“Ulusalcılık, Ulus Devlet ve Kürt Sorununa İslami Bakış” Paneli Geniş Katılımla Gerçekleştirildi
İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV), 4 Şubat 2007 Pazar günü, Ankara Sürmeli Otel’de “Ulusalcılık, Ulus Devlet ve Kürt Sorununa İslami Bakış” konulu bir panel düzenledi. Haksöz Dergisi’nden Hamza Türkmen, İlkav Başkanı Mehmet Pamak, Burhan Kavuncu ve Özgür-Der Diyarbakır Şubesi Başkanı S.Bülent Yılmaz’ın konuşmacı olarak iştirak ettiği panel yoğun bir katılımcı kitle tarafından izlendi.
Bununla birlikte daha önce planlanmış olan panelin Hrant Dink’in katledilmesinden sonra ulusalcılığın yükseltildiği bir konjonktüre denk gelmesi sistemin icra ettiği zulümlerin süresiz devam etmesini göstermesi açısından da manidardı. Kur’an-ı Kerim’in okunmasıyla başlanılan panelde önce “Kürt Sorunu” ile ilgili bir slayt gösterisi yapıldı.
Açılış konuşmasını yapan Mehmet Pamak; “İLKAV’ın, vakıf senedinde de yazılı olan amacı gereğince, Kur’an merkezli, vahye ve sahih sünnete dayalı doğru din anlayışını topluma yaygınlaştırma çabası içinde olan bir kuruluş olarak, çeşitli toplumsal sorunlara da bu sahih İslam anlayışının ölçüleri içinde nasıl yaklaşılması gerektiğini ortaya koymaya çalıştığını” ifade etti. İşte bu amaçla 3 Aralık 2006’da “Resmi İdeoloji Kıskacında Eğitim Paneli” düzenlediklerini ve bu panelde “Ulus devletin, halkı köleleştirip oligarşik tahakküm altına aldığını, oluşturduğu militarist dayatmacı seküler eğitim sisteminde çocuklarımızı zorla resmi ideoloji tornasından geçirip fıtratlarını bozduğunu, kültürel erozyon ve ahlaki çürüme yaşayan bunalımlı, kimliksiz ve niteliksiz nesiller yetiştirdiğini ve ulusalcı, militarist yönlendirmeler sebebiyle çeteleşmenin ilk öğretime kadar indiğini tespit edip, halkımızın geleceği adına önemli, adil ve özgürlükçü uyarılarda bulunduklarını” söyledi. Gelişen olayların bu panelde yapılan tespitlerin doğruluğunu ve haklılığını bir kere daha ispat ettiğini, Türkiye’nin bir çok vilayetine yayılan ulusalcı, militarist Kemalist örgütlenmelerin illegal, “derin devlet”le ve devlet kurumlarıyla irtibatlı olarak, silah ve şiddeti esas alan çalışmalar yaptıklarının ve Hrant Dink’i de bunların örgütlü bir biçimde öldürdüklerinin açıkça ortaya çıktığını beyan etti. Pamak, bütün bu şöven eğilimlere ve örgütlenmelere, resmi ideoloji dayatan ulusalcı militarist eğitim sisteminin yataklık yaptığına dikkat çekerek, Kürt sorununu da üretip çözümsüzlüğe iten, faili meçhullerle, yargısız infazlarla ünlenen, güvenlik birimlerinde katillerle ulusal bayraklı fotoğraf çektirme cüretkarlığı gösteren “derin” çetelerin oluşumuna uygun atmosferi oluşturan, üretilen seküler kutsallar adına her türlü katliamı yapabilecek hastalıklı ruh yapısını besleyen ideolojik, ulusalcı, militarist eğitim sisteminin değiştirilmesinin ve özgürleştirilmesinin öncelikli bir sorumluluk olduğuna dikkat çekti. Pamak, Hırant Dink’e yönelik menfur cinayeti telin etmek isteyenlerin, Ermeni olması ve düşünceleri nedeniyle öldürülmesini protesto amaçlı olarak ifade edildiği açık olan “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına ulusalcı tepkiler verenlerin, yaşanan ulusalcı kirlilik sebebiyle adaletsizliği içselleştirdiklerini ve bu tesirle bu ülkede 80 yıldır okullarda asimilasyon amaçlı olarak söyletilen ideolojik and içerisinde, Arap, Kürt vb Türk olmayan bütün kavimlerin çocuklarına da zorla “Türk’üm” diye bağırtılması zulmünü görmezden geldiklerini, bu büyük zulme hiçbir tepki vermediklerini ifade etti.
Pamak; Hrant Dink’i hunharca katleden ulusalcıların yandaşı ve teşvikçisi durumundaki medya tetikçilerinin, eğitim panelinde yapılan ilmi tespitlere ve düşünce açıklamalarına karşı da faşist bir tutumla saldırıya geçip terör estirdiklerini, düşünce özgürlüğüne tahammül edemeyen bağnaz ulusalcı tepkilerle hakikatin söylenmesini engellemeye ve hakkı söyleyenleri susturmaya çalıştıklarını ifade ettikten sonra, “işte bugün ulusalcı resmi ideolojinin yol açtığı bir başka önemli sorunu konuşmak, sürekli kanayan bir başka yaraya neşter atmak ve Kürt sorununu İslami ölçülerle konuşmak ve çözümler önermek üzere yine buradayız. Zalimler şunu bilsinler ki, bizi terör estirerek, baskı yaparak susturamazlar, zulme itiraz edip hakkı haykırmaktan, toplumsal sorunları ele alıp İslami ölçülerle tartışmaktan ve halkımızın hayrına olan çözümler üretmekten, hakikatin mesajını halkımıza ulaştırma çabamızdan ve insanlarımızı gasp edilmiş haklarına kavuşturmaya yönelik tevhid ve adalet mücadelemizden alıkoyamazlar” dedi. Oturumu yöneten Pamak, daha sonra, “ulus, ulusalcılık ve ulus devlet kavramlarının İslami ölçülerle tahlili ve Kürt sorununa etkisi” hususundaki görüşlerini açıklaması için sözü Hamza Türkmen’e bıraktı.
Hamza Türkmen’in konuşması:
Panelin ana temasını oluşturan ulus kavramının aydınlanma ve sanayi devrimi ile batının oluşum süreci içerisinde seküler temelde “nation” şeklinde ortaya çıkan bir olgu olduğunu ifade eden Türkmen, bu kavramın anlamının Avrupa’da ilahi olanın dışında oluştuğunu belirtti. İnsanların renk, dil, kabile ve halklar (şuub) şeklinde tasniflendiğinin Kuran’da Allah’ın ayetlerinden fıtri bir özellik olduğunu, ulus kavramının ise tanrının müdahil olmadığı bir tanımlamaya dayandığını belirtti.
1658 Kromvel dönemi İngilteresinde 1789 Fransız devriminde evrensel Hıristiyanlıktan ve feodal yapıdan kopan burjuva, sanayici, aydın elit zümre öncülüğünde oluşturulan ulus devlet hâkim olduğu toprağı vatan, ahali ya da yurttaş veya vatandaş diyerek yurttaşların birliğini oluşturarak kurduğu topluma nation (ulus) dedi.
Hayatın dışına itilen kilise, papa, ruhban sınıfı yerine seküler temelde vatan, bayrak, sınır, ulusal marş gibi yeni kutsallar üretti. Ulus ve ulus devlet tamamen Avrupa’ya ve uzantısı birleşik Amerika’ya ait kurgulanmış seküler bir olgu ve kategoridir. Söz konusu elit sınıf yurttaş dediği ve vatanın düzeni için yetki aldığı ahaliyi ulus haline dönüştürdü. Sonrasında Türkçe bir deyişle ‘alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete’ formülü işledi. Artık halk kutsallaştırılan yeni bir ulus edebiyatı ile kapitalist düzenin taşıyıcısı, işçisi, memuru yani vatandaşı haline getirildi.
Bu seküler yani din dışı alanda yeni vatandaşlarla oluşturulan ulus, efsaneleştirildikçe ulusçuluk yani milliyetçilik akımları başladı. Örneğin; bir kabilenin veya kavmin eğreti kültürü, folkloru, mitleri ve efsaneleri abartılarak üretildi ve kurgulanan yeni ulusun kültürü haline getirildi. Romantizme dayanan Alman milliyetçiliği aynı dili konuşma arayışı ile etnik/ırk anlayışına dayandı. Avrupa kurgulanmış bu projesini Avrupa dışı toplumları sekülerleştirmek ve ulus devlet formuyla yeni pazarlar oluşturabilmek için ihraç etmeye başladı. Avrupa ve ABD dışında kurulacak her ulus devlet; ya kapitalizm için yeni ve güvenli bir pazar, ya da yeni bir sömürge alanı demekti.
Osmanlı’da bu ihraç ürünü proje ile 1839 Tanzimat Fermanı ile tanıştık. Bu fermana göre Osmanlı devleti İslam ümmeti yapısından vazgeçip vatan temelli müslim-gayri müslim bütün tebaayı eşit vatandaş kabul eden Osmanlıcılık akımını başlattı. Namık Kemal Dar’ul İslam kavramını kutsal vatan terkibi ile değiştirdi. Ümmet yerine nation yani ulus kullanılmak istendi ama Osmanlıca veya Türkçe bir kavram üretilemediği için Kuran’i bir kavram olan millet kelimesinin anlamı saptırılarak nation yerine kullanıldı.
Ulusalcı elit ulusçuluklarını oluşturan eski bir ırkın veya boyun efsanevi kültür- mitolojisini kurgulayıp tarih diyerek masallaştırırken diğer taraftan da modernleşmek için can atıyorlardı. Bu Türk, Arap, Fars milliyetçileri gibi Kürt ulusalcılığı için de geçerlidir çünkü ulusalcılık bir sekülerleşme ve ilahi olandan kopmadır, ilahi olanı sadece kullanır.” dedi.
Türkmen 2. bölümde Türklük projesinin Osmanlı ricalinden önce Avrupa’ da yazıldığını Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları kitabından aktarımlarla açıkladı. Türklerle ilgili ilk tarihin ve Türkçe gramerin İngilizce ve Fransızca olarak 18. yy da yazıldığını 3. Selim ve 2. Mahmut’a sunulduğunu belirtti.
İlk Türk tarihi ve grameri yazan yerli müelleflerin eserlerinin de bu kaynaklara dayandığını belirtti. İttihat-Terakki son döneminde Osmanlıcılık ve İslamcılık projelerini bırakarak Türkçülüğe yöneldi, etnik kökene dayanan Türk Milliyetçiliği senaryosunu da ilk defa Yusuf Akçura kurguladı. Cumhuriyet döneminde oluşturulan Türk Devleti de batı da üretilen Türkoloji’den ilham alan Osmanlı Türkçülüğünün temelleri üzerinde kuruldu. Oluşturulan ilk Türk Milli Devleti Osmanlı bakiyesi halkı uluslaştırmaya başladı. Atatürk’ün veciz sözü “Bir ümmetten bir ulus yaratık” idi bu nedenle TC’nin kuruluş anından askeri darbe süreçlerine kadar ülkede yaşanan en önemli çatışma kurgulanmış ulusal-milli kimlik ile zaaflı da olsa İslami Kimlik arasında yaşanmıştır ve yaşanmaktadır.”
Türkmen Türkiye’ de Türk ulusçuluğunun 3 şekilde var olduğunu belirtti.
1- Ütopik Milliyetçilik (Turan-Kızıl Elma)
2- Kurgusal Milliyetçilik (Sümer-Hititlere dayanan Atatürk Milliyetçiliği)
3- Sentezci dindar milliyetçilik(bin yıllık Anadolu milliyetçiliği)
Bu her üç milliyetçilikte bazıları kendini sol bazıları da sağcı olmakla nitelendiriyor olsa da vatan ve bayrak gibi unsurları ortak kutsallar olarak kabul ederler. Bize düşen ise kutsal olanı sadece Allah’a has kılmak olmalıdır.
Bu uluslaşma hikâyesi maalesef ki Türk, Arap, Fars ulusalcılarını zulmü ve asimilasyonu altındaki Kürtler için de geçerlidir. Ezen milliyetçiliğe karşı ezilen milliyetçilik. Kürtlerin ezilen milliyetçiliğini anlayabiliriz. Ama yeni bir sekülerleşme, batılılaşma, zalimleşme kaynağı olduğu için haklı bulamayız.
Sorun Türkler, Kürtler veya Araplar için fıtri olanı aramak ve batılı paradigmayı aşmaktır, Ulusçuluğu ve kapitalist tüketim kültürünü aşarak küllerimizden ayağa kalkmalı Kuran’a sarılarak Müslümanlar olarak kendimizi yeniden oluşturmanın imkânlarını üretmeliyiz.
Burhan Kavuncu’nun konuşmasından bazı tespitler:
“Türk Ulusalcısı Resmi İdeolojinin Kürt Halkına Yönelik Politikaları” konulu konuşmasına “Kürtler ne istiyorlar?” sorusuyla başlayan Kavuncu, “Çerkezler ve Lazlar bir şey istemezlerken Kürtler ne istiyorlar?” yaklaşımının devletin Kürt sorununa bakışını özetlediğini, kimi zaman resmi ağızlardan “Kürt Sorunu” nun varlığından söz edilse de genellikle konunun güvenlik ve terör bağlamında ele alındığını söyledi.
Aslında Müslümanlar arasında, Türklerle Kürtlerin arasında bir sorun olmadığını, sorunun Lozan Barışı’ndan sonra uluslar arası arenada kendini güvenceye alan Türk ulusalcıları tarafından çıkarıldığını ifade eden Kavuncu, Türklerin ve Kürtlerin karşılaşmalarının tarihi sürecini anlatarak konuşmasına devam etti.
Türklerin Anadolu’ya 1000 yıl önce geldiğini ve bu süreçte Müslümanlaştıklarını, Anadolu’da buranın yerleşik halkları olan Rumlar, Ermeniler ve Kürtlerle karşılaştıklarını ve Kürtlerle ilk tanışıklığın da dostça ve kardeşçe olduğunu söyleyen Kavuncu, Anadolu’nun İslamlaşması sürecinde Hristiyan Bizans’a karşı Kürtlerin Türklerle birlikte savaştıklarını ve sonrasında da Kürtlerin kendi “özerk” statülerinde sorunsuzca yaşadıklarını söyledi.
Kürtlerin Türklerle ikinci karşılaşmalarının ve ilişkilerinin Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim döneminde, dönemin Kürt alimi İdris-i Bitlisi’nin de katkılarıyla Şii Safevilere karşı Sünni Osmanlılar safında savaşmak şeklinde tezahür ettiğini ifade eden Kavuncu, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine kadar dostça ve kardeşçe ilişkilerin devam ettiğini, ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin söz sahibi olmaya başlamasıyla birlikte birtakım ciddi sorunların da çıkmaya başladığını, bunun sebebinin de İttihatçıların Türkçü yaklaşımı olduğunu söyledi.
İstiklal Savaşı sırasında Kürtlerin Anadolu hareketine destek verdiğini ve Anadolu hareketince de Kürt halkının “Anasır-ı İslamiyye”den görüldüğü ve bu toprakların sahiplerinden, asli unsurlarından olduklarının kabul edildiğini ve birtakım güvenceler verildiğini, ancak Lozan Barışı’ndan sonra işin renginin değiştiğini ve 1924 anayasasına “Bu vatanda yaşayan herkese Türk denilir” ibaresinin konduğunu, böylece inkarcı ve asimilasyona dayalı politikaların başladığını söyleyen Kavuncu, Türk ulusalcılarının bu ülkede yaşamanın ve hak talep edebilmenin şartını 31 Ağustos 1930 tarihinde İsmet İnönü’nün sözlerinde somutlaştığı üzere “Türk olmak” olarak koyduklarını, aksi davrananların ise Şeyh Said ve Seyyid Rıza örneğinde olduğu gibi idam, katliam ya da tehcir olduğunu ifade etti.Yine İsmet İnönü’nun hukuk fakültesi öğrencilerine hitaben yaptığı konuşmada “Türk olmayı yürekten kabul eden kişi Türk’ün her hakkına sahiptir” sözlerine de atıfta bulunan Kavuncu, konuşmanın özellikle hukuk fakültesinde yapılıyor olmasının da altını çizdi.
Konuşmasının ikinci bölümünde izleyicilerden gelen bir soru bağlamında asimilasyonun bir halka yapılacak en büyük zulüm olduğundan söz eden Kavuncu, her insanın ve her müslümanın asimilasyon politikalarına karşı çıkması ve mücadele etmesi gerektiğini, asimilasyon konusunda devletin ve ayrıca bir o kadar da Türklerin suçlu olduğunu, hepimizin ulusalcı reflekslerden kurtularak zulme en azından sessiz kalarak katkı sağlamak pisliğinden bir an önce kurtulmamız gerektiğini ifade ederek, Türkler ve Kürtler olarak ümmet bilinci içerisinde kardeşçe yaşamanın geçmişte mümkün olduğunu bugünde mümkün olabileceğinin altını çizdi. Kavuncu, kardeşçe yaşayacağımız günleri rabbimizin bize nasip etmesi dileğiyle sözlerini tamamladı.
S. Bülent Yılmaz’ın konuşmasından bazı alıntılar :
Burhan Kavuncu’nun ardından Özgür-der Diyarbakır şube başkanı S.Bülent Yılmaz söz aldı. İlk olarak Kürtçülük kavramı üzerinde duran Yılmaz sözlerine şöyle devam etti: Olaylara resmi ideolojinin penceresinden bakmayıp, resmi ideolojinin kaygılarını taşımayıp, resmi ideolojinin retoriğine itibar etmeden sahih İslami bakış açısıyla Kürtlere yapılanları zulüm olarak değerlendirince, Kürt ve Kürdistan’dan bahsedince Kürtçü olarak değerlendiriliyoruz.
Kürtçülük bu değil. Kürtçülük nedir, nasıl yapılır, kimler Kürtçülük yapar? Ben bir ölçü vereyim. Kürtçülük bugün Türkçünün durduğu yere Kürtlük adına talip olmaktır. Türkçü söylemi Kürtleştirmektir. Türkçü ideolojinin Kürde baktığı gibi Kürdün Türk’e ve diğer kavimlere bakmasıdır. Türk ulusalcılığını Kürtleştirmektir. Türkün fıtri haklarını savunanları Türkçü olarak değerlendirmektir. Diğerleri değil. Asla değil.
Müslümanlar olarak artık Kürt meselesini sorunun varlığı – yokluğu üzerinden değil daha ileri bir zeminde talepler ve öneriler bağlamında tartışmalıyız. Yani konuya müdahil olabileceğimiz bir yerde durarak konuyu tartışmanın zamanı gelmiş ve geçmektedir.
Kürt halkına yapılan haksızlıklar ile ilgili devletin uyguladığı desenformasyon nedeniyle Türkiye toplumu Kürdistan’da yaşanan zulmü hiç bilmemektedir. Öyle ki o topraklarda beş buçuk milyon insan yerinden edilmiş, göçe zorlanmıştır. Bu yaşananlardan sıkı sansür dolayısıyla insanlar haberdar olmamıştır. Zulümler konuyla ilgilenen bazı yayın organlarında küçük birer haber veya az sayıda ilgilinin ulaşabildiği raporlarla sınırlı kalmıştır. Bu haberlerde ve raporlarda ifade edilen rakamlar ise yaşanan zulmün boyut ve vahametini anlatmakta kifayetsiz kalmaktadır.
Türkiye cumhuriyetine gelinceye kadar Kürt ve Kürdistan özgür kavramlardır. Kürtler özgür halklardır. Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar Osmanlı başkentinde, sonradan TC’yi kuracak ittihatçıların ve batıcı aydınların yanı başında yayınlanan onlarca Kürtçe gazete ve dergi ile kurulmuş birçok Kürt partisi ve örgütü vardır.
TC’nin kuruluşuyla beraber inkar ve asimilasyon başlamış, Kürt halkı ve Kürdistan inkar edilmiş, asimilasyonu kabul etmeyenler tenkil ve tedip ile katledilmişlerdir. Kürtlere her gün okullarda “Türküm”, “varlığım Türk varlığına armağan olsun” ve “ne mutlu Türküm diyene” gibi sözler söylettirilirken, Kürtçe yasaklanmış, konuşanlara para cezaları verilmiştir. Şark Islahat Planı ile başlatılan yasak, 2932 sayılı yasayla seksenli yıllarda tekrar hortlatılmıştır.
Kürdistan yıllarca sıkıyönetim ve olağanüstü hal bölgesi olarak yönetilmiştir. Cezaevleri işkence merkezlerine dönüştürülmüş, insanlara akıl almaz işkenceler yapılmış insan onurunu zedeleyen dışkı yedirme gibi insanlık dışı hakaretler edilmiştir. TC’nin ilk yıllarıyla birlikte iskan yasalarıyla başlayan Kürtlere yönelik tehcir uygulaması, doksanlı yıllarda dört bin köyün boşaltılmasıyla devam ediyor. Bu süreçte milyonlarca insan yerinden yurdundan sürülüp fakir ve yoksulluğa itilmiş, Kürt çocukları ve gençleri suç şebekelerinin eline bırakılmıştır.
Kürt sorununu iç güvenlik konsepti içinde değerlendiren Cumhuriyet rejimi, Kürtleri yıldırmak ve baskı altına almak için koruculuk, JİTEM ve çeteler ihdas etmiştir. Bu gruplar binlerce insanın kanına girmiş, birçok insanı öldürmüş, mallarına el koymuş ve iftira atarak hapse girmelerine neden olmuşlardır. 1990 yılından itibaren bölgede işlenen faili meçhul veya gizli cinayet sayısı 3000'nin üzerindedir. Bu süreçte binlerce insan gözaltında kaybedilmiştir
Oturumun son konuşmacısı Mehmet Pamak’ın bazı tespit ve önerileri:
M. Pamak, konuşmasına Kur’an ayetleriyle ortaya konan adalet ölçülerine, İslam kardeşlik hukukuna dair temel ilkelere ve kavimlerin, dillerin Allah’ın ayetleri olmasına dair açık uyarılara rağmen, Müslümanların bu hükümlerin gereğince hareket edip Kürt halkına yapılan bunca zulümlere karşı İslami sorumluluklarının gereğini yerine getirememelerinin sebeplerini sıralayarak başladı.
“Kendini İslam’a nispet edenlerin büyük çoğunluğu bu zulmün karşısında ya sessiz kaldılar, ya da çeşitli sebeplerle zalimleri meşru gören bir adaletsizliğe sürüklendiler. Vahyin belirleyiciliğinde tevhidi bilince ulaşmış bulunan az sayıda Müslümanlar Kur’an ölçüleri içinde adil bir yaklaşımı sergileyebildiler. Çünkü, kendini İslam’a nispet eden büyük kitle ile genel olarak Müslümanlar (tevhidi bilince sahip bir azınlık dışında); öncelikle vahyin ölçülerinden habersiz oldukları, Din anlayışlarını muharref geleneğin belirlediği bu kitleler, çoğu kez vahyin ölçülerinden habersiz, dünya meselelerine vahyin ölçüleriyle nasıl yaklaşılması gerektiğinin bilgi ve bilincinden yoksun bulundukları, çok uzun yıllar kendilerini sağcı, muhafazakâr, “milliyetçi”, devleti kutsal sayan, devletten-iktidardan yana statükocu kimliklerle ifade edegeldikleri; ikinci olarak Türk ulusçuluğunu bir din gibi dayatan cahili bir eğitimden geçtikleri ve büyük çoğunluğun devleti kutsal sayan bu ulusalcı kirlilikten henüz tam anlamıyla arınamadıkları; üçüncü olarak dünyevi hesapların (iktidar, ikbal, rant, makam, mevki beklentilerinin) yol açtığı devletle ters düşmeme kaygılarını taşıdıkları için adaleti esas alan tutumlar takınamamışlardır. Kimi tevhidi kesimlerde de etkisini gösteren dördüncü sebep ise; riskten kaçış, devlet ve yargının hışmından duyulan korkular ve “Kürtçü” damgası yeme, PKK yanlısı görünme endişeleridir. Böylece kimi bilinçli Müslümanlar da, konuyu gündemleştirmenin ve adalet amaçlı da olsa söylenecek sözlerin “PKK’ya yarayacağı”, “Kürtçülüğü besleyeceği” gibi kimi korku ve endişelerle konuya adalet ölçüleriyle yaklaşmamışlardır. Sonuç olarak, bir yandan Kürt sorununa ilgisiz kalanlar, diğer yanda bu soruna İslami ölçülerden bağımsız olarak ve modern kirlenmenin tesiriyle liberal ve sol ölçülerle yaklaşanlar, İslami çözümün gelişmesini engelleyici bir rol oynamışlardır. Hele bu sonuncular maalesef Kürt sorunu üzerinden, bu sorun hatırına liberal ve sol çevrelerle kurdukları ilkesiz ve kimliksiz ilişkiler sonucunda, yaşadıkları gibi inanmaya başalayarak İslami kimlikten de uzaklaşıp sekülerleşmişlerdir.
“Bu sebeple, Kürt halkı, arasında sıkıştığı dayatmacı iki seçenekten kendisine yakın olanını tercih etmek zorunda kalmıştır. Derdinin asıl dermanı olan İslam ilacı kendisine ulaştırılmadığından, acil olan fiziki varlığını ve fıtri kimliğini koruma, hastalığın yakıcı ıstırabından bir an önce kurtulma can havliyle PKK’ya eğilim göstermek zorunda kalmış, hastalığını daha da azdıracak sahte ilaçlarla tedaviye teslim olmuştur. Kürt halkı, tarih içinde İran, Irak ve Suriye’de de olduğu gibi hakim ulusalcılığın sopasını yiye yiye, tabiri caizse zorla Ulusalcı bir çizgiye getirildi. Yani “Arapçılık” ve “Türkçülük” ekenler oldukça sert hesap soran bir Kürtçülüğü biçmek durumunda kaldılar. Tabii ki, biz İslami adalet anlayışımızla bu iki kavmiyetçilik arasındaki farkı da görmek ve ifade etmek zorundayız. Kavmiyetçilik olması hasebiyle, Arapçılık da, Türkçülük de, Kürtçülük de sonuçta İslam dışıdır ve haramdır. Buna rağmen şu husus da adaletle tespit edilmelidir ki; Arap ve Türk kavmiyetçilikleri adaletsizlik yapan, zulmeden tarafı oluştururken, Kürt kavmiyetçiliği, bu adaletsizliklere ve zulümlere karşı haklı bir itirazı ve tepkiyi ifade ederek ortaya çıkmıştır. Ancak, durması gereken yerde durmayıp, İslam hudutlarını aşarak seküler değerlere savrulması ve zulme itiraz boyutunu aşarak kavmiyetçiliğe yönelmesi bakımından da alternatif bir zulme kaymış bulunmaktadır.
“Batılıları da, yerli Batıcıları da rahatsız eden husus, Batı destekli Kemalist modernleştirme projesinin Kürt halkı üzerinde yeterli bir dönüştürmeyi, sekülerleştirmeyi sağlayamaması, en azından Türk halkında aldığı kadar sonuç alamaması olmuştur. Türkçülüğü esas alan Kemalist kadroların Türk kesiminde modernleşmeyi, batılılaşmayı sağlamada daha tesirli olmaları, Kürtlerin ise buna direnmeleri ve yeniden İslami uyanış için önemli bir potansiyeli barındırıyor olmaları, hem yerli oligarşinin, hem de arkasındaki Batılıların ortak tespitleri ve rahatsızlıklarıydı. Ve çok korktukları İslami diriliş ya da onların ifadeleriyle “irtica” için önemli bir yatak olarak görülen bu alandaki insanların da bir an önce sekülerleştirilmesi, modernleştirilmesi ve Batının mutlaklaştırdığı sapkın değerlerine eklemlenmesi isteniyordu. Bu konu; hem kendi değerleri için tehdit olarak algıladığı İslamı, alternatif olmaktan çıkarmak için İslam alemini top yekun sekülerleştirip dönüştürmeye (ve ne pahasına olursa olsun vahyin belirleyiciliğinde yeniden ümmetleşmeyi engellemeye) yönelik projeler üreten Batının gündemindeydi. Hem de, aynı amaç bakımından Batıyla örtüşen Türk ulusalcısı yerli laik statükonun önemli ve Batıyla ortak bir gündem maddesiydi. Böylece, Batılılar ve Batıcı Türkçüler bir yandan Kürt halkını sekülerleştirmek üzere kendi içinden kimi Kürtçü Batıcı muhalif kesimlerin yolunu açtılar. Maalesef tarih bir daha tekerrür etti ve ezilenler bir daha ezenlerine öykündüler, ezilen Kürt halkının haklarını savunma iddiasıyla ortaya çıkanlar, ezenlerine öykünüp onların Kürt halkına bir türlü kabul ettiremedikleri seküler modernleştirme projelerini kendi halklarına kabul ettirmeye yöneldiler, mazlumlar büyük bir zilletle zalimlerini taklit ederek onların izlerini takip etmeye koyuldular.”
Mehmet Pamak bu tespitleri yaptıktan sonra, Kürt sorununa dair İslami sorumluğumuz üzerinde durarak şunları söyledi: Müslümanların ilk yapmaları gereken şey; adil bir tutumla, mazlum Kürt halkına yapılan zulümlere karşı çıkarak zalim resmi ideoloji ile hesaplaşmaktır. Bütün bu zulümlere sebep olan Kemalist sistemi ve bir din gibi dayattığı tek tipçi, tek ulusçu, farklılıkları yok sayan ideolojisini sorgulamak ve reddetmektir. Şüphesiz ki mazlumdan yana olup zalime karşı durmak, yapılması gereken en öncelikli görev ve yerine getirilmesi gereken en önemli İslami ve insani sorumluluktur.
Daha sonra çözüm üzerinde duran Pamak şu tespitlerde bulundu:
Bu sorunun çözümü ve kanın durması için neler yapılmalıdır, sorusunun cevabının ise iki boyutta ele alınması gerekir.
Birincisi; Batılı kodlara göre dizayn edilmiş mevcut sistemin, kurulduğu konjonktürün etkisiyle oluşan faşist yapılanmasının çağdaş Batının görece özgürlükçü kodlarına göre ıslah edilmesi suretiyle yapılabilecek, görece ve nispi bir iyileştirmedir. Zulmün azalması ve insanlarımızın kanlarının akmasının bir an önce durması şüphesiz ki aciliyetle ortaya konacak kısa vadeli çözümleri de gerekli kılmaktadır. Bu bakımdan birinci çözüm, mevcut sistemin içinde bir alternatif olarak, zalime zulmü durdurma yada azaltma çağrısı yapmayı öne çıkarmaktadır.
İkincisi ise; gerçek, kalıcı ve adil çözümü ihtiva eden İslami sistemin kurulmasıdır. Bu, zulmün doğumuna yataklık yapan seküler paradigmaya dayalı sistemin toptan reddedilip, yerine bölgedeki bütün halkların kimliğine ve köklerine de ait olan ve hepsini adaletle kucaklayıp kardeşleştiren tevhit akidesine dayalı yeni bir inşayı gerçekleştirmek ve vahyin ölçülerini hakim kılacak adalet sistemini kurmaktır. Bu çözüm, uzun vadeli gibi görünse de, aslında en sahici, en kesin ve en adil tek çözüm olmak bakımından, zulmün kesin olarak sona erdirilmesine giden en emin ve bundan dolayı da en kısa yoldur. Biliyoruz ki, egemen ulus devletin kuruluşunda gerçekleştirilen ve Kürt sorununa da yol açan temel reddiye öncelikle İslami kimlikle ilgili olandır. Yani sistemin en temel düşmanı İslami kimliktir, İslam şeriatıdır ve ümmet bilincidir. Bu sebeple, halen “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” nde birinci öncelikli tehdit olarak “irtica”, ikinci olarak da “bölücülük” zikredilmektedir. Sistem tarafından İslami kimliğin reddedilmesi ise, ikincil olarak ve bu reddediş sebebiyle Kürt kimliğinin de reddine yol açmış ve Kürt sorununu doğurmuştur. Bu sebeple, Kürt sorununun da temel, kalıcı, sahici ve adil çözümü için, öncelikle ve mutlaka İslami kimlik sorununun çözülmesi, bütün kavimleri adaletle kucaklayıp, eşit haklara sahip kardeşler kılan İslami adalet sisteminin kurulması ve tabii ki, resmi ideolojinin ve dayandığı modern paradigmanın, döktüğü kanlar ve yaşattığı acılarla birlikte tarihin çöplüğüne atılması gerekmektedir.
“Birbirinizi “tanımak için” ya da karşılıklı “tanışmanız için” anlamına gelen, “li tearafu” kavramının; Kur’an bütünlüğü dikkate alındığında, zulüm görmeden kendi kimliğini korumayı, kendi ana dilinde eğitim yapmayı, Allah’ın dinini ve kevni ayetleri olan yasalarını, tabii ilimleri kendi dilinde okuyup, yazmayı, kendi diliyle akledip, düşünmeyi, düşünce üretmeyi ve onu kendi diliyle beyan edip yaymayı da içerdiği sonucuna ulaşmak zor olmayacaktır. Her biri Allah’ın ayetleri olan bölgemizdeki bütün Müslüman kavimlerin, eşit ve gönüllü katılımıyla, bütün kavimleri eşdeğer, saygıdeğer ve eşit hakların sahibi kabul eden bir adalet anlayışıyla, vahyin belirleyiciliğinde bir İslam Birliğini, artık sadece İslami ölçüler ve tevhit akidemiz değil, tarihsel durum da zaruri kılmakta ve tarihsel süreç Müslüman halkları adeta bu yönde zorlamaktadır. Uzun süreden beri dünyada yaşanan büyük değişimler, globalleşme/küreselleşme yönünde ortaya çıkan eğilimler ve bu alandaki uluslararası siyasi, askeri, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmeler, gelecekte dünyanın birkaç büyük ana topluluğa ayrılacağının, ulus devletlerin yerini bölgesel büyük birlik ve entegrasyonların alacağının ve buna bağlı olarak da dayatılan ulusal sınırların ya tamamen ortadan kalkacağı veya büsbütün anlamsızlaşacağının işaretlerini vermektedir. İşte böyle bir süreçte, bölgenin Müslüman halklarına, önder ve aydın kadrolarına düşen büyük sorumluluk; bu gidişatı vahyin ışığında doğru okumak; akıllı politikalar ve üreteceğimiz özgün projelerle, kaybettiğimiz ümmet bilincini yeniden inşa etmektir. Kötülüğün küreselleşmesine karşı, iyiliği, marufu, evrensel vahyi ölçüleri küreselleştirmenin mücadelesini vermektir. İnsanlığın kurtuluşu adına yerine getirilmesi gereken büyük sorumluluk; katil, cani bir çocuğu (komünizm), arkasında büyük acılar bırakarak, tarihin kirli sayfalarına gömülen Batının, aynı seküler ve sapkın paradigmasının ürettiği diğer çocuğu olan kapitalizmi de, başta bölgemiz olmak üzere tüm dünyanın mazlum halklarına yaşattığı bütün vahşet ve katliamlarıyla tarihin utanç sayfalarına gömmektir. Sonuçta, biz Kürt, Türk bütün Müslümanlar, topluca Allah’ın ipine ve birbirimize sarılarak, Kur’an ölçülerinde büyük inkılâbı yaşayarak, yaygınlaştırarak, şirke, zulme, ifsada karşı tevhit ve adaleti ikame, ıslah etme mücadelesi vererek, Allah’ın vaat ettiği mübarek yardımına, mağfiretine ve rahmetine hak kazanmalıyız. Eğer biz üzerimize düşeni yaparak, özümüzdekini tevhidi yönde değiştirerek Allah’ın yardımına müstahak olabilirsek, Allah mutlaka bize yardımını ve rahmetini gönderecek, o zaman da inşallah, seküler aklın ve mantığın kavrayamayacağı derecede muhteşem gelişmeler yaşanacak, galibiyet ve zafer Müslümanların olacaktır.”
Panelin sonunda Mehmet Pamak, somut çözüm önerilerini şöyle sıraladı:
1 – Her kavmin kimliğine, hududullah içinde kalan örf, adet ve geleneklerine saygı gösterilmelidir. Her kavmin, Allah’ın ayeti olan kendi ana dilini özgürce konuşabileceği, medya ve eğitimde yasaksız ve kısıtlamasız kullanabileceği bir toplumsal model üretilmelidir. Böylece, düşünce ve inançları ifade etmenin, eğitim özgürlüğünün, farklılıkları özgürce ibraz etme ve yaşatmanın, geliştirmenin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Bu bağlamda, ulusalcı, tektipçi, militarist, resmi ideoloji dayatan materyalist eğitime son verilmeli, eğitim özgürleşmelidir.
2 – Yerel ve yerinden yönetimlere fırsat ve geniş inisiyatif veren bir sistem oluşturulmalı, bu çerçevede Kürdistan halkının da, yöneticilerini özgürce belirlemesine ve yönetime katılımına imkân veren şartlar oluşturulmalıdır. Bu bağlamda, her bölgenin kendi doğal ve tarihi sınırları içinde bir nevi özerk yönetim biçimine geçmesi de düşünülebilmelidir. Bu amaçla, ümmet bilincini, bütünlüğünü ve İslam kardeşliğini yok etmeyecek tarzda bir nevi eyalet modeli ya da Kürt halkının diğer kardeşleriyle eşit ve adil şartlarda kendini yönetmede söz sahibi olacağı ve mutlu olacağı bir başka yönetim biçimi geliştirilmelidir.
3 – Böylece, gönüllü ortaklık çerçevesinde, eşit ve adil katılımla, şuraya, emaneti ehline vermeye ve adalete dayalı ortak bir İslam toplumunun ve sonuçta küresel çapta ümmetin inşasının hayata geçmesine uygun zemin hazırlanmalıdır.
4 – Kimlik ve kültür dayatmalarının sona erdirilmesi, İslami kimlik dışında üst kimlik tanımlamasına gidilmemesi, mahalli renk ve inisiyatiflerin önü açılarak, ulus devlet yapılanmasının sona erdirilmesi ve merkezi yönetimin her tarafa yayılan, her alanı kuşatan ve farlılıkları yok edip tek tipleştiren otoritesinin sınırlandırılması mutlaka sağlanmalıdır.
5 – Uzun yıllardır süregelen büyük ihmalin sonucunda yoksulluk ve işsizlikte diğer bölgelere nazaran mukayese edilmez bir geriliğe ve tam bir ekonomik sefalete mahkum edilmiş bulunan Kürdistan halkının, ekonomik durumunu diğer bölgelere eşitleyecek, en zaruri ihtiyaçlardan olan sağlık ve eğitim alanında, diğer bölgelere nazaran oluşmuş bulunan büyük uçurumları kapatacak, özellikle de büyük göç olgusunun yol açtığı derin yaraları saracak, yaygın ıstırapları dindirecek tedbirlerin bir an önce alınması mutlaka ve acilen sağlanmalıdır
6 – Bugüne kadar yapılan zulümlerden dolayı Kürt halkından özür dilenmeli, zulmedenler Tarih önünde mahkum edilmeli ve gasp edilmiş bütün hakların iadesi sağlanırken, baskıyla değiştirilmiş bütün yerel coğrafi isimlendirmeler de iade edilmelidir.