İLKAV yönetiminden Abdullah Başaran'ın açış konuşmasını ve Emrullah Ayan'ın Kur'an'ı Kerim ve mealini okumasını müteakip başlayan Konferansta Mehmet Pamak, bu konuyu neden gündem yapmak ihtiyacı duyduğunu şu ifadelerle açıkladı:
Bu Konferans, bugünün şartlarında neden önemli ve gerekliydi?
"Evren ve fıtratın hayatiyetini sürdürmesi ile insani hayatın da içinde yer aldığı alemlerin merkezî yönetimi, bütün bunları yaratan Allah'ın hakimiyetindedir. Emir ve hüküm de O'nundur. O, her şeyi ve her kimseyi yaratan ve emredendir. O, kendisinden başka ilah ve Rab bulunmayan Allah'tır.
Evren, fıtrat ve insan hayatının merkezine Allah'ı koyan ve "yaratan, yaşatan olduğu gibi hayatı düzenlemede de tek belirleyici, hüküm koyucu, emredici Allah'tır" diyen inanç tevhididir. Tarih buyunca insanlığın bu merkezilikten sapmalarına, fesada sürüklenmelerine karşı, sürekli gönderilen Peygamberler ve vahiyle ıslah mücadelesi verilmiştir.
Bugün, seküler modern sapkınlığın küresel hakimiyeti ele geçirip, insani-fıtri olanın tüketildiği ve fesadın küreselleştiği bir süreçte bulunuyoruz. Bu süreç, kendisini Müslüman ve dindar olarak tanımlayanların bile çok büyük ekseriyetinin söz konusu seküler sapmanın kuşatması altında zihinlerinin işgal edilip dönüştürüldüğü bir süreçtir. Hatta İslami duyarlılıkları ortalamanın üzerinde olup, bir şekilde Kur'an okumaları yapan kesimlerin, hatta kendilerine "alim", "ilahiyatçı akademisyen", "hoca efendi" ve "cemaat önderi" payesi verilenlerin bile İslam'ın demokrasiyle uyumlu olduğunu, İslam'ın "halk çoğunluğunun seçtiği temsilcilerin laik parlamentolarda hevanın kayıtsız şartsız hakimiyetiyle yaptıkları yasalarla yönetim" olarak tanımlanan "demokrasi"yle uzlaştığını iddia edip savunabilmektedirler. Hatta giderek kimilerinin laikliği, liberalizmi, kapitalizmi İslam ile bağdaştırarak, bazılarının da sosyalizmin İslam ile uzlaştığını iddia ederek, hak ile batılı sentez yapmaya savruldukları görülmektedir. Müslüman'ım diyenlerin bile bireysel ve toplumsal hayatlarının büyük kısmı Allah'ın emri ve hükümlerinden soyutlanarak sekülerleşmekte, sonuçta kapitalist üretim ve tüketim çılgınlığı geniş Müslüman kesimleri kuşatmış bulunmaktadır.
Bu hale gelinmiş olmasının en önemli sebebi; Kur'an'ın terk edilmiş bırakılması ve sonuçta "yaratmanın da emretmenin de Allah'ın tekelinde olduğu" hakikatinin unutulması ya da hakkıyla anlaşılamamış olmasıdır. Ayrıca Kur'an'ı doğru anlamak ve yaşamak için olmazsa olmaz bir gereklilik olan Resulün ve onun önderliğindeki ilk Kur'an neslinin güzel örnekliğinden uzaklaşılmış olmasıdır. Tabii ki bunun sonucunda doğan boşluk, sapkın seküler paradigmanın ürettiği materyalist ideoloji, model ve kavramlarla doldurulmuştur. Çünkü kendi köklerinden kopan, Kur'an ve sünnetten uzaklaşan Müslüman toplumların öncüleri, okumuşları, içine düşülen zillet ve mağlubiyet psikolojisiyle, galip ve üstün olarak gördükleri modern seküler sapmanın küresel güç ve hakimiyetinden etkilenmişlerdir. Sonuçta da, İbn Haldun'un Mukaddime'de vurguladığı "mağlubun galibe meyletmesi, galibi taklit etmesi, galibe benzeme eğilimine girmesi"ne dair sosyolojik kaide işleyerek yaşanan bu zelil dönüşüm gerçekleşmiştir.
Gelinen noktada, tevhidi kesim diye tanımlanan çevrelerde bile artık "Allah'ın hakimiyeti" konusu tartışmaya açılmakta, 17 yıl önce Abant Konsilleriyle ekilen tohumlar yeşerip yaygınlaşarak tevhidi kesimi de kuşatan bir sekülerleşme tehlikeli boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Bu kesimden tanıdığımız, yıllarca birlikte olduğumuz şahsiyetler bile "Hüküm ve hakimiyet Allah'ındır" ifadesini "Allah mı gelip bizi yönetecek" misali, ancak İslam karşıtlarının söyleyebilecekleri basit yaklaşımlarla eleştirmeye başlamışlardır. Sonuçta, sırf teoride "halkın iradesinin mutlak hakimiyeti" olarak tanımlanan egemen demokrasinin etkisiyle, demokratik düşünce sahiplerine şirin görünmek için ya da İslam'ın demokrasiye müsait olduğu imajını oluşturmak amacıyla "hüküm ümmetindir" demeye başlamışlardır.
