,şahitlik bilincini kuşanmak zorundayız.İlkavın bu konularda ısrarla durması önemlidir.Allah Razı Olsun.
Kulluğumuzu temellendirmemiz kolay değil.Başlıklar halinde ve beş ayetle size anlatmaya çalışacağım. Beş kelime ve bir cümle ile belkide kendimizi yeniden kuracağız.Kuranın bütünlüğünü derinden hissederek,her türlü yozlaşma ve çürümeye karşı ,fıtrat üzerinden hayatı tahkim ve tahsis etmeye çalışacağız.İlk ayetimiz Hac 74 : (Hakkıyla Tevhid)
Kur’an, insanın en ciddi şaşkınlık ve sapkınlık alanına vurgu yapıyor… İnsanlık tarihi boyunca inanç sorunları noktasında inkardan ziyade inhirafın ağır bastığını görmekteyiz… İnsanların ekseriyetinin Allah’a ihanetten daha çok O’nu ihmal ettiklerine tanık olmaktayız…
“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler…” (Hac -74)
“Hakka kadrihi…”
Allah tasarımında sapmaya gittiler. Allah’ın alanının sınırlarını çizmeye kalktılar. Mabed, gökyüzü,kamusal alan dışılık gibi yerlere hapsettiler.Allah’ı bu işin içine karıştırmayın dediler. Kuran nedir diye sorulsa Allah ‘ın kendini tanıtma ve tarif etmesidir diyebiliriz.İman ama nasıl.Allah ın üzerimizdeki denetim ve yetkisi ile tasarrufuna bakacağız.Egemenliği parçalanıyorsa sorun var.Allah la olan sorun halledilmedikçe bizler sorunlarımızı çözemeyiz.
Ebu Zer İmanı,Firavun karşısında sihirbazların imanı.Bunları düşünerek halimizi sorgulayalım.Kendi hedeflerimiz ile Allah’ın açısı nekadar yakın.Müslüman canın istediği gibi yaşayamaz.Rabbinin istediği gibi yaşar. Hak üstündür. Yoksa her üstün olan haklı değildir…
Hakk’ın hakkını vermek ise en güzel olandır…
Hakkın ikamesini hayatın gayesi bilenler, öncelikle bu sorumluluğun nasıl bir donanımla mümkün olacağının bilincinde olanlardır…
Hakkın tecellisi ancak, hakkı temsil edenlerin hak üzere bir duruşu sürdürmeleri ile mümkündür. Bu hassasiyeti taşımayanların batıl karşısında bir varlık göstermeleri beklenemez…
Bu bakımdan Müslüman Hakka teslim olan ve hakkı teslim eden insandır… Yine Müslüman el attığı her işin hakkını veren kişidir. Hakkıyla sürdürülmeyen bir kulluk sonuçta hüsrandan başka bir şey değildir. Hakikaten gereği gibi önemsenmeyen hiçbir iş sonuç vermiyor…
Bu açıdan öncelikle cevabını arayacağımız soru; İslam’ın hakkını verip vermediğimiz? Hangi seviyede İslam’la ilgiliyiz? Önceliklerimiz arasında İslam kaçıncı sırada?
Müsait zamanların Müslümanlığı ile mesafe alamayacağımız açık bir gerçek… İndi ilahide bir “hak ediş” için İslami sorumluluklarımızın hakkını vermemiz gerekiyor. Yüzeysel çabalarla, şekilsel görüntülerle bu sınavı yüz akı ile sürdürmemizin mümkünü yok… “Dostlar pazarda görsünler” hesabına yapılan uğraşlar belki görüntüyü kurtarmaya yeterli olabilir, ancak sadra şifa olacak bir netice beklenemez… Hakkıyla yüklenmediğimiz bir davanın bizi Rabbin rızasına taşımasını umabilir miyiz? Gereği gibi kuşanamadığımız bir İslami kimliğin bizler için kurtarıcı olmasını nasıl bekleyebiliriz ki?
O halde gerekliliğinde kuşku olmayan bu sorumluluğu nasıl kuşanabiliriz? Güçlü bir İslami kimliği ve kişiliği nasıl inşa edebiliriz? Zorluklar ve olumsuzluklarla sınanmadıkça çetin süreçlerde nasıl ayakta kalabiliriz?
Dinamik ve dayanaklarımız neler olmalıdır?
Yüce Kitabımız Kur’an’dan seçtiğimiz beş ayetle sorularımıza cevap bulmaya çalışacağız…
İşte inşa sürecinde sacayaklarından birini oluşturan ilk husus:
Tevhidin hakkını vermek yani gereği gibi tevhid…
Müslüman canının istediği gibi değil Allah’ın istediği gibi yaşayandır. Mümin her işte Allah’ı hesaba katandır… Unutmayalım ki; Allah’a değer veren insan ancak değerlidir… Zaman zaman şu soru her Müslüman’ın zihin dünyasını kurcalar; acaba bir kul olarak Allah katında değerim, durumum nedir?
Bu can alıcı sorunun cevabını Efendimiz (sav)’den alıyoruz:
“Bir kimse Allah katındaki değerini bilmek istiyorsa, kendisi Allah’a ne kadar değer veriyor ona baksın. Şüphesiz Allah-u Teala kulunu kulunun kendisini indirdiği seviyeye indirir.” (Hakim-Müstedrek)
Siz hangi seviyede Allah ile ilgili iseniz O’nun da size ilgisi o kadar olacaktır…
Sizin gündeminizde Allah kaçıncı sırada ise O’nun gündeminde sizin sıranız odur…
Siz O’nu ne kadar önemserseniz O da sizi o kadar önemseyecektir…
“O halde siz beni anın ki, ben de sizi anayım…” (Bakara -152)
Siz O’nu hatırlarsanız, O da sizi hatırlayacaktır…
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder…” (Muhammed -7)
“Onlar Allah’ı unuttular, O da onları unuttu.” (Tevbe -67) Yani unutulanlardan, mahrum bırakılanlardan oldular…
Hadisi Kudside ifade edildiği gibi:
“Siz O’na yürüyerek giderseniz O size koşarak gelir.”
Yani en önemlisi Allah ile iyi olmak, yakın durmak… O’nu gereği gibi takdir etmek… O’na yanlış yapmamak…Hakkı ile tevhid…
Şirkin alabildiğine sosyalleştiği, zulmün siyasallaştığı, küfrün yasallaştığı bir dünyada tevhidi duyarlılığın teyakkuzda olması gerekiyor… Tevhidin sosyalleşmesi imani bir gerekliliktir…
Tevhidin toplumsal sonucu adalet, kişisel neticesi ise özgürlüktür…
Allah’ı hakkı ile takdir etmek sorumluluğunun bilincinde olanlar bilirler ki, Müslüman olmak bir yerde kolay, zor olan Müslüman kalmaktır. Daha da zoru ise Müslüman olarak ölebilmektir…
Hayatı yeniden inşa ederken kalkış noktamız R. Garaudy’nin şu özlü ifadesi olacaktır…
Siyasette hüküm Allah’ındır…
Ekonomide mülk Allah’ındır…
Kültürde söz Allah’ındır…
Hülasa muvahhid kalabilmenin temelinde bunlar vardır…
İkinci sorumluluk ise:
Takvanın hakkını vermek yani gereği gibi takva…
“Ey iman edenler, nasıl bir takvaya sahip olmak gerekiyorsa hakkıyla takva sahibi olun…” (Ali İmran -102)
“Hakka tükatihi…”
Takva rollerine soyunmadan, iliklerine kadar takvayı özümsemek… Sorumluluk bilinci ile dolmak… Hayatı bu bilinçle kavrama ve biçimlendirme… Fıtratla çelişmemek… Fatır-ı Mutlak’a muhalefet etmemek… Sürekli Allah’ın denetiminde olduğunun idraki ile ciddi bir disipline bağlı kalmak… Takva ruhumuzda filizlenmedikçe, bedenlerimizde çiçeklenmedikçe kimden korkmamız ve kimden korunmamız gerektiğini çözemeyiz…
Allah’a karşı saygı yüklü bir korku hali ve çekingenlik bizi başıboşluklardan kurtaracaktır… Takva örtüsünü üstümüze almadıkça çarpıklıktan, çıplaklıktan kurtulamayız…
Silik ve sinik bir takva değil… Sorgulayan, silkeleyen ve savunan bir takva… İtirazı olan, “Hayır” diyebilen ama ilahi sınırları korumada ödün vermeyen bir tutum…
Takva korkusu devreye girince beşeri korkuları kefenleme fırsatı yakalanmış olur… İçi kof, edilgen bir takva, şeytani bir oyalanmadır… Münzevi kalmayı değil müdahil olmayı öğreten; hep mülayim olmayı değil gerektiğinde muhalif olmayı bilmek…
Evet muttaki olmak, Allah ile ilişkide ciddi bir tutarlılık ve kararlılık içinde olmayı gerektiriyor… O’na karşı sadakat ve samimiyete halel gelmemesi icap ediyor… Rabbani sorumluluk bunu zorunlu kılıyor…
O taktirde, takvanın koruyucu gücü ile vahye tanıklığımızı net bir şekilde sürdürebiliriz…
Üçüncü ayet ve bununla belirginleşen sorumluluk…
Cihadın hakkını vermek yani gereği gibi cihad…
‘‘Allah uğrunda hakkıyla cihad edin…’’ (Hac -78)
“Hakka cihadihi…”
Cihadın edebiyatı, hamaseti, hitabeti değil, kendisi hem de hakkı ile… Cihadın dillere pelesenk, ağızlara sakız olduğu süreçlerden, şimdilerde ise cihadın zinhar ağza alınmadığı günlere gelindi… Uçlarda gezinen insanımız itidale nasıl intikal edecek? Önce kavramlarımızın içini doğru doldurmak lazım … İçi boşaltılmış kavramlar dinde laubaliliğin önünü açıyor… Önce cihadla cinayetin ayrımını doğru yapmak lazım … Ne cihaddır, ne değildir? Ardından cihadsızlığın nasıl bir zillete kapı araladığını görmek gerekir… Cihadı hayatınızdan çıkarırsanız geriye sadece ‘‘hiç’’lik kalır…
Cihad, duygu ve düşüncelere pranga vuran ‘‘fitneci sistemleri’’ ortadan kaldırma, etkisizleştirme çabasıdır… İslam’ın yolunu açmak, insanların İslam’la buluşmasının önündeki engelleri bertaraf etme gayretidir… İslam’ın koruyucu şemsiyesi altında insanların özgürce bir tercihe gidebilme fırsatını sunar…
Cihadın anlamını, kapsamını daraltmadan hayatın tamamını kuşatacak bir çerçevede düşünmek durumundayız… Hayat; iman ve cihad değil miydi?
Cihadi boyutu olmayan İslami anlayışın ciddiyeti ve saygınlığı olur mu?
Allah yolunda cihad ile ancak insanlara bir özgürlük koridoru açmış olursunuz… Zulüm, zillet, zulmet, sömürü, işgal ve talanın önüne cihadsız nasıl geçebilirsiniz? Cihad, İslam’ın izzeti ile varoluşunu sürdürme kararlılığıdır…
Cihad, İslam’ın ve insanlığın yararına olan kişisel ve kurumsal bazda; sözlü, yazılı, fiili, görsel, bilimsel, kültürel, siyasal, sosyal, ekonomik ve askeri tüm çabaların toplamıdır…
Allah’ın rızasına yönelik her türlü gayret; gerektiğinde İslam düşmanları ile can ve malla yapılan savaşta yer almaktır…
Mekke döneminde inen şu ayet, günümüzdeki cihad sorumluluğunun boyutlarını bize gösteriyor:
‘‘Sakın kafirlere itaat etme. Onlarla büyük bir cihad ile cihad et.’’ (Furkan-52)
Mekke günlerindeki bu cihadın ekseninde henüz kılıç yoktu, Kur’an vardı…
Evet, cihad tüm zamanların sorumluluğudur… Gereği gibi yapılan bir cihad iki dünyanın da güvencesidir…
Dördüncü ayet ve Kitabı hakkı ile tilavet sorumluluğu…
‘‘Kendilerine kitabı verdiklerimiz onu hakkı ile tilavet ederler…’’ (Bakara-121)
“Hakka tilavetihi…”
Tilavet, kıraatten farklıdır…
Tilavet; okumak, takip etmek, ardından gitmek, tabi olmak, uymak anlamlarını içeriyor… Uygulama sonrası söyleme eylemidir… Okunup anlaşıldıktan sonra ve gereği yapıldıktan sonra gerçekleşen aktarmaya denilir…
Bu bağlamda Kur’an okumalarımızın hayata yansımasını görmek gerekiyor…
Bu kitap hayatın neresinde? Hayat kitabı olan Kur’an’a hayatımızı açmadan tilavetin hakkını vermiş olmayız… Evet, hafızamızdaki Kur’an değil, hayatımızdaki Kur’an bizim için kurtarıcı ve yol göstericidir… Ayetler ilk gündeki sıcaklığı ile her gün hayatımıza inmiyorsa hakkı ile tilavet gerçekleşmiyor demektir… Zihinlerdeki, yüreklerdeki Kur’an, yürürlüğe girdiği zaman okumaktan amaç hasıl olacaktır. Hafızalarda hissedilen ayetler hayatta muhafaza edilemiyorsa vahiyden kopuş başlamıştır… Kimliklerin vahiyle şekillenmesi için vahyin komple bizi kuşatması gerekiyor… Bu durumda vahiyle netleşen zihin, vahiyle beslenen akıl, vahiyle titreyen yürek, vahiyle donanan ruh, vahiyle arınan nefis, vahiyle dirilen hayat ve vahiyle yürüyen insan Kur’an’ın insanıdır… O insan her an Kur’an’ı açık tutma iradesine sahiptir… Zaten biz kitabı açık tuttukça yasakçılar onu kapatamaz… Hayatımızdan çıkaramaz… Tabi önce iç dünyamızı Kur’an’a açmak durumundayız… Belki Kur’an’ın sayfaları arasında gezinenlerimiz oldukça çok… Onu habire tekrar eden de çok… Hakkıyla tilavet etmeye gelince aynı şeyi söyleyemiyoruz… Evet çokça okunan ama mehcur bırakılan bir kitap önümüzde duruyor… imdi önce kendimizi ona açma sonra da kitabı açık tutma vaktidir…
Beşinci ayet sorumluluklarımıza hakkı ile riayet etmemiz gerektiğine dikkat çekiyor…
‘‘İhdas ettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık(emretmedik). Ancak Allah’ın rızasını aramak için bu yolu seçtiler. Ama buna da hakkıyla riayet etmediler…’’ (Hadid-27)
“Hakka riayetiha…”
Yüklendikleri İslami sorumlulukların hakkını vermediler. Geçiştirdiler… Zamana yaydılar… Ertelenmeci bir anlayışla işin içinden sıyrıldılar, sonra da kulvar değiştirdiler… İslam için ortaya sürdüğümüz tüm iddialarımızı, ahitlerimizi, adaklarımızı hatırlamak durumundayız… Sadakat, ciddiyet, samimiyet bunu gerektiriyor… Ahde vefa en çok Allah’a verdiğimiz sözlerde beklenir…
Arkasında duramayacağımız sözler bizden sadır olmamalıdır…
Taahhütte bulunurken takatimizi iyi hesap etmeliyiz… Yarınlarda altında ezileceğimiz vaatlerde bulunamayız… Omuzlarımızdaki yükümlülüğün de hakkını verme hususunda işi geciktiremeyiz… Çünkü her şey kayıt altında ve her şey hesaba ve sınava tabi…
Evet sonuç itibari ile bize emanet edilen hayatın hakkını vermek beş kelime ile mümkün…
‘‘Hakka kadrihi…’’ Hakkıyla tevhid… Yani muvahhid olmak…
‘‘Hakka tükatihi…’’ Hakkıyla takva… Yani muttaki olmak…
‘‘Hakka cihadihi…’’ Hakkıyla cihad… Yani mücahid olmak…
‘‘Hakka tilavetihi…’’ Hakkıyla tilavet… Yani müteal değerlere tutunmak…
‘‘Hakka riayetiha…’’ Hakkıyla riayet… Yani sorumluluklara sıkı sarılmak…
Bunlara hassasiyet gösterenlere Cenab-ı Hakda hakkı teslim ediyor…
‘‘İşte hakkı ile mümin olanlar bunlardır. Rableri katında onlar için dereceler, bağışlanma ve üstün bir rızık vardır.’’ (Enfal-4)
Hak yerini buluyor… Bu kelimelerin hakkını vermediğimiz taktirde en büyük haksızlığı kendi nefsimize yapmış oluruz… Şüphesiz Allah kimseye kıl kadar haksızlık yapmaz…”
Daha sonra söz ikinci konuşmacı olan Şeyho Duman Hoca’ya verildi.
Şeyho Duman ise özetle şu hususlara değindi:
Allahın Rahmetinden dolayı bize göndermiş olduğu peygamberlere tabi olan müminlere selam olsun.Bu yol bizim kurtuluş yolumuzdur. İnsan zalim ve cahil yaratılmıştır.Allahın emanetini yerine getirmek,yeryüzünü O’nun emirlerine hakim kılmak nasıl olacatır? Tabiiki mesajını anlamak ve idrakine varmakla olacaktır.Orucun idrak edilmesinde de Bakara 183. Ayetin sonundan anlaşıldığı üzere “takvaya ermek” orucun amaçlarından bir tanesidir.Kur anda 260 yerde takva kelimesi ve türevi geçer.Kuranda geçen takva kavramı yıllar içinde içi boşaltılmıştır.Allahın bir sıfatıda El-Vakiy’ dir.Önce kendimizi koruyacağız.Allah ta bizi azabından koruyacak.Tüm iyi akibetler müttakilerindir.Çelişkiler olmayan bu kitap takvayı gerçekleştirenler için yol göstericidir.
İttakullah, Allahtan korkmak değildir sadece.Allahın seni korumasına girmeye çalış demektir.Kış günü dışarı çıkarken nasıl palto giyerek tedbir alıyorsan,Allahın korumasına girmek için amelleri gerçekleştirmek gerekir.Aynen oruç gibi.Hem kendimizi koruyacağız.Hem Allah bizi koruyacak azabından.İttika gayretle dış tesirlerden korunmayı ifade eder.Allah ta bizi o günün şerrinden koruyacaktır.Güzel karşılanmak için ahrette bir vesiledir.Azaba karşı takva korur, Allah imkan açar. Takva lüks,ektra bir şey değildir müminin hayatında.Takvaya iman gereklidir ve farzdır.
Allah kuluna kafidir.Dua ederken vesileler kılmak abestir.Ahirette sadece müttakiler birbirine düşman olmayacaktır.Diğerleri birbirine suç atıp kavga edeceklerdir.Allah ‘ın dostları için korku ve hüzün yoktur.Takvayı gerçekleştirenler için dünya ve ahrette müjdeler olacaktır.
Takva’nın Tevhid Üzerinde Birleştirici Yönü
Allah’tan hakkıyla ittika edebilmek ve Müslüman olarak ölebilmek için öncelikle Allah’ın ipine toptan yapışarak Tevhid üzerinde birleşmek ve her türlü tefrika ve ihtilaftan kaçınmak gerekir. Haccın farz oluşu da bu şekilde toplanmanın araç ve maksatlarından biridir. Bu nedenle önce kalplerin Tevhid’i, sonra da tabii olarak davranışların Tevhid’i (Tevhid-i Ef’al) Hak Dinin temelini oluşturur. “Ben kendi başıma dinimi imanımı koruyabilirim.” demek tehlikelidir. Kendi başına kalanın yoldaşı çoğunlukla şeytan olur ve böyle bir kişinin imanla gidebilmesi çoğu zaman şüpheli olur. Cemaatin bölünmemesi iman ve amelde birleşenlerin Allah’ın ipiyle birbirlerine kopmamacasına bağlanmaları gereklidir. Bu bağı koparan Millet-i İslamdan çıkar. Hz İsa “Benim Allah’a (gidişte) yardımcılarım kimlerdir? ” diye yardımcı aramıştır. Bu bakımdan bütün Mü’minler tek bir kelime üzerinde aynı davranış biçimine girmedikçe Tevhid-i ameliye ulaşamadıkça takvaya ulaşmak da güçleşir. Bu yüzden Kur’an
“Ey İman edenler! Allah’tan O’na karşı takvanın gerektirdiği şekilde ittika edin ve ancak Müslümanlar olarak can verin. Toptan Allah’ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin” (Ali İmran:102,103) diye emretmektedir.
İslam hayatı bütün hayatı kuşatıcı ve kainatı, yaratılışı, insanı kısaca her şeyi yerli yerine koyucu bir dindir; bütün varlıklar İslam üzere olup insandan istenen de Müslüman olmasıdır. Müslüman olmanın gereklilikleri içinde Kelime-i Tevhid üzerinde birleşip bir “Bünyan-ı Mersus” oluşturarak tüm insanlığı Hak Dine çağırmak da vardır. Bu da kuşkusuz belli bir güce erişmeyi bugünkü deyimle bir sistem kurmayı gerektirir. Bu sistemi kurmanın da bir takım yöntemleri olacaktır.
Daha önce vurguladığımız takva sahiplerinin vasıflarını anlatan ayetleri incelediğimizde takvanın İslamı bütünüyle yaşamanın bir simgesi ve alameti olduğunu görürüz.
Takvanın bu kadar geniş bir anlamda kullanılmasını göz önünde bulundurursak Allah Teala’nın sağlıklı huzurlu ve güvenli bir İslam toplumunun bekasına yönelik ilahi emirlerinin ve bu alandaki kurallara yönelik ilahi tekliflerinin, takva kavramının zengin ve geniş muhtevası içinde yer aldığı söyleyebiliriz. Bununla ilgili olarak da şu sonuca ulaşabiliriz : takva ile ilgili ilahi emirler ; büyük ölçüde beraber ve birlikte yaşamayı, güvenli huzurlu bir sosyal yaşamı ve toplumsal düzeni öngörmektedir.
İslam toplumunda, toplumsal düzene dikkat etmeyerek fitne ve fesadın yayılmasına , sosyal dayanışma, huzur ve istikrarın bozulmasına neden olan kişiler genellikle takvadan nasibi olmayan veya çok az olan kişilerdir. Gerçek takva sahibi kimseler ise; Allah Teala’nın, insanların bir arada yaşamaları için koymuş olduğu emir ve yasakları eksiksiz yerine getirmeye çalışırlar. Bu durumla ilgili ilahi esas ve prensiplere titizlikle riayet ederler.
Hz Peygamber (S.A.V.) dualarında yüce Rabbi’mizden çeşitli nimetleri talep ederken takvayı da istemiştir. Böylece takvanın önemine işaret etmiştir. Konuyla ilgili Hadis-i Şerifler şunlardır.
“Size Allah’a karşı takva sahibi olmanızı tavsiye ederim.”
“İnsanın cennete girmesine vesile olan en büyük şey kulun Allah’a olan takvasıdır.”
“Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir ”
“Ey Allah’ın kulları! Birbirinizle kardeş olunuz. Müslüman müslümanın kardeşidir. Müslüman müslümana zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımsız bırakmaz. Onu hor ve hakir görmez. Takva işte buradadır.” Resulullah (SAV) “takva işte buradadır” sözünü üç defa tekrarlamış ve her defasında elini göğsüne götürerek işaret etmiştir. Hz peygamber (SAV), burada takvanın çok geniş bir mana ifade ettiğini ve bunun da kalbe dayanan manevi bir duygu ile olduğunu ifade etmiştir.
Takva ile ilgili olarak bilinmesi gereken diğer bir husus ise; İslamda üstünlük ölçüsünün dil, ırk, renk, kavim, soy, yaşanılan coğrafi mekan değil sadece ve sadece takva olduğudur.
Hucurat suresi 13. ayette şöyle buyurulur. “Ey insanlar gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimler ve kabileler(şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz Allah katında sizin en üstün olanınız takvaca en ileri olanınızdır. Hiç şüphe yok ki Allah, her şeyi bilir her şeyden haberdardır.”
Aynı suresin 10. Ayetinde imanda kardeşlik vurgulanmıştı. Burada ise insanlıkta eşlik vurgulanıyor ve insanlık ortak paydasına dikkat çekiliyor. Farklılıklar insanlık ailesini oluşturan unsurların birbirlerine tahakküm ve üstünlük gerekçesi değil “tanışma” gerekçesi olmalıdır. Bu ayet İslamın evrenselliğini tüm zamanlarda haykıran bir ayettir. Zımnen: kimse doğuştan imtiyazlı veya doğuştan mahrum değildir. Kişinin kendi seçmediği şeylerle övünmesi anlamsızdır. Takva kişilerin kendi akıl ve iradeleriyle yaptıkları bilinçli tercihi ifade eder. Bu şu manayı içerir: ne kadar sorumlu davranırsanız, o kadar üstün olursunuz! (1) Peygamberimiz (SAV) de veda hutbesinde aynı durumu izah etmiştir.
“ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız birdir. Hepiniz Ademdensiniz ve adem de topraktandır. Allah’ın yanında en üstün olanınız, takvası en üstün olanınızdır. Araplarla arap olmayanların birbirlerine karşı üstünlüğü ancak takva iledir.”
Takva Olmadan Sabıkundan Olunamaz.
Sabikundan Olmak:
Birinin ilerisine önüne geçmek, galip gelmek, üstün olmak anlamındaki “sebeka” fiilinin ism-i faili olan sabık, öne geçen üstün ve galip gelen demektir. Kur’anda 2 ayette tekil şekli, 5 ayette de çoğul şekli (sabikin, sabikun ve sabikat) geçmiştir. Fatır suresi 32. ayette amel bakımından mü’minler 3 kısma ayrılmıştır. “nefsine zulmeden”, “muktesıd” ve “sabık”.
“Sonra biz , o Kitabı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere (Muhammed Ümmetine) miras olarak verdik. Onlardan kendine zulmedenler vardır. Onlardan ortada olanlar vardır. Yine onlardan Allah’ın izniyle hayırlı işlerde öne geçenler(sabık) vardır. İşte bu büyük lütuftur.” (Fatır: 32)
Burada Allah’ın Hz. Peygamberden sonra Kitabı ulaştırmaları için kendilerini Kitaba varis kıldığı Müslümanlara işaret olunmaktadır. Allah’ın son kitabı Kur’an-ı Kerim tüm insanlığa gönderilmiştir. Fakat ona sadece bu yüce Kitabı okuyan ve onunla amel eden kimseler varis olurlar.
Müslümanların hepsi bir değildir. Bu yüzden onlar üç grupta değerlendirilmiştir.
Bunlar :
a- Allah’a ve Rasulullah’a iman ettiği halde talimatlara uymayanlar.
b- Orta yolu tutanlar (muktesıd)
c- Allah’ın izniyle hayırlı işlerde öne geçenler. (Sabık)
Sabık olanlar kitaba varis olanların başında gelirler. Çünkü varis olmanın tüm vecibelerini gereğince yerine getirirler. Kitaba ve sünnete uyar, insanlara tebliğ etmekte gayret gösterir ve Din-i Mübin için fedakarlık hatta kendilerinin kurban etmek için öne geçmeye çalışırlar. Böyle insanlar bile bile günah işlemezler fakat günah işledikleri takdirde de pişman olarak Allah’tan bağışlanma dilerler. Bunlar birinci ve ikinci gruptan az oldukları için en son zikredilmişlerdir. Aslında verasetin şartlarını hakkıyla yerine getiren bu insanlar, birinci sırayla şereflenmişlerdir. “İşte bu büyük bir fazilettir” cümlesi ile en yakın cümle arasında bir ilişki kurmaya çalışarak bu cümle ümmetin iyiliği için yarışan ve ümmetin en makbul olan insanlarına işaret eder.
36. ayete kadar da Sabikuna Ahirette verilecek mükafatlar sıralanır.
Sabık, iman edip salih ameller işleyen , haram ve günahlardan sakınan kimselerdir.
Mü’minun suresinin 57 ve 61. ayetleri arasında da “sabıkun” şöyle tanıtılmıştır.
“Gerçekten Rablerine olan haşyetlerinden dolayı saygıyla korkanlar(a) Rablerinin ayetlerine iman edenler (b) Rablerine ortak koşmayanlar (c) ve gerçekten Rablerine dönecekler diye vermekte olduklarını kalpleri ürpererek verenler, (d) işte onlar hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler. (Sabıkun)”
a. Onlar Allah korkusundan başıboş bir hayat yaşamıyor. Allah korkusuyla ve O’nun tüm niyet ve hareketlerinde kendilerini gözetlediğinin bilinciyle yaşıyorlar; bu yüzden de kötü niyet ve davranışlardan da geri duruyorlar.
b. Burada “ayetlerden” amaç hem Peygambere gelen vahiy, hem de kendinde ve çevresini saran kainattaki işaretlerdir. Kitabın ayetlerine inanmak bu ayetleri tasdik etmek ve insanın kendisindeki ve kainattaki ayetlere inanmak da bu ayetlerin işaret ettiği gerçekleri tasdik etmek demektir.
c. “….Rabb’lerine ortak koşmayanlar…….”
Bu cümlede vahye iman her ne kadar kalplere Tevhid doktrinini ekerse de yine de Mü’minler şirke karşı uyarılmaktadır. Çünkü vahye inanmakla birlikte insan şu veya bu şekilde sözgelimi, Peygamberlerin ve dindar kişilerin öğretilerini sınırların dışına taşırarak, Allah’tan başkalarına dua ve yakarışta bulunup kulluk yaparak her zaman şirke düşme eğilimindedir.
d. “…ve gerçekten Rablerine dönecekler diye, vermekte olduklarını kalpleri ürpererek verenler ….”
Bu ayet şu anlamları içerir: onlar Rablerine kulluk ederler. O’na itaat için ellerinden geleni yaparlar ve salih amellerde bulunurlar, yine de her an kalpleri korku doludur ve dindarlıklarından dolayı kendilerini beğenmeye kalkışmazlar. Tüm salih amellerine rağmen, kalpleri hep huşu içindedir, Rablerine hesap verecekleri korkusuyla titrerler, rablerinin mahkemesinde beraat edip etmeyeceklerinden emin değillerdir.
Kıyamet kopunca insanlar üç kısım olacaklardır. Ashab-ı Meymene, Ashab-ı Meş’eme ve Sabikun (Vakıa: 8-10) sabıkun mukarrebun olarak tanımlanmıştır. (Vakıa: 11) bunlar , nimet cennetine girecek olan (Vakıa: 12) en değerli insanlardır.
Muhacir ve Ensardan ilk iman edenlere “sabikun” (Tevbe: 100) , bazı meleklere “sabikat” (Naziat: 4) denilmiştir.
Sonuç olarak; Takva, yalnızca hayatın belirli anlarında ve belirli bölümlerinde Allah’ın adını anmak, meselelerimizi konuşmak; ya da namaza dururken sarık giymek, yolda yürürken ne olduğunu anlamadan zikir çekmek veya dua okumak olarak görülmemelidir, aynı şekilde tartıya hile karıştırmadan teraziyi doğru tutmak olumlu bir davranıştır ama ölçüye riayeti hayatın her deminde ve her alanında göstermek gerekir.
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve ‘Rabbi’miz bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir dost gönder’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar (mustad’afin) adına savaşmıyorsunuz.” (Nisa: 75) ayeti, gösterilecek faaliyetlerin , statükonun güçlenmesine yarayacak işler yerine, işleyişi değiştirmeye yarayan eylemlerde yoğunlaşmanın gerekliliğine dikkatlerimizi çekmektedir. Ancak bu şekilde anlaşılacak takvanın kapsamına girecek eylemler, eylemcinin nereye ait olduğunun değerini bilerek bu değerin yükselmesine katkıda bulunan özgün davranışın takipçisi olmasını doğurabilir.
“Devşirme” geleneğine sahip bir sistemin tıkanma noktasına gelmiş sorunlarının çözümüne katkı yapmak durumuna düşmemek, Müslümanların uyanık tutumlarıyla aşabilecekleri bir sorundur. Sakınmanın yani takvanın esas anlamı burada yatmaktadır. İfsat üreten bir sistemin ömrünü uzatacak çabalardan kaçınmak fücuru içselleştiren ve dayatan bir işleyişten sakınmakla mümkün olur. Bunu göz ardı eden her çaba, insanı içine alan şimdiki çemberin kuvvet kazanmasına yarayan işlerden başkasını yapamayacaktır.
“ Ve Onlar : ‘Rabbi’miz , bize eşlerimizden ve soyumuzdan göz aydınlığı olacak insanlar armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl’ diyenlerdir. İşte onlar, sabretmelerine karşılık en yüksek makamlarla ödüllendirilirler ve orada esenlik dileği ve selamla karşılanırlar.” (Furkan :74-75)
Elbette bu istek kuru bir laftan öte, çabaların sonucu olarak düşünülmelidir. Biz takva sahiplerine önder olma dileğinin salih ameller zeminine oturtulduğu zaman anlam kazanacağına inanıyoruz. (Bkz.Furkan :63-73)
İnsanlığın büyük ölçüde kaybettiği şerefini ise ancak bu öncü kimliğe sahip olanların vereceği savaşımla ikame etmek mümkündür. Rabbi’mizin çağrısı, temelde bu şerefi kazanmak isteyenler için yol gösterme işlevine sahiptir. Rabbim bize bu idraki nasip etsin.
Panelin üçüncü ve son konuşmacısı Mehmet Pamak idi.
M. Pamak da konuşmasında özetle şu hususlara değindi:
Kur’an’da Ahlak
Ahlâk, Arapça “hulk” kelimesinin çoğuludur. Hulk: Huy, seciye, tabiat, din ve yaratılış anlamlarına gelir.(İbn-i Manzur, Lisanû'I Arab, Beyrut: 1355 c. XI, sh: 374 "Hulûk" maddesi)
İnsanların toplum içerisindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek gayesiyle ortaya konulan hükümlere dayalı davranışlara ahlâk denilir.
Bilgi – iman – ahlak
Önce sahih bilgi, sahih kaynaklardan beyinle elde edilir, zihne ekilir, sonra özümsenip, içselleştirilip, kalbi bir teslimiyetle benimsenir, iman edilir, daha sonra da ihlasla beslenip, samimiyet ve fedakarlıklarla hayata hakim kılma hedeflenirse, sonuçta o insandan bu bilgiye uygun davranışlar ahlak olarak tezahür eder. Ahiret için ameller yapmak amacıyla bilgi edinilmemişse, amellere ve ahlaka yön vermeyen bilgi tekebbüre, müstağnileşmeye yol açar. Salih ameller, ahlaki davranışlar, bu bilgi tohumlarının öze yerleşip bilince dönüştükten sonra iman amel bütünlüğü içinde hayatın ibadet kılınmasını sağlar. Özüne ne eker ve gereğince çaba gösterip, özümsersen, ihlasla beslersen, vahiyle denetleyip bakımını yaparsan, ona uygun davranışlar, ameller, ürünler tezahür eder.
İslâmî ahlâkın temelinde vahiy vardır. Kur'ân-ı Kerim'deki her emir ve nehiy, bir vazifeyi gündeme getirir. Dolayısıyla İslâmî ahlâkı bir "vazife ahlâkı" olarak nitelemek mümkündür. Bu vazifelere müteallik bütün fiillerin, salih bir niyet ve ihlasla edâ edilmesi esastır. İslâm ahlâkının diğer bir unsurunun da niyet ve ihlâs olduğu unutulmamalıdır.
İnsanla ilgili bütün davranışlar ahlâkın konusunu teşkil eder diyebiliriz.Kişinin Allah’la ilişkisi ahlâkın konusunu teşkil ettiği gibi; kişinin nefsiyle (kendisiyle) durumu, kişinin başka bir kişiyle, içinde bulunduğu toplumla, devletle ilişkisi, kişinin çevresiyle (tabiatla, hayvanlarla) münâsebeti de ahlâkın konusunu teşkil eder. Yaptıkları ve yapmadıkları; yani yapmaması gerekirken yaptıkları ve yapması gerektiği halde terk ettikleri, söylememesi gerekirken söyledikleri ve söylemesi gerekirken söylemedikleri de ahlâkın konusunu teşkil eder. Her ibâdetin ahlâkla ilgili boyutu vardır. Terk edilince ahlâkî bir zaaf olduğu gibi, hakkıyla yerine getirilince insan ahlâkını yücelten boyutu da vardır her İlâhî emrin ve ibâdetin.
Ahlâk; sadece iyi huylar ve kabiliyetler anlamına gelmez. İyi ve kötü huyların hepsine birden ahlâk denir. Kendisinde iyi huylar geliştirmiş olana “iyi ahlâklı”; kötü huylar geliştirmiş olana da “kötü ahlâklı” denilir. Şu halde esâsen ahlâksız insan yoktur.
İbni Hazm : “Bilgilenmek ahiret için amel üretmek hedefli olmalıdır”
İlk “şahid”in güzel örnekliğinden ve ilk neslin modelliğinden kopuk ve bu sebeple de bugünün şahidlik sorumluluğunu kuşanmaya yönlendirmeyen mealci Kur'an okumaları, hayata yön vermeyen, aklı, imanı, hayatı, şahsiyeti ve ahlakı inşa etmekten uzak bir bilgi birikimi sağlamaktan başka bir işe yaramamaktadır. Vahyin ilk muhataplarının, Peygamberin şahidliğinde, eğitim ve yönlendiriciliğinde, nasıl anlayıp, nasıl uyguladıklarından, hayatı nasıl dönüştürüp inşa ettiklerinden uzak teorik Kur’an okumaları, hayatı dönüştürmek, ibadet kılmak için bir yol gösterici olarak indirilmiş olan Kur’anı yüzeysel okumayı ve salt bilgi edinmeyi amaç haline dönüştürme riski taşımaktadır.
Sonuçta da, salt bilgi sahibi olmak, entelektüel boyutu olan, ağzı laf yapan, eli kalem tutan, ama bu bilgiyi ahlak haline dönüştürmekte, sosyalleştirmekte sorun yaşayanlar ortaya çıkmaktadır. Mü’minler arası ilişkilerden, diğer tüm toplumsal ilişkilere kadar, hayatın içinde vahyin şahidliğini gerçekleştirmek, vahyi ölçüleri ete kemiğe büründürmek, ahlakında vahyi ölçüleri tebarüz ettirerek güzel örneklik teşkil etmek noktasında zaaflar yaşanmaktadır.
İbni Hazm’ın da ifadesiyle “bilgilenmek ahiret için amel üretmek hedefli olmalıdır”. Eğer bilgi bilince ve ahlaka dönüşmüyorsa, sahibini büyük bir belaya sürükleyecek fonksiyon görmeye başlar. Bu sebeple, bilgisi az, ama onu Allah rızası için amel ve ahlak haline dönüştürerek, mümin kardeşleriyle merhametle kucaklaşarak kolektif iradeyi oluşturabilen, nefsani eğilimlerinden fedakarlık yapabilen ve İslami, insani sorumluluklarını güzel bir ahlaki örneklikle yerine getirebilen, sosyalleştiren bir Müslüman, bilgisi çok olduğu halde bunu yapmayana nazaran daha değerlidir. Bilgisi çok ama bu bilginin getirdiği kibirle diğer Müslümanlara tepeden bakan, kardeşleşemeyen, birlikte hareket ahlakını kuşanamayan ve güzel ahlaklı örneklikler oluşturamayan, bilgiyi ahlak haline dönüştüremeyen, kâl ile tebliğden önce hâl ile tebliği başaramayan bir Müslüman Allah tarafından da kınanmış ve en sevmediği hal olarak nitelenmiştir.
Bakara 44 : “İnsanlara iyiliği emredip de kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki kitab (Tevrat)ı okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
Saf Suresi: 2 – “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi ne diye söylersiniz? 3 – Yapamayacağınız bir şeyi söylemek Allah katında nefret edilen bir şeydir.”
Sadece aklın bilgilenme çabası için kullanılması ve kalbin devreye sokulmaması, kalbi, deruni bir arınma ve inşadan yoksun, hayata yön vermeyen kuru bir bilgilenme, sahibini kitap yüklü merkep ya da bilgisayar konumuna düşürmektedir.
Kur'an'da Rabbimizin, Kitab'ın bilgisine sahip olup da onunla amel etmeyen kimseler için kullandığı "kitap yüklü eşek" nitelemesi (Cuma 62 / 5), İslam açısından, gereğinin yerine getirilmesi mükellefiyetinin ilmin mütemmim bir cüzü olduğunun çok çarpıcı bir ifadesidir. Bilgilenme, söylem ve eylemin, iman ve amelin bütünlük içinde olması, isabet kaydetmesi ve birbirini beslemesi gerekir, tutarlı, ahlaklı mü’minler olabilmek için.
İslami ahlak; cahiliye renginden arınıp Allah’ın rengiyle boyanmaktır.
“Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).” (Bakara 2/138.)
Rabbimizin bu ayetinden anlaşıldığı üzere, bu din, aynı zamanda Allah'ın verdiği bir renktir. Kim Allah'tan daha iyi, daha güzel bir renk verebilir ki? Allah’ın rengini ise, O’nun Kur’an’da vazettiği hükümleri belirlemektedir. Bu hükümlere iman edip gereğince amel eden, onlara tam bir teslimiyetle tabi olan Allah’ın rengiyle boyanmış olmaktadır.
Bu hal, sadece Allah’a ibadet ve kulluk yapmak demektir. Kendi rengi ile boyanmamızı emreden ve kendisinden daha güzel rengi vermeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini beyan eden Rabbimiz, aynı hususu bir başka ayette şu şekilde ifade etmektedir; “Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir?”(Maide 50)
İşte başka hiç kimsenin aynı seviyede hüküm koymayı asla başaramayacağı güzellikteki Allah’ın hükümlerinden oluşan bu din, yüce Allah'ın insanlığa son mesajı olmasını dilediği bir ilâhi rengidir.
Kendisiyle boyanılacak iki renk vardır, birisi batılı temsil eden cahiliyenin rengi, diğeri ise hakkı temsil eden Allah’ın hükümlerinin oluşturduğu ilahi renktir. İşte huzur, barış ve kurtuluş bu ilahi renge boyanmaktan geçmektedir. Cahiliyenin rengi zulumat içinde yer alan bütün renk tonlarını ihtiva eden bir renkler demeti gibidir, insan hangisiyle boyanırsa boyansın fesad içindedir ve hüsrandadır. Allah’ın rengi ise nur olarak nitelendirilen, aydınlığı, sahici barışı, huzuru ve kurtuluşu temsil eden tek renktir.
Bu sebeple, Allah’ın rengini verecek hükümleri, ahlaki, hukuki, ameli ölçüleri ihtiva eden Kur’an’dan uzaklaşma ve Rasul’ün güzel örnekliğinden kopuş süreci, kaçınılmaz olarak Allah’ın renginin hayatımıza, amellerimize yansımasını engellemiş, ibadetlerin içini boşaltmış, anlam ve istikamet kaybına yol açmıştır. Allah’ın boyası olan vahiyden kopuk ibadetler; başka renklere dönüşmüş, atalardan devralınan şekli hareketler, içerikten yoksun örf ve adetler konumuna sürüklenmiştir.
İman-Ahlâk Münâsebeti
İslâm dinindeki iman ve ibadet esaslarıyla ahlâki emirleri, kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Zira bütün Kur'ânî emirlere boyun eğmek imanın gereğidir. Bu emirlere uymakla da en üstün ahlâkî değerler elde edilir. Nitekim Resûlullah (sav)'in nasıl bir ahlâka sahip olduğunu soran Hz. Urve b. Hişam a, Hz. Aişe (r.anha) validemiz şöyle cevap vermiştir: "Resûl-i Ekrem (sav)'in ahlâkı Kur'ân'dan ibaretti." (Sahih-i Müslim). Rasûlullah (s.a.s.): "Mü’minlerin iman açısından en mükemmel olanı, ahlâkı en iyi olanıdır." (Buhârî, Edeb 39) buyurmuştur.
Ahlâk, iman ve takvâ ile iç içedir. İman, iyi ahlâk meyvesi verir. İmanla ahlâk arasındaki kopmaz bağ konusunda çok sayıda hadis rivâyeti vardır. “Emânete riâyet etmeyenin imanı, vadinden durmayanın da dini yoktur.”; “Vallahi iman etmiş olmaz (Hz. Peygamber bu sözü üç defa tekrar etti.) “Kim yâ Rasûlallah?” diye sorulunca şöyle cevap verdi: “Komşusunun, şerrinden emin olmadığı kimse.”; “Münâfığın alâmeti üçtür. Konuştuğunda yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, emânete ihânet eder.”; “Sizden biriniz kendisi için istediğini başka kardeşi için de istemedikçe mü’min olamaz.”
İslami hayat; İman ve Ahlâktır
İman, mâhiyeti itibariyle birbiriyle bağlantılı birçok boyuttan teşekkül eder. Bu boyutların ahenkli ve uyumlu bir şekilde bir araya gelmesinden mutlak manada olgun ve bütüncül iman oluşur. En genel anlamdaiman iç (psikolojik) ve dış (fizyolojik) olmak üzere iki boyuttan meydana gelir.
Psikolojik boyut zihinsel, duygusal ve iradi unsurların bir araya gelmesiyle teşekkül eder. Duygusal unsurların içeriği ise, sıdk, sevgi, korku (takvâ), fedakarlık, tam bir teslimiyet, ihsan (murakabe), ihlas, yakin, güven gibi olgularla doludur.
Dil ile ikrar ve amel (ibâdetler, ahlâki davranışlar, hukuki münasebetler) ise, imanın dışa yansıyan tezahürleri olarak fizyolojik boyutu oluşturur.
Kalbindeki inançlar doğrultusunda hareket etmek insanda fıtridir.İnanan bir mü’min de doğal olarak, davranışlarını daima inancına uyduracak ve inançlarıyla davranışları arasında uyum sağlamaya çalışacaktır. Kalb iyi ise, yani iman kalpte bütünlük ve olgunluk arz ediyorsa, beden kalpteki imana uygun olarak eylemini yapacaktır. Çünkü fiziksel eylemler, daima psikolojik eylemleri izlerler.
İslâm ahlâkının temel kaynağı Kur'ân ve onun ışığında oluşan Sünnettir. Kur'ân-ı Kerîm'de çoğul biçiminde ahlâk geçmemekle birlikte bunun tekili olan huluk ve halk kelimeleri geçer. Halk yaratma, biçim verme demektir ki bu, Allah'ın eylemidir. Hulk da, halk edenin yaratıklarına yüklediği misyonu yerine getirebilmeleri için gerekli olan emirleri ve bu emirlerin onların hayatlarında yerine getirilmesidir. “Rabbimiz, her şeye (hilkatini) biçimini veren, her şeyi yaratıp sonra onu yaratıldığı amaca yönlendiren Allah'tır." (20/Tâhâ, 50)
Bütün varlıklar, Allah’ı hamd ile tespih ederler, O’na secde ve itaat halindedirler
Halk etmek, yaratmak sadece kendisine ait olan Rabbimiz, yaratıklarına amaç belirlemek ve bu amaca nasıl varılacağının kurallarını vazetmek, yol ve yön tayin etmek ve bu yola hidayet edip yönlendirmek hususunda emretmenin de sadece kendisine ait olduğunu beyan ediyor. (Araf 54)
Rabbimiz, Kur’an’da, bütün varlıkların Allah’ı hamd ile tespih (yani yaratılış amacına uygun biçimde Allah’a itaat) ettiklerini, (İsra 44, Hadid 1, Haşr 1, Nur 41) yalnız Allah’a secde (itaat) halinde bulunduklarını (Hac 18) bildirerek, insanların da bütün varlıklar gibi kendisini hamd ile tespih (itaat) ederek, secde edenlerle birlikte secde (itaat) edenlerden olmaları ve ölüm gelene kadar da yalnız Allah’a ibadet etmeyi sürdürmeleri gerektiğini emretmektedir. (Hicr Suresi 98-99).
Allah, ikisini de dünyaya kendisinin gönderdiği temiz fıtrat ile vahyin, insanın imtihan alanı olan yeryüzünde buluşmasını, bütünleşmesini ve böylece arzda halife kılınan sorumluluk bilincine sahip İslami şahsiyetin ortaya çıkmasını istemektedir. İşte bu iki şeyin arasının kesilmemesini özellikle emretmekte, aksi takdirde Allah ile ahdini bozarak, birleştirilmesi emredilen bu iki şeyin arasını kesenlerin, yüklendiği emanete ihanet ederek, arzda fesad çıkaracaklarını ve sonuçta hüsranla karşılaşacakları uyarsını yapmaktadır. (Bakara 27). İşte bu sebeple bunların, ahrette kaybedenlerden olacaklarını, Allah’ın ahrette bunları muhatap almayacağını, kendilerine bakmayacağını, konuşmayacağını ve arındırmayacağını, kendileri için elim bir azabın söz konusu olacağını bildirmektedir. (Ali İmran 77).
Mutlak hükümranlık elinde bulunan Allah, hangimizin daha güzel ameller yapacağımızı denemek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. (Mülk 1-2). Yaratmak (Halk etmek) de, imtihan dünyamızda nasıl bir hayatı yaşamamız gerektiğinin kurallarını koymak, (HULK’un) ahlakın ve hukukun kurallarını vazetmek anlamında emretmek de Allah’a aittir (Araf 54). Bu sebeple de, hayatın bütün alanlarında, Allah’ın emrinden oluşan şeriatına uyulması, bilmeyenlerin hevalarıyla yapılan hükümlere ise uyulmaması gerekmektedir (Casiye 18). Allah’ın dinde izin vermediklerini şeriat ve yasa haline getirenlere uyulursa, onların ilahlaştırılıp Allah’a eş koşulmuş olacağı uyarısı yapılmaktadır (Şura 21).
Ahlak, İki Kaynaktan Gelen Bilgi ve Potansiyele Dayanır
Birincisi,fıtrat sözleşmesi ve Ademe öğretilen bilgi ve bilgiye ulaşma potansiyeliyle bağlantılıdır, bu fıtri bilginin yer aldığı kitaba HİLKAT kitabı diyebiliriz. (Araf 172, Rum 30)
İkincisi ise, vahyi bilginin yer aldığı HAKİKAT kitabı Kur’an’dır. (Yusuf 40, Casiye 18)
Allah bu ikisinin arasının, fıtrat ve vahyin arasının kesilmemesini emretmiştir. Çünkü mütekamil ve Allah’ın razı olacağı İslami şahsiyet ve İslami ahlak, ancak bu ikisinin birleşmesi ile mümkün olabilecektir.
–Fıtri ahid, bilgi ve fıtrattaki takva potansiyeli, fıtri sorumluluk bilinci, hidayete ulaşmak için gerekli ilk zemini oluşturur.
–Bakara 3 – Kur’an ancak muttakiler için rehberlik yapar, onlara fayda verir. Çünkü onlar imanı, hidayeti hak edecek bir arayış içinde olurlar.
-Bilgi + iman’a ulaşıldığında fıtrat ile vahiy bütünleşmiş olur.
–Vahyi ilimden sonraki takva ise, vahiyle bildirilen emir ve yasaklara uyarak, gereğince amel etmekle elde edilir.
–Takvanın yerini hidayetten önce de sonra da dünyevileşme, çıkarcılık, pragmatizm alırsa, hem fıtri, hem de vahyi bilgi, o kimseyi arındırma, inşa etme fonksiyonu görmez.
–
Fıtri ahlak: vahiy öncesi, korunmuş fıtrattan insani erdemlerin tezahürü şeklinde ortaya çıkar. İslami ahlak: Fıtrat ile vahyin bütünleşmesiyle ortaya çıkan bütüncül ve hayatı kuşatan ahlaktır.
Seküler Ahlak ya da “Etik” ile İslami Ahlak’ın farkı
Seküler ahlak’ın dayanağı seküler akıl ve korunabildiği kadarıyla fıtri potansiyeldir. Bu fıtri eğilimden hareketle, ama hudut tanımaz bir alanda seküler aklın ürettikleri kural haline gelir ve toplum onları dikkate almaya zorlanır.
Etik olarak da ifade edilen bu seküler laik ahlak, arka planında insanlık serüveni boyunca biriken vahyin kırıntılarına dayalı gelenekleri ve korunmuş kimi fıtri erdemleri, kimi fıtri doğruları barındırsa da, esas olarak seküler aklın heva ve zanna dayalı beşeri üretiminden ibarettir.
İlkçağ Yunan felsefesinde “karakter” (kişilik) ve “âdet” (alışkanlık), kültür anlamındaki “ethos” kelimesinden gelen etik başından bu yana beşeri aklın hevaya dayalı üretimi olarak ortaya çıkmıştır. Evrenin yaratılışı ve varoluş hakkında, kilise öğretilerinden uzak açıklamalar getiren filozoflar da “Etik” ile ilgili olarak, hakkın (hukukun) ve ahlak yasalarının tanrılardan gelmediğini, bunların insanlar arasındaki mutabakatların sonucu olduğunu ifade etmişlerdir.
Sekülerizmin etik kavramlaştırmasında, dini ve ilahi referans yerine pozitif, bilimsel ve rasyonel düşünceyi, seküler aklı temel dayanak olarak kabul etmişlerdir. Etik ya da seküler ahlak insan merkezli bir üretimdir. “İnsan her şeyin ölçüsüdür” sözü, modernitenin bireyci ve hümanist felsefesinin esasıdır. İslamda ise esas olan, ahlaki kuralların fıtrata ve vahye uygunluğudur. Ahlak’ın ve hukukun temel belirleyicisi Allah’tır. Yaratıcının (Halk edenin), yaratıkları için hulk’un (ahlakın-hukukun) kurallarını belirlemesi de söz konusudur.
Seküler ahlak ya da etik alanında, insan merkeze alındığı ve belirleyici kabul edildiği için, azgınlık anlamındaki özgürlük esas haline gelmiştir. İnsanın kendi davranışları üzerinde hudutsuz bir belirleyiciliğe sahip kabul edilmesi, sonuçta bencillik, hazcılık, çıkarcılık, anaforunda ve daha çok kazanma ve daha çok tüketme hırsının girdabında “insanı insanın kurdu” haline dönüştürmüş, fesadın küreselleşmesine, insani erdemlerin tükenmesine, çürüme ve yozlaşmanın, adaletsizlik ve sömürünün dünyayı kuşatmasına yol açılmıştır.
Ahlak konusunda Resulullah’ın (s) güzel örnekliği
Kur'ân-ı Kerim'de, Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "Şüphesiz ki sen, yüce bir ahlâk (hulûkul aziym) üzere bulunmaktasın."(Kalem 4) hükmü beyan buyrulmuştur.Hz. Peygamber'in kendisi de:"Ben ahlâkî prensipleri tamamlamak üzere gönderildim." (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/381) buyurmuştur.
“Andolsun ki Allah’ın Rasûlünde sizler için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için elbette pek güzel bir örnek vardır.” (33/Ahzâb, 21)
Rasûlullah (s), hayatı boyunca her şeye gereken değeri gerektiği kadarı ile vermiş; ihmalkarlık, duyarsızlık ve aşırılık onun hayatında kendine bir yer bulamamıştır. Adâlet ve ihsan onun hayatının her demini kuşatmıştı. Gençliğinde bile toplumda el-Emin olarak tanınır ve bilinirdi. “Doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür”der, doğruluğu imanın gereği; yalanı, emanete ihaneti ve verilen sözlerde durmamayı nifak alameti sayardı. Onun bu özelliğini düşmanları bile bilir, onu öldürmek için ellerinden geleni yaptıkları halde kıymetli eşyalarını ona emanet etmekten çekinmezlerdi. Mekke’den Medine’ye hicretinde yatağına yatırıp geride bıraktığı Hz. Ali’ye her emaneti sahibine vermesini tembihlemişti. En zor durumlar bile onu verdiği söze bağlılıktan vazgeçiremezdi. Hiçbir menfaat ona, bu konuda geri adım attıramazdı.
Ahlakla ilgili bazı hadisler
“Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanları ahlâkı en güzel olanlarıdır.”(Buhârî, Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn Mâce).“Sizin en hayırlınız ahlâkça en güzel olanınızdır.”(Buhârî, Müslim, Tirmizî) “Güzel ahlâk gibi şeref yoktur.”(İbn Mâce) “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”(Muvattâ) “Sizlerden kıyâmet gününde en çok sevdiğim ve bana en yakın olanınız, ahlâkı en güzel olanınızdır.”(Tirmizî)
Kur’an’da Cihad ve Şehadet
Cihad, Arapça bir kelime olup, cehd veya cühd kökünden gelir. Lugatta: "Güç ve gayret sarfetmek, meşakkat, amelde mübalağa etmek ve zahmet" gibi mânâlara gelir. İslâmî ıstılâhta "Allahû Teâla (cc)'nın dini için; can, mal, dil ve diğer vasıtalarla elden gelen güç ve gayreti sarfetmeye cihad denilir." (6) tarifi esas alınmıştır.
Rabbimiz,“Andolsun ki, içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar sizi imtihan edeceğiz…” (Muhammed, 31) buyurmaktadır.
Resûlullah (sav)’den “Müşriklerle, malınızla, canınızla ve dilinizle cihad ediniz” hadisi rivayet edilmiştir. (Zebidî, Sahih-i Buhari)
Muttaki bir mü'min, diliyle de cihad etmek durumundadır. Resûlullah (sav)'in: Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a andolsun ki; siz ya iyiliği emredip, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız, ya Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz, fakat dualarınız kabul edilmez (Sünen-i Tirmizi) buyurduğu bilinmektedir. Fakihler, emr-i bi'I-ma'ruf ve nehyi ani'I-münker'in cihad olduğu hususunda müttefiktir.
Cihad,İslâm’ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, cehd ve gayret sarf etmektir. İslâm’da cihad farzdır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de “Cihad kıyamete kadar devam edecek bir farzdır” (Ebû Davûd) buyurmuştur.
“Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın”(el-Bakara, 2/193).
Cihad’dan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslâm’ın yüce değerlerini ve hakikatin mesajını onlara duyurmak ve kendi rızalarıyla Müslüman olabilecekleri ortamları hazırlamaktır. Zorbaların baskısına, din dayatmasına ve iradelere ipotek koymasına son verilerek, Allah’ın dininin serbestçe tebliğ yapılabildiği, insanların da bu daveti, “dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin” ayeti çerçevesinde serbest iradeleriyle kabul ya da red edebildikleri adalet vasatını hazırlamaya dönük çabalar da cihaddır.
Hz. Peygamber (s)’e, hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, “İman ve Allah yolunda cihad’dır.” (Tecrîd-î Sarîh Tercümesi, VII, 445), buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın cihadla varlığını sürdüreceğine işaret etmişlerdir.
Şehadetise; Arapça şehid, “şe-hi-de” fiilinden türemiş olan bir isimdir. Mastarı, şehâdettir. Şehidin çoğulu, “şuhedâ” ve “eşhâd” olarak gelir.
"Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır. İnsanlara karşı hakikatin şahidleri olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şahid olsun diye…" (Bakara sûresi:143.) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyette geçen ümmeten vasata (vasat ümmet) tâbirinin; âdil ümmet mânâsına geldiğini, bizzat Resûlullah (sav) haber vermiştir.
Müslümanlar; insanlara karşı hakikatin şahidleridir. Resûlullah (sav)'de, Müslümanların üzerine tam bir şâhiddir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede: "Ey Peygamber!.. Biz seni hakikaten bir şahid, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik."(Ahzab sûresi: 45.) buyurulmuştur.
Kur’an’da ahlak, cihad ve şehadet kavramlarını birlikte veren Hac suresi 77-78. Ayetler
Rabbimiz Kur’an’ın birçok ayetinde olduğu gibi, Hacc Suresinin 77-78. ayetlerinde de mü’min kullarına yüklediği sorumluluklar bile, Kur’an’da ahlak, cihad ve şehadet konusunda bize oldukça yeterli bilgiler ve ölçüler kazandırmaktadır.
–“Ey iman edenler!”
–“Rükû’ edin”, Allah’a boyun eğip, O’ndan gelene teslim olun. Hayatınızı, davranışlarınızı, ahlakınızı, Allah’a boyun eğdirin.
–“Secde edin”, Allah’a secde edin, itaat edin. Bütün varlıkların Allah’a secde (itaat) halinde oldukları gibi, ey insanlar sizler de Allah’a secde (itaat) edin. Hayatınızı, davranışlarınızı ve ahlakınızı (hukukunuzu) Allah’a secde ettirin.
İslami ahlak: davranışlarımızı, amellerimizi, hayatımızı Allah’a rüku ve secde ettirmektir.Hayatın bütün alanlarında aynı kıbleye yönelmektir. Ahirete yakin olarak iman etmenin gereği olarak, din günü verilecek hesabı dikkate alarak adım atmak, davranmaktır. Allah’ın emrinden olan şeriatına uymak, bilmeyenlerin hevalarına uymamaktır.
–“Rabbinize ibadet edin”, Allah’ın emir ve yasaklarına uyup Kur’an’ı yaşayın, hayatınızı ibadet kılın.
–Hayır (iyi ameller)işleyin ki, kurtuluşa eresiniz.
–“Allah yolunda hakkıyla cihâd edin”.Allah yolunda gereği gibi, yani Allah’ın kitabında ifade edilen ölçülere sadakat göstererek, Allah’ı razı edecek biçimde mücadele edin.
Allah’a, samimi bir teslimiyetle, tevhidi bir imanla bağlanmaya değinildikten sonra, hemen arkasından rüku ve secde çağrısıyla itaatin, inandığı Kitabın hükümlerini hayata hakim kılıp yaşamanın, emir ve yasaklara uyarak ibadet etmenin, salih ameller, hayırlı işler yapmanın zikredildiğini ve kurtuluşun ancak böyle elde edilebileceğinin altının çizildiğini görmekteyiz.
Ayetin devam eden bölümünde ise, bizi aydınlatan, onur kazandıran bu kitabın hükümlerini diğer insanlara taşımanın ve bu konudaki toplumsal sorumlulukların yerine getirilmesinin ve bu anlamda “Allah yolunda hakkıyla cihad” edilmesinin önemi ve gerekliliği vurgulanıyor.
Hac Suresinde“Sizi o seçti …” ifadesine yer verenRabbimiz,Fatır Suresi 32 inci ayette de, “Sonra kitabı, kullarımız arasından seçtiklerimize miras bıraktık…”buyurmaktadır.Seçilmenin ve Kitab’a mirasçı olmanın gereği, ibadet, cihad ve şehadet bilinciyle, aklı, imanı, şahsiyeti, ahlâkı ve bütüncül olarak hayatı Kur’an’laştırmaktır.
Kur’an’da Allah yolunda hakkıyla cihad edin emri dışında ayrıca, “Kâfirlere itaat etme ve onlara karşı bu Kurân’la büyük bir cihâd yap” (Furkan, 25/52) ayeti istikametinde küfre, şirke, zulme ve ifsada karşı Kur’an hükümleriyle ıslah çabası gösterin, onlara karşı Kur’an’la büyük cihad (cihaden kebiran) verin emri yer almaktadır.
Kur’an’la büyük cihad; nefsimizde olan kötülük eğilimlerine ve şirke dayalı cahiliye toplumunun Allah’a karşı nankörlük anlamına gelebilecek bütün manevi kirliliklerine karşı durmak, onlardan hicret etmek ve cahiliye toplumunu, tebliğ, eğitim, şahidlik (vb.) yöntemlerle vahiyle ıslah etmeye, şirki izale etmeye çalışmaktır.
Kur’an’ı terk edilmiş bırakarak emanete ihanet ettikçe, hayatı kuşatan iman, ibadet, cihad ve şehadet bilicinden uzaklaşılmış ve geçmişte İslam ile şereflenmiş olan toplumlar kaçınılmaz olarak çürümeye ve çok yönlü bir yozlaşma ve çöküntüye sürüklenmişlerdir.Kurtuluş yolu; insanı ve toplumu vahyin belirleyiciliğinde yeniden inşa sürecini başlatmaktan, tevhid ve adaleti ikame suretiyle emanete riayet etmekten ve hayatı kuşatan ibadet, cihad ve şehadet bilincini yeniden kuşanmaktan geçmektedir. Kurtuluşa ve izzete ulaşabilmek, ümmeti gerçek nitelikleriyle vahyin ölçüleri içinde yeniden inşa edebilmek için; bu hedefe adanmamız, Allah’ın azabından korkarak, Allah’ın ipi olan Kur’an’a sımsıkı ve topluca sarılmamız gerekmektedir.
Allah, İnsanlara Şehid / şahid, Model olalım diye Bize “Müslim” / Müslüman Adını Verdi.
Hac suresi 78. ayette devamla şu hüküm yer almaktadır:“Önceden de, bunda (Kur’an’da)da sizi ‘Müslümanlar’ diye O adlandırdı”.
Evet, çok açık olarak ifade edildiği üzere Rabbimiz bize “Müslim” adını vermiştir. Allah bize “Müslim” (Türkçe meali olarak Müslüman) adını vermişken, bu inzal edilmiş temel kavramı terk edilmiş bırakarak, başka adlara sığınmak mü’minlere yakışmamaktadır. Kur’an’ı merkeze aldığını iddia edenlere, inzal edilmiş Kur’ani temel bir kavramı yanlış temsillere terk edip, onu Kur’ani muhtevayla ısrarla gündemde tutma sorumluluğunu bırakıp, onun yerine üretilmiş uyduruk bir kavramı ikame etmek yakışır mı?
Üstelik “İslamcılık” kavramı Allah’ın tevhid dini İslam’ın hayatı kuşatan ubudiyet bütünlüğünü parçalayıp, onu bir siyasal ideoloji boyutuna indirgeme riskini taşımakta ve bu sebeple de, sosyal, deruni, kalbi, ahlaki ve ibadi boyutu ihmal eden ve kulluk bütünlüğünün denetiminden uzak abartılı ve ilkesiz bir siyasallaşma bu kesimleri kuşatmaktadır. Bu yüzden sisteme entegre olan eğilimlere da kolayca yol açabilmektedir.
Müslüman Olmanın Kur’ani Gereği;
“İman, Rüku, Secde, İbadet, Ahlak, Cihad ve Şehadet”tir
Müslim/Müslüman olmanın gereği, Kur’an ile ahlâklanmak, yani vahye “şahid”, Allah yolunda “şehid” olmaktır. Hayatın bütün alanlarını vahiyle inşa etmek, bütüncül ve kuşatıcı ubudiyet algısıyla hayatı ibadet kılmaktır.
Rabbimiz, Hac Suresi 78’de “O size Müslimîn (Müslümanlar)adını verdi” hükmünü beyan etmiştir. Müslim olmanın gerektirdiği sorumluluk hakkında ise, Kur’an bütünlüğünde kapsamlı açıklamalara yer verilmekle beraber sadece Hac suresinin aşağıdaki iki ayetinde bile çok kuşatıcı sorumluluklara işaret edilmiştir.
Hac 77’inci ayette bu sorumluluklara dair;
– “ Allah’a boyun eğme, – secde (itaat) etme, – yalnız O’na ibadet etme, – hayır ameller yapma” emredilir.
Ardı ardına sıralanan rükû, secde, ibadet ve hayır ameller, bütün hayatı kuşatan manalara sahiptirler. Rüku ve secde ile hayat Allah’a boyun eğdirilecek, secde ve itaat bütün hayatı kuşatacaktır.Öyle ki,“hayat, iman, rükû ve secdedir” dense yeridir.Ayrıca hayır işler ve Allah’ın bütün emir ve yasaklarına itaatle gerçekleşecek ibadet söz konusu olacaktır.Rad 15. ayette, “Oysa göklerde ve yerde kim varsa ister istemez kendileri de gölgeleri de sabah akşam Allah'a secde ederler” buyrulur. Hicr Suresi98 ve 99. ayetlerde “Sen şimdi Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol! Secde edenlerle birlikte secde et…Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” buyrulmuştur. Evrendeki bütün varlıklar Allah’a secde halindedirler, sizler de ey insanlar secde edenlerle birlikte secde edin denilmektedir.
Bu sebeple secdeyi bütün hayat alanlarına yaymak gerekir.Fetih 29. ayette ise, “… Onları rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. (Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.)” hükmü yer alır.Yüzümüz varlığımızdır, hayatımızın bütünüdür. Bu sebeple, hayatınızı Allah’a secde (itaat) ettirin, secdenin (Allah’a itaatin) izi bütün hayat alanlarınızda görülmeli, secde (itaat) hayatınızı kuşatmalı. Böylece (kamu-özel, bireysel ve toplumsal ayırmadan) hayatınızın bütün alanlarında Allah’ın hükümlerine itaat hali yaşandığında, secdenin (Allah’a itaatin) izi bütün hayatınızda görülecek, sonuçta hayatınız ibadet kılınmış ve vahye şahidlik/şehidlik yapmış olacaktır. İşte mü’min ve Müslim olmanın temel gereği bu teslimiyet ve kuşatıcı itaat halidir.
Hac 78’inci ayetin başında ise;
– “Allah yolunda hakkıyla cihad etme” gibi temel mükellefiyetlere ilaveten şunlara
da vurgu yapmıştır: – “Ta ki, Rasul size şahid olsun, siz de insanlara karşı şahidlik edesiniz.” – “Şimdi namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin”. – Ve Allah’a sarılın (Allah’ın kitapta indirdiği hükümlerleahlâklanıp korunun, hayatınızı bu hükümlerle düzenleyip, Allah’ın rengiyle boyanın)…”
Peygamber bize şehid olsun, bizler de diğer insanlara “şehid/şahid/örnek/model” olalım diye, Allah’ın bize verdiği “Müslim” dışında başka adlarla kendimizi tanımlamaktan, inzal edilmiş evrensel adımız yerine üretilmiş adları ikame ederek zulme sebep olmaktan uzak durmalıyız. Ancak, “Müslim” olmanın gereği olan Kur’ani içeriği kuşanarak, vahye “şahid”/”Şehid” olarak, bu içeriği hâl (ahlak) ve kâl (söz) yoluyla, kendisini Müslüman olarak tanımlayan kitlelere ulaştırabiliriz.
Müslüman Olmak, Fert ve Cemaat Planında Hayatı Vahiyle İnşa Etmek,
Yaşarken Şehid/Şahid/Örnek/Model Olmaktır
Hac 78. ayetten çıkan bir sonuç da, “Müslim” olmanın temel bir gereği olarak, Peygamber’lerin ilk önemli vasıflarından birisinin “ŞAHİDLİK”/ “şehidlik” olmasıdır.
Müslüman adını almanın ve mü’min olmanın en temel gereklerinden birinin de, Peygamber’in insanlara örneklik ve şahidlik yapması gibi, mü’minlerin de diğer insanlara “vahyin şahidliğini” yapmaları ve güzel örneklik teşkil ederek vahyin mesajını yaymaları olduğu hatırlatılmaktadır. Müslüman fert olarak bu şahidlik, şehidlik sorumluluğumuz olduğu gibi, cemaat planında da aynı sorumluğu omuzlarımızda taşımaktayız.
“Böylece sizi insanlara ŞAHİD olmanız için vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size ŞAHİD ve örnektir.” (Bakara, 143)
Demek ki, mü’minler/müslimler ve onların teşkil ettiği İslam ümmeti, Allah’a kulluk etmek ve diğer insanların da hidayetine vesile olmak için, Peygamber’in, ilk şahidliğini/örnekliğini/ modelliğini yaparak kendilerine ulaştırdığı vahyin şahidliğini üstlenmek, yani Allah’ın hükümlerini, şeriatını, dinini hayata egemen kılmak, yaşamak, hem fert, hem de cemaat planında hayatlarında örneklemek, modelleştirmek zorundadırlar. Ancak böylece “şahid” vasfını kazanabilir, “şehadet” kavramının içerdiği anlamla nitelenebilirler. Mü’min/Müslim olabilmek ve mü’min kalabilmek, ancak Allah’ın hükümlerine, şeriatına tavizsiz iman edip, onları hayatına geçirmekle, yaşamakla, yani onların şahidliğini üstlenmekle, kısaca şehadetle mümkündür.”
Panelistlerin konuşmalarını müteakiben Mehmet Pamak oturum başkanı sıfatıyla bir kapanış konuşması yaptı. Pamak panelin sonucu kabilinden de şunları söyledi:
İslami Hayat; İman, İbadet, Takva, Ahlak, Cihad ve Şehadettir
İslami hayat, iman ve cihattır. Ancak, iman edip ve iman ettiğimiz değerler uğrunda ömür boyu cehd ve gayret göstermek suretiyle,yaratılış gayemiz olan ubudiyet/kulluk sorumluluğumuzu yerine getirebiliriz.
İslami hayat, iman ve ibadettir. Tevhidi bir muhtevayla iman eder ve ölüm gelene kadar iman ettiğimiz, tekbir ettiğimiz Allah’ın vahiyle bildirdiği hükümleri bireysel, toplumsal ve kamusal tüm hayat alanlarına hakim kılmaya, Kur’an’da bildirilen emir ve yasaklara uymaya, sonuçta hayatımızı ibadet kılmaya çalışırız.
İslami hayat, iman, hicret ve Kur’an ile ahlâklanmaktır. İslami hayat, cahiliyeden İslam’a, tagutlardan Allah’a, şirkten tevhide, cahili amellerden Kur’ani salih amellere, cahiliye ahlâkından Kur’an ahlakına, cahiliye toplumundan Kur’an cemaatine doğru, iman, amel, ahlak ve cemaat planındahicret etmektir. İslami bir hayat, “Verrucze fehcur” emri gereğince,akidevi ve ahlaki tüm cahili kirliliklerden uzaklaşmak, şirk başta olmak üzere tüm cahili pisliklerden hicret etmek suretiyle arınmaktır.
İslami hayat,takvayı hakkıyla kuşanmak, adanmışlık ruhunu kazanarak sabikundan olma gayreti içinde yaşamaktır.
İslami hayat, iman ve şehadettir. İslami hayat, iman ettikten sonra, Kitab’a mirasçı kılınmanın bilinciyle, Kur’an’ı hakkıyla (anlamak, öğüt almak, yaşamak ve diğer insanlara da hal ve kal ile taşımak amacıyla) okumak, takvayı hakkıyla kuşanmak ve Allah yoluna adanmış İslami şahsiyetler olmak suretiyle Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Sonuçta, vahye şahid olacak bir hayatı yaşamamız, Peygamber (s) bize şehid/şahid/örnek ve model olduğu gibi bizim de insanlara şehid/şahid/örnek ve model olma çabası göstermemizdir.
Asr suresinde de ifade edildiği gibi, hüsrana düşmekten kurtarıp kurtuluşa götürecek yol, iman ettikten sonra, iman edilen değerleri hayata hakim kılmaya yönelik salih amellerle hayatı kuşatmak, Kur’ani hakikatin mesajını hâl (ahlak) ve kâl (söz) ile diğer insanlara ulaştırmaya çalışmak ve bu uğurda başa gelenlere sabredip direnmek, yılmadan büyük azimle bu çabada (cihadda) ısrar etmek ve bu sabrı ve direnişi tavsiye etmektir.
İşte bu anlamlarıyla iman, salih amel, ibadet, hicret, takva, ahlak, cihad ve şehadet gibi temel kavramlarımız birbiriyle örtüşen, birbirini tamamlayan Kur’ani kavramlar olarak hayatımızı kuşatan, inşa eden, inkılaba uğratan, anlam ve değer kazandıran kavramlarımızdır. Bu kavramlar, birbirinden ayrılamaz, parçalanamaz, bir kısmı dışlandığında diğerleri de eksik kalır ve zamanla içleri boşalarak arındırıcı ve inşa edici işlevlerini yitirirler.
Kur’ani Temel Kavramlarımız, Terk Ettirilmek, Unutturulmak ya da Tahrif Edilerek Taguti Sistemlerin Hizmetine Sunulmak İsteniyor
Halkı Müslüman olan birçok ülkede, küresel emperyalistlerin proje ve istihbarat raporları ekseninde eğitim programlarına müdahale ediliyor, cihad, şehadet, tağut gibi kavramlar çıkartılıyor ya da tahrif edilerek sisteme uyumlu yeni tanımlara kavuşturuluyor. Bu bağlamda, Türkiye’de de 2005 yılında İçişleri Bakanlığının çıkardığı genelgeyle valiliklere talimat verilerek “tevhid, şirk, tağut, mustaz’af – müstekbir, şeriat, şura, cihad, şehadet vb” temel Kur’ani kavramların eğitim kurumları bünyesinde kullanılması yasaklanmış, kullanan öğretmenlerin aylık raporlar halinde bakanlığa bildirilmesi istenmişti.
Tevhid, şirk, tağut, cihad ve şehadet kavramları dışlandığında ya da tahrif edildiğinde Allah’ın dininden bahsedilebilir mi? Hayat ve din kamusal ve özel diye bölünür mü? Hayatı kuşatan kitap ve ubudiyet parçalanır mı? Allah, hayatın bir kısmına karışmasın denebilir mi? Kendilerini Müslüman olarak niteleyenlerin, hatta önder, yazar, aydın konumunda olanların bile önemli bir kısmı bugün bunları yapmıyor mu? Mekke müşrikleri ve bütün statüko dinleri, Allah’ın göklerde ve kozmik alanda ilah olduğunu kabul ettikleri halde, yeryüzündeki siyasi, ekonomik ve hukuki toplumsal hayatta, insanlar içinden tağut konumundaki bazılarını ilah edinmiyorlar mıydı?
Musa ve İsa (as)’ın tebliğini yaptığı tevhid dini de, bu tür çabalarla bölünüp parçalanarak, kavramlar ve din algısı tahrif edilerek, hahamlar ve ruhban ilah edinilerek, Pavlus zihniyetiyle “tevhid ve şeriat boyutu yok edilerek, yeryüzü ilahlığı Sezarlara bırakılarak” egemen statükoların emrine verilen şirk dinlerine dönüştürülmediler mi? Hıristiyanlaşma ve Yahudileşme serüveni bugün maalesef Müslümanları kuşatmış bulunuyor. Halbuki Resulullah (s) “onların izinden gitmeyin” diye uyarmamış mıydı?
Bugün, biryandan küresel ve yerel statükolar, “Ilımlı İslam” algısı oluşturup kitleleri Allah ile aldatarak sisteme eklemlemeye çalışırken, diğer yandan da, çıkar ve maslahat hesaplarıyla, yozlaştırıcı bir pragmatizmle, statükonun rahatsız olacağı kavramları kendiliğinden kullanmaktan vazgeçen ya da statükoyu sevindirecek tahrifatla yeniden tanımlayan cemaat önderleri, yazarlar, aydınlar çıkmaktadır. Şirk anayasası değişikliğine oy verme amelini, “ibadet, takva ve Allah’a teslimiyet” olarak niteleyenler, hem de tevhidi uyanış sürecinin öncü kadroları arasından çıkabildi. On yıllardır şirk sisteminin laik demokrat partilerine oy vermeyi “cihad” olarak tanımlayanlara, son zamanda tevhidi uyanış süreci öbeklerinin büyük çoğunluğu katılır hale geldi. Aynı kesim içinde, “taguta tagut denmesin” diyenler bile çıktı.
Laik ulus devlet, şeriat ve tesettürü düşman ilan eden ordunun emrinde savaşırken ölenler için, laiklik tercihiyle büyük çelişki bahasına, haksız olarak ve din istismarı yaparak, ilahi vahye ait “şehid” kavramını kullanmaktadır. Ancak, Allah’ın emrinden oluşan İslam şeriatının yürürlükten kaldırılıp düşmanlaştırılmasına itiraz edip kıyam ettiği için merhum şehidimiz Şeyh Said’i zulmederek katleden aynı laik devlet, Allah yolunda öldürüldüğü için Kur’an’ın şehid dediğini ise “hain” ilan etmek suretiyle, bir başka zulme imza atabilmiştir.
Bu ulusalcı laik devlet, emperyalizmin katil ordusu NATO içinde bulundurduğu askerlerini, aynı emperyalistlerin kendi topraklarını işgal etmesi sürecinde yardımına koşan mazlum Afgan halkının topraklarını zulmen işgale gönderebilmektedir. Üstelik orada kâfir, tağut, müstekbir emperyalizmin emrinde, Müslüman Afganlıya karşı, onların topraklarında savaşırken ölen askerlerine de kolayca “şehid” unvanını verebilmekte, bu emperyalist işgale karşı bağımsızlık savaşı veren Müslümanları, mücahidleri ise, emperyalist jargonla “terörist” ilan edebilmektedir. Üstelik İslam şeriatına açık düşmanlık yapan radikal laik Kemalist statükonun bu zulmünü yaklaşık on yıldır, geçmişte şeriata saygılarıyla tanınmış yeni “Ilımlı İslamcı” kadrolar sürdürmekte ve bilinen şeriat düşmanlığı iyice açığa çıktığı bir dönemde bile TSK’yı “Peygamber Ocağı” olarak nitelemekten geri durmamaktadırlar. Bugün kendini İslam’a nispet eden yandaş medya ve yazarları, hatta tevhidi uyanış sürecinden gelen kimi eklemlenmiş cemaat önderleri, aydınlar ve yazarlar da, yaşarken de “şehid” olma vasfı taşımayan, ölürken de İslam karşıtı laik devlet uğrunda savaşırken öldürülenlere “şehid” deme zulmünü kanıksayarak, hatta belki de artık öyle inanarak, bu tahrifatı ısrarla sürdürmektedirler. Maalesef, tevhidi uyanış sürecinden gelen Müslümanlar arasında bile bu tutumu kanıksayarak kabullenenler de oldu.
En sonunda Lübnan Hizbullah lideri Hasan Nasrallah da, modaya uydu ve hayatını vahye şahid kılan ve Allah yolunda can feda eden mü’minlere tahsis edilen Kur’ani şehid kavramını, müşrik katil Baas diktatörünün aynı nitelikteki zalim, kafir ve binlerce Müslüman’ı kasden öldürme suçunu işlemiş katil bakan ve komutanları için kullanmaktan çekinmemiştir. Onun adına utandığımı ifade etmeliyim. Halbuki, biz onu örnek, model bir İslami şahsiyet olarak sevmiş, benimsemiştik. Düştükleri bu hal akıl alır gibi değildir. Takip ettikleri yol Kur’ani olmadığı gibi, Suriye konusunda takındıkları zalimden yana ilkesiz ve ölçüsüz tutum, Hizbullah ismi ile bağdaşmamaktadır. Gelin bu Ramazan ayında onların bu zilletten kurtulmaları için dua edelim.
Herekse ve her şeye rağmen, Kur’ani kavramlarımıza sahip çıkmayı sürdürmeliyiz. Kim yaparsa yapsın, hiç kimsenin hatırına, kavramlarımızda tahrifat yapılmasına ve yanlış amaçlarla kullanılmasına müsamaha göstermemeliyiz. Bu sebeple, kimi kavramlarımızı unutturmak ya da kimilerini tahrif edilmiş anlamlarla yeniden tanımlayarak, şirk sistemlerinin hizmetine sunmak isteyenlerin, bu zulümlerine karşı itirazımızı yükseltmeliyiz. Bu tür tanımlayıcı, taşıyıcı temel kavramlarımıza sahip çıkarak, Kur’ani muhtevalarıyla gündemleştirmeye çalışmalı, imanımızı, şahsiyetimizi, aklımızı, tasavvurumuzu ve hayatımızı onlarla inşa ederek, Kur’ani bir inkılabı yaşamalı ve adil “şahidliğini” yaparak yaygınlaştırmalıyız.”
Bu kapanış konuşmasını müteakip salondaki dinleyicilerden bir kısmı İLKAV Konferans salonunda verilen iftara iştirak ettiler. Akşam ve teravih namazını da kıldıktan sonra dağıldılar.