“Mücadelenin ve hayatın ekseninde sürekli olarak, sadece Kur’an’ı, Resulün güzel örnekliğini ve yalnız Allah’a kul olma duyarlılığını bulundurmalı, sadece bunları belirleyici kılmalıyız.”
“Ne pahasına olursa olsun, hangi şartlarda bulunulursa bulunulsun, ikrah yani can tehlikesi, ağır işkence olmadıkça batıla, küfre, şirke ait ilke, inanç ve şiarları benimsediğini söylememek, hak ile bâtılı karıştırmamak, bâtılı hak diye takdim ederek İslam’ın mesajını bozacak sapmalardan uzak durmak gerekir.” “Allah’ın dini, başka din ve ideolojilerle uzlaşmayı ve tavizi kesinlikle kabul etmemektedir.” “Tebliğde açıklık, netlik ve tavizsizlik esas alınmak durumundadır.”
Değerli kardeşlerim!
Allah’ın Selamı Rahmeti ve bereketi sizlerin ve bütün dünya Müslümanlarının üzerine olsun.
Gündemi takip ediyorsunuz. İslam coğrafyası, gerçekten içinden çıkılmaz bir halde. Siyonistlerin işbirlikçileriyle laik ulusalcı Filistinlilerle beraber Müslüman Filistin halkına yaptıklarını takip ediyorsunuz. Abbas ve onun oluşturduğu Muhammet Dahlan başkanlığındaki çete Filistin halkına kan kusturuyorlar yıllardır. Sanki orada bir kardeş kavgası varmış gibi gösteriliyor, aslında kardeş kavgası yok, küfür tek millet olarak birlikte hareket ediyor. Küfürle İslam’ın çatışması var, Abbas da küfrü temsil ediyor, Amerika ve İsraillin işbirlikçiliğini temsil ediyor. Muhammed dahlanda onun kurduğu bir çete. Hani Türkiye’deki çeteler gibi, Abbas’ın iyi çocukları, ABD ve İsrail’in ise “bizim çocukları” iş başındalar. Abbas’ın iyi çocukları Filistin’i karıştırıyor, her türlü cinayet ve yolsuzluk, her türlü hırsızlık ve soygun bunlara ait. Filistin halkına yapılan haksızlıklar zulümler hep bu çeteye ait. Bu laik ulusalcı çeteler, her ülkede aynı işlevi görüyorlar, emperyalistlerin işbirlikçiliği rolü onların, mafyacılık onların, yolsuzluk onların, hırsızlık onların, halkın kaynaklarını talan etmek, bankaları batırmak hep onların işi. Aynı zamanda, bombalar, patlayıcılar bulundurup, yeri geldiğinde provokasyonlar yaparak, halkı terörize edip, tahakküm altına almak, şiddeti ve gerginliği tırmandırıp halkı baskı altına almak her tarafta laik ve ulusalcı çetelere ait bir vahşet. Filistin’de de, Türkiye’de de öyle. Abbas ve adamlarına, ABD ve İsrail tam destek veriyorlar. Muhammed Dahlan çetesinin tam manasıyla arkasında duruyorlar, silah ve para desteği veriyorlar. Gazze’deki halkı açlığa, sefalete mahkûm ederken, soyguncu Filistin örgütünün önde gelenlerini lüks içinde yaşatıyorlar. Mesela Abbas’ın evindeki muslukların bile altından olduğu söyleniyor. Filistin halkı ne durumda? Devlet başkanı ne durumda? Buranın cumhurbaşkanı ne durumda? Halkı ne durumda?
Bir taraftan Irak’taki kan ve gözyaşı devam ediyor. Son zamandaki katliam, günde iki yüz kişiyi buldu. Ortalama yüz civarında insan ölüyor. Yine Şii-Sünni camileri bombalanıyor. Bir çok provokasyonlar yapılıyor. Bölgenin halkları birbirine girsin, birbirini katletsin diye bir sürü oyunlar tertiple ediliyor. Aynı zamanda aynı günlerde İngiltere kraliçesi tarafından, “Şeytan ayetleri” kitabının yazarı sapı Selman Rüşdi’ye ödül veriliyor, şövalyelik unvanı veriliyor. Selman Rüşdi ne yapmıştı? Allah’ın peygamberine en ağır hakaretleri yapmıştı. Zaten İslam ülkelerinden çıkan insanlar ne kadar İslama ve Müslümanlara hakaret ederlerse, batıda o kadar itibarları yükseliyor, ödül alıyorlar. Batının İslam’a karşı açmış olduğu haçlı seferinin bir parçası bunlar. Danimarka’daki karikatür hakareti, İngiltere’deki şövalyelik payesi, hepsi İslam’la savaşın farklı boyutlarını oluşturuyor. Bir taraftan Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’daki işgal ve yerli halka yaşatılanlar, işkence, katliam, tecavüz ve aşağılamalar, hepsi aynı projenin parçalarıdır. Tüm bunlar, İslam’a ve Müslüman halklara açılmış olan haçlı seferinin gereği olarak gerçekleştirilmektedir.
Türkiye’de de birçok örgüt, çete ve bunların kanlı provokasyonları ardı ardına ortaya dökülüyor. Yine ulusalcı laik örgütler. Yine batının işbirlikçileri, emperyalistlerle iş tutanlar, değişik vahşet planlarıyla ortaya çıkarılıyor. Suikast silahları, el bombaları, tnt kalıpları, fünyeler tam bir cephanelik ele geçiyor. MGK’nin sözüm ona çok gizli olması gereken evrakları, belgeleri bunların evlerinde çıkıyor. Ergenekon adında bir gizli örgütlenmeye gittikleri anlaşılıyor. Bilgisayarlarında bütün bunlar ortaya çıkmış vaziyette. Birçok insanı ve siyasetçiyi fişledikleri ve bu fişleri günübirlik şu anda halen görevde olan bir generale mail olarak geçtikleri anlaşılıyor. Aynı günlerde bir kuyumcu soyuldu İstanbul da biliyorsunuz. Kuyumcuyu beş maskeli kişi gerçekleştirdi. Uzun namlulu silahlarla önce trafiği kesiyorlar, ellerinde silahlar kuyumcuyu soyuyorlar, sonra da soğukkanlılıkla araçlarına binip gidiyorlar. Gündüz kalabalığı içinde bu kadar cüretkâr bir soygunu, bu kadar soğukkanlı bir profesyonellikle kim yapabilir? Mutlaka profesyonel eğitim almış ve arkası güçlü olan birileri olmalı. Kolayca kurtarılabileceklerinden de emin olmalılar. Sekiz kilo altın çalan bu soyguncuların iki tanesinden özel kuvvetler kimliği çıkıyor. Görüyorsunuz ne halde ülkemiz ve ne halde İslam coğrafyasındaki bütün ülkeler. İşbirlikçi oligarşik yöneticilerin baskısı, zulmü, iktidar ve rant amaçlı vahşeti, bu ülkelerin halklarına kan ve göz yaşından başka hiç bir şey getirmedi.
Susurluk çetesinde adı geçen Sedat Bucak’ın şoförü ve koruması göz altına alınıyor, üzerlerinde JİT (Jandarma İstihbarat Teşkilatı) kimliği çıkıyor. Peki kim vermiş? General Veli Küçük’ün adamları vermiş. Veli küçük kim? Susurluk çetesinin arkasındaki general.olarak biliniyor. Peki bu TNT kalıpları, taarruz tipi el bombalarıyla yakalananlar kim? Onlar da emekli subay ve astsubay Oktay Yıldırım, Muzaffer Tekin gibi eski askerlere ait. Bu çetelerin içinde, halen askerlik görevini sürdürenler de yer alıyor. Tüm bu askerlerin, emekli general Veli Küçük’le birlikte çeşitli provokasyonların içinde yer aldıkları, Hrant Dink’i protesto gösterilerinde birlikte oldukları resmi belgelerde ve medyada yer alıyor. Yani emekli ve muvazzaf olanlar da dahil olmak üzere özel harpçi asker ve polislerin içinde yer aldıkları çeteler ve ölmeye öldürmeye yeminli, hain listeleri hazırlayıp hesap sormaya hazırlanan silahlı Kuvay-ı Milliyeci örgütler Türkiye çapında yaygınlaştılar. Biliyorsunuz ki, Atabeyler çetesi bombalarla yakalanıyorlar, mensupları içinde emekli olmayan özel harpçi askerler de bulunuyordu. Suikast ve katliamlarda kullanılabilecek silah ve patlayıcıları, balık tutmak için bulundurduklarına dair uyduruk ifadeler vererek kolayca beraat ediyorlar. Bu nasıl iş? Altınları çalan özel harpçiler de herhalde bunların kaçak olup, olmadığını kontrol etmek için almışlardır. Böyle bir gerekçe ile serbest kalırlarsa şaşırmamak gerekir. Çünkü burası Türkiye. Konuşma yada yazıyla düşüncelerinizi açıklarsanız, İslami kimliğinizi savunursanız, adalet ve özgürlük isterseniz başınıza gelmedik kalmaz. Yargı, tam bir keyfilikle ve ideolojik hukuksuzlukla üzerinize gelecektir. Hatta bizzat AKP’li kadrolardan bile çekeceğiniz vardır. Çetelerin ve darbecilerin bu kadar azgınlaşmalarının müsebbibi olan yüreksiz AKP’liler, düşüncelerini açıklayan silahsızların, sivillerin, şiddeti reddeden düşünce adamlarının üzerine acımasızca gidecek kadar cesurdurlar. Çeteleri ve darbecileri, üzerlerine gitmemekle, hesaba çekmemekle, yüreksiz, beceriksiz ve teslimiyetçi tutumlarıyla azgınlaştırdılar.
AKP döneminde, her tarafı çeteler kaplamıştır. Neden? Şemdinli çetesinin üzerine gitmemişlerdir de onun için, Atabeyler, Sauna, Danıştay katliamı, Hrant Dink cinayeti çetelerinin üzerine gitme yürekliliğini göstermemişler, görevlerini ihmal etmişlerdir de onun için. Erbakan bu tür çetelerin öncüsü susurluk için “fasa fiso” demiş ve üzerlerinin örtülmesine katkıda bulunmuştu da, sonunda bu çeteler ve ağababaları olan darbeciler ipini çekivermişlerdi. Bugün Tayyip Erdoğan’ın da, “Hudson’da Türkiye’de gerçekleşmesi beklenen kanlı provokasyonların senaryolarını emperyalistlerle birlikte konuşan generallerin, başkası yaptığında hemen ihanet olarak nitelendirecekleri ilişkileri ve bunlara paralel olarak çetelerin, darbecilerin ifşa olan planları için aynı şeyi tekrarlayarak “deli saçması” diyebiliyor. Bu kadar ahmakça bir yaklaşım nasıl tekrarlanabilmektedir? “Deli saçması”ymış, adamlar Washington’da oturup Türkiye’de bombalar patlatılıp katliam yapılması senaryolarını görüşüyorlar, anayasa mahkemesi başkanını öldürmeyi ve tabi Müslümanların üzerine yıkıp şiddeti ve gerginliği tırmandırmayı konuşuyorlar. Üstelik böyle bir şer toplantısına Türkiye’den generaller katılıyor ve sen bir başbakan olarak utanmadan bunlar “deli saçması”dır diyerek hafife alıyorsun, Şemdinli çetesine yaptığın gibi geçiştirmeye kalkıyorsun. Eğer, oligarşiden korktuklarının yüzde biri kadar halktan ve Allah’tan korksalar asla bu duyarsızlığı gösteremezler. Allah müstehak olduklarını başlarına veriyor. Erbakan’ın başına gelen onların da başına geliyor. Bile bile, göre göre aynı delikten ısırılıyorlar. Ama bu arada olan müslüman halka oluyor. Biz onun için üzülüyoruz.
Şemdinli çetesi olarak suçüstü yakalananlar için büyük anıt “iyi çocuktur” demişti. Şimdi Muzaffer Tekin bombalarla yakalanan Oktay Yıldırım için “iyi çocuktur” diyor. İşte böyle gidiyor bu işler, böyle korunuyor yanlış yapanlar. Bu “iyi çocuklar” ya bombalama suçunu işlerken yada bombalarla yakalnıyorlar. “İyi generaller” de, sözde çok düşman oldukları PKK’yı koruyup destekleyen Amerikalılarla ve Kuzey Irak Kürt Yönetiminin Washington temsilcisi olan Kubat Talabani ile oturup ülkemizde kitleleri tahrik edecek kanlı provokasyonların senaryolarını konuşuyorlar. Biz ise, bunlar olmasın, bu ülkenin insanları özgür olsun, adalet zemininde birlikte barış içerisinde yaşasınlar, insan haklarına riayet edilsin dediğimiz için başımıza gelmeyen kalmıyor. Bu ülkede AKP’lilere o kadar büyük imkanlar verildi ki, halk ve medya öyle bir destek verdi ki, onlar buna rağmen korkak, yüreksiz ve beceriksiz davranışlarıyla bütün bu imkanları heba ettiler ve halkı özgürleştirme vaatlerini bile yerine getiremeden dönemlerini bitirdiler. Çıkar ve menfaatlerini ahlaki ilkelerinin önüne geçirdikleri için bu kadar teslim oldular zalimlere. Her şeye rağmen oligarşiye teslim oldular, halkın isteklerini dışladılar, işte bu sebeple ülkede çeteler ve darbeciler egemen bulunuyor. Bu sonucun tek sebebi, AKP kadrolarının yetersizliği, ürkekliği ve korkaklığıdır. İktidar hırsıyla, geçici siyasi çıkarlar uğruna en temel ölçü ve ilkeleri feda etmekten çekinmeyen zelil tutumlarıdır. İşte bu sebeplerle çeteleri, darbecileri anayasa ve yasalara itaat çizgisine sokamayanlar, sadece özgürlük ve adalet istediğimiz için, eğitim sistemindeki çürümeye karşı çıktığımız için, İLKAV’ı kapatmaya çalışıyorlar. Sadece düşüncelerini açıklayan insanlara yönelik tüm bu zulümlerin bizzat AKP eliyle yapıldığını bilmek zorundayız.
Değerli kardeşlerim!
Böyle bir girişten sonra şunu ifade etmek istiyorum: bir toplum özündekini vahiyle, vahyin ölçüleriyle yeniden değiştirip, doğru istikamette bir arınmayı ve yeniden inşayı gerçekleştirip, daha özgür ve daha adil bir sistemle yönetilmeye müstahak olana kadar bu çürüme, yozlaşma, kokuşmuşluk ve zulüm düzeni sona ermeyecektir. Bu toplum müstehak olmasa böyle bir sistem geçerli olmaz. Önce toplum olarak kendimizi değiştirmemiz gerekiyor. Özümüzdekini fıtri ve vahyi değerler istikametinde değiştirip, daha adil, daha özgürlükçü, insan haklarına daha saygılı, daha insani ve hukukun üstünlüğünün gözetildiği adil bir sisteme müstehak olmadığımız sürece, bu sistem devam edecektir. O halde biz, kendi gündemimizle uğraşmalıyız. Artık, sistemin içerisindeki birtakım araçlarla oyalanmayı bırakmalıyız. Hükümete kim gelirse gelsin iktidar oligarşidir. Hangi parti gelirse gelsin, askeri bürokratların dediği kuraldır, kanundur, anayasadır. Askerin ve resmi ideolojinin bağımlısı olan yargının dediği kuraldır, anayasadır. Askeri bürokratlarca kolayca yönlendirilen, brifinglerle, muhtıralarla yönlendirilen yargı ne derse o yasa ve anayasa olur ve mevcut yasa ve anayasa hükümleri o istikamette değiştirilmiş sayılır. Yargıya da, askere de asla yasa ve anayasa işlemez. Anayasa ve yasaları onlar çiğner. O halde, şu parti, bu parti diye oyalanmanın bir anlamı var mı?. Biz Müslümanlar kendi yolumuza, sırat-ı müstakime, özgün gündemimize dönmemiz lazım. Allah’ın yolunda, dosdoğru bir duruş ve yürüyüşle, İslami kimlik ve ilkelerin belirleyiciliğinde, onurlu bir şahsiyeti ve İslami kimliği dosdoğru temsil eden doğru bir şahitliği gerçekleştirmemiz ve bunu, ölüm bize gelene kadar ısrarla sürdürmemiz lazım. Eğer bir gün adalet sistemi kurulacaksa, eğer İslami kimlik ve değerler toplumsal hayatta belirleyici hale gelecekse, İslami ahlak ve hukuk ölçüleri içerisinde adil bir sistem birgün doğacaksa, buna vesile olacak etkili adımları, ancak ve sadece, ilkeli, onurlu ve dininden tavize yanaşmayan Müslümanlar atacaklardır. O halde biz, ilkeli, tutarlı, onurlu Müslümanlar olmanın, İslami kimlik ibrazında sonuna kadar tavizsiz direnmenin yolunu bulmalıyız. Vahyin belirlediği, resulün örnekleyip şahitliğini yaptığı İslami ölçü ve ilkelerimizi yeniden gündemimize alıp, halimizi sorgulamamız gerekiyor. Bir an önce yeniden tevhidi istikamete yönelip yanlışlardan dönmemiz, Allah’a yönelmemiz, Allah’ın yolunda ısrarlı olmamız gerekiyor. İşte bugün de geçen hafta başlattığımız bu tür ilkeleri ve yoldaki işaretleri açıklamaya devam edeceğiz.
Değerli kardeşlerim!
Geçen hafta, bu temel esasların üç tanesini işlemiştik, şimdi dördüncüye geçiyoruz.
4 – “Mücadelenin ve hayatın ekseninde sürekli olarak, sadece Kur’an’ı, Resulün güzel örnekliğini ve yalnız Allah’a kul olma duyarlılığını bulundurmalı, sadece bunları belirleyici kılmalıyız.” Hayatın ve mücadelenin ekseninde, ölüm gelene kadar sürdürmek üzere, mutlaka Kuranı ve yalnız Allah’a kul olma bilincini, duyarlılığını bulundurmamız gerekiyor. Kuran ve Resullahın güzel örnekliğiyle irtibatımızı sürekli kılmamız gerekiyor. Hiç kopmayan bir bağ oluşturmamız gerekiyor. İnanın çok kısa süre bile Kur’an’dan ve Resulden uzaklaşıp da bu hali yanlış bulup dönmezsek, bir süre sonra kanıksanacak olan bu sapmanın sonucunda bizde meydana gelecek büyük deformasyonu biz bile fark edemeyecek hale gelebiliriz. Onun için birbirimize de ihtiyacımız vardır. Çünkü zaman zaman insan olmaktan kaynaklanan zaaflarımız sebebiyle böyle bir savrulmayı, böyle bir uzaklaşmayı, Allah korusun her birimiz yaşayabiliriz. O halde birbirimizi uyarmasına ihtiyacımız var. Böyle uyarıları yapacağımız ortak zeminlere ihtiyacımız var. Bakınız haftada iki kez Cuma ve Pazar günleri konferans yapıyoruz. Ne yapıyoruz? Hiç olmazsa belli bir takım temel ölçüleri ilkeleri bir daha hatırlayıp kendimizi gözden geçirme imkanını yakalıyoruz. Bunlar, Rabbimizin bize ne kadar büyük lütuflarıdır. Kıymetini bilmemiz ve bu zeminleri sürekli canlı tutacak, yaşatacak çabalar göstermemiz gerekiyor. Dünyada ne yaparsak yapalım, hududullahı aşmadan, İslam şeriatına ve naslara aykırı düşmeden yapmak zorundayız. Her şeyi yapmanın sınırı hududullahdır. Hududullahın içinde kalarak, Allah’ın şeriatına aykırı düşmeden ve nasları belirleyici kılarak, neyi yapabilme imkanımız varsa hepsini yapabiliriz.
Rabbimiz, Casiye suresi 18. Ayette “sonra seni de emrimizden bir şeriat üzerinde kıldık, o halde ona uy, bilmeyenlerin hevasına uyma” diyor. Demek ki, iki tane uyulacak yol var. Birisi Allah’ın şeriatı, Allah’ın emrini bize taşıyan şeriatı, birisi de bilmeyenlerin hevası, ister kendi heva ve arzularımız, ister tabi olduğumuz kurum veya kişilerin arzu ve hevaları olsun, bunlar vahyin, Allah’ın şeriatının karşıtlarıdır. Allah bizden, kurtuluşa erebilmemiz, onurlu bir duruşu kazanabilmemiz, Müslüman olarak yaşayabilmemiz ve Müslüman olarak ölebilmemiz için hududullaha uymamızı, kendi emrinden oluşturduğu şeriatına tabi olmamızı istiyor. Asla başkalarının kurallarına, bilmeyenlerin hevalarına uymamamız gerekiyor. Kendi inisiyatif alanımıza giren, kendi irademizin geçerli olduğu hiçbir alanda Allahın hükmünden başka bir hükme yer vermememiz gerekiyor. Allah’ın şeriatını, bireysel ve toplumsal alanların tümüne hakim kılmanın samimi mücadelesi içerisinde olmamız gerekiyor. Ancak böyle yaparak, biz Allah’ın rengiyle boyanabiliriz. Öyle demiyor mu Rabbimiz. “Allahın rengiyle boyanın, Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir” diye sormuyor mu? Allah’tan daha güzel renk verecek yoktur. Allah’ın hükmünden daha güzel hüküm koyacak da yoktur. O halde, Allah’ın en güzel olan hükümlerine, Rabbimizin bizim için vazetmiş olduğu emir ve yasaklarından oluşan hükümlerine tabi olmak süretiyle bireysel ve toplumsal alanları bu güzel hükümlerle düzenlemek suretiyle toplumsal ve bireysel hayatımızı Allah’ın rengiyle boyayabiliriz. Ve bize onur kazandıracak renk Allahın rengidir. Bizi kurtuluşa taşıyacak olan renk te Allahın rengidir. Bizi karanlıklardan aydınlığa çıkaracak nur Allahın nurudur. Kurtuluşa götürecek yol sadece Allah’ın yoludur. Rabbimiz Casiye süresi 23. Ayette Allahın hükümlerine riayeti terk edip Allah’ın hükümlerini bireysel ve toplumsal hayatlarına hakim kılmaktan vaz geçip, kendi heva ve heveslerine tabi olmayı tercih edenler için, “görüyor musun o hevasını ilah edineni?” diye soruyor. Şirk, çok kolayca girilebilecek bir günahtır. En büyük günahtır, en büyük zulümdür. İnsan dikkatli olmazsa, kolayca şirke düşebilir. Arzularını ve heveslerini belirleyici kıldığında, Allah’ın hükümleri yerine onları ikame ettiğinde ve onları doğru saydığında işte hevasını ilah edinmiş olur.
5 – Beşinci başlık, “ne pahasına olursa olsun, hangi şartlarda bulunulursa bulunulsun, ikrah yani can tehlikesi, ağır işkence olmadıkça batıla, küfre, şirke ait ilke, inanç ve şiarları benimsediğini söylememek, hak ile bâtılı karıştırmamak, hele bâtılı hak diye takdim ederek İslam’ın mesajını bozacak sapmalardan uzak durmak gerekir”. Yani bir baskı, bir zor, bir ikrah, hatta ikrahı mülc’i (can tehlikesi veya bir uzvun kesilmesi ve ağır işkence) hali yaşanıyor olmadıkça, asla küfre ait sözleri bir müslüman söyleyemez. Asla bâtılı benimsediğini söyleyemez. Bâtıla bağlılık sözü veremez, hak ile batılı karıştıramaz. Hele bâtılı hak diye takdim edip insanlardaki İslam anlayışının yozlaşmasına katkıda bulunamaz. Bütün bunları ikrahsız yapan ise, akıdevi bir sapma içine girmiş olur. Bbunları yapanların, İslami kimlik ve akidesini koruması mümkün değildir. Ancak cana kast eden zor, baskı ve işkence halinde, kalbi imanla dopdolu olmak şartıyla küfür sözü veya batıla bağlılık sözleri ifade edilebilir. O da sadece geçici bir ruhsattır.
Değerli kardeşlerim!
Allah (c) azimeti tercih edenleri övüyor, ruhsatı tercih edenlere ise müsamaha gösterilmesini istiyor. Bakın bir ölüm tehlikesi ve bir ağır işkence halinde bile ölümü göze alıp hakkı haykırmayı sürdürenler övülüyor. Ruhsatı tercih edenler ise, bir daha başına böyle bir şey gelirse yine aynı şeyi yapabilirsin anlamında bir müsamahayla karşılanıyor, ama övülmüyor. İşkence altında şehit olmayı göze alıp direnenler ise Yasir ailesi örnekliğinde olduğu gibi övülüyor. Ruhsatı kullanan oğul Ammar ise, yine aynı durumda kalırsan aynı şeyi yapabilirsin ruhsatı çerçevesinde müsamaha görüyor. Müseylemetül Kezzab’ın (peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan yalancı ve sahtekar kişi) karşısındaki iki sahabiden biri şehit edildiğinde, onun sahtekarlığını yüzüne haykırıp şehit edilen övülüyor. Ama kardeşinin şehit edilişini görünce, bu ikrah sebebiyle yalancının peygamberlik iddiasını onaylamak zorunda kalan, bâtılı ifade etmek, küfrü dil ile ikrar etmek zorunda kalan sahabi ise müsamaha ile karşılanıyor, ama asla övülmüyor. Özellikle toplumun içinde önder konumunda olan, kanaat önderi konumunda olan Müslümanların asla ruhsatı tercih etmemeleri gerektiğini de yine bu örneklerden anlıyoruz. Öncülerin, önderlerin mutlaka azimeti tercih etmeleri gerekiyor. Çünkü birçok bilinç seviyesi düşük insan, öncülerin konumuna, söylemine bakarak durumlarını ve tercihlerini belirliyorlar. Bu taklitçi tutum yanlış da olsa pratikte maalesef böyle oluyor. Kültür seviyesi yeterli olmayan halk kesimleri kendi din anlayışlarını bu önderlerin tercihlerine göre belirliyorlar. Bu yüzden, önder kadrolarda yaşanan bir sapma başkalarını da etkileyebiliyor. O bakımdan azimetin tercih edilmesi övgüye layıktır.
Rabbimiz bakara 42. Ayette de “hakkı bâtılla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin” diyor. İkrah hali hariç, hiçbir şart altında hak gizlenmeyecek ve bâtılla karıştırılmayacaktır. “Ya hakkı söyle ya da sus” sözüne uygun davranılacaktır. Bir insan korkabilir, korku da insani bir haldir. Ama o zaman susacak, yani “hem ben konuşurum, yazarım, söylerim, hem de korku yada çıkarlarım sebebiyle, hakla batılı karıştırırım” demeye hiçbir Müslüman’ın hakkı ve yetkisi yoktur. Eğer bir Müslüman, hakkı söylemeye gücü ve potansiyeli yetmediği için yada korkarak susma konumunda kalırsa ve eğer orası Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiği yada alaya alındığı bir toplantı ise, o meclisi veya toplantıyı da terk edecektir. Yani işlenen bu zulmün karşısında susarak ve zillet içerisinde orada oturarak, o toplantıya ve orada konuşulan bâtıl sözlere meşrutiyet kazandırmaktan mutlaka kaçınmak gerekmektedir. Aksi taktirde, Nisa Suresi 140. ayette zikredilen “siz de tıpkı onlar gibi olursunuz” tehdidinin muhatabı olmaktan kurtulmak mümkün olmaz. Enam süresi 82. Ayette “iman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar için güvenlik vardır, korku yoktur ve onlar doğru yoldadırlar” hükmüne yer verilmiştir.. İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlardan, imanlarına zulüm giydirmeyenlerden olmak zorundayız. Kurtuluşa erebilmek, güvende olabilmek için mutlaka bunu yapmak zorundayız. İmanımıza zulüm giydirmeyeceğiz, zulüm bulaştırmayacağız, şirk bulaştırmayacağız.
6 – Altıncı başlığı ele almaya çalışlım: “Allah’ın dini, başka din ve ideolojilerle uzlaşmayı ve tavizi kesinlikle kabul etmemektedir.” İslami kimlik ibrazında ve İslami mücadelede uzlaşma ve taviz yoktur. Allah’ın dinine müntesip olduğunu söyleyenlerden kim ki, uzlaşmacı ve tavizkâr bir tutum sergiliyorsa, böyle yaparak kendi bireysel sapmasını gerçekleştiriyor demektir. Hiç kimse Allahın dini adına uzlaşma yapamaz ve Allahın dini adına dinden tavize yanaşamaz. Kimsenin böyle bir yetkisi yoktur. Kâfirlerden ve şirk sisteminin ilkelerinden beraatın asıl olması gerekiyor. Tam anlamıyla bir beraatle onlardan uzaklaşılması ve tam bir ayrışmanın yaşanması gerekiyor. Bu anlamda oldukça uyarıcı bir içeriğe sahip bulunan, İsra Suresi 73 – 75. ayetleri biliyorsunuz. Peygamber (s)’e yöneltilen uzlaşma teklifleri ve taviz talepleri döneminde, müşriklerin tekliflerini kabul ederek taviz vermeye eğilim göstermesi haliyle ilgili olarak şu uyarının yapıldığını ibretle tespit ediyoruz: “Eğer seni sağlam tutmamış olsaydık, az da olsa onlara meyledecektin. O zaman ise, sana hayatın da, ölümün de azabını kat kat tattırırdık. Hem de bize karşı bir yardımcı da bulamazdın”. Rabbimiz bu uyarıyı kime yapıyor, en sevdiği ve güvendiği kulu olan Peygamberine. Yani peygamber bile bir maslahat güderek Allahın dininden taviz verseydi, bu ağır tehditle karşılaşacaktı. Üstelik Peygamberimizin ve beraberindeki bir avuç mü’minin içinde bulunduğu şartlar, bizim bugün içinde bulunduğumuz şartlarla mukayese bile edilemeyecek derecede ağırdı. Tam anlamıyla kuşatılmışlardı, her taraftan saldırıya uğruyorlardı. Kendisine iman edenler, en ağır işkencelerden geçiriliyor, vücutları parçalanıyor, kızgın kumlar üzerine yatırılıp kızgın kayalar çıplak vücutlarının üzerine konuluyordu. Üstelik ekonomik ve sosyal boykotların baskısı altında, açlığa mahkum edilmişlerdi. Tarihçiler, bu acımasız kuşatma altındaki bebeklerin açlıktan inleme seslerinin çok uzaklardan işitildiğini ifade ediyorlar. İşte böyle bir ortamda bile devletin başına geçmek karşılığında ufak bir taviz istendiğinde, bu taviz ve uzlaşma tekliflerinin hepsi ret ediliyor. “Bir elime ayı bir elime güneşi verseniz, yine de taviz vermem, davamdan dönmem” ifadesinde ortaya çıkan onurlu ve ilkeli duruş sergileniyor. Bu tercih, kıyamete kadar gelecek bütün mü’minleri bağlayan onurlu bir tercih ve bizim için güzel bir örnektir.
O halde bugün, Müslümanların yaşantılarını ve çok kolayca verdikleri tavizleri gördükçe, “bu kutlu ve onurlu örnek nasıl oluyor da bizi bağlamıyor?” sorusunu hepimiz önce kendimize ve sonra da bu tür tavizkar tutum sergileyenlere sormalıyız. Neden bugün sürekli tavizler vermeye ve sonuçta dünyevi çıkarların ve korkuların ardından oradan oraya savrulmaya devam ediyoruz? Ve üstelik müslüman olduğumuzu da iddia ederek, bu dünyevileşmeyi, bu savrulmaları, tavizleri nasıl içimize sindirebiliyor, nasıl imanımıza yakıştırabiliyoruz? Şunu bilelim ki, Kur’an’ın ve Resulün güzel örnekliğinin ortaya koyduğu ölçülerden apaçık anlaşıldığı üzere, Allah bundan asla razı olmayacaktır. Aklımızı başımıza toplamamız gerekiyor. Kafirun süresini biliyorsunuz ve sürekli okuyoruz. Ama bir türlü Allah’ın aytlerinde anlatılanları idrak edip, hayata aktaramıyoruz. Kâfirun Suresinde altı çizile çizile teyid edilen bir vurgu gündeme getiriliyor. Bir ayrışma ve tavizsizlik vurgusudur bu. “De ki:-Ey Kafirler! Ben sizin kulluk ettiğinize kulluk etmem. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edenler değilsiniz. Ben sizin kulluk ettiğinize kulluk edecek değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!”. Görüldüğü üzere, çok açık ve net bir tavizsizlik vurguyla, “leküm dinikum veliye din” “sizin dininiz size, benin dinim bana” ifadesiyle ortaya konan tam bir ayrışma, uzaklaşma ve uzlaşmazlığın, tam bir beraatin ilan edilişi gündeme getiriliyor.
Bir “İslamcı yazar” laikliğin İslami olduğunu ve dolayısıyla laik devletin İslama uygun olduğunu savunduğu bir yazısında “leküm dinikum veliye din” ayetini, Peygamberin müşriklere yönelik bir uzlaşma teklifi olduğunu söyleyecek kadar saptırabilmişti. Peygamber Mekke’deki müşriklere bu ayeti gündeme getirerek uzlaşma teklif etti ancak onlar bu uzlaşma teklifini kabul etmeyince, bu sefer uzlaşmayı Medine’deki Yahudilere yaptı ve Medine vesikası’ndaki şartlarda onlarla uzlaştı diyor. Allah’tan korkmak ve haddi aşmamak lazım. En ağır şartlara rağmen tevhidi davette direnen Peygamber’e taviz talepleri ve uzlaşma teklifleriyle gelenler müşrikler olduğu ve Peygamber’in (s) tavize yanaşmamasının, dinde uzlaşmayı reddetmesinin en açık delillerinden birisi de Kâfirun Suresi olduğu halde, nasıl olur da tam tersi istikamette saptırılarak, bu sure ve Resulün uzlaşmayı reddeden tavrı uzlaşma teklifi olarak gösterilebilir. Hiç uzlaşma teklif edilen surenin başında “de ki, ey kafirler” gibi mahkum edici, hedef alıcı bir seslenişle başlar mı? Eğer uzlaşma teklifi olsaydı sure herhalde şöyle başlardı: “Ey Mekkeli komşularımız, ey akrabalarımız, sevgili aşiretimiz! Gelin barış içerisinde, siz dininizi, biz dinimizi yaşayalım, gerektiğinde dini konularda da uzlaşalım, yardımlaşalım”. Halbuki sure açık bir hedef alışla başlamakta ve surenin tamamında, Mü’min olmayanlarla din konusunda uzlaşılamayacağı, onlardan ve batıl olan dinlerinden tam bir beraatın ilan edilişi, tam bir ayrışmanın vurgulanması, uzlaşma tekliflerinin ise reddi söz konusu edilmektedir.
Mümtehine Suresi 4. ayete bakalım; uzlaşmazlığın vurgulandığı, beraatin ilan edildiği, ayrışmanın gündeme taşındığı ve kalın çizgilerle altının çizildiği bir başka ayet de bu ayttir. “İbrahim ve beraberinde olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır” diye başlayan ayetin devamında bu güzel örneğin, onların mü’min olmayan kavimlerinden ayrışmaları, müşrik akrabalarını ve onların Allah’tan başka taptıklarını reddettiklerini açıkça haykırmaları olduğu açıklanıyor: İbrahim ve beraberinde olan az sayıda mü’minlerin bizim için güzel örnek olması istenen tutumları şöyle açıklanıyor: “onlar kavimlerine dediler ki, ‘biz sizden beriyiz, Allah’ı bırakıp da tapmakta olduklarınızdan da beriyiz, sizi reddediyoruz, sizi inkar ediyoruz’. Siz Allah’ı birleyene, tevhit edene kadar, sizinle bizim aramızda ebedi bir adavet/düşmanlık ve buğz meydana gelmiştir dediler” İbrahim ve beraberindeki bir avuç mü’min, içinde anne babalarının da olduğu kavimlerine işte böyle uzlaşmaz ve tavizsiz bir tavır takındılar. Biz, bütün insanlığın kurtuluşuna vesile olmak amacıyla, merhamet ve adaletle bütün insanlara tevhidi daveti, Kur’an’ın karanlıklardan aydınlığa çıkaracak mesajını yaymayı ve ölüm bize gelene kadar bu yolda Allah rızası için çırpınmayı temsil ediyoruz. Herkes kurtulsun diye çırpınacağız. Ama tavır koyanlara, düşmanlıkla saldıranlara, davete icabet etmeyip tam tersine savaş açanlara karşı da, tıpkı İbrahim (as) gibi “onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından beraatimizi ilan” etmekle kalmayıp, onları reddetmek, onların inançlarını, ideolojilerini ve taptıklarını da reddetmek ve onlarla aramızda bir düşmanlık ve buğz meydana geldiğini ve bunun onlar tevhidi imana gelinceye kadar süreceğini de açıkça haykırmak durumundayız. Sadece Allah’a kulluk ve ibadeti tercih etmek, dini Allah’a halis kılmak ve tevhit inancıyla yalnız Allah’a bağlanmak durumundayız. Yoksa asla ne Ahirette kurutuluşu yakalayabiliriz. Ne dünyada onurlu bir İslami kimliği yaşayabiliriz.
Değerli kardeşlerim!
Aynı uzlaşmazlık, tavizsizlik ve ayrışma vurgusunun öne çıktığı, Kalem Suresinde de “müşriklere itaat etmemeye ve uzlaşmamaya” çağrı yapılır. Kalem Suresi 8-9. ayetlerdeki “Sakın yalanlayanlara itaat etme! Onlar ister ki, sen müdahane edesin (uzlaşmacı, yumuşak ve tavizkâr davranasın) da onlar da sana müdahanede bulunsunlar (uzlaşmacı, yumuşak ve tavizkâr davransınlar)” hükmüyle din konusunda uzlaşma, taviz ve kafirlere itaat yasaklanmıştır.
Aynı vurgu, Yunus Suresi 104. ayette de “De ki: -Ey İnsanlar! Benim dinimden şüphede iseniz bilin ki ben Allah’tan başka taptıklarınıza tapmam; ancak sizi öldürecek olan Allah’a kulluk ederim. Müminlerden olmakla emrolundum” hükmünde de yer alır. Görüldüğü üzere, tüm bu ayetlerde, beraatin, ayrışmanın vurgulanması, uzlaşma tekliflerinin reddi anlamında ortaya koyulan ilkeli tavırların güzel örnek olarak sunuluşu yer alır.
Değerli kardeşlerim!
7 – Bugün işleyeceğimiz son başlık; “tebliğde açıklık, netlik ve tavizsizlik esas alınmak durumundadır.” Netlik, açıklık ve tavizsizlik gereğince, Allah’tan gelen ölçüleri ve Kur’an’ın ayetlerini tebliğ muhataplarının önüne olduğu gibi, kamufle etmeden, ekleme, çıkarma yapmadan koymak icap eder. Eğer biz kendimizden bir şeyler katar veya onu kamufle edersek, kesinlikle o Allah’ın dini olma vasfını kaybeder ve o insanlar ahrette yakamıza yapışıp niye bize Allah’ın dinini anlatmadınız derlerse haklı çıkarlar. Rabbimize bir mazaret olarak şunu söyleyebilirler, ya Rabbi, vallahi senin dinini bize tebliğ etmediler, bu Müslüman geçinenler senin dinini bize tebliğ etmediler deseler haklı çıkarlar. Biz nasıl olur da ve hangi hakla Allah’ın ayetlerini kamufle edebiliriz. Veya nasıl olur da Allah’ın ayetlerini tahrif ederek yada kendi yorumlarımızı dinleştirerek, bâtıni yorumlarla saptırarak insanlığa götürebiliriz. Demekki, tebliğ de açıklık netlik ve tavizsizlik gerekir.
Hicr süresi 94. ayette “Sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlara aldırma” hükmüyle, müşriklerden korkulmadan, tebliğin gizlemeden ve gizlenmeden açıkça ortaya konması emrediliyor. Onlar sana baskı yapabilir, zulüm edebilir, aşağılayabilir, sert sivri diye suçlayabilirler, onlara aldırmadan sen daveti açıkça ortaya koymaktan kaçınma talimatı veriliyor. Allah’tan geleni açıkça söyle insanlara. Allah’ın dini anlaşılması güç felsevi metinler haline de getirilmemelidir. Bazı İslamcı yazarları görüyorsunuz. On defa okusanız yazısını anlamakta zorlanıyorsunuz. Allah kitabını indiriyor bütün insanlığa ve diyor ki, “kitabı kolaylaştırdım öğüt alan yok mu”. Rabbimiz kitabını kolaylaştırıyor ve insanların anlama seviyesine indiriyor. Bazıları da in konusunda öyle bir yazılar yazıyorlar ki insanların anlaması mümkün değil. Hatta bir İslamcı yazara, yazıların anlaşılmıyor demişler. Eğer anlaşılırsa, ben yazarlığı bırakırım demiş. Bir de böyle kendilerinde bir şeyler vehmediyorlar. böyle bir kompleks ve bir üstünlük psikolojisiyle hareket etmek, söyledikleri ve yazdıkları kolay anlaşılmayan üstadlıklar taslamak Müslüman’a yakışmaz. Resulullah (SAV) Medine’ye hicret edip ilk ulaştığında, karşılayanlarla otururken, diyorlar ki, “ya Resulullah iman ettik, Müslüman olduk bize ne tavsiye edersin, ne yapmamızı istersin?” Bakın ne diyor Resulullah (s); “Selamı yayın, güzel söz söyleyin ve fakiri doyurun”. Bugün biz bir konferansa çağrılsak, gittiğimiz yerde “bize ne tavsiye ediyorsunuz” deseler. Biz de aynen Resulullah (s) gibi “selamı yayın, güzel söz söyleyin, fakiri doyurun” diye bir şeyler söylesek, ne olur bir düşünelim. “Ya adama bak, konferans ver diye o kadar uzaktan çağırdık, söylediği şeylere bak, çok basit konuştu. Yeni hiçbir şey söyleyemedi, niteliksiz bir konuşma yaptı.” Buna benzer eleştiriler ve tepkiler olacağını hepimiz biliyoruz. İnsanların iyi, nitelikli ve entelektüel boyutu olan bir konuşma saymaları için, mutlaka anlaşılması zor felsefi içerikle konuşmamız beklenir. Anlaşılması zor cümleler kurmamız halinde, anlaşılmayan yabancı kelime ve kavramlara yer verdiğimiz ölçüde konuşmamız entelektüel nitelikte sayılır. Halbuki din konusunda, açıklık, netlik ve anlaşılır olmak esastır. Kur’an da bunun için kolaylaştırılmıştır. Resulün (s) daveti de, tıpkı Kuran gibi açık, sade ve anlaşılırdı. Bizim de onun yolunda gidenler olarak aynı şekilde açık ve anlaşılır bir daveti, net ve tavizsiz bir daveti insanların önüne götürmemiz gerekir. Bir şey daha söyleyeyim, din konusunda, tevhidi davette tekrardan da utanmamak gerekir. Maalesef yine bir kompleksle aynı şeyler tekrar ediliyor diye şikayetlenmeler söz konusu olabiliyor. Halbuki, yeni vahiy gelmeyeceğine göre, artık kıyamete kadar geçecek sürede, hep, bin dört yüz küsur yıl önce gelen vahiy tekrarlanacak. Bilmeliyiz ki bu şerefli bir tekrardır. Rabbimiz de Kur’an’da birçok kıssayı ve ayeti aynen tekrar ederek veya ufak tefek değişikliklerle tekrar ederek, bu konudaki örnekliği ortaya koyuyor, bu aynı zamanda bir eğitim yöntemidir de.
Değerli kardeşlerim “ve tevasav bil hakki” ayeti istikametinde, hikmetle ve güzellikle tebliğ ayetleri çerçevesinde, kalk ve açıkça uyar ayetleri gereğince biz Allah’ın kurtarıcı mesajını, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak mesajını bütün dünya insanlığına, Allah rızası için ulaştırmakla mükellefiz. Ve bu daveti, açık, net ve tavizsiz bir içerikle, tıpkı peygamberlerin örnekliğinde ortaya konduğu gibi gerçekleştirmek durumundayız. Davet ve tebliğ bir sorumluluktur. İman edip salih amellerde bulunmak isteyenlerin en önemli görevleri insanları tevhide inanmaya ve tevhidi yaşamaya çağırmalarıdır. İnsanlar vahiy ve Resulullahın güzel örnekliğiyle muhatap hale getirilmelidir. Sözü yada yazısıyla, tavsiye ettikleri iyiliklerle ameli uyum içerisinde olmayanların, daveti gereğince yerine getirdiklerinden söz edemeyiz. O halde önce söz ve yazıyla insanların gündemine getirmeden, iyilikleri kendi hayatımızda yaşayan tutarlı müminler olmayı, Kur’an’ın ahlakıyla ahlaklanmış müminler olmayı başarmalıyız. İslami davet, ancak tevhid ve adaletin şahitliğini üstlenen bir mücadele sıcaklığı içerisinde yerine getirilebilecek bir eylemdir. Yani bir mücadele içerisinde olmayan insanların, fil dişi kulelerde teorik davet yapması da tesirli olmayacaktır. Tebliğ İslami mücadele süreci içerisinde çile, sabır, eylem, söz, yazı, ter ve gerektiğinde can ve mal fedekarlığı ile üstlenilebilecek bir şehadet sorumluluğudur. Tevhit sadece bir teori değil. Hayata yön veren çeki düzen veren önemli bir pratiktir. Onun için tevhidi teorik olarak algılamak ve insanlara anlatmak asla yetmez. Tevhidi hayatın içinde anlamak ve anlamlandırmak Kur’an’ı hayatın içine ve hayatın içinden okumak ve hayatı tevhitle Kur’an’la yeniden inşa ederek, tebliğ ve daveti yaygınlaştırmak gerekir. Tebliğin muhatabı olan topluma, insanlara, merhamet, şefkat, adalet ve hikmet eksenli bir yöntemle yaklaşılmalıdır. Zor, şiddet, cedel ve dayatmadan uzak durulmalıdır. Kehf süresinde ifade edildiği gibi, Allah yolunda Kur’an’la cihat edilmeli, Kuranın mesajı, bıkmadan, usanmadan, yorulmadan, yılmadan ve taviz vermeden açık ve net bir şekilde insanlara ulaştırılmalıdır. Bakara 256. ayette de ifade edildiği gibi “dinde zorlama yoktur.” Asla zora ve şiddete başvurulmamalıdır. Allah’ı hakkıyla takdir etmek, Kur’an’ı hakkıyla/gereğince okumak, Allah’tan hakkıyla sakınıp, takvayı hakkıyla kuşanmak ve Allah yolunda hakkıyla cihat ederek Kur’an’la cihadı gündemleştirmek en büyük sorumluluğumuzdur. Rabbimiz bu sorumluluğu yerine getirmeyi ve bu sorumluluğu yerine getirirken müminler olarak ölmeyi bizlere nasip etsin. Hepinizi Allah’a emanet ediyorum. Selamün aleykum.