Bir kısmı da, "Siyasetle akıdeyi karıştırmamak gerekir, siyaset içtihadi bir alandır", "Akidede siyah ve beyaz üzerinden konuşulur, siyasette grinin tonları üzerinden konuşulur" diyerek siyasetle akıdeyi ayrıştıran, siyasetin pür içtihadî bir alan olduğunu vurgulayan söylemler geliştirmektedirler. Hatta hevaya-şirke dayalı anayasa ve hukukuyla laik Türkiye sisteminin görece özgürlükçü versiyonunun taguti olmadığını bile ifade edebilmektedirler.
Allah (c), Kur'an'ın bütünündeki bir çok hükmün ve tevhidi iman gereği olarak, hayatın bireysel ve toplumsal tüm alanlarına sadece kendi hükümlerine göre çeki düzen verilmesini emretmektedir.Hayatı ve kitabı bölüp, parçalamamaya çağırmaktadır. Evrende ve fıtratta olduğu gibi insan hayatında da tek ilah olarak Allah'ın hükmetmesini, nihai anlamda hüküm vazeden ilahi emre uygun bir düzen kurulmasını istemektedir. Bireysel-toplumsal, kamusal-özel alan ayrımı yapmadan hayatın bütününe Kur'an'ın bütününü egemen kılmanın, yaratılış gayemiz olan yalnız kendisine kulluk ve ibadet etme sorumluluğumuzun en temel gereği olduğunu bildirmektedir.
Buna rağmen, öyle bir zaman diliminde yaşıyoruz ki, çoğunluk Müslümanlar, kimisi bireysel hayatında(yemesinde, içmesinde, eğlencesinde, ticaretinde, tüketiminde, kıyafetinde ve sair yaşantısında), kimileri de toplumsal hayatında (siyasetinde, hukukunda, ekonomisinde vb) Allah'ın hükümlerinden soyutlanmış alanlar oluşturuyorlar. Bu alanlarda ya kendi hevalarına ya da başkalarının hevalarına, seküler ideolojilere, laik yasalara uymayı tercih ediyorlar. Üstelik bu tercihlerinin İslami olduğunu, laiklikle, demokrasiyle, kapitalizmle ya da sosyalizmle İslam'ın bağdaştığını iddia ederek dinimizi tahrif etme çabası da gösteriyorlar.
"İlahiyatçı akademisyenler", "alimler", "İslami kuruluşlar" adı altında çeşitli gruplar, ortak bildiriler yayınlayarak, gazetelere tam sayfa ilanlar vererek, vahyi esas almayan şirke dayalı anayasalara destek verebiliyorlar. Hatta kimileri bu desteği "ibadet, takva ve Allah'a teslimiyet" olarak niteleyebilecek kadar da ileri gidebiliyor. Gazete ilanları ve ortak bildirilerde "demokrasi"den yana olduklarını, laik sistem içi görece özgürlük getiren, halk iradesini yansıtan liberal-laik-demokratik-muhafazkâr siyasete destek verdiklerini açıklayan beyanlarda bulunabiliyorlar.
Sonuç olarak hayat ve ubudiyet parçalanmakta ve bu parçaların kimisinde Allah'ın emirlerine itaat edilirken, kimisinde de hevanın ya da başka otoritelerin, ideolojilerin arzu ve isteklerine, emir ve kurallarına itaat edilmektedir ya da mağlubiyet psikolojisi ve pragmatizmle egemen seküler demokrasilere sığınılmaktadır. Evren, fıtrat ve insan hayatının tümünde emretme, hüküm koyma ve düzenleme yetkisinin nihai anlamda sadece Allah'a ait olduğu hakikatinden uzaklaşılması sonucu ortaya çıkmış bulunan bu büyük yozlaşma, refah seviyesi yükseldikçe giderek daha fazla artmaktadır. Müslümanları rehavet kuşattıkça, sistem içi siyasetten beklentiler arttıkça veya daha önce gasp edilmiş kimi hak ve özgürlükler iade edildikçe, bu İslam dışı seküler anlayışlara savrulma daha çok yaygınlaşmaktadır.
İşte bu sebeplerle, doğrudan Kur'an ayetleriyle, farklı surelerde yer alan ve tekrarlanan ayetlerle, Allah'ın, yaratmakla kalmayıp yarattıklarına emretmeyi, ölçü takdir etmeyi, hayatiyetlerini sürdürürken hangi ölçülere, hangi yörüngeye tabi olacaklarını, hangi yolu takip edeceklerini belirleme ve bu bağlamda hüküm koyma yetkisini de mutlak ve nihai anlamda tekelinde bulundurduğunu, bu anlamda evren, fıtrat ve insan hayatı üzerinde mutlak bir hakimiyete sahip olduğunu bir daha toplumun gündemine getirmek büyük önem arz etmektedir."
Pamak, büyük ilgiyle takip edilen konferansında bu açıklamayı müteakip, aşağıdaki başlıklar çerçevesinde konuşmasını sürdürdü